Kayıtlar

Haziran, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BEKLENTİ ve BEKLENTİSİZLİK

Bu iki durum, insan hayatında başat rol oynar; insan, boşu boşuna biiş yapmaz, her yaptığı işten bir karşılık (ecir, ücret, menfaat) bekler. Önemli olan, bu beklentinin “kimden” olduğudur. Bu beklenti insanlardan ise, insanlar bizi hayal kırıklığına uğratabilir. Bu yüzden, insanlar söz konusu olduğunda “beklentisizlik hâline” girmemiz gerekiyor. Çoğu zaman, insan ilişkilerimiz onlardan beklediğimiz karşılığı görememenin sonucunda bozuluyor. Biz, bir insana iyilik yaparız, karşılığında bir iyilik, en azından bir teşekkür bekleriz; bunu göremeyince de o insan/lar/a küseriz; bu da bizi hayattan koparır, ilişkilerimizi bozar. Oysa, yaptığımız her iyiliğin karşılığını Rabbimizden beklemeliyiz.  İnsanlardan beklentisizlik hâli, yapılan iyiliğin Allah (rızası) için yapılması, o iyiliğin karşılığının Allah’tan beklenmesi demektir. Ancak böyle bir hâl, insan ilişkilerine çeki-düzen verebilir. Bu, elbette al gülüm ver gülüm şeklinde menfaate (ticarete!) dayanan kapitalist bir yaşam tarzına alışm

DİN = DÜZEN

Tanrı ile insan/lar arasındaki ilişki/ler düzenlenmeden, toplumsal barış (silm = islâm) kurulamaz. Tanrı, çok ya da yok sayılırsa, bu barışın sağlanması aslâ mümkün olmaz. Tanrı bir’lenir ve insanlar arasındaki görüş (fikir, inanç) farklılıkları da, O tek Tanrı’nın emirlerine uygun kılınırsa, işte o zaman barış (silm = islâm) mümkün hâle gelebilir. Denilebilir ki bu bugün, Müslümanlar için bile mümkün değilken; tüm insanlar için nasıl mümkün olacak?!. Önce, tek tek Müslümanlar Rableri ile ilişkilerini düzenleyecek, sonra da bunu toplumsallaştıracaklar (= ümmet); sonra da insanlık için bir yaşanabilir, kabul edilebilir örnek model oluşturacaklar.  Her şeye rağmen burada, bu dünyada, mutlak ve kusursuz barış mümkün olmayacak!. Böyle bir barış, ancak öte dünyada kurulacak. Ama bu iş burada mümkün değil diye de yan gelip yatılmayacak; çünkü ötedeki durumumuzu buradaki çabalarımız belirleyecek.

DİRENİŞ

Direniş, içinde yaşadığımız sistemin biçook uygulamalarına ve dayatmalarına karşı koymak ve karşı çıkmaktır. Adaletin ve hakkaniyetin değil gücün ve zulmün itibar gördüğü ve yaygınlaştığı bu çağda, direniş, diriliştir. İki çeşit direniş vardır : Pasif direniş, Aktif direniş. Pasif direniş, zayıfların direnişidir, adına, sivil itaatsizlik = sivillerin itaatsizliği de denir. Fırsat buldukça, şiddete başvurmadan, sistem-karşıtlığı bilincini canlı/diri tutmak için yapılan eylemler ve protestoların toplamıdır. Bu direniş, sisteme aktif ve fiilî destek vermemeyi, itaat etmemeyi = itaatsizliği içerirken; aktif direniş, bizzat sistemin aleyhinde olmak ve onu yok etmek veya yıkmak için çalışmak, aktif militanlık yapmaktır. Her iyi insan, vicdanına uymayan uygulamalara (haksızlıklara, adaletsizliklere) direnir; kötü insan da bizzat kendisi haksızlık ve adaletsizlik yapar. Haksızlıklar, adaletsizlikler yaygınlaşmış ve bir sistem/düzen hâlini almışsa yıkılmalı, yok edilmeli; yeni, âdil ve hakça bi

DEĞİŞİM-DÖNÜŞÜM

Değişim-dönüşüm iki şekilde gerçekleşir : • Dışardan bir müdahale (baskı) ile. • Kendiliğinden ya da içten/içerden. Bayramlardaki değişimde-dönüşümde, ikisi de var. Tanrı hariç, hiçbir şey değişmeden, dönüşmeden yaşayamaz. Önemli olan, bu değişimin-dönüşümün yönüdür; yaşanan değişimin-dönüşümün bizi ileriye (iyiye) mi geriye (kötüye) mi götürdüğüdür. İleri-geri, iyi-kötü kavramları, değer yüklü, ahlâkî kavramlardır. Ahlâk, hulka/hılkate = yaratılışa ve fıtrata uygun davranışın adıdır. Yaşanan değişim ve dönüşüm, insana huzur ve mutluluk veriyorsa ahlâkîdir, fıtrîdir; bayramlardaki değişimde-dönüşümde olduğu gibi huzur ve mutluluk vermiyorsa, gayri-ahlâkî, gayri-fıtrî, fıtrata, hilkate aykırıdır. ... Bir sistemi değiştirmek ve dönüştürmek için dışardan yapılmak istenen müdahale, ya sistemin tümüne ya da (o mümkün değilse) onun parçalarına (parça parça) yapılır. İlkine, devrim/ihtilâl, darbe; ikincisine, aşamalı devrim = değişim, reform, inkılâp, siyasal devrim (kültür, anlayış ve ha

ŞERH

Son yazımda (Cahiliyede Allah Tasavvuru), cahiliye dahil, tarihin hiçbir döneminde Allah’ı inkâr mümkün olmamıştır demiş; küfür ve şirk kavramlarına vurgu yapmıştım. Kavramlar, anlamlarını üç şekilde : 1. Etimolojiden. 2. Semiyolojiden 3. Dil sisteminin bütünlüğünden, alırlar. Etimoloji, genel-sözlük-kök anlamı; semiyoloji, ilişkisel anlamı; dil sisteminin bütünlüğü ise, belirleyici anlamı verir. ‘Düzen : İlişkiler Sistemi’ yazımda da, kâinat düzeni ile dil düzeni ilişkisine değinmiş; sosyal-siyasal düzen (= din) bozuksa, onun dil sistemi de bozuktur. Doğru sosyal-siyasal ve ekonomik düzenin (= dinin), dil sistemi de doğru olur, demiştim. Kur'ân’ın (= İslâm’ın) bütüncül dil sistemi, kelime ve kavramların semantik ve etimolojik anlamlarına müdahale eder. Kimi kavramları ibkâ (olduğu gibi bırakır), kimi kavramları ihyâ eder (düzeltir), kimi kavramları da iptal eder (ortadan kaldırır). Kur'ân’ın (İslâm’ın), cahiliye toplumunun Tanrı (İlâh, Allah) Tasavvuruna müdahalesi de bu

CAHİLİYEDE ALLAH TASAVVURU

Tarihin hiçbir döneminde Allah’ı inkâr mümkün olmamış; Allah, ya gizlenmiş = örtülmüş (= küfr) ya da O’na ortak = şirk koşulmuştur, diyebiliriz. Cahiliye de Allah’ı inkâr etmiyordu, hatta O’nu ‘en yüce ilâh’ biliyordu. O’na ulaşmak için de, aşağıda bir sürü ilâhlar ittihaz ediyordu. Bu ilahları da Allah’ın güçlerine benzer güçlerle donatarak O’na kavuşma/ulaşma aracı (şefaatçi) kabul ediyordu. Zümer, 3. âyet; Ahkâf, 28. âyet, vb. âyetler, buna işaret ederler. Zümer, 3. Âyet : “... mâ na’buduhum illâ liyuqarribûnâ ilallahi zülfâ... = Biz onlara (o ilâhlara), bizi Allah’a yaklaştırsın, yakınlaştırsın diye ibâdet ediyoruz, tapıyoruz.” (derlerdi). Ahkâf, 28. âyet ise : “felevlâ nasarahüm-üllezîne-ttehazů min dûnillahi gurbânen éliheh... = Kendilerini Allah’a yaklaştırmak için Allah’ın dışında ittihaz ettikleri ilâhlar, onlara yardım etselerdi ya!...” der. Cahiliyenin Allah Tasavvuru hiyerarşiktir. Allah, en yüce ilâh; O’nun altında bir sürü ilâh. Aşağıdan yukarıya (= O’na) ulaşmak için, aş

DÜZEN: İLİŞKİLER SİSTEMİ

Düzen kelimesi yerine din kelimesini de kullanabiliriz. Tüm varlıktaki ilişkiler sistemini en doğru kuran düzene de İslâm diyebiliriz. Âlemde işleyen fiilî bir düzen vardır ve bu düzeni kuran da Rabb-ül Âlemîn olan Allah’tır. Bu düzenin içindeki etken ve etkin varlıklardan biri de insandır. Ona akıl ve irade, ve belli oranda da bu düzeni değiştirme-dönüştürme gücü verilmiştir. O, bu düzene uygun = uyumlu da yaşayabilir, bu düzeni boza da, değiştire de bilir. İnsana işleyen bu fiilî düzeni anlamak ve anlatmak için de, bir “dil düzeni” (= Kitâb/Kur'ân) gönderilmiştir. Bir dil düzeni, reel = işleyen fiilî düzene ne kadar uygunsa, o kadar etkili ve anlaşılır olur; ondan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar afâkî ve ütopik kalır. Pekiî, bu uygunluğu = uyumu = uyumluluğu nasıl bilebiliriz?!. Bunu, bu işleyen/reel = fiilî düzeni kuran âlemlerin Rabbi bilir ve bildirir. O’nun Kitâb’ı Kur'ân, bunun (bu düzenin) en mükemmel, en kâmil ve en mu’ciz dilsel anlatımı, ifadesidir. Kur'ân’ı iyi an

TEŞRÎQ TEKBİRLERİ

Kelime, teşrik şeklinde yanlış yazılıyor. Teşrik, şirkten, şirk koşma; teşrîq ise, şarqdan, doğma-doğuş, demek. Teşrîq Tekbirleri, yarın (arefe/arife günü) sabah namazında başlar; kurban bayramının 4. günü ikindi ile sona erer. Arefe günü hacıların Arafat’a çıkış, vakfeye duruş günüdür. Şirkten uzak duramayan, ârif olamaz; şirk bütün amelleri geçersiz kılar. (Ey Habibim!) “Sana da Senden öncekilere kesinlikle vahyedildi (söylendi, bildirildi) ki, şirk koşarsan (koşanların) bütün emekleri/n (çabaları/n) boşa gider; kesinlikle hüsrana (ziyana) uğrarsın. (uğrarlar).” (39/65.) Teşrîq Tekbirleri, şirkten uzak durmanın, tevhide yakın olmanın alıştırması, provasıdır; her ne kadar bu tekbirlerin sadece sayılı günlerde (eyyâmen ma’dûdât, 2/203; bayramda) getirilmesi istense de, aslında her zaman getirilmelidir.!. Ne denir, bu tekbirlerle? “AllāhüEkber AllāhüEkber lâ ilâhe illallāhü vallāhü Ekber AllāhüEkber ve lillâhi’l-hamd” = En Büyük (tek büyük) Allah’tır (iki kere); O’ndan başka (gayrı) ilâ

BOŞLUK

Boşluk : Biyerde bişeyin bulun(a)maması, oranın boş olması = görülmesi. Anlamsızlık.  Hem bana sık sorulan bir soruya cevap olması, hem de boşluğu nasıl algıladığımı söylemek için onu okuma-yazma ile ilişkilendireceğim.  Hayat (evren, doğa), boşluk kabul etmez. Bizim boş gördüklerimiz, aslında göremediklerimizdir. Rabbimiz boş bişey yaratmaz. ... Okuma ile yazma arasında boşluk var mıdır?!. Okuma, seslendirme, sesli/sesle dillendirmedir. Konuşma, ses verme; yazma, seslerin hareketlerini ses taşıyan görünür sembollere (harflere) kaydetmedir. Okumadan yazılmaz. İlkokulda, okumayı öğrenmeden yazmayı öğrenebildik mi?!. Belki yazarak öğrendik ama gerek okuma, gerekse yazma, ses ve seslendirme olmadan olmaz. A’yı öğrenmek için ‘aa’ sesine ihtiyacımız vardır. Sessiz harflere, sesli harfler veya hareketler ses verirler. Samutlar (sağırlar, ahrazlar = ahresler) sesleri duyamadıkları için okuyamazlar ve konuşamazlar ama az-çok yazabilirler. Konuşma, kelâm etme; okuma, kıraat etme; yazma, kaydetm

ZİKİR Mİ, FİKİR Mİ?!...

İkisi de. İkisi bir. Zikir, hatırlama/anma; fikir, düşünce, düşünme, bilme-akletmedir. “Zikirliler”!, fikirsiz; “fikirliler”! zikirsiz; asıl sorun bu. Zikir ehli, fikir ehline; fikir ehli, zikir ehline “yamuk” bakıyor. Zikir de fikir de, aslında tââ ezelde bize öğretilenleri hatırlamadır. Başta Rabbimiz olmak üzere, her şey bize ezelde öğretildi ama biz unuttuk. “ve alleme âdem-el esmâe küllehâ...” (2/31.) Seküler anlamda olsa olsa, fikir, Allah dışındaki şeyleri hatırlama; zikir de Allah’ı hatırlama olabilir. Allah hatırlanmayınca = zikir olmayınca, fikirler dağınık ve savruk oluyor ve çağın “fikirsizlerine”! zikir; “zikirsizlerine”! fikir fayda vermiyor. Zikirsizler Allah’ı; fikirsizler de Allah’ın hikmetini (düşünmeyi ve soru sormayı) unuttu. Bu fikirsizlerin ve zikirsizlerin kimler olduğunu sizler benden iyi biliyorsunuz.

HALVET ve CELVET

Halvet, yalnız kalma; Celvet, topluma katılma. Halvet, duvaklanma; Celvet, duvağını açma. Halvet, görünmeme-göstermeme, kapanma; Celvet, görünme-gösterme, açılma. Halvet, düşünme-fikir üretme; Celvet, düşündüklerini gösterme, birilerine aktarma, yayma. Halvet, “naza, cilveye” hazırlanma; Celvet, “naz, cilve” yapma. Tasavvufta iki akım da var : Halvetiye ve Celvetiye Tarikatları. Halvette (inzivâda) ne “kazanmışsak”, ne ile “donanmışsak”, Celvette onu gösteririz. Halvetsiz Celvet olmaz. Halvetsiz (hazırlıksız) cilve (Celvet), abdestsiz namaza benzer. Modern halvet, kalabalıklar arasında/içinde yalnız olabilmek/kalabilmek ve kalabalıkların yaşamını (alışkanlıklarını) terk edebilmektir. Bu, bedenen olmasa da ruhen ve fikren belli bir süreliğine mağarada yaşamayı (olmayı) göze almak demektir. Ruhen ve fikren mağarada yaşamak/kalmak, Ashab-ı Kehf gibi zulümden ve zâlimlerden uzak durmak demektir. Kısmetse Rab, bu insanları, bir gün o mağaralarından çıkarır, çıkaracaktır. Ashab-ı Kehf’i 309

ŞERİAT

Şeria ya da şerea (شرع) fiilinden isim. Yol açmak, kanun koymak, nehrin akış yatağı demek. Hukukî anlamda şeriat, İslâm dininin toplumsal hükümleridir. Maide, 48’de, “liküllin cealnâ minküm şir’aten ve minhâcâ” denir. Şir’at ile şeriat aynı kelimedir. Bu kelime Kitâb’ta beş yerde geçer. Araf, 163’deki “şürraan”, Cumartesi balık tutma yasağı ile ilgilidir. (Onları denemek için aksine) Cumartesi günleri balıklar akın akın geliyordu (şürraan) denir. Kelime, Şûra, 13 ve 21’de fiil halinde kullanılır “şerea leküm... ve şerâû leküm.” = sizin için meşrû kıldı/k. Casiye, 18’de de, “cealnâke alâ şeriatin minel emr” = size emrinden bir şeriat = yol-yöntem, usül takdir ettik, denir. Kelimenin, Maide, 48’deki kullanımı = “liküllin cealnâ minküm şir’aten ve minhâcâ”, “dönemselliğe ve değişime”! vurgu yapar. Her biriniz için = her bir toplum/topluluk için (hukuk, sosyal ve siyasal yaşamda gereklidir) bir şeriat ve minhâc kıldık, denmesi, değişen yaşam biçimlerine ve ayrı ayrı hukuk düzenlerine işare

TANRI İLE DİYALOJİK İLETİŞİM!...

Diyaloji (diyalog), karşılıklı konuşma. Kur'ânî = dînî tabiri ile, Vahy ve Duâ ve bu duâya Tanrı’nın cevap vermesi = isticâbe. Vahy, Tanrı’nın insanlarla konuşması; duâ, insanların Tanrı ile konuşması; isticâbe ise, Tanrı’nın duâ eden kullarına cevap vermesidir. Bu “konuşmayı” başlatan Tanrı’dır. “Tanrı’nın konuşmasına” (= Vahyine) duyarsız kalanlar, Tanrı ile her zaman “konuşamazlar”; ancak çook zor, çook olağanüstü durumlarda (deprem ve ölüm/çook ciddî bir tehlike ânında, gemi batarken, vs.), Tanrı ile konuşmak onların akıllarına gelir. (Bknz. Yunus 12 ve 22.) “Tanrı ile konuşmak” (= Tanrı’ya duâ etmek), çoook özel bir duygu durumunu = çook yüksek bir duygu yoğunluğunu gerekli kılar. Bu durum, Tanrı dışındaki her şeyden uzaklaşma ve Tanrı’ya yaklaşma ânlarında olur. Bu da genelde! O’na ibâdetlerin sonrasında gerçekleşir. Duâ ile, Tanrı da’vet edilir. Ama, Tanrı, “kirli yere, kirli kalbe” gelmez, icâbet etmez. “lâ yemessühû illel mutahharûn.” (56/49.) âyeti de, “Tanrı ile konuşmay

BA'S ve Bİ'SET

Ba’s ve Bi’set, iki kelimenin de kök fiili, mastarı بعث . Ba’s, yeniden diriliş/dirilme; bi’set, Elçi/Rasül gönderiş/gönderme. Ba’sü ba’del mevt = Ölümden sonra diriliş/dirilme. ... Kâfirler o gün (Rablerine) : “... bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin... = "emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyni" diyecekler. Bir önceki âyet de çook enterasan!. “O gün, Allah’ın onlara kızması (makt), onların kendilerine kızmasından çook daha büyüktür.” (40/10-11.) İki kere öldürme ve iki kere diriltme, o kâfirlerin suçlarını itiraf etmesi ve hesaplarının görülmesi içindir. ... Bi’set de, biz (yaşayan) ölüleri diriltmek (ba’s) için. Biz, ölüydük diril(til)dik (= yoktuk, yoktan, yokluktan yaratıldık; tekrar günah işledik öldük = mahvolduk; sonra da pişman olduk, tövbe ettik  ve Allah bizi tekrar diriltti) ama (burada) yine günah işleyerek ve isyan ederek ölüyoruz = ma’nen mahvoluyoruz ve Rahîm Olan Rabbimiz rahmeti ile, yine! dirilmek isteyenlere peşpeşe Elçiler = Rehberler = Dirilticiler

İHRÂM

Kerem’den ikram gibi, haram’dan da ihrâm; if’âl babından. İkram, ‘aşırı’ cömertlik. İhram : 1) Haramda ‘aşırı’ hassaslık, şüpheli ve mübah/serbest olan şeylerden bile kaçınma, uzak durma. 2) Beytullah’ı (Kâbe’yi) ziyâret eden Müslümanların giydiği dikişsiz elbise. Bu elbiseyi giyenler (= ihrama girenler), haramlar konusunda ‘aşırı’ hassastırlar, kendilerini şüpheli şeylerden de uzak tutarlar. En belirgin, en büyük haram, şirktir. Şirkin açığı ve gizlisi (hafî) vardır. Açık şirk, açık açık ilâhları çoğaltmaktır; gizli şirk, açıktan bir tek ilâha tapmak, ama öbür ilâhlara da gizli gizli saygı duymaktır. ... Şeytan taşlamak (cemre, çoğ. cemerât), gizli ilâhları taşlamak ve o ilâhları kendinden uzak tutmaktır. Büyük şeytan, aslında kişinin kendine kötülüğü emreden ve kişiyi Allah’ın emirlerini yapmaktan alıkoyan nefsidir (ilâhehû hevâ). Hacda üç şeytan taşlanır; her üçüne de “Bismillah-i Allah-u Ekber” diyerek yedi taş atılır. Şeytanlar, ki Allah dışındaki ilâhlardır, dün de bugün de somut

BELÂĞAT

Belâğat : Etkili, güzel söz söyleme (yeteneği). Sözün etkisi ve güzelliği, sözden mi, söyleyenden mi, hem sözden hem de söyleyenden mi?!. “İLK KAYNAK DURUM”! dikkate alındığında, bence üçüncüsü. İlk kaynak durumdan kastım, Allah ve O’nun Kelâm’ı/Sözü. İnsanî düzeyde ise güzel söz, söyleyeni güzelleştirdiği gibi; güzel insan da sözü güzelleştirir. Etkili söz, insana etki ettiği gibi; “etkin insan” da söze “etki gücü” katar. En etkin, en belîğ Söz, Kur'ân-ı Kerîm’dir; bunda zerre şüphe yok. O, Kelâmullah = Allah’ın Sözü’dür; O Söz’ün etkisi insanı güzelleştirir; Ondan etkilenen insan da etkin (ve güzel, belâğatlı) söz/ler söyler. Sözler (= kelimeler), şeylerin dildeki karşılığı ise, Kelâmullah, şeylere “tam bir karşılıktır.”!. Kelâmullah ile ilişkili olmayan sözler, şeyleri ıskalarlar veya onları teğet geçerler. Kelâmullah’ın Mübîn, Belîğ ve Mu’cîz (îcazlı, mu’cize) olması, bu yüzdendir. Kelâmullah’ın Belîğ, Mübîn olması, bizâtihî (kendi başına) bir amaç değildir. = Söz, sadece söyle

ALARM!...

Bir ağabeyim, ‘Türkiye’de Toplumun Dine ve Dînî Değerlere Bakışı” konulu bir araştırmayı göndermiş. MAK Danışmanlık firmasının yaptığı bu araştırma, Haziran 2017’ye ait. Bu araştırma bugün yapılsa eminim daha iyi bir sonuç çıkmaz. Bu ülke, 2002’den beri “dine duyarlı”! bir kadro tarafından yönetiliyor. Üç kurum (Millî Eğitim, Diyanet ve Kültür ve Turizm B.) önemli ama bu kadro, bu üç kurumun ikisine (Millî Eğitim ve Diyanet’e) en fazla bütçeyi ayırıyor ama gerek öğretmen gerekse imam kalitesi, en önemlisi de eğitim ve din politikası iflasın eşiğinde; kültür ise “kozmopolit”!. Bu Bakanlığı, son iki dönemdir bir turizmci yönetiyor.  Sayın Erdoğan, eğitim ve kültüre yeterli özeni ve önemi veremedik itirafında bulundu. Tââ işin başında bu üç kuruma gerekli özeni ve önemi göstermeliydi ama olmadı, olmayacak gibi de görünüyor. Bunun nedenleri ayrı bir tartışma konusu. Bu memlekette ezanın Türkçeleştirildiği, camilerin kapatıldığı, Kur'ân okumanın yasaklandığı dönemde (40-50 arası) durum

İNZÂL

İnzâl : İnme, indirme, tenzil; Allah’ın emirlerini kullarına bildirme.  İnzâl, iki şekilde gerçekleşir : 1) Alan’ın yukarı çıkması. 2) Veren’in aşağı inmesi. Alan da Veren de Rasüldür; Verilen ve Alınan Rabbin Kelimeleri = Sözleridir = Vahydir. Bu Sözler, daha sonra muhatapların diline transfer (tercüme) olunur. İlk hâl (= Alan’ın yukarı çıkması), Rasullerin kısa bir süreliğine (Vahy, çook kısa bir sürede gerçekleşir) beşerîlikten “çıkması”! = melekleşmesi; ikinci hâl (= Veren’in aşağı inmesi), Meleğin (= Cebrâil’in) insan sûretinde görünmesidir. Varlık, çoook katmanlı ve hiyerarşiktir. Onun yukarı katlarında yüce varlıklar; aşağı katlarında aşağı varlıklar bulunur. Dünya, varlığın aşağı katında, katmanındadır; dünya, ednâ’dan ya da denî’den türeyen isimdir; aşağı kat-man demektir. Aşağı katlardan yukarı katlara çıkmak için ‘merdiven ya da asansör’ kullanmak gerekir. Miraç, bu çıkışın (= urûcun) adıdır. Efendimizin miraçtaki “merdiveni ya da asansörü” Burak’tı. Efendimiz, bize Kitâb’ı

GÜRÜLTÜ ve SÜKÛNET

Şehirler, çook gürültülü, çook kalabalık; şehirlerde sükûnet = sekînet = sakinlik yok; sesler (konuşmalar) birbirine karışıyor; gece bile, şehirlerdeki bu gürültü sona ermiyor. Medya (= araçlar, arabalar, fabrikalar vs.), bu gürültüyü daha da çoğaltıyor. Huzur, sükûnette = sekînette = sakinlikte; şehirlerde huzur yok, kalmadı. Köye dönelim, demiyorum. Öyleyse ne yapalım?!. İçimize dönelim. Bizi rahatsız eden seslere (= medyaya) kulağımızı kapatalım; kapitalizmin bizi “çokluğa” boğduğu şeyleri terk edelim, az şeyle yetinelim; çook bunalırsak da ara ara dağa (Hira’ya) çıkalım ve şehri uzaktan seyredelim. Gürültüden uzaklaşalım; sükûnet = sekînet = sakinlik arayalım. Yine de geceler, nispeten bu sükûneti = sekîneti = sakinliği bağrında taşıyor; belki de “teheccüd” bunun için var. Teheccüd, belki de gürültüye karışmış temiz sesleri bize ayırt edebilme fırsatı vermek için. Teheccüd, HCD’den (belki de teheccî’den!); teheccî, heceleme demek; heceleme, okumayı sökmeye; gürültüdeki sesleri ayır

CİNS-İYET

Cins, mantıktaki beş tümelin en kapsamlısı; diğerleri : tür, ayrım, hassa (özgülük) ve ilinti. Bişey varsa, onun yakın ve uzak cinsi de vardır; uzak cinsi onun ‘cevheri’; yakın cinsi da onun cismidir. İnsan cinsinin “uzak cinsi” ruhu; yakın cinsi de bedenidir; bedenin de cins-iyeti vardır : kadın ve erkek. Kitâb, insan türünün (tür, canlılar dünyasındaki farklılıkları = ayrılıkları ifade eder. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi.) “aynı cevherden = aynı özden = aynı nefisten” yaratıldığını (“min nefsin vâhidetin” 4/1.) söyler; İslâm, aslâ “cinsiyetçilik” yapmaz; insanı, insan olarak görür. “Aynı cevherden = aynı özden = aynı nefisten” (de) cinsiyetlerin (kadın ve erkeğin) yaratıldığını söyler. İslâm’da cinsiyetler arasındaki üstünlük, taqvâ ile belirlenmiştir. “Birbirinizle tanışasınız (= liteârafû) diye, sizi kadın ve erkek olarak yarattık ve sizi kabilelere ve sülâlelere ayırdık. Allah katında en kerîm (en mükerrem) olanınız, en taqvâlı olanınızdır...” (49/13.) Cinsiyetler arasındak

SUÇ ve CEZA

“Suç ve Ceza”, Dostoyevski’nin enfes romanının adı; ama ben bu romandan değil “hayat romanından” söz edeceğim. Hristiyan teoloji, hayatı bir ceza olarak görür ve bu cezanın bedelini, bizim adımıza İsâ çarmıha gerilerek ödemiştir, der. İslâmî teoloji (Kelâm) ise, insan “yasak meyveyi” yemekle = Rabbini dinlememekle bir suç işlemiştir, ama tövbe etmiş ve aklanmıştır!... Bizde her çocuk, İslâm fıtratı üzere (temiz) doğar, der.   İnsan, gerçekten temiz doğar da, sonradan hiç kirlenmez mi?!. Yeniden kirlendiğinde = suç işlediğinde, suçunun (günahının) cezasını çekmek; ya da tekrar tekrar tövbe etmişse, tövbesindeki samimîyeti test etmek için, değil midir bu hayat?!. Bence her ikisi de. Kimi, “ağır ve kutsal görevlerle” suçunun bedelini burada öder ve tertemiz = berâet etmiş olarak Rabbine döner; kiminin de cezası öteye bırakılır!... Hiçbir suç, cezasız kalmaz, kalmayacaktır. Rabbimiz Allah, elbette Rahmân ve Rahîm’dir. = Bismillahirrahmanirrahim; O, tövbelerinde samimî olanlara = bir daha s

KABİR HAYATI

Ömür, doğumla ölüm arasındaki süre. İnsan ölünce, hesaba kadar (bedeni) “kabirde”!, biliyoruz ki kabirdeki beden “çürüyor”!. Hocalar, kimileri için kabir, ‘cennet bahçesi’; kimileri için ‘cehennem çukuru’ diyor.  Sıradan akıl da diyor ki, ilk insanla son insan arasında milyonlarca (belki milyarlarca!) yıl geçti; ilk ölen insan, kötü bir adamsa ve milyonlarca yıldır “kabir azabı” çekiyorsa; bu adam, benim suçum ne, ben niye en son gelmedim de bu kadar yıldır “kabir azabı” çekiyorum derse, ona ne cevap vereceğiz?!. “Kabir azabı meselesi” mezhepler arasında süregiden bir tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmayı (meseleyi), ancak ve ancak zaman algımızdaki değişiklik bitirebilir.  Zaman (ecel = ömür), bize burada verilen hayattır. Bizler ölünce (= ölen bir adam için) zaman, hesaba kadar durur. Hesap görülmeden azap olmaz. Böyle bakarsak, hesaba kadar ölen herkes, “uyur” = zamanın nasıl geçtiğini hissetmez = ölen biri için artık zaman yoktur. Ancak yeniden dirilişte zaman (tekrar canlanacak

ZİLHICCE, HACC ve KURBAN

Zilhıcce, Hicri-Kameri takvimin son ayı. Hacc ayı. Kurban ayı. Dört haram aydan biri. Diğerleri Zilkâde. Muharrem ve Recep. Haramlar sadece bu aylarda mı (yasaklanmış), niye bu aylara haram aylar deniyor? Muhtemelen Arap kabileleri arasında, sürekli gerginlik, savaş ve rekâbet/çatışma yaşandığı için, hiç olmazsa dört ay sükûnet sağlansın da insanlar ticarî ve dînî ihtiyaçlarını karşılasın, denilmek istenmiş olabilir!. Ama güçlü kabileler, ellerine fırsat geçtiğinde bunu bile dinlememişler; nesî’ uygulamasına gitmişler. Nesî’, haram aylarla oynamak, onların yerini değiştirmek. “Haram ayların yerlerini değiştirmek, küfürde ileri gitmektir...” (9/37.) Bugün Zilhicce’nin ikisi. Sekizi ilâ on ikisi Hac günü. Kurbanlar da on biri ilâ on dördü arasında kesiliyor. Zil-Hıcce, hac sahibi demek. Zilhicce’nin dokuzunda ve dokuzunu onuna bağlayan gecede, Arafat’ta vakfe yapılır; Hac, Arafat’tır. O gün Arefe günüdür, irfan aranan gün!... (bulunursa!) ertesi gün de bayramdır. ... Hacca tüm dünya Müsl

İZİN

İzin. Ezan. Müezzin. Üzün = Kulak. İzinle bu kelimelerin ne alâkası var?!. Var. Tüm bu kelimelerin kökü EZN/EZİNE (اذن). İzin, müsaade istemek ve tatile çıkmak. Ezan, duyurmak. Üzün, kulak. Bu üç kelimenin “arkasında” görünmeyen bir otorite vardır. O otorite, bize izin verir; bize “bişeyi”! bir müezzinle duyurur; tabiî eğer kulağımız varsa!. O otoritenin iznine ve duyurusuna (emirlerine) aykırı hareket edersek, ona eziyet etmiş/vermiş oluruz. Eziyet de aynı kelime (= ÉZN = ézene). Tevbe 61. âyete biraz dikkatli bakarsak, bütün bunları anlayabiliriz. Yü’zûn = incitme ve üzün = kulak, kelimeleri âyette ikişer kere geçer. Âyet, Peygamberi incitenlerden söz eder. Onlar Ona : “her söze kulak veriyor” (kulağı delik!, her söze kulak kabartıyor!, çook hassas!) diyorlar. De ki onlara : “O, sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a inanır/güvenir; (O’na inanan) Mü’minlere de inanır/güvenir”; içinizden (gerçekten) inananlara bir rahmettir O. Allah’ın Rasülünü incitenlere elemli bir azap vardır.” Bu

DOĞRULUK & TUTARLILIK

Bir düşüncenin doğruluğu, onun tutarlılığı ile ölçülür. Buradaki düşünce, her şeyi teorik olarak düzenleyen = ne, nerede, nasıl yer almalı = bişey her şeyle, her şey bişeyle nasıl ilişkilendirilmeliyi içeren bir sistematizasyon; çook geniş bir düşünce, bir hayat görüşü. Böyle bir noktaya gelebilmek için, düşünürler bir tek meseleye değil, olabildiğince bir çook meseleye değinmelidirler, zihinler inter-disipliner çalıştırılmalıdır; ya da uzmanlık bilgilerini bir araya getiren bir “düşünürler topluluğu” oluşturulmalıdırlar. “Sizden, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir topluluk = ümmet oluşsun.” (3/104.) Uzmanlık, belli bir meseledeki derinliktir; inter-disiplinerlik, ki bilgelik buradan doğar ve gelişir, her meseledeki hikmeti yakalama arayışı; her şeyi bir şeyle; bir şeyi her şeyle “ilişkilendirme” gayretidir. İşte, bu “ilişkilendirmenin” doğru olup-olmadığıdır tutarlılık. Bunun için de, ikinci, üçüncü, beşinci, ... akıllara (= başka düşünürlere) ve onların eleştirilerine ihtiyaç v

İKİ KİŞİDEN BİRİ

"İki Kişiden Biri!."... Bu ibâre/ifâde, Tevbe Sûresi 40. âyette geçer. Onlardan Biri, Efendimiz; öbürü de Efendimizin en yakın dostu Hz. Ebu Bekir (r. anh.)’dır. Hz. Ebu Bekir (r. anh.), Ehl-i Beyt (Hz. Hatice, Hz. Ali, Zeyd b. Hârise) dışında ilk Müslüman olan Adam’dır; ilk beşten de biridir. Önce, Tevbe Sûresi 40. âyet.  “Eğer siz Ona (O Peygamber’e) yardım etmezseniz, Allah Ona yardım eder. Hani o kâfirler, Onu Mekke’den çıkardıkları vakit, O, sadece “iki kişiden biri”! iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada, arkadaşına : “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” diyordu. Allah Onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmiş, Onu sizin görmediğiniz bir orduyla desteklemiş; kâfirlerin sözünü de alçaltmıştı. Bu, yüce olan Allah’ın kelimesidir. Allah Güçlüdür, Hikmet sahibidir.” Salât-ü Selâm’ın Rasûlüllah’a yardım etmek, destek vermek olduğunu daha önce yazmıştım. “Allahümme Salli alâ Muhammed.” Biz Ona yardım etmezsek, Allah Ona yardım eder; önemli olan, bizim “o iki kişiden bi

SU

Suyun adı, eskiden rahmetti ve o rahmet gökten = semadan iner, yeryüzüne ve yeryüzünde yaşayan her canlıya (bitkiye, hayvana, insana) hayat verirdi, su hayattı; o aslâ paketlenip de satılmazdı. Semadan inen suyu, yeryüzü emer = depolar; fazla olan sular dereler ve nehirlerle şarıl şarıl susuz yerlere ve deryalara akardı; deryalar da semalarla irtibat kurardı. Suyun bu akışına da engel oldu, bu insanoğlu; suyun önüne bentler, barajlar inşa etti ve suyu kirletti. Doğal dünyasında akan su, kirlenmez, pislik tutmazdı. İnsan kirlenince, su da kirlendi; her şey kirlendi. Kirli insan, barajlarda biriken kirli suyu temizleyerek temizleniyor. Akan su, şarkı söyler (zikreder); durgun suyun, canı sıkılır ve susar. Susmak, acı verir insana. Hele de kirli adamın susması!, bu, tam bir kin demektir. “Kin, susturur insanı,  adına çıdam denir. Susulunca tutulan çetele, simsiyahtır.” (İsmet ÖZEL, Esenlik Bildirisi. Erbain Şiirleri) ... Rahmetin (suyun) merhametle çook yakından ilgisi vardır. Rahmet, çis

SÜPER GÜÇ!.

Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, sınırsız Güç ve Kudret, Omnipotent. Tanrı’dan söz ediyorum, Amerika veya Rusya’dan değil.  Güç ve kudret, iktidar (= muktedir) olma demektir. İnsanî dünyada, ‘iktidar bozar, mutlak iktidar mutlak/a bozar.’ denir. Ya “İlâhî Dünyada”?!. İlâhî dünyanın egemenlik = hâkimiyet alanı, insanî dünyayı da kapsıyorsa, ki kapsamalıdır; kapsamazsa, O İlâh, Mutlak Gücün ve Kudretin (= Omnipotent bir Gücün) sahibi olamaz; olursa, ya sahte bir ilâh olur ya da kötü bir ilâh. O Mutlak Gücün ve Kudretin (= Omnipotent bir Gücün) Sahibi Olan İlâh (= Allah), Mutlak İlim ve İradenin de Sahibidir. İlmini-İradesini, Gücünü-Kudretini geçici bir süreliğine insanı demek için kullanmak istemiştir. Bu konuda O’na kim engel olabilir?!. O, Mutlak Gücün ve Kudretin (= Omnipotent bir Gücün), Mutlak İlim ve İradenin Sahibi değil midir?!. İstediğini yapar; yaparken de, insanî dünyadaki “süper güçler” gibi yapmaz. İnsanî dünyanın süper güçleri karanlık işler çeviriyorlar, açıktan ve gi

FİL ve KUREYŞ

Fil ve Kureyş, yaygın bilinen adlarıyla Elemtera ve Liîlâfi. Bu iki kısa sûre, Mekkelilerin ticarî-siyasî ve dînî hayatını = yaşayışını özetlerler; merkezde Beyt = Kâbe vardır, ‘etkin özne’, Beyt’in = Kâbe’nin Rabbidir. Rab İsmi, Fil’de ilk âyette; Kureyş’te 3. âyette geçer. İlk sûrenin anahtar terimi “Fil ashabı”; ikinci sûrenin anahtar terimi “îlaf”tır. Fil, sıcak bölgelerin en iri, en dayanıklı, en güçlü hayvanıdır; bu hayvanı Ebrehe ordusunda kullanmıştır. Ebrehe kim?!. Habeşli, Eşrem el-Habeşî diye de bilinen, bugünkü Yemen’in o günkü valisi, koyu bir Hristiyan. Ebrehe, kendi dinini yaymak ve insanları ülkesine çekebilmek için Yemen’e muazzam bir kilise yaptırır ama insanlar buna rağbet etmezler; Mekke’deki o küçük ve sade Evi = Beyt’i terk etmezler ve Ebrehe O Evi = Beyt’i yıkmaya karar verir... Bu Ev = Beyt, o gün Mekke’nin “altın yumurtlayan tavuğudur, hac, câzibe ve dînî turizmin merkezidir.” Ticaret hayatı da bu Ev’in = Beyt’in etrafında dönmektedir, (Ukanna, Mecenne, Zülmeca

KURBAN

Kurbanın Arapçası zibh. Kelimenin kökü ZBH (ذبح); mezbaha (kesimhâne) de aynı kök. Biz, kurbanı NHR (نحر)’dan, “fesalli lirabbike venhar!” (108/2.) Türkçeye terceme ederiz; oysa 37/Saffât, 102 ve 107’deki zibh kelimesi, hem açıkça Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’e hem de Kurban’a = Kurbanlık koça atıftır. NHR (venhar), sadece Kevser’de geçer, anlamı da “gönülden = kalpten Rabbe yönelme, O’nun için her şeyden (evlattan bile!) vazgeçme, derîîn ihlâs ve her şeyi Rabbe tahsisdir.” ... Bu vesileyle ben bu yazıda, Efendimizin : “Ben, iki kurbanlığın oğluyum. = Ene, ibn-iz zebihâyn.” hadisine değineceğim. Kimler, bu iki kurbanlıklar?!. İsmâil ve Abdullah. İsmâil, Hz. İbrâhim’in oğlu; Abdullah da AbdulMuttalib’in. Efendimizin (Kureyş’in) soyu, tââ Hz. İsmâil’e (Hz. İbrâhim’e) = Adnânilere (= Adnan’a) dayanır. (İbrâhim). İsmâil. Adnan. Ma’d. Nizar. Mudar. İlyas. Müdrike. Huzeyme. Kinâne. Nadr. Mâlik. Fihr (onlara Kureyş ismini Fihr vermiştir.). Gâlib. Lüey. Ka’b. Mürre. Kilâb. Kusay. AbdüMenâf. Hâşi

İTTİFAKLAR!...

... Efendimizin doğumundan yaklaşık 100 yıl önce büyük dede Kusay b. Kilâb, Amelika ve Cürhümlülerden M. 460-470’lerde, ölümü 480’dir,  Mekke/Bekke’nin idaresini alınca 13 Bakanlık kurdu. 1. Nedve : Meclis. 2. Sikâye : Su Temini. 3. Ukâb ya da Kıyâde : Başkomutanlık. Ukab, kartal demek; kıyâde de komutanlık. “Kartallar, yüksek uçar.” 4. Rifâye : Yemek, iâşe işleri. 5. Livâ : Bayrak, Sancak taşıma. 6. Sidânet : Kutsal emanetleri (Kâbe’nin örtüsü ve anahtarları vb.) koruma ve muhafaza. 7. Meşûra : Meşveret için bir tür alt komisyon; danışma meclisi gibi. 8. Eşnâk : Diyet, zararları karşılama, bir tür sigorta hizmeti.  9. Kubbe : Kasa. Hazine. Para ve savaş malzemelerinin toplandığı ve korunduğu yer. 10. Einne : Süvarî birliği komutanlığı. 11. Sifâret : Dış İşleri Bakanlığı = Sefâret. 12. Eysâr : Piyango, fal okları, bir tür kâhinlik, din işleri kurumu. 13. Hukûme veya Emvâl-i Muhaccere : Putlar Bakanlığı. Kureyş’in her bir kolu, gücüne göre bir bakanlığı elinde

ÖLÇEK

Ölçek, genelde haritacılıkta kullanılır; yerin gerçek ölçüm değerlerinin kağıt (harita) üzerindeki nispetini/oranını gösterir. 1/10.000 gibi. 10.000, gerçek uzunluk; 1, haritadaki uzunluktur. Sözgelimi, 10 km’lik bir mesafe, haritada 1 cm’de gösterilebilir. Böyle bakınca ölçek, bir küçültmedir; harita üzerindeki bu küçültme, gerçek, dünyaya çıkınca büyür. Aslında, büyük ve küçük kavramları da nisbîdir; bişeye göre büyük, bişeye göre küçük... Ben, ölçeği bireysel ve toplumsal (siyasal) hayata transfer etmeyi deneyeceğim ve onu bir pergele benzeteceğim. Pergelin sabit ucunu bireye = kişiye; kalem takılan ucunu çevreye = topluma = dışarıya. Pergel, iki boyutta (en ve boy) en fazla 360°’lik bir açı (çember) çizebilir; pergelin sivri ucu da, çizilen ucun başladığı noktaya geri dönüşü de bir noktadır; ilki “küçük”, ikincisi “büyük”; aslında çizilen (şey), bir kendine dönüştür, kişinin kendini tamamlayışıdır. Ölçeği ne kadar büyütürsek büyütelim, yine aynı noktaya = kendimize (= yine başladığ

ÖRTÜ

Örtü, değerli olan bişeyi örtmeye, onu/onları ısıdan, ışıktan, yağmurdan, kardan korumaya yarayan bez, branda vb. şeylere verilen genel ad. Dînî ve insânî açıdan bakar ve dar anlamda düşünürsek, başa örtülen, başı örten bez; geniş anlamda da tüm bedeni örten elbise. Beden değerli bişey midir ki, örtülsün?!. Değersiz görenler, örtmesin!.  Pekiî, değerli olan her şey örtülür mü?!. Evet. Maddî ve değerli olan her şey, örtülmeli, kem gözlerden (hırsızlardan, arsızlardan) gizlenmeli ve herkese gösterilmemelidir. Manevî ve değerli olan her şey (bilgi ve hakikat gibi) de, örtüden uzak tutulmalı, ki, insanlar doğru yolu bulabilsinler. Kâfir, hakikati örten adamdır; küfr de bu işin/işlemin adıdır. Hakikat (= Hakk), gizlenmez, gizlenemez, örtülmez, örtülemez!. ... Başları dahil, bedenlerini örtenler, kendilerini kötü niyetli insanlardan korurlar ve iffetli olurlar. Maalesef, bunların bir kısmının içi (beyni ve kalbi) boş, gösterecek bişeyleri yok!, dışarıya “iffetsizlik, şirretlik” sızdırıyorlar

SALÂT-Ü SELÂM

Salât, aslında namaz; Selâm, barış, selâmet, esenlik, huzur. Salât-ü Selâm, Efendimize “Salâvat” getirmek. Salâvat, salât’ın çoğulu. Namaz, Farsça; Salât, Arapça. Efendimize “Salâvat” getirmek, sadece “Allahümme salli alâ Muhammed...” demek mi?!. Hayır, sadece bu değil; bu sözle Ona itaat edeceğimize, Onun izini/yolunu takip edeceğimize, Ona tâbî olarak Onun davasına destek vereceğimize de söz veriyoruz. Namaz = Salât, bu iş için Allah’tan destek/güç almak, güç toplamaktır. Biliyorsunuz!, Allah ve Melekleri de Elçisine salât-ü selâm ederler.  “İnnallâhe ve melâiketeHû yusallûne alennebîy; yâ eyyühellezîne émenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ.” (33/56.) Allah ve Melekleri Nebî’ye salât ederler; ey iman edenler!, siz de salât edin ve tam bir bağlılık/teslimiyetle selâm edin. Allah ve Melekleri Mü’minlere de salât ederler. “Hüvellezî yusallî aleyküm ve melâiketüHû liyuhriceküm minez zulumâti ilen nûr, ve kâne bil mü’minîne rahîmâ.” (33/43.) Allah ve Melekleri, sizi karanlıktan aydınlığa

ŞEHÎD

Çoğu kelime gibi, bu kelime de “kirlendi”!; neredeyse her önümüze gelene şehîd demeye başladık. Kimdir Şehîd?!. Allah için ölümü “göze alabilen” (= ölen) Adam. “Ölmeden önce Ölen” Adam. Allah için ölüme seve seve koşan Adam. “Kendi eliyle kendini öldürmeyen”! Adam. Davasına (= dinine) hayatı ile ŞÂHİT (= Şehîd) olan Adam. Adam dediğime bakmayın, bu Adam, erkek-kadın herkesi kapsıyor. Hââ!, şunu da söyleyebiliriz : Her dinin (= ilâhın) şehîtleri (= şâhitleri) olur ve her din onları “ölümsüz” kabul eder.

ÖLÜMDEN SONRA!...

Ölümden sonra!... Bilim, gözlem ve deneye (deneyime) dayanır; gözleyemediği, deneyemediği (deneyimleyemediği) şeylere inanmaz!.  Bilgi, delillendirilmiş inançtır ama her inanç delillendirilemez!. İnançsız bilim adamları, ölümden sonrasını delillendirmek istiyorlarsa, “kendilerini vurmalılar.”!. “Ölmeden önce Ölün!.” (Hadis-i Şerif) Bu nasıl bişey?!... “Ölü gibi yaşayın!, dünyaya = yaşama pek de fazla bel bağlamayın!, nasıl olsa öleceksiniz!” demek mi?!. Biliyoruz ki intihar, en büyük günah.  “Yaşamı ‘ölümle’! deneyimleyin.”, demek mi?!. Bilmiyorum. Şeb-i Ârûs Rûmî’ye bu hayat (dünya) rahat (huzur) vermemişti. O, ölüme “düğün gecesi” (= Şeb-i Ârûs) demişti ve (bir ân önce) “geldiği yere”! dönmek istemişti.

BÜYÜK ANKARA CAMİİ

Tesadüf mü tevafuk mu bilmem; aslında tesadüfe de inanmam; elimde İbn Zebâle’nin Ahbâr-ul Medînesi = Medîne Tarihi var. Bu, Medîne Tarihi üzerine H. 199/M. 814’te yazılmış en eski kitap. Kitabın ilk 90 sayfası Mescid-i Nebevî’ye ayrılmış; daha sonra Medine’deki diğer mescitler; Medine’ye ilk yerleşenler, Medine’nin mezarlıkları, kuyuları, çarşıları; Medine’ye yakın bölgelerin isimleri ve Ezvâc-ı Nebî kısımları geliyor.  Bu yazı, Mescid-i Nebevî’den söz edecek. Kitaptaki bu bölümü okuyunca şöyle bir hükme/yargıya vardım.  Binalar ne kadar sâde ve gösterişten uzaksa, orada yaşayan insanlar o kadar kaliteli oluyorlar. Efendimize ashab, zaman zaman Mescidin büyütülmesini (üstünün örtülmesi ve onarımı dahil) teklif ediyorlar; Efendimiz : “Bize Mûsâ’ın gölgeliği gibi bir yer yeter.” Mûsâ’nın gölgeliği nasıldı? diye sorulduğunda, “Ayağa kalktığında kafası tavana değerdi.” buyuruyor. (s. 33 ve 37) Mescidin üstünün örtülmesi bile sonradan. Ashab, aşırı güneşten (çöl) rahatsız oluyor da Efendimi

AMAAAN!...

"Amaaan!, bi daha mı gelecez bu dünyaya?!." Gelmeyecez tabiî; kim gelmiş ki?!. Bu sözü söyleyenler, bu dünyanın tüm zevklerini tüketenler; öbür tarafa hiçbir zevk bırakmak istemeyenlerdir; buna Müslümanlar da dâhildir. Yıllar önce “zengin ve mutaassıp” bir Müslümanla tanışmıştım, bana : ‘Müslüman her şeyin en iyisine lâyıktır.’ demişti. Yiyor-içiyor, geziyordu; dört kadınla evliydi; gününü gün ediyordu; 1/40 zekâtını da veriyordu!... Ne var bunda?!, diyebilirsiniz; buradaki hayata, sırf yaşamak için geldiğinizi düşünüyorsanız (belki de) haklısınız; ama din, bu hayatın bir imtihan olduğunu, gününü gün etmenin mekânı olmadığını söylüyor. Ne yazık ki, dünün fakir Müslümanlarının eline biraz imkân (para) geçince, ‘bi daha mı gelecez bu dünyaya’ diyorlar ve âhireti = hesabı çok çabuk unutuyorlar. Elbette gelmeyecekler, kim gelmiş ki?!. Asıl hayatın gidince başladığı unutulunca; ki, imkânlar (para, güç vs.) arttıkça bu unutma daha da hızlanıyor ve bu söz (= bi daha mı gelecez bu dü

DÜŞÜNME ve KARAR VERME

Düşünme eylemi sonucunda düşünce oluşur, düşünce, bir kararla sonuçlanır; düşünmeden de karar verilebilir, nitekim verenler çoktur. Düşünme nedir? Olaylar ve olgular arasında bağ veya bağlantılar kurarak karşılaştırmalar, ayrıştırmalar, birleştirmeler yapma ve bir karara varma; alınan bu kararı olabildiğince doğru bir şekle kavuşturmadır. Kararlar, birbirleriyle uyumlu olursa, kişide kararlılığa yol açarlar. İman, en büyük karardır; bu karar, bütün kararlara “şemsiye” vazifesi görür = tüm kararlar, kişinin verdiği imanın kararına göre şekillenir. Bir benzetmeyle biraz açayım. Tüm yasa, yönetmelik ve tüzükler, anayasaya uygun olmak zorundadır. İman, Mü’min için hayatın “anayasası ve en temel sözleşmesidir”!. İmana ermiş kişiye Mü’min denir; Mü’min, aldığı tüm kararlarını Rabbi ile yaptığı sözleşmeye (= mîsak) uydurur, uydurmak zorundadır. İman, nedir?  Rabbin verdiği “karara”! (= O’nun emir ve yasaklarına) güvenmektir. Bu, başta O’na, meleklerine, (ki O, “kararlarını” melekleri vasıtası

DİNİ ALLAH'A HAS KILMAK!.

“Muhlisîne leHu-d Dîn.” İlâhı Allah kılmakla, dini Allah’a hâlis kılmak aynı şeydir. İlâh, Allah (= El-İlâh) kabul edilince, din de Allah’a has kılınmış olur. İlâhlar, emirlerle ve yasaklarla (helâller ve haramlarla) bir düzen kurarlar, buna din denir. ... “De ki: Ey imân eden kullarım! Rabbinizden korkunuz. Bu dünyada ihsanda bulunanlar için bir güzellik vardır. Allah'ın ülkesi = arzı geniştir. Şüphe yok ki, sabredenler için mükâfaatları hesapsız olarak ödenecektir. De ki: Şüphe yok ben emrolundum ki, Allah'a dinde muhlis olarak ibadet edeyim. Ve yine ben, Müslümanların ilki/evveli olmakla emrolundum. (Kimse inanmasa da ben dini sadece O'na has kılan ilk Müslüman olmak istiyorum.) De ki: Muhakkak ben Rabbime isyan eder isem, pek büyük bir günün azabından korkarım. De ki: Ancak dinimi Allah'a halis kılarak ibadet ederim. Artık siz de O'nun ötesinde dilediklerinize ibadet ediniz!. De ki: Şüphe yok hüsrâna düşenler o kimselerdir ki, kendi nefislerini ve kendi mensupla

MEŞAKKAT

Meşakkat, şaqqa (شق) veya şaqaqa (شقق)’dan; yarma, ayırma, bölme demek. Meşakkat (= sıkıntı ve zorluk = be’sé ve darrà) çeken, neyi ayırır, neyi yarar, neyi böler?!. Bir dostumla yazışıyordum, ona : Elçiler bu hakikati nasıl bulmuşlar...? diye sordum; o da : çook meşakkat çekmiş olmalılar cevabını verdi. Ben de, bu meşakkat nasıl bişey diye merak ettim; çekmedim ya, çeken ne çekmiş dilsel açıdan bi öğreneyim dedim. Şunu elbette biliyorum, meşakkat çekmeyen, meşakkatin ne olduğunu bilmez. Elçilerin çektiği meşakkati bilebilmek için Onların hayatlarını iyi öğrenmek gerekiyor. Neredeyse hepsi, içinde yaşadıkları toplumdan dışlanmışlar, yalnız ve kimsesiz (yetim) büyümüşler, yaşamışlar. Âzer, İbrâhim’in babası değil, amcası; Mûsâ, tek başına Firavunun sarayında büyüdü; Yusuf’un hayatı mâlum; İsâ, zaten babasızdı; Muhammed (aleyhimüsselâm), yetim ve öksüzdü ama bence bunlar, Onların çektiği meşakkatin onda biri (1/10’u) bile değil. Bence, Onların çektiği en büyük meşakkat, içlerindeki iyili

GAVS غوث

İmdat derecesinde yardım istemek ve o yardımın istendiği kişi, kutub. Bu kelime Kitâb’ta 5 yerde geçer. Enfâl, 9; Kehf, 29 iki kere; Kasas, 15 ve Ahkâf, 17. Kehf, 29, cehennemliklerin feryatları (imdaaat! diye bağırmaları ve su istemeleri.); Kasas, 15, bir Yahûdinin Kıptî’ye karşı Mûsâ (a.s.)’dan yardım istemesi ve bu yardım sonucu Mûsâ (a.s.)’ın bir yumrukla (vekeze : yumruk atmak, hafifçe dürtmek, itmek) Kıptî’nin ölmesi!; Ahkaf, 17, ana-babasına isyan eden evlâdın, ana-babasının Allah’tan yardım istemesi; Enfâl, 9, Müslümanların savaş esnâsında Rablerinden yardım istemeleri. Gavs, tasavvufta maddî ve manevî (zâhir-bâtın) iki kutbu da bilen, yeryüzünde Allah’ın halifesi insan-ı kâmil için kullanılır; bence bu kullanım biraz abartılıdır!. Neden? Bu kişiyi (gaysı) bilebilmek mümkün değildir. Böyle bir kişi, zaten kendini Gavs = Kutub olarak ifâde etmez; ederse, (sıradan) insanlar Ona olağanüstü vasıflar atfeder ve “taparlar”!. Gavs = Kutub, erenlerin = ermişlerin başıdır.  Kelimenin Ki

İMAN

İman, sadece Allah’a güvendir. Allah dışında hiçbir şeye, hiçkimseye “tam olarak”! güvenilemez; ancak, onların Allah’a güvenleri ölçüsünde güvenilebilir. Şeyler, yaratılmıştır; yaratılmış olanlara (şeylere : mala-mülke, hısıma-akrabaya, kabileye-millete vs.) güvenmek, ölümlü olanlara, ölümlü varlıklara güvenmektir. ... Yaratılmış olan şeyler dünyasında, Tanrı “yokluktur.”!; O, orada “yokluk biçiminde”! BULUNUR . Onları (= yaratılmış olanları) yok saymadan = onlara lâ demeden, Tanrı BULUNAMAZ. = Onlarla (= yaratılmış olan şeylerle) O’nun dediği biçimde meşgul olunmadan Tanrı BULUNAMAZ. Burada, ‘hem, hem de’ işlemez; ‘ya, ya da’ işler. Tanrı, Kendine ortak kabul etmez.

INDE RABBİKE!...

Harf-i cerlerin Kitâb’ta (Kur'ân’da) kullanımı çook öğreticidir.  Fî (فى), ilâ (الى), ınde (عند) gibi harf-i cerler Rab ve Allah İsmi ile beraber kullanılır. Inde Rabbike, A’raf Sûresi son âyette (dikkat secde âyetidir!.) ve başka yerlerde de geçer. “Rabbinin Katında (yanında = ınde) olanlar, O’na ibâdet (kulluk) etmekle kibre (büyüklenmeye = istikbâra = lâ yestekbirûne) kapılmazlar; (sadece) O’nu tesbih eder ve (sadece) O’na secde ederler.” (7/206.) Ya öbürleri?!. .... Onlar, başkalarının yanındadır; onlara hizmet ederler.

BEN'SİZ BENLİKLER!...

Bu tamlamayı daha çok agnostikler için kıllanıyorum ama deistler ve ateistler de çok da farklı değiller. Agnostikler, ESAS/ASIL BEN’i bulamayan (sahte) benler/benliklerdir. Deistler, bir Ben bulmuşlardır ama O’nu çok da fazla önemsemezler. Ateistler ise, O Ben’i inkâr ederler = örterler. (Küfr, hem inkârdır hem örtme/gizlemedir.) Sadece Müslümanlar (eğer bunlara Teist denebilirse!), "hakikî"! benlik sahibi insanlardır. ESAS/ASIL BEN de, Kendine BEN (ان/ إنى = ENE) der. (20/11-14.) Bu BEN’i bulamayanlar, Ben’siz benler = aylaklardır.

BEYİN YIKAMA!.

Demokrasilerde, elde edilecek bir ÇIKAR varsa ve eldeki beyin/ler de beğenilmiyorsa, beyin yıkama faaliyetine başvurulur.  Kim yapar bunu? Kısa süreliğine (seçim zamanlarında), başkalarının beyinlerine ihtiyacı olanlar. Bu iş için en uygun zemin demokrasidir; demokrasilerde her beyin eşittir. “Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesidir.” “Ne güzel, ne özel! bir tanım” ama değil mi?!. Her beyin aynı şekilde çalışmaz; zekî beyinler, saf beyinleri her zaman etkilerler. Zekâ ile akıl, aynı şey değildir. Zekâ, kurnaz ve bağnazdır. Akıl, sorgular, sorular sorar ve şüphelenir. Eğer ortada bir ÇIKAR varsa, ve zekâ ile akıl da bir araya gelmişse, aklını kullanmayan beyinler korksunlar!; onlar saldırı altındadırlar; farkında olmadan çook rafine ve sofistike yöntemlerle manipüle edilmektedirler. Akıl, kendini güçlendirmezse = tahkim etmezse = okumaz-araştırmazsa = sorgulamaz-sorular sormazsa çok kolay etkilenir, çok kolay yıkanır. Demokrasilerde çıkara ancak iktidarla ulaşılır. İnsanlar iktidar