KÂBE-1

Kâbe, ilk kez Âdem (a.s.)’ın dünyaya gelişi (inişi) ile yapılmış, daha sonra da İmanın (=Tevhid’in) Babası İbrâhim (a.s.) ile yeniden hayat bulmuş bir yapı. Bu aradaki sürede neler olup-bittiğini bilmiyoruz ama İbrâhim (a.s.)’dan sonra Kâbe’nin başına gelenleri az-çok biliyoruz. Bu süre zarfında Tevhid  (Ulûhiyyet) inancı bozulmuş Kâbe’nin içi putlarla dolmuştu. Efendimiz doğduğunda Kâbe’nin içinde yüzlerce put vardı. İlk kıble Kudüs’deki Mescid (Beyt-ül Makdis = Mukaddes Ev; Mescid-i Aksâ = Uzak Mescid) idi. Namaz hicretten yaklaşık 1,5 yıl önce farz kılınmış, Efendimiz yaklaşık 17-18 ay (2 yıl) Mescid-i Aksâ’ya yönelip namaz kılmıştı. Bunun sebebini o günün stratejisinde (ekonomi-politiğinde) arayanlar var. Medine’de o gün çoğunluk Yahudi olmak üzere Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) yaşıyordu; Mescid-i Aksâ her iki din için de kutsal/mukaddesti; Efendimiz onlara, bakın! biz de sizin dininizin devamıyız, sizin kutsallarınız bizim de kutsalımız ama siz, bazı konularda tarihin ve kültürün getirdiği olumsuz yüklerden dolayı dininizin “orijinalitesini” kaybettiniz, gelin! bizim dinimize uyun, Tevhid’i bozmayın demek istemiş, onların “gönlünü” kazanmaya çalışmıştı ama onlar “şirkte/kendi bozulmuş dinlerinde ve Efendimizi tanımamakta” ısrar etmişler ve Yahudilerle (Kurayza ve Kaynuka) ilişkiler bozulmuş (en son Hendek savaşındaki ihanetle ipler kopmuş ve Medine’den sürgün edilmişlerdi; halbuki Medine Vesikasına/Sözleşmesine göre şehri birlikte savunacaklardı.) İşte bu realiteden sonra Rabbimiz artık kıblenin Kâbe olmasını istemiş ve ilgili ayeti indirmiştir. (Bakara, 144.)

Burada Bakara 177’yi hatırlatmakta fayda var. “Yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz birr değildir. Asıl birr : Allah'a, Ahiret Günü'ne, Meleklere, Kitaplara ve Nebilere iman etmek; malını sevdiği halde onu yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere, köle ve esirlere vermek; "salatı ikame etmek, zekat vermek", söz verdiği zaman sözünü yerine getirmek, zorlukta, sıkıntıda, darlıkta ve felakete uğrama durumunda sabretmektir. İşte bunlar, Sâdık olanlardır. Takvâ sahibi olanlar da bunlardır.”
Bu ayet, bizi kıbleden/yönden çok daha “başka bişeye”, ahlâka çağırır; ancak iman, ahlâk ve ibâdet bizi birr’re ulaştırır. Birr kelimesi Kur'an’da türevleri ile birlikte (ebrâr, teberrû ve berara) 32 yerde geçer; 5 yer hariç hepsi harf-i târiflidir. Neden? Birr’ri ahlâkî bir kavram olarak “iyilik” şeklinde anlarsak ki, tüm mealler iyilik diye çevirir; iyilik, bilinen bişeydir ve sizler vicdanınıza danışırsanız neyin iyi neyin kötü olduğunu bilirsiniz, illâ ki müslüman olup Kâbe’ye yönelmeniz gerekmiyor; yukarıda (Bakara 177) sayılan işleri yapmaktır asıl iyiliktir; der gibidir.
Kişi Kâbe’ye dönüp namaz kıldığı hâlde, yukarıda (Bakara 177) sayılan işlerden bîhaberse, (şöyle de söylenebilir : kıldığı namaz onu iyiliğe sevk etmiyor/edemiyorsa) Kâbe’ye dönüp namaz kılması onu “iyi biri” yapmaz!. O “iyi bir Müslüman” olmaz/olamaz!.
Tıpkı Yahudi ve Hıristiyanların Kudüs’e dönüp ibâdet etmeleri, onları iyi dindar yapmadığı gibi!.
Yâni mesele sadece yön meselesi değil. Yön, elbet önemli ve değerli, ama onun hikmeti kavranarak “onu aşmak” gerekiyor ki, önce iyi insan, sonra iyi Müslüman olunsun.
***
Kâbe bir sembol, bir işaret, bir âyet.
Neyin sembolü, neyin işareti, neyin ayeti?
Tevhîd’in.
Tüm dağınıklıkları (yeryüzünde yaşayan tüm Müslümanları, onların yaşadığı fikrî dağınıkları vs.) madden ve ma'nen bir noktaya (Ulûhiyyet fikrine! Tevhîd’e) toplamak için bir işaret, bir sembol Kâbe.
Biliyorsunuz Rabbimiz Ulûhiyyette Kendine ortak/eş kabul etmez ama Rubûbiyyette “ortakları!” olabilir. Rubûbiyyet, Rablık demek; Ulûhiyyet, ilâhlık. Rab, terbiye eden, eğiten; İlâh, tapınılan. Biz rabbı, mürebbî (terbiye edici), erbâb (işinin ehli) gibi insan için farklı şekillerde (türevlerde) kullanırız ama ilâhın hiç bir türevini insan için kullan(a)mayız; kullanırsak, şirke düşmüş oluruz. Teellüh yasaklanmıştır; teellüh (ilâh kelimesinden türemiştir) Allah'tan başka birine ilâhlık yakıştırmaktır. Allah'tan başka hiç bişey, hiç kimse ilâh olamaz! Lâ ilâhe illâ Allah.
İlâh : Tanrı. Mâbut. Kendisine tapılacak varlık. Bu anlamıyla Allah tek ve yegâne ilâhtır. El-İlâh = Allah'tır.
Hâl böyle olunca Kâbe’yi aşıp oradan Allah'a ulaşamazsak Kâbe’ye (taşlardan yapılmış bir puta!) tapmış olmaz mıyız? Müşriklerin tanrıları da taştan ve ahşaptandı!. Bakın Lât’a, Menât’a, Hubel’e... Güneşe, Aya, Yıldızlara, Ateşe, İneğe, Mısırlıların Apis öküzüne... soyut tanrılara. Cinlere, Meleklere, Ulu kişilere tapanlara, ... “ulu/yüce” fikirlerin peşinden gidenlere...
Allah dışındaki somut-soyut bir varlığı, bu, O’nun Elçileri Peygamberler dahi olsa!, bunları Allah'a “denk/deng” tutarak yüceltmek ve saygı sunmak onları ilâhlaştırmaktır; bu, lâ ilâhe illâ Allah ilkesine aykırıdır; bizler Muhammed-ür Rasûlüllah (=Abduhu ve Rasûluhû) diyerek Efendimizi kulluk mertebesinde tutarız, O'nu ilâhlık mertebesine çıkarmayız.
Kâbe’yi de “put!” mertebesinde tutmamak için Ona sembolik (metaforik) değer yükleyerek, oradan yegâne ilâh olan Allah'a ulaşmanın yollarını bulmalıyız. Yanlış anlaşılmaya müsait tehlikeli bir yazı yazdığımın farkındayım; bu tehlikeyi bertaraf etmek için Kâbe’ye “put” demediğimi peşinen söylemeliyim. Epey mitoloji ve dinler tarihi okudum, dil felsefesi (göstergebilim) çalıştım, göstergelerin ve mitolojik varlıkların arka planını az-çok biliyorum; Kâbe’nin de bir gösterge (işaret, ayet) olduğunu söylediğim için Kabe'nin aşılması gereken bir gösterge olduğu üzerinde ısrar ediyorum; oraya “takılı” kalırsak, düştüğümüz yerde/yeryüzünde kalırız; yükselemeyiz. Elbet dağınıklığımızı Kâbe toplar, tüm güçlerimizi biyere yoğunlaştırmamızı sağlar ama oradan tüm gücümüzle yükselmemiz gereken “yere!” (bak, yine yere dedim; bazı şeyleri anlatabilmek dilin imkânları dahilinde değildir; Kâbe’ye “put” “dememe”  de, (demedim ama yine de siz) lütfen böyle bakın; başka türlü anlatamıyorum.) yükselemezsek, ibadetlerimiz (özelde de namazımız) bizi “miraca!” yükseltemez!. “Bak! şimdi de miraçtan bahsediyor; miraca sadece Efendimiz çıkmıştır.’ demeyin de meseleyi anlamaya çalışın lütfen!. Biliyorum konu ağır ama anlamaya çalışmazsak olduğumuz yerde sayarız. Sakın!, sözlerimi yanlış anlamayın! Ben Kâbe’ye put demiyorum; Ulûhiyetin ne olduğunu Kâbe üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Önce kıblemizi/yönümüzü düzeltip, tüm enerjimizi binoktaya (=Kâbe’ye) toplamadan oradan “Sonsuzluğa”, “Rızâ'ya”, “Ölümsüzlüğe”, “Mîrâca” vs. kanat çırpılamayacağına dikkat çekmek istiyorum.
Görüşlerimde isabetli olmayabilirim; isabetli değilsem benden; isabetli isem Rabbimdendir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET