Kayıtlar

2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

DUÂ ÂDÂBI

Duâ, Rabbe yalvarma, yakarış, niyaz. Yalvarma, yakarış, niyaz, küçüğün, âcizin büyükten istirhâmı, isteğidir; âdab = edeb gerektirir. Bu edeb, duânın üslûbuna yansır; buyurgan üslup, duâ ile uyuşmaz. Duâda belli bir standart olmamalı; olacaksa, Kur'ân’daki duâlar örnek alınmalı. Kur'ân’da Rabbenâ diye başlayan, Elçilerin ve salih kulların dilinden dökülen bir çok duâ var. “Rabbenâ âtinâ... Rabbenâ’ğfirlî... Rabbi’calnî mukîme’s salâtî... Rabbi’şrahlî sadrî... Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ... Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ... Rabbi edhılnî müdhale sıdqın ve ahricnî muhrece sıdgın... Rabbenâ lâ tüâhiznâ in nesînâ ev ... Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdî lil îmani... Rabbenâ âtinâ min ledünKe rahmeh, ve heyyi’ lenâ min emrinâ reşedâ.” Ya bunun gibi duâlar anlam ve bağlamları ile bilinmeli/ezberlenmeli; bilinemiyorsa, köylü Mehmet amcanın şu duâsı gibi içten ve samimî duâlar yapılabilmeli.  ‘Ekmeğimi, suyumu veren, yediren-içiren, Sağlık ve sıhhat bahşeden, Haya

KUR'AN'IN TARİHSELLİĞİ ve EVRENSELLİĞİ

Tarihsel, düne (tarihe); evrensel, dün ve bugün dahil her güne aittir. Evrenselin içinde tarih de vardır, Kur'ân sadece tarihe ait = tarihsel değildir, her güne aittir, evrenseldir; O, dünü de değiştirmiştir, bugünü de değiştirir, yarını da; O, hakîmdir = “vel Kur'ân'il Hakîm” (36/2). Onun hâkimiyeti, Ona inananlar ve bugünü yaşayan insanlar eliyledir. Gün, Kur'ân’sız yaşanmışsa ziyan/zâyii olmuştur. Dün, o gün yaşayan insanlar için bugündü. Kur'ân, her güne (= bugüne) hitap eder. İnsan Sûresi 27. âyetteki ‘héülâi’ kelimesi (= işaret zamiri) bile bu durumu anlatmaya kâfîdir. ‘Héülâi’, işte onlar (= bak! Bak!, şunlar) demek. Kim onlar? Dün, (o gün yaşayan) Velid b. Muğîre, Ebû Cehil, Ebu Leheb gibi kişiler; bugün, ??? (Biz). Neymiş onların, o kimselerin özelliği?! “İşte onlar çarçabuk/çabucak geçen dünyayı (=acil olanı) seviyorlar; gelecek olan zor ve ağır günü = yevm-en sekîlâ’yı ihmal ediyor, önemsemiyor, ciddiye almıyor, öteliyorlar.” (76/27.) Kur'ân’a sadece

NOKTA!...

Nokta, gerçekte! boyutsuzdur ama biz onu boyutluymuş gibi algılarız. Noktaların yan yana gelmesi çizgiyi oluşturur; çizgi tek boyutludur; çizginin boyutu uzunluktur. Aslında çizginin de iki boyutu vardır ama biz ikinci boyutu (= genişliği/yüksekliği ya da derinliği) yok farz ederiz. Noktaların iki boyut oluşturması, genişlik/yükseklik ya da derinlikledir, ki buna da yüzey denir. Nokta, kâğıt üzerinde yan yana gelirse çizgiyi; kâğıdın ya da masanın kendisi (= üstü) de yüzeyi oluşturur, kağıt da masa da (herkes ve her şey de) noktalardan oluşur. Kağıdın ve masanın tamamı (= tüm cisimler, bizler ve tüm görünür varlıklar) üç boyutlu noktalardır. Her cisim, üç boyutlu noktadır (= en, boy, yükseklik ya da derinlik) ama her cisimdeki noktaların dizilişi (= nitelik ve niceliği) farklıdır. Aynı ‘tür’! cisimlerde diziliş (= nicelik) benzerdir ama nitelik farklılaşır; nitelik farklılığı, entite’yi (kimliği!) oluşturur. Elma/lar/daki (ve elma ağaçlarındaki) noktaların dizilişleri benzer; armutlard

SU

50 yıl, her gün elimi-yüzümü yıkadım, içtim, binlerce kez yıkandım, yüzdüm ama bir gün üzerinde durmadım = düşünmedim, bu su ne?!. Bugün yüzümü yıkarken fark ettim ve düşünme gereğini hissettim. Musluğu açınca akan su, nereden ve nasıl geliyor, ne işime, neye yarıyor?!. Kitâb, “ve cealnâ min-el mâi külle şeyin hayy. = Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.” buyuruyor. (21/Enbiyâ, 30.) Susuz hayat yok. İnsan vücudunun %60'ı su. Su, tüm hücrelerin, beynin ve komple bedenin sağlığı (= düzenli çalışması) için olmazsa olmaz. İnsan, üç hafta aç kalabilir ama bir hafta susuz kalamaz, ölür. Tüm canlılarda da benzer durum var. Su nasıl oluşur? Yağmurla. Yağmur, hava sıcaklığı ve soğukluğunun (= yoğunlaşmanın) atmosferdeki (= bulutlardaki) oluşumu ile ilgili. Bulutlar milyarlarca ton suyu taşırlar, o suyu nereye bırakacaklarını da “bilirler.”!. Birden bıraksalar, yağmurun yağdığı yer helâk olur. Yumuşacık, tane tane, incitmeden, güle, yaprağa, toprağa zarar vermeden, tüm canlılara hayat ver

SINIR

Bedenimin sınırlarını derim belirler; derimdeki delikler de (= göz, kulak, burun, vs.), diğerlerinin (= dış dünyanın) sınırlarını fark eder... Dış dünya hem sınırlı hem sınırsızdır; aynen benim gibi. Ben (= benim gibi her insan), dış dünyanın özüdür = Kâinât, büyük insan; insan, küçük kâinâttır. İnsanda, kainattaki her şey (öz olarak) vardır. Su, toprak, ateş ve hava. Ben, kendi sınırlarımı da, başkalarının sınırlarını da bilirim. Derimle (= elimle) diğerlerinin sınırlarına dokunur; gözümle görür; burnumla koklar; kulağımla duyarım.  Zihnimle de fark eder/bilirim; zihnime ve hayalime sınır çizemem. Sınırlar, fizikîdir. Şeyleri de bizi de madden bu sınırlar oluşturur. Bunlar şekildir, biçimdir. Öz (= mâ’nâ), sınır tanımaz. Maddî sınırlarımız arasında hava vardır; hava görünmez, hissedilir, içe çekilir, dışa verilir...  Eşya (= şeyler), bitkiler ve hayvanların da sınırları vardır. Çoğu eşya, bitki ve hayvan bizden (fizîken/madden) büyüktür. Bitkiler, sınırlarını aşamazlar; hayvanlar, sın

KONUM

Konum, ilk elde mekânsaldır; bir yerde olmayı ifâde eder ama konumun zihinsel olanı da olmalıdır; bir düşünceden (= hâlden) başka bir düşünceye (= hâle) de gidilir.  Dilde, "ismin hâlleri" (= e, i, de ve den hâli), bir yerde olmayı/bulunmayı, bir yerden bir yere gitmeyi ifâde eder; bunlar mekânsaldır. Bir yerde iken (= aynı ânda) başka bir yerde olmak, mekânsal = fizikî açıdan mümkün değil ama düşünsel açıdan mümkün olabilir (mi?!.). Zaman (kavramını) aşarsak mümkün. Hayal, zamanı kolay aşar; düşünce de hayale yakın çalışır. Kitâb bizi “aynı ânda” buradan öteye götürür. Burada cennet ya da cehennem yokken bizleri cennetin ya da cehennemin hâlleri ile tanıştırır. Hatta, yaratılışın ilk evresi (= geldiğimiz yer) ile gideceğimiz yer hakkında bilgiler verir. Burada nefis bedende/bedenle ise de, aslında bedenin mekânı ile nefsin mekânı aynı değildir. Beden, toprak (= mekân); nefis, nefestir, ruhtur. Yalnız yaratıldığımız (= gönderildiğimiz!) gibi (Rabbin Huzûruna) yalnız gideriz.

BİLİNÇ KONTROLÜ

Bizler, devâsâ evrende ancak soyut-somut tecrübe ettiğimiz şeyleri bilebiliriz. Bu bilgileri düzenleyen ise bilincimizdir; bu da evrendeki mîzânı/düzeni fark etmek ve oradaki yerimizi almak, mîzânın sahibine teslim olmaktan geçer. (55/Rahmân, 1-12.) Olayların ve olguların (= şeylerin) bilincinde olmak, çoğu zaman bizi yorar. Bizdeki bilinci “Evrensel/Küllî Bilince! = Yaratıcı’ya” teslim edebilirsek, (= bağlarsak), “Otomatik Pilot’a”! bağlanmış gibi olur, rahatlarız. Akıl, biz insanlar içindir; Rabbimiz için ‘akıl’ kullanılmaz; bizdeki akıl terminaldir; onu “İlâhî Kaynak’a” bağlayabilirsek (= o akıl Oradan beslenirse) hem yorulmaz hem de yanlış yapmaz. Bizim her zaman kendimizi ( = kendi bilincimizi) kontrol etmemiz zordur; bizler ancak ‘kendimizden geçince’! (= kendimizi de unutunca) rahatlarız. Kendimizi güvensiz (= El-Mü’min olmayan) birine teslim edersek, ki bu imansızlıktır = mü’min olmama hâlidir, o zaman işimiz çook daha zor ve çok daha tehlikeli olur. İnsanda mükemmel bir güç/ka

BİLİNÇ

Bilinç, iradenin bilgi ile (= iradî) karar (= tepki) vermesidir. Bilinç olmadan da biliriz ama bilinçli tepki vermeyiz (= davranmayız). Acıkınca yeme, susayınca içme, uyku gelince uyuma, vb., refleksif (= güdüsel) tepkilerdir. Aç ve susuz kalmayı (= oruç tutmayı) seçme, uykuyu “bir iş” için erteleme ise, bilinçli tepkilerdir. Bilinç, hayvânî güdülerin bizi yönetmesine izin vermeme, toprağa bağlı kalmayı reddetmedir. Madenler (= taşlar) tamamen toprağa gömülü varlıklar; bitkiler, kökleri ile; hayvanlar, dört elleriyle (= ayaklarıyla); insanlar da iki elleriyle (= ayaklarıyla) toprağa bağlı varlıklardır. Bilinç, bilgimizin sistematize edilmesi, önem sırasına dizilmesi, ehemmin-mühimmin bilinmesidir. Hayatımızda en mühim (= ehem) olan “şey” neyse, bilinç düzeyimiz de ona göre şekillenir. “Lâ ilâhe illâ Allah”, bilincin en üst/zirve, bilinçten imana geçilen noktasıdır; iman, bilincin de huzurudur.  Ölmeden önce (= bu dünyayken) şeylerle “bağını” koparamayanlar (= şeylere/taşa-toprağa bağlı

BOYUT

Bilinen üç boyut var : Çizgi, yüzey ve cisim. Tek yöne yayılan, tek boyutlu olan büyüklük, çizgi. İki yöne yayılan, iki boyutlu olan büyüklük, yüzey. Üç yöne yayılan, üç boyutlu olan büyüklük, cisim. Üçüncü boyut,  derinlik. Çizgiyi de, yüzeyi de, cismi de “sonsuz” büyüyebiliriz; uzay, üç boyutlu “sonsuz” büyüklüktür. Cismin, katı, sıvı ve gaz hâli var. Katı cisme madde; sıvı cisme su; gaz olan cisme ise hava diyoruz. Ateş, yanıcı gazdır. Bunlara anâsır-ı erbâ = Dört ana unsur denir. Bunların en hafifi havadır. İnsan, bu dört unsurun toplamıdır. İnsanda toprak, su, ateş ve hava (= gaz) vardır. İnsanı toprağa bağlayan şeyler, onu aşağı çeker. Nefes (= soluk, hava), insanın canıdır. Bütün “cisimler” aslında havada yüzer. İnsan için hava (= nefes, soluk), ruhtur (= riyhtır). Canlı, nefes alıp-veren verendir; canlının nefes (= soluk, hava) alıp-vermesi bitince, ölür. Evren, büyük bir “hava denizidir.” Bu denizde, katı cisimler (toprak, bitkiler, hayvanlar ve bedenler) ile su ve ateş “birli

MÜLKİYET

Nesnelerde ‘ben’ yoktur; ben, özgür, akıllı ve irade sahibi olan varlıklardadır.  Normalde nesneler bizi istemez; biz, acıkınca, üşüyünce, vb. (= nesnelere ihtiyacımız olunca) onları isteriz, o kadar... Reklâm, isteksiz (ve akılsız) nesnelere istek verme işidir. Nesnelere teslimiyet de sadece nesneler için çalışmadır. İşte budur, olmadan sahip olma. Böyle bir hâl, nesnelerin bize sahip olmasıdır; bizim onlara değil. Şeyleri mülkiyetimize alabiliriz ama ben’leri (= sen’leri) alamayız. Mülkiyete alınan sen, köleleştirilen sen’dir (= ben’dir.). Sen, ben’im için; ben, sen’in için yaşarım/yaşarız ama kimse kimseyi mülkiyetine alamaz. Ben’im sen’in için; sen’in ben’im için yaşamam/ız, “Allah için” yaşama/mız/dır. Allah, kimsenin mülkiyetinde değildir. Ben, sen’siz bencilliğe dönüşür ve Mutlak Sen’i (= Tanrı'yı) bulamazsa, ben’im gibi sen’ler arasında sıradan bi ben (= sen) olarak kalır, bir adım mesafe alamaz. Sıradan sen’lere Mutlak Sen için bağlanan ben ise, kendi benliğini (= ve Rabbi

SAHİP OLMAK ve OLMAK

Eric Fromm, insan olmak, sahip olmak değil, olmaktır, der; bizler, ‘varlık’ (= var olanlar) olmadan hiçbişeye sahip olamayız. Varlık, bulunmak bakımından olmaktan öncedir ama insanî açıdan olmak öncedir/önceliklidir. Oldukça, sahip oluruz. Olmayanların sahip oldukları şeyler, onların ellerinden alınacaktır; onlar gâsıbtırlar, hırsızdırlar; olmadan sahip olmaya kalkmışlardır. Ne kadar olursak, olma düzeyimizi ne kadar artırırsak, o kadar sahip olacağız. Olmak, Olan’dan pay almaktır. Burası (dünya), sahip olma değil, olma; öte ise, kaybetme ve kazanma diyarıdır. Olmak, devam eden bir süreçtir. “... külle yevmin Hüve fî şe’n.” O, her gün yeni bir iştedir. (55/29.) “... ve bedee halqa-l insâne min tîn.” O, insanı yaratmaya topraktan başlamıştır. (32/7.) “sonra ... sonra...” (32/8-9) O, bizim olmamız için bize “malzemeleri” vermiş (yaratmış); olmayı bize bırakmıştır.

BEN-SEN

Ben Ben, beden ve ruhtan oluşan bir varlığım; ben, sadece beden varlığı değil, bedenli bir varlığım. Bedenimle dış (= fizik) âlemle irtibat kurarım; ruhumla iç ve gayb (= metafizik) âlemi ile. Bedenimi yok (= önemsiz) sayarsam, dünyayı; ruhumu yok (= önemsiz) sayarsam, âhireti ihmal ederim. Ben, dünya ve ukbâ (= âhiret) varlığıyım; sen de öyle/sin. Sen İki sen var : Benim gibi olan öteki ben’lerden oluşan = sen’ler ve benim gibi olmayan Mutlak Sen (= Tanrı). Ben, benim gibi ben’leri Tanrı edinirsem, kendimi = kendim gibi âciz ben’leri Tanrı edinmiş olur ve bölünürüm. Mutlak Sen’i Tanrı edinirsem, bendeki ben’i ve ben’liklerini bilen tüm ben’leri “Bir ‘noktada,! Bir’leştiririm.”!. (Kastım vahdet-i vücud = panteizm değil, birlik, tevhîd, vahdet.) Mutlak Sen Mutlak Sen, İlâh (= Kral) kabul edilmesi gereken Ben’dir. O İlâh, bizi çağırdığında (= bize emrettiğinde) bizim O'nun emrine/çağrısına “hazır = emre âmâde” olmamız gereken Ben’dir = Sen’dir.!. Öyle miyiz?!. Buna, ezan bağlamında b

BAĞLANTI

Yazının başlığını, Bağlantı Kabloları ya da Bağlantı Yolları koymayı da düşündüm. Gabriel Marcel’in Bağlanma Felsefesinin dine ve hayata uyarlanması çok kolay; bu felsefe (= düşünüş şekli) çok işlevsel bir felsefe. Tevhîd de şirk de bu felsefeden çok kolay çıkarılabilir. Şöyle : Sen-Ben ilişkisinde ben, tekdir/birdir ama sen, çok da tek/bir de olabilir. Bu bağlantı/ilişki, bir kişi ile de çok kişi ile de kurulabilir. Bir tek doğru yolda da (= sırat-ı müsteqîmde de), bir çok yolda da yürünebilir. Bağlantı açısından bakarsak, çoklu (= dolaylı) bağlantı da kurulabilir; “ana merkeze = Hosta” doğrudan/direkt bağlantı da kurulabilir; bu bağlantı ara merkezler yoluyla da olabilir. Sözgelimi ana bilgisayar (= Host, Server) Mekke’de ise (Kıble!), siz Konya (daki bir kişi/şeyh), Adıyaman (daki bir kişi/şeyh) ya da İstanbul (daki bir kişi/şeyh) üzerinden Mekke’ye bağlanabilirsiniz. Yol metaforunu kullanırsak, siz, Mekke’ye giden en kestirme yoldan değil de, Kudüs ya da Şam (Bağdat, Londra, Paris,

GECE GELEN

Gündüz, biçoook kişi ve şey gelir : Misafir, akraba, eş-dost, mutluluk, hüzün (acı, sevinç), fikir (düşünce), pencereye kuş, sofraya ekmek, tuz, kargodan paket, kitap, posta kutusuna mektup, telefona mesaj, ... Gündüz gelenler o kadar çoktur ki, onlarla “gereği kadar meşgul” olamayız, onlara yeteri kadar vakit ayıramayız. Gece ise çook az şey gelir : Uyku ve uykuda çiş. Uyurken/uykuda iken bana rüya bile gelmez. Her hâlde elli yaşıma kadar içtiğim suyun farkında olmadığım için, yaş elliyi geçince sık sık çişim geliyor, beni “uykumdan”! uyandırıyor. Hep (= gece-gündüz) uyuduğum için elliye kadar hiçbişeyin farkına varmamış olmalıyım; herhalde elliden sonra, “çişim beni uyandırıyor.”!. Gündüz (= uyanıkken) o kadar çook kitap okudum, o kadar çok sohbet dinledim, ama bitürlü “uyanamadım”; nasıl olduysa! çişim beni “uyandırdı”!. Uyanınca da sabaha (= şafak sökene) kadar uyutmadı; sanki o gece, benim için “özel bir geceydi”!. Önce, beni uyandıran ‘nereden geldi, kim gönderdi’ diye düşündüm;

ŞEY

İnsan türü (ve Tanrı) dışındaki “somut” varlıkların “genel adı” şey; çoğulu eşya; insana göre “dış dünya”!. (İnsanın, insanı ve Tanrı’yı “şeyleştirmesini = putlaştırmasını” şimdilik gündem dışı tutuyorum.) Şeylerle ilişkimiz, bilgimizi belirler; şeyler, bizimle ilişkili olmazsa, bilgi/miz oluşmaz; bilgi, bu ilişki ile “kurulur.”  Bizler (tek tek benler) yoksak, dışardaki şeyler de “yoktur”; ama evrenin yaşını ve bizim oluşumuzu dikkate aldığımızda, biz yokken de şeyler vardı. Evrenin yaşı 15 milyar yıl, insan türünün yaşı 4 milyar yıl; aradaki 11 milyar yılda şeyler vardı ve bu şeyleri bilen sadece Tanrı idi!. (Allah-u A'lem). Tanrı, insana (= Âdem’e) şeyleri (= şeylerin isimlerini) öğretti = “ve allame âdem’el esmâe küllehâ...” (2/31.). Âdem’den önce evrende melekler vardı ve melekler isimleri (şeyleri küllehâ düzeyinde) bilmiyorlardı, onların (şeylerin) isimlerini sayamadılar. (2/31-33.) Âdem (= insan) saydı =  bildi; ve melekler Âdem’e “secde etti”!. Sonra Âdem, (yasak ağacı) un

GÖKTEN BAKMAK, GÖĞE BAKMAK...

Nesîmî : “Kâh çıkarım gökyüzüne, Seyrederim âlemi; Kâh inerim yeryüzüne, Seyreder âlem beni...” demişti. Onun çıkışı (sanırım) hayalî idi. Benim çıkışım ise “gerçek, uçakla.”!. (Yükseklik korkum var. Yukardan aşağıya bakamam. 5, 10, 15... kat yukardan, pencereden ya da balkondan aşağı bakınca başım döner.) Uçaktan, bulutların arasından baktım yeryüzüne. Seyrettim âlemi. Hafiflemiştim. Bulutlar kaldırmıştı beni. Altım üstüm buluttu. Yumuşacık sarmışlardı. Bulutlar beni terk ettiğinde = kundağımdan çıktığımda altım-üstüm masmavi idi, mekân kaybolmuş, yeryüzü kaybolmuş, varlığın üzerine masmavi bir sünger/perde çekilmişti. Denizde/deryada yüzüyor gibiydim. Hafiftim. 3-3,5 saat boyunca yumuşacık kundakta yattım, masmavi sularda yüzdüm. Uyanınca betondan ve taştan bir mağaraya, yeryüzüne düştüm (= hubut). Yeryüzünden gökyüzüne baktım, âlemi seyrettim. Yeniden çıkmak istedim ama “bakışım = çıkma isteğim” yerçekimini yenemedi. Yere saplandım kaldım, kanatlanamadım, tek kanatlı (= kanadım kırı

İLTİBAS

Elbise de aynı kök. Kelimenin kökü, LEBİSE (لبس); mastar hâli ise libas = elbise; örten, örtü demek. Örtü, “çıplak gerçekliği” örter. Küfr de örtmedir, “gerçeği” gizlemedir; kâfir de örten demektir. Küfür ile emniyet (= emn = iman) arasında iltibas ve mirye = tereddüt vardır. Miryeden iltibasa; iltibastan da küfre geçilir. Tersinden gidersek, küfürden iltibasa/şüpheye, şüpheden miryeye (= tereddüde), miryeden (= tereddütten) imana (= emniyete) doğru gidilir... Dil de (anlamı) örter. Dilin örtüsünü tefekkür ve tefaqquh (= derin düşünce) kaldırır; her anlam katmanlıdır; çoğu anlam (düşünce), iltibas ve mirye içerir; iman, düşüncede iltibas ve miryenin bulunmadığı hâldir. (11/17.) Karanlık da örter. Karanlığın örtüsünü de aydınlık = nur/ışık kaldırır. Nurun da düzeyleri, dereceleri vardır. Nurun düzeyleri, dereceleri arttıkça “gerçeklik = hakikat” ortaya çıkar. "Allah, göklerin ve yerin nurudur..." (24/35.) Bizlerle “çıplak gerçeklik = hakikat” arasında sayısız elbise = perde va

İLGİ-BİLGİ

İlgi, bilgiyi besler. Bilginin yolu imana da şüpheye de çıkabilir. İmana çıkan bilgiye îkan = kesin = şeksiz-şüphesiz bilgi (= iman ya da felsefî tabirle indiyye); şüpheye çıkan bilgiye zan = kuşku (= inâdiyye ya da felsefî tabirle sofistaiyye = şüphecilik) denir. İlginin bilgi olması, kişiyi “tatmin = mutlu” etmez. Şüphede kalan bilgi, insanı rahatsız eder. (= İmana ulaşmayan, imanla buluşmayan bilgi, insana huzur vermez.) “ve men yü’min billâhi yehdi kalbeh...” = Kim, Allah’a (= varlığından şüphe etmediği Bir’ine) inanırsa, (ancak o zaman, onun) kalbi hidâyete (huzura) kavuşur. İmanı bulamayan birinin kalbi (aklı ve gönlü) deli danalar gibidir; nerede karar kılacağını, nerede duracağını bilemez!. Şüphe ile ilgi; ilgi ile bilgi arasındaki ilişki, düşünceyi besler (ama), iman olmazsa düşünce insanı yorar; düşüncesiz iman (= imansız düşünce ve bilgi) dogmatizm ve radikalizm üretir. İman, kesin bilinemeyen ‘bilgi’! olmasına rağmen, içinde aslâ şüphe barındırmaz, her bilgi onu güçlendirir

REFERANS ya da ATIF

Referans : Bilimsel açıdan, düşüncenin dayandığı kök = kaynak = temel düşünce; oraya atıf yapma = orayı referans gösterme, mevcut düşünceyi o kök düşünceye bağlama; düşüncenin oradan kaynaklandığını gösterme demektir. Ben, bilimsel referansı/atfı değil; dilin referansını merak ediyorum!. Dil, anlamlı ses (= söz) ve işaret (= harf, alfabe = yazı) dizgesidir; bir “göstergeler” sistemidir. Göstergede, gösteren ve gösterilen olur/bulunur. Gösteren, dildir (= söz ve yazıdır, âyet/işarettir); gösterilen ise, soyut-somut tüm “V/varlıktır.”!. Bunu din diline transfer edersek, şehâdet ve gaybdır. Somut dünyanın varlıklarının dilde “birebir” karşılıkları vardır; taşı, t, a ve ş sesi ve harfleri; eli, e ve l sesi ve harfleri, ... gösterir. Bunlar, kelimelerin düz, sözlük anlamlarıdır. Kelimeleri = dili, soyut (= gaybî) varlıklara bağlayan ise, onların metaforik ve sembolik anlamlarıdır. Kelimelerin sözlüklerdeki, gündelik dildeki ve bilimsel = akademik cümlelerdeki kullanımı, somut varlıklara ref

ÖLÜ İMAN!..

İmanın “ölüsü”! olur mu?!. İman, kişinin “içinde” bir iyilik isteği uyandırmıyorsa, olur. İman, kişiyi salih amele sevk etmiyorsa, olur... İman, İnanılan’a güvendir; bu güven de, O’nun dediğini yapmakta tereddüt etmemekle açığa çıkar = görünür. İmanın “canlı = diri” olduğunu gösteren belirti, iyilik= salih ameldir. O zaman, inanan kişiden iyi bir iş = salih bir amel ortaya çıkmıyorsa, onun imanı “ölüdür” ya da en azından “cansızdır”; kişide imanı “canlandıran”, salih ameldir; kişi ne kadar çok salih amel işlerse, imanı o kadar diri = canlı olur diyebilir miyiz?!. Bence deriz. Sizce?!...

ZAMANDA YOLCULUK!...

Kur'ân, bizi içinde bulunduğumuz ândan (zamandan ve mekândan), zamansal ve mekânsal olarak geriye de (ilk yaratılışa, ilk hâle de), ileriye de (âhirete = son hâle de) götürerek “dünyamızı = ufkumuzu” genişleten bir Kitâb'tır; başka hiçbir kitap bunu yapamaz. Kur'ân’ı “tarihî” (tarihte yazılmış! = indirilmiş) bir Kitâb olarak görmek ve buradan tarihsellik (= tarihselcilik) çıkarmak, Onu bugüne taşıyamamak ve Onu tarihle (= zamanla) sınırlandırmaktır; O her zamanın ve her mekânın Kitâb'ıdır.

SÖZ ve YAZI

Sözün ve yazının kendi başlarına bir varlıkları yoktur; onlara varlık verenler, söyleyenler ve yazanlardır. Buradan hareket edersek, sözün ve yazının doğruluğuna ya da yanlışlığına, o sözü söyleyenin; o yazıyı yazanın kendi doğruluğu ya da yanlışlığı etki eder, hatta belirler, diyebilir miyiz?!. Rahatlıkla diyebiliriz. Hz. Ebû Bekir’e, Efendimizin mi’râc’a çıktığı söylendiğinde O : “siz bunu Ondan duydunuz mu, O mu söylüyor?!” diye sormuş ve Ondan duyduysanız = O söylüyorsa, doğrudur; demişti. Sözü kimin söylediğine, yazıyı kimin yazdığına bakın; her söze, her yazıya inanmayın = kanmayın!. Medya çağında bu nasıl mümkün olacak?!. ‘Sohbet kültürüne’ yeniden dönülecek; insanlar (Müslümanlar) arasında yakın, samimî ve sıcak ilişkiler, dostluklar kurulacak, cemaat ve güven oluşacak!. Bu iş, uzaktan vaazlarla, internet yazılarıyla mümkün görünmüyor. 

TEFSİR

Tefsir, Kur'ân’ı yorumlama ve yorumlu okumadır. Tefsir, tefi’l babındandır, kökü FSR (= Fesr)’dir. Fesr, içi (= anlamı) dışa çıkarmak demektir. İlk iki harfi yer değiştirirsek, SFR (Sefr) kelimesine ulaşırız; sefr de, dışardan içeri girmek, dışardaki 'peçeyi = kapıyı' açmak ve içerideki anlama = içerdekine bakmak demektir. Dil (= söz ve yazı/metin) bize, anlamı “önce”! dışardan gösterir; içerdeki anlam, “çok farklı”! olabilir. İçi-dışı farklı olan, bu anlamlarda farklılık görürken; içi-dışı bir (ve aynı) olan, onlarda (iç anlam-dış anlam) bir farklılık görmez.

OKUMA

Okuma, yazarın kastettiği anlama ulaşmaya çalışmadır. Dil (= söz ve yazı), bu anlamı bize örtük (!) olarak aktaran araçtır. Hiçbir okur, “tam olarak” yazarın kastettiği anlama ulaşamaz ama yaklaşabilir. Bu durum, Kur'ân okumada da geçerlidir. Kur'ân’ın Mesajlarına “âyet” denmesi, bu yüzdendir. Âyet, Mesaj’ı “gösteren” işarettir. Kur'ân’da konuşan Hakk’tır = Hakikattir ama O, bu Hakikati bizim “örtük dilimiz” ile bize iletir, Kendini bize “açık etmez.”!. Anlama, dildeki örtüleri (perdeleri) kaldırmadır; ne kadar çok perde kaldırırsak, o kadar çok anlarız.

HAKİKAT

Hakikat, “ulaşılamayan, anlaşılamayan ve açıklanamayan” bişeydir. Her üç kavrama da kısaca değineceğim : Ulaşmak, anlamak (ya da anlaşılmak) ve açıklamak (ya da açıklanmak). Ulaşmak, amacı; anlamak, bilmeyi ve inanmayı; açıklamak da bildirmeyi ifâde eder. Anlama, “tamamen” subjektif; açıklamanın bilme kısmı objektif, inanma kısmı ise subjektiftir. Objektif, nesnel = herkesçe kabul edilebilir, genel mantık ilkelerine uygun olan; subjektif de öznel = kişisel olan demektir. Herkes, hakikati aynı şekilde anlamaz, dolayısıyla anlama, subjektiftir. Bu subjektivitenin herkesle kesiştiği (= objektiviteye yaklaştığı, toplumsallaştığı) yer de, dilde ortaya çıkar; açıklama da dille olur, dille yapılır ama dille yapılan hakikat açıklaması da büyük ölçüde subjektiftir; açıklayan, açıkladığını hem “tam” anlatamaz hem de anlayan “tam” anlayamaz.!. Dil, hakikati sınırlar. Dilde bu sınırı aşmak, bir üst dile (metaforik, sembolik ve meta-dile) başvurmakla mümkün olur. Din dili de yer yer metaforik ve se

HAYAT ALGISI

İki tür hayat algısı var : 1) Doğumla başlayan, ölümle biten, sonlu hayat.  2) Doğumla (yaratılışla) başlayan ama bitmeyen, sonsuz hayat. İlki, hayatı buraya ve şimdiye hasreder; ikincisi, öte dünyaya (ötede sonsuz bir hayatın daha olduğuna) inanır. İlki, materyalistlerin ve dehrîlerin hayatıdır; ikincisi Müslümanların hayatı. Materyalistler ve dehrîler : “Hayat, sadece bu dünya hayatıdır; doğarız ve yaşarız; bizi sadece zaman helâk eder; derler. Oysa onların bu konuda gerçeğe yaslanan hiçbir bilgileri (delilleri = huccetleri) yoktur, yalnızca zannederler.” (45/24.) Müslümanlar ise ötede bir hayatın daha olduğuna “İNANIRLAR”; çünkü onlar da bunu bilemezler; Bildiren’en güvenirler. İman, Rabbe (= hayatı yaratana) güvendir. Rab, güveni boşa çıkarmaz!. Materyalistler ve dehrîlerin bu konudaki kanıtı!, “atalarımızı getirin!” (kim gitmiş de gelmiş?!) demeleridir.  Hayat, âhirete iman (hesap) olmadan yaşanırsa, keyfîleşir. ‘Keyfinize göre yaşayın, hayata bir daha mı geleceğiz, geleceksin

KENDİ...

Üç noktanın olduğu yere bir çok harf ve kelime gelir. Kendi/m, kendi/n, kendi/lik; kendi kendine, kendi olmak, kendi kendine kalmak, kendine gelmek, kendi kendini yemek, kendi kendine konuşmak, ... Kendi, hem kişinin kendi/zâtî özüne = öz varlığına kendisinin, hem de bir başkasının işaret edebildiği, özne de nesne de olabilen bir ‘zamir’. ‘Kendi olmak’ dendiğinde, olan da olunan da kişinin kendisidir. ‘Olmak’ (= Kâne, Kâinât, Kün!.) fiili, bütün fiillerin babasıdır. Görmek fiilinde, gözün görüyor olması; düşünmek fiilinde, aklın çalışıyor olması; yaşamak fiilinde, canın/ruhun bedende olması, vs. vardır. Kendi kelimesinin Arapça karşılığı nefstir; zât da kullanılır ama zât daha çok kendini bilen kişi içindir. Nefsin de iki tür kullanımı vardır : 1) Nefsini = kendini, kendinden bilen, kendi kendini var ettiğini düşünen (existansiyalist). 2) Nefsini = kendini, bi başkasından bilen = var edildiğine (yaratıldığına, bir yaratıcının varlığına) inanan. Bir (1)’den iki (2)’ye geçmeden zât oluna

İNANMA ve ANLAMA

İnanma ve anlama; arada bilme var; en sonunda da yine inanma... İlk inanma, kabulü içerir; her kabul bilmeyi ve anlamayı gerektirmez; bilmeden, anlamadan da bişey (bir fikir) kabul edilebilir. Kabule merak eşlik ederse, kabul edilen şeyin (fikrin) doğruluğuna dair içimizde bir “sezgi” oluşur; bu sezgi de araştırma arzusuna dönüşür ve bilgi = bilme yoluna gireriz. Bilgi de bizi o şeyi (fikri, konuyu) anlamaya sevk eder. En zor olan kısım burasıdır = Anlama işi çook zor bir iştir; anlama olmadan tam teslimiyet (islam) ve tam güven (iman) olmaz. Tam anlama da tam teslimiyet de tam iman da insanın tek başına üstesinden gelemeyeceği çook zor işlerdir; bu konularda ilâhî inayet = yardım şarttır. Bu da, iyi niyet (= temiz kalplilik) ve samimiyetle (= ihlâsla) mümkündür. Modern psikoloji anlamayı, ön bilgi = sezgi, algı ve tam algı şeklinde üçe ayırır. Ön bilgide arzu, iştah uyanır; algıda bilme yönelimi oluşur; tam algı = Tam bilme anlamadır ama aslında hiçbir şey tam algılanamaz = bilinemez,

KİTÂB İÇİN GEREKLİ MALZEMELER

Kitâb için gerekli malzemeler : Düşünce (= Yazar), düşüncenin söze (sese) dökülmüş hâli  = yazı = harfler, kâğıt (porşömen, papirüs, deri. vb.), mürekkep, kalem; kalem ve mürekkep yoksa = kullanılmıyorsa, çakı (taşa, duvara yazı yazmak için kazıyıcı bir âlet). Kur'ân’daki Kitâb, bu malzemelere yazılı Kelâm = Sözler demek mi, yoksa Rasûl’ün (Rasûllerin = Nebîlerin) kalbine yazılmış = ilkâ edilmiş Sözler (= İlâhî Kelâmlar = Kelâmullah) demek mi?!. Her Nebî’ye ya Kitâb ya da Suhuf (= Sahifeler, Levhalar) indirilmiştir. (87/18-19.) Mûsâ (a.s.)’a Kitab (= Tevrat) indirilmesine rağmen, 7/145’de Ondan Levha diye söz edilir. “O Kitâb’ın levhalarında (hemen hemen) her şey hakkında tafsilâtlı açıklamaları yazdık.” denir. M. Hamdi Yazır, bu levhaların malzemelerine dair şu açıklamayı yapar : ‘Levhaların özü Cibril’in getirdiği zümrüt veya zebercet veya kırmızı yakut idi, yahut Allah’ın emri ile Mûsâ’nın yonttuğu bir taştan idi veya ahşap idi denilmiştir vs.’ der. (Elmalılı M. Hamdi Yazır. Hak

KİTÂB ÇARPSIN!...

Kitap çarpsın!. Bu sözü söyleme sebebimiz, Kitâb’taki “kutsal gücün” varlığıdır. Bu güç nereden gelir? Tanrı’dan. Tanrı’nın Sözünden. Tanrı’nın Sözündeki “gizemden”!. Tanrı’nın Sözündeki Güçten. Sözlerde güç vardır. Sözü söyleyenler onlara güç yüklerler ve o güçler de bizi etkilerler; bunu “en iyi yapan” Tanrı’dır. Özellikle geçmişte, (günümüzde de), animizm ve fetişizm (= büyü) bu güce yaslanır; “üfürükçülük = büyücülük” bu gücü “olumsuz yönde” kullanır. Tanrı bu gücü aslâ olumsuz kullanmaz, çünkü Tanrı insanların kötülüğünü = olumsuzluğunu istemez. Biz, “Kitâb çarpsın!” dediğimizde, Tanrı’yı şahit tutarak doğru söylediğimizi, kötü bişey yapmadığımızı tasdiklemiş oluruz. Kitâb’taki bu Güç, sıkıştığımızda = zor zamanlarımızda aklımıza gelir, normal zamanlarımızda bu gücü fark edemeyiz!. Normal zamanlarımızda da bu Gücü fark edersek, O Güç bizi “güçlendirir”. O Güç Tanrı’nın Gücüdür, Kitâb bizi O’na = O Güce bağlar, bize (Hakikat ve) Hikmet sağlar. O Kitâb insanları Hakk’a = Hakikate il

MUHÂTAPLIK İLİŞKİSİ

Sözlü diyalogda muhâtab karşımızdadır; yazıdaki muhâtab “gâibtir”!. Pekiî Kur'ân okurken “Muhâtabımız gâib midir” ?!. Hayır. Ama O Muhâtab, bize Kur'ân’daki her emri “birden” vermez = biz Kur'ân’ın her emrine “birden” muhâtab olmayız!. O Muhâtab, bizim gücümüz ve imkânımıza göre bizimle muhâtab olur = “Lâ yükellifullahu nefsen illâ vüs’ahâ ... ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkatelenâ bih...” (2/286.) Zengin değilsem, zekât vermem, hacca gitmem ama namazı (salâtı ve zikri) vb. emirleri de terk edemem, aslâ şirk koşmam... ne istersem, O’ndan isterim; O bana verince, verdiğinden (para, ilim vb.) veririm; hesabı unutmam; şirk koşanlarla (= O’na dost olmayanlarla) aslâ dost olmam, vs... Aksini yaparsam ve Kur'ân okumayı “normal bir yazı”! (= Metin/Mushaf) gibi! okursam, O’nunla konuşmamıza (= O’nunla sözleşmemize) bağlı kalmamış = O’nun muhâtaplığını boşa çıkarmış = “gâib ve muhayyel Bir’i” ile konuşmuş gibi!, O’nu “ciddîye almamış, yok saymış gibi!” olurum... Rabbini “ciddî Bir Mu

KİTAP, KUTSAL KİTÂB ve KUR'ÂN

Kitap, ketebe’den yazılı bir metni, yazılı sahifeleri, sözün yazıya dökülmüş ve ciltlenmiş hâlini ifâde eder. Söz’de, söyleyenle (konuşanla) dinleyen (konuşulan) aynı mekânda ve aynı zamandadır, karşılıklı diyalog hâlindedir; söze, karşılıklı jest ve mimikler etki eder; karşılıklı duygular yansır. Yazı’da, yazılan ve okunulan mekân ve zaman farklıdır; ayrıca yazı kurgu da olabilir; yazı duyguları da örtebilir = gizleyebilir ama sözde de yazıda da bir (ya da bir kaç) amaç vardır; dedi-kodu ya da karalama yapılmazsa, söz de yazı da boş yere, havaya = boşluğa söylenmez ve yazılmazlar; ya haber vermek ya bilgi vermek için söylenir ve yazılırlar. Yazıda, yazar/lar ölmüş de olabilir; ölmüş yazarın kitabını okumak, yazarı diriltmez ama okuru, ya yazarın yazdığı zamana götürür ya da yazarın yazdığı o metin yorumlanarak güne taşınır; ikisi birden de olabilir.  Normalde yazı = metin, sözü dondurur, öldürür. Okur, o ölü = donuk metni okuyarak “tekrar diriltir.”!. Normal kitaplar çok “önceden” yaz

NEGATİF TEOLOJİ

Negatif Teoloji  ya da Viva Negativa. Teoloji, Tanrı hakkında konuşmayı ifâde eder. Teo, Tanrı; loji, bilim; Teoloji, Tanrı bilim demektir. Pozitif teoloji, Tanrı’nın Zâtî sıfatlarına; negatif teoloji de Subûtî sıfatlarına karşılık gelir. Zâtî Sıfatlar : Vucud, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyet, Muhalefetün lil Havâdis ve Kıyâm bi Nefsihî. Subûtî Sıfatlar : Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kelâm, İrade, Kudret ve Tekvin’dir. “Ve lem yekün leHû küfüven Ehad.” ve Muhalefetün lil Havâdis tam da bir viva negativadır.  Tanrı’nın İşitmesi = Semi’ kulakla değil; Görmesi = Basar gözle değil; Konuşması = Kelâm ağızla değildir... Bütün bunlar bizi viva negativaya = negatif teolojiye taşır. Neden? Çünkü dil sınırlar ama dil olmadan da herhangi bir bilgiyi paylaşamayız. Tanrı, dille “tam”! ifâde edilemez; çünkü O’nu, yarattığı şeyler ifâde etmekten (= tanımlamaktan, bildirmekten) acizdir; dili de O yaratmıştır; O’nu = Kendini tam anlamıyla sadece Kendi bilebilir. Onun için biz O’nu her ne zaman tanımlamaya (= anl

6K

Bu 6K, iletişimin 6K’sı : Konuşan, Konuşulan, Konuşma, Kod, Kontakt ve Kontekst. Konuşma ile kod arasındaki fark, konuşmanın mesaj/anlam taşıması; kodun dilsel ifâde = sembol (harf ve işaret) olmasıdır. Kontakt, konuşan ile konuşulanı birbirine bağlar; kontekst, bağlamdır, konuşmanın geçmişidir. Konuşan kişi ile konuşulan kişi mesajla = konuşma ile, kodu = dili (harfleri = sesleri) kullanarak, birbirleri ile duygusal ve düşünsel temas (kontakt) kurarlar; aralarındaki sorunları (bağlamı = bağı) çözmek = halletmek için konuşurlar. İletişim kuranlar (= karşılıklı feed-back’le = geri bildirimle = etki ve tepki ile), aynı duygu, düşünce ve bağlamda, aynı dili (= kodu) kullanmıyorlarsa anlaşamaz, kavga ederler. İletişimde iyi niyet (= iç/kalp temizliği), iknâ (= anlaşma) için en önemli unsurdur. Art (kötü) niyet, iknâ değil çatışma üretir.

DİL ve ANLAM

Şeyler zihne (= düşünceye); düşünce (= zihin) dile; dil ifâdeye = kelimelere dönüşmeden “anlama ve açıklama” olmaz. Şeyler dışardadır; şeylerdeki ‘ayrımları = farklılıkları = sınırları, “Yaratma” ile belirlenir ve her yaratmada bir “melek” görevlidir. Doğru anlama, dışarının içeri (= zihin) ile uyumu; doğru açıklama da dilin zihinle (= içeri ile) uyumu ile mümkün olur. Logos : Söz, Kavl, Kelime, Akıl, Düşünce, İlke ve Yasa anlamlarına gelir.  İlk Söz : “Kün = Ol.”!dur. Bu “Kün’ün” içinde “her şey” vardır. Varlık = kâinat, “Kün”! (= kevn) ile var olmuştur. Kâinat, “Rabbin Kelimesidir, Yahyâ da İsâ da.” (3/39 ve 45.) Tüm felsefe, logos’u şerh çabasıdır.  Anlama : Kişilerin, aynı zamanda şeylerin içinde olan “şey”!; açıklama : içeride olanın (= anlamanın) dışarı atılması = çıkarılmasıdır. Şeyler, kendi “hâl dilleri ile”; kişiler, hem “hâl dilleri hem de ortak dilleri (= lisan)” ile içlerindeki anlamı dışarı çıkarırlar; (insanlar söz konusu olunca da) ilkine düşünme; ikincisine ifâde etme

GERİLİM

Gerilim : Germe ya da gerilmeden isim. Germe ve gerilme, bir şeyi uçlarından farklı yönlere çekerek esnetme, genişletmedir. Fizikteki gerilmeyi ben, dine, din diline, dindeki anlayışlara (= yorumlara) taşımak istiyorum; bir de toplumsal gerilme var ama bu, bu yazının konusu değil, bilelim ki onun da temelinde dinî ya da ideolojik gerilmeler var. Her dil olduğu gibi din dili de gerilmeye müsaittir; dindeki farklı yorumlar (hermenötik ve mezhepler) buradan türer; “evrensel dinlerde” bu son derece normaldir. Çünkü “inen dini” “günün dinine” transfer etmek ancak bu şekilde mümkün olur. Ama, bu esnetmeyi yaparken “malzemeyi yırtmamak”! da gerekir. Dinî alanda yaşadığımız gerilimlere böyle bakarsak ve dinî yorumları “Değişmeyen Metin’e = Mushaf’a” göre ayarlarsak, sorun kalmaz. Bunun için “Değişmeyen Metin’in = Mushaf’ın” “ana ilkelerini = temel direklerini” iyi bilmek gerekir. Nedir onlar?!. Tevhîd = Ulûhiyet, Nübüvvet ve Meâd. Yâni Otoritenin Birliği, O Otoritenin bizimle ilişki biçimi ve

ORGANİK, MEKANİK ve ELEKTRONİK

Bu yazıda bu üç  kavramı merkeze alarak son yüzyılda yaşadığımız ekonomik, sosyal (toplumsal) ve siyasal değişimin kısacık bir izini süreceğim. Bu kavramlara dinamizm katan şey paradır.  Paranın olmadığı dünyada her şey organikti/r.  Organikten mekaniğe geçiş, para (burjuvazi) ile olmuş, oluşmuştur. Sizleri bilimsel (akademik) kavramlara boğmadan, pratik hayattan örneklerle köy ve şehir hayatını karşılaştıracağım. Köy, toprağa, vahşî doğaya bağlı (mahkûm) hayatın; şehir ise makinaya bağlı (mahkûm) medenî hayatın (medeniyetin) mekânsal adıdır. Köy, karyedir, taşradır; şehir, medînedir, ‘medeniyettir’; ‘kültür’ şehirde (medînede) doğar ve oradan yayılır. ‘Köylülük’, düne kadar medeniyet görmemişlikti. ‘Köylü milletin efendisidir.’ sözü, köylüleri şehirli yapmak, onlara medeniyet öğretmek için söylenmiş idi. Bu proje, ancak 1940’larda uygulamaya konabildi. Bu projenin daha önceki inkılaplarla bağı/bağlantısı kurulamazsa mesele anlaşılmaz. Proje ile köye “bilim” girdi, “teknik” girdi, batı

TUTKU

Aşırı istek sonucu insanı ele geçiren ama insanın onu ele geçiremediği duygu ya da duygulanım durumudur tutku. Bu duygu, kötü bir şeye musallat olursa, insan kötü; iyi bir şeye musallat olursa da insan iyi olur. Kötü duygular da = kötü duygulanımlar da = şeytan da; iyi duygular da = iyi duygulanımlar da = melekler de insanın içindedir. İnsan tutkuya kapılınca akıl devreden çıkar. Kötü duyguya kapılanlarda öfke, nefret, şehvet gibi nefsanî hazlar = arzular; iyi duyguya kapılanlarda da sevgi, merhamet ve adâlet gibi (ilâhî) hasletler ön plana çıkar. ‘Normal insanlar’ bir işe = bir şeye (bir kişiye ve de Tanrı’ya) tutku ile bağlanamazlar; tutku, “anormal insanların”! işidir. Normalliğin olduğu gibi, anormalliğin de iyisi ve kötüsü olur; sadece tutkuya kapılan insanlar, normal = sıradan insanlara göre “anormal = sıra dışı bir hayat”! yaşarlar. Aşk da tutku = tutulma ile başlar; mâşukta (âşık olunanda) kaybolma (mâşukla bir olma!) ile de ebedîleşir. ‘Tanrı aşkı’nın kaybı yoktur. “Tanrı’ya â

FARKINDALIK

O’na muhtaç olduğumuzun gerçekten farkında mıyız?!. Farkında olmama hâli, gınâ = istignâ = sahte zenginlik!, kendi kendine yeterlik, kendini beğenmişlik. Farkında olma hâli ise acizlik, kendi kendine yetersizlik ve kulluk. ... O, Rahmân ve Rahîm, bizi hep koruyup gözetiyor. Rahat edelim diye sırasıyla gündüzü ve geceyi sevk ediyor. “yükevvir-ul leyle ale-n nehâri ve yükevvir-un nehâra ale-l leyl, ve sehhara’ş şemse ve-l kamer. (39/5.) Yiyelim içelim diye gökle yere emrediyor. Gökten yağmur, yerden ma’mül gönderiyor. Çoğumuz bunu bilmiyor, bilenimiz de bunları yapan, Doğa diyor. Kulluk (= farkındalık) yoksa aslında “Allah”! diyenle Doğa diyen aynı şeyi söylüyor, sadece farklı harfler kullanıyor. Farkındalık, kullukta/kullukla kendini gösteriyor; gerçekten bilenler, O’na hem itaat ediyor hem de şükrediyor. 35/Fatır, 28, “innemâ yehşellahe min ibâdihil ulemâ.” Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar (O’na en çok saygısı olanlar, haşyet duyanlar), ulemâdır (âlimler = bilenlerdir) diyor. 

TANRI FİKRİ!

Tanrı Fikri ya da Tasavvuru. Nasıl bir Tanrı’ya inanıyoruz?!. Bu konuda iki kitap önerebilirim : Karen Armstrong’un Tanrı’nın Tarihi ve Etienne Gilson’un Tanrı ve Felsefe’si. Burada yazacağım görüşler büyük ölçüde oralardan esinli. İlk insanın Tanrı’sı “tek, mükemmel ve kemâl (= tam)”! idi; ilkel insanın Tanrı’sı ise çok, formel (= bir şekli olan) ve muhtemel! bir Tanrı’dır. Mükemmel Tanrı fikri = algısı bozulunca, Tanrı Elçileriyle “düzeltici vahiyler = bilgiler = Kitâblar” gönderiyor. Tarihte “bilinen ilk düzeltici vahiy” İbrâhim (a.s.)’a geliyor; O, Tevhîd’in babasıdır.  İbrâhim (a.s.)’dan sonra Kitâb’ta en çok ismi geçen Elçi, Mûsâ (a.s.)’dır. Mûsâ (a.s.), “bozuk Tanrı fikrini” düzelten ve İsrailoğullarına gönderilen bir Elçidir ama İsrailoğulları O Tanrı’yı “mülkiyetlerine geçirmiş”!, sahiplenmişlerdir. İsrailoğullarının Tanrı’sı Yahve = Yahova’dır. Yahve = Yahova, 1) Yâ Hû/ve, ya da, 2) Yaşayan O = Ölümsüz O, anlamına gelir. İsrailoğulları dışındaki ‘milletlerin’ ya Tanrı’sı yokt

KARŞILAŞMALAR

Dün, karşılaşma imkân ve vasıtaları çok fazla değildi ama yine de belli karşılaşmalar oluyordu; bugün, imkânlar gelişti, çok sık karşılaşıyoruz ama bitürlü “tanış(a)mıyoruz.”!. Bireyler karşılaşınca fikirler de karşılaşır; hele de yazı, tabiî okuyanlar için, fikirlerin karşılaşmasında önemli bir aşamaya işaret edilir. Çook eskilere gitmiyorum; batının “orta çağ” dediği dönemde (tüm konumlamalar, tanımlamalar batıya aittir ve batı, merkeze kendini koyar.), dinler ve bilimler de karşılaşmış; bilimler dinden; “dinler”! bilimlerden etkilenmiştir. Kiliseden etkilenme olmasaydı Rönesans; daha geride İslâm dünyası Yunan biliminden (felsefesinden) etkilemeseydi İslâm Felsefesi (Kelâm) doğmaz/oluşmazdı; İslâm dünyasındaki Yeni-Eflâtunculuk, batıdaki Yeni-Thomascılık (Hırıstiyan Felsefesi) bu karşılaşmaların sonucunda oluşmuştur. Bu karşılaşmayı yazıda/yazıyla önce, Din ve Bilim ya da Din ve Felsefe; sonra Din Felsefesi (İslâm, Hırıstiyan, Yahudi, Zen, Budist Felsefe/si vb.) şeklinde ifâde edebi

MAĞARA ARKADAŞLIĞI

Zihnim bir kaç gündür “arkadaşlığa” takıldı-kaldı. Bizdeki arkadaşlıklar, okul, asker, iş arkadaşlıklarıdır; emekli olunca bu, kahve-klüp arkadaşlığına dönüşüyor. Tanıdık, arkadaş ve dost... Bizim arkadaşlıklarımız aslında tanıdıklık = tanışıklık. Okul, askerlik ve iş, mecburî; oralarda bu insanlarla karşılaşarak tanışıyoruz, kafa yapılarımız uyarsa arkadaş oluyoruz. Emeklilikteki oyun arkadaşlığı ise “sıkıntı” kaynaklı!. Arkadaşlık üzerine düşünürken, iyi ve kalıcı arkadaşlık olmadan = kurulmadan dostluğun oluşmayacağına kanaat getirdim. Pekiî iyi ve kalıcı arkadaşlık nasıl olur, nasıl kurulur diye düşündüğümde de imdadıma mağara arkadaşları (= Ashab-ı Kehf) yetişti. Ashab, arkadaş; kehf, mağara. Mağaranın bendeki çağrışımı Platon, Hira ve Sevr’dir; Kehf’in mağara olduğu nedense aklıma gelmez/di ama şimdi geldiği iyi oldu. Platon’un mağarasını hariç tutarsam, iyi ve kalıcı arkadaşlıkların oluşumu için onun bişekilde mağara ile ilişkisini kurarım.  Hira, iyi arkadaş olmanın = iyi ashab

BULUT

Bulut : Meteorolojik açıdan, gökyüzünde yoğunlaşma sonucu oluşan su buharı; teknolojik olarak, veri depolamak için kullanılan yazılım. Bu yazı, her iki anlama da dokunacak ama isabet edip-etmediği kesin değil.  Gökyüzündeki bulutlar yağmur taşır, o bulutlar o yağmurların nereye düşeceğini bilmezler, Rableri onlara : “şu toprağa = şuraya!” dediğinde yüklerini bırakırlar. Bu yazılar da buluta yüklenmiş yağmurlara benzetilebilir. Bu yazıların hangi toprağa (= kime, âdemoğlu da toprak/tan) “rahmet” ve hangi toprağa “zahmet” olacağını yazan bilmiyor, bilemez; sadece onları bir bulut yazılımına yükler ve salıverir. Blog istatistikleri tüm dünyadan bloga girenleri gösteriyor (Senegal’den bile iki kişi blogu takip ediyor, toplam takipçi 5112; ilk sıra Türkiye; ikinci sıra Rusya) ama ne kadar okunuyorlar, nasıl etkileniliyor, okuyanların toprağında ne bitecek, bunu bilmek mümkün değil ama toprağa yağan fazla yağmurun zarar verdiğini bilmek mümkün.  Yağmur kararında yağarsa rahmet; fazla yağarsa

KİŞİLİK

Kişilik, psikolojinin en temel konusu; çoğu zaman kendilik ve kimlikle karıştırılır. Nedir kişilik ve nasıl oluşur?!. Bu konu, sayfalarca yazıyı hak eder ama ben bir kaç paragraf karalayacağım. Kişiyi kendi yapan ve ona karakter veren tüm özellikleridir kişilik. Nasıl oluşur? Anne karnında başlar kişilik oluşumu. Annenin beslenmesi, aile ortamı (huzur-huzursuzluk, yetimlik-öksüzlük), beslenme, çevre (coğrafya, iklim), eğitim, yaşanılan ve karşılaşılan her durum (ölümler, savaşlar vb.), kabuller, retler, gelir düzeyi, sevgiler, nefretler, inanç ve inançsızlık, ... kişiliğin oluşumunda etkilidir ama asıl kişiliği belirleyen kişinin tercihleridir.  Böyle bakarsak, herkes ayrı ve özel bir kişiliktir, biriciktir ama herkes kendini (kendi kişiliğini) “beğenmez, beğenmeyebilir”!; hiç tahmin etmediği biri, o kişiyi değiştirebilir. Kimseyi (hiçbir kişiliği) değersiz görmemeliyiz; “kötü gördüğümüz”! bir kişiden bile öğreneceklerimiz olabilir. Kimseden umut kesmemeliyiz; kimseyi de “küçük” görmem

TARİH

Tarih, bugünün geçmişe doğru izini sürmek, oradan buraya nasıl gelindiğini bilmektir. Her şeyin tarihi olur; tarihe “bütüncül, felsefî ve ilişkisel” yaklaşmazsak, “olup-biteni” anlayamayız. Bu yazı, bilim (bilimin = bilmenin) tarihine kısacık bir bakış atacak. Bilme, bilenler ve bilinenlerin etkileşimidir; bu iş sistematikleşince bilim olur. Bilim, olayları ve şeyleri (= hayatı) anlamaya ve açıklamaya yarar. Bu anlama ve açıklama, “bir hedefe = amaca” yönelik olmazsa, dağınık olur, her kafadan bir ses çıkar ve bu sesler kakofoniye döner. Bilimde ‘hakikat iddiası’ abestir; bilim, ‘ben hakikati buldum’ derse, artık bilim yapmanın anlamı = ma’nası kalmaz; en azından pozitivist bilim anlayışına (Descartes’e) kadar bu böyleydi; Descartes’la bilim modernleşti, kartezyen bir yapıya kavuştu; bunu da, çok daha geriden Aristo mantığı besledi; kesin doğru-kesin yanlış, siyah-beyaz ikili mantığı... (şimdilerde bu mantık, bulanıklaştı = fuzzy mantık.) Bu pozitivist bilim, siyasal ve toplumsal aland