Kayıtlar

Mayıs, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İŞ ve BOŞ ZAMAN

Modern yaşamda iş, meşguliyeti; boş zaman, işsizliği gösterir; çoğumuz işinde “değerli bir damar” bulunamadığı için o iş, nihayetinde boşa düşecektir. İşimiz, sadece karın doyurmaya ve “iyi yaşamaya” endeksli ise, “doyum ve ölüm” gerçekleşince, o işin boş olduğu anlaşılacaktır. İyi yaşamayı, değerden bağımsız “rahat ve konforlu yaşamla” özdeş ve ahlâkî değerle bağlantılı olarak ikiye ayırabiliriz. İlk iyi, doyumla kişiyi büyük bir boşluğa düşürür; ikinci iyide doyum yoktur ama bu doyumsuzluk, açgözlülük gibi bir doyumsuzluk değildir. Açgözlülük anlamındaki doyumsuzluk, ahlâk içermeyen maddî tüketimler için geçerlidir. İşinde ahlâkî bir değer/damar bulamayanlar, belli bir süre sonra o işten sıkılır; kendine boş zaman arar; o boş zamanı bulunca da, • Gezer. • Eğlenir. • Dinlenir.  • Arar/arayış peşine düşer.  Bu dört şey de boş zaman olmadan olmaz. İlk üçü, can sıkıntısını gidermek; dördüncüsü, can sıkıntısına çare aramak içindir. Değerden bağımsız iş, geçim sıkıntısı; arayış ise

HULÛL

Hulûl, halle (حل) fiilinden isim. Halle, hem girme = o yapıya nufûz etme, hem de çözme = o yapıyı kirlerinden, pisliklerinden arındırma = girerek arındırmadır; orada bizzat bulunma ve o olma değil!. Tanrı, yaratılmış hiçbir yapıya “tam girmez” ve “o yapı = o” olmaz. Tanrı, hiçbir şeyle sınırlanamaz; onda = o yapıda O'nun İsimlerinin = Esmâ’sının (Fiillerinin = Ef’âl’inin) tecellîlerinin bir kısmı görünür; tamamı görünse, o = yapı dağılır, yok olur = yanar!; hiçbir yapı O’na dayanamaz; dağın dağıldığı gibi. (7/Â'raf, 143.) Hulûlün reenkarnasyonla (ruh göçü ile) uzaktan yakından hiçbir ilgisi/alakası yoktur.

BÜTÜNLEŞİKLİK

Bütünleşik (entegrasyon) kelimesi, kavramı ile 90’lı yılların sonunda iletişim alanında çalışırken tanıştım; sonra bu kavramı sosyal hayata ve sorumluluğa taşıdım. Bütünleşik İletişim, reklâm, halkla ilişkiler, pazarlama, haber (gazetecilik) ve propaganda gibi unsurları bir bütün (karma!, bütünleşik bir yapı) içinde ele alır. Ben bu yazıda bu kavramı zihnimin bir kenarında tutarak insan hayatına entegre etmeye niyet ettim; bakalım, ne çıkacak?!. Anoraksiya hastalığını bilirsiniz. Kişinin vücudunu beğenmemesi, kendini çook şişman görmesi ve kilo vermesi için oldukça az yenmesi, az uyuması ve çook yorulmasıdır. Bu durum vücudun dengesini bozar; onun için bu bir hastalıktır. Vücuttaki her organ düzenli ve dengeli çalışmalıdır; bu da dengeli ve düzenli beslenmeye/yemeye, yeterli derecede uyumaya/dinlenmeye bağlıdır. Bu, bedenin dengesidir; buna ruhun/psikolojinin dengesini de ilâve edersek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz : Düzenli ve dengeli çalışmayan, ruh durumunu dengeleyemeyen akıl da

ÖZ/ET OLARAK SİYASET FELSEFESİ

Siyaset, bireyin sosyal (toplumsal) hayatını yönetmek içindir; siyaseti, ekonomi (iktisat) açık bir şekilde; din de gizli bir şekilde etkiler, hatta belirler. Bireysel hayata (bireyin hayatına) siyasetin açık ve doğrudan bir müdahalesi yoktur; gizli ve dolaylı müdahaleyi ise herkes fark/hiss edemez. Modern siyaset felsefesinde din, bu alana “gizlenmiş/hapsedilmiştir.”!. Birey, devleti (= her hangi bir toplumsal/siyasal otoriteyi) kabul etmezse, buna Proudhoncu anlamda anarşizm denir. Bunun tam zıttında/karşısında da yoğun/baskın/baskıcı devlet kontrolü = marksizm vardır. Arada, anarşizme yakın duran liberalizm; devlete yakın duran sosyal demokrasi = sosyal devlet modelleri; tam ortada da flu duran demokrasi vardır. İslâmî bir devlet modelinde ise, nihaî otorite Allah ve Rasulü (= Kitâb ve Sünnet), Ul-ul Emr (fukaha ve ümerâ) ve örftür. Örfün, fukaha ve ümerânın görüşlerinin (koyduğu yasaların = içtihatların) Kitâb ve Sünnete uygunluğu esastır. İslâmî bir devlette, Müslümanlar gönülden

ANLAMI GÖRMEK!

“Anlamı Görmek”! Allah-u A'lem, burada anlamı göremeyenler, ötede Allah’ı göremeyecekler!. Anlamı Görmek, doğruyu görmek ve doğru yaşamaktır. Doğruyu görmeyen ve doğru yaşamayanlar (= Sırât-ı Müsteqîm üzre yürümeyenler), Allah’ı görebilirler mi?!. Allah (c.c.), hayatın anlamıdır.  Bu mümkün mü?!. Anlamı Görmek, sadece “nazar = nazariye” değil, “ameldir de = ameliyedir de”. Nazarsız = nazariyesiz amel de = ameliye de, amelsiz = ameliyesiz nazar da = nazariye de kişiyi yoldan çıkarır.

ÜSLÛP

Üslûp  Söz söylemekten (konuşmaktan) ve bişey/ler yazmaktan maksat, namluya kurşun sürmek değil, idrake ve kalplere dokunarak insanlara yaşanabilir bir hayat sunmaktır; bunu konuşma ve yazma üslûbu belirler. Kimi konuşma ve yazmalar, muhatabı kurşun gibi yaralar ya da öldürür; kimi konuşma ve yazmalar da hayat ya da şifa verir. Dil, yaralar da (öldürür de) yaşatır da. (Şifa da olur dert de.) Dili kullanmak, maharet ve cesaret ister; bunu sağlayan, ahlâktır = sorumluluktur. *** Doğru konuşma ve yazma, olacakları haber verme, şimdiden göstermedir. Şimdi ve gösterme, tahayyüldeki şimdi ve göstermedir; filmlerdeki görüntüler gibi. Filmde deniz görseniz, o denizde şimdi yüzemezseniz, o denizin varlığını da inkâr edemezseniz; aynen bunun gibi o konuşmanın ve yazmanın haber verdiklerini = gösterdiklerini de inkâr edemezsiniz. Konuşma ve yazma bir yanıyla tahayyül (hayal kurma) bir yanıyla da teakkul, akletmedir. Hayal, tehassusa = duyguya; teakkul, akla dayanır; akıl, delil arar; his/hayal, a

ZAMAN HK...

Zaman, bilinmesi, kavranması çook zor olan şeydir; hareketle özdeşlenir ve zamanın içinde olduğumuz için, içerden zamanı keşfedemeyiz, denir. Aslında zaman, bölünemeyen bir “bütündür.”!. Bizden önce de vardı, şimdi de var, gelecekte de var olacak; hiç bitmeyecek. Buradaki bölünüş ve bitiş = süre/ecel, buraya özgü ve sahtedir!.  Dünya zamanı, gece-gündüze (güneşin doğuş ve batışına), 24 saate ayarlı; başka dünyalarda başka güneşler var, belki de oradaki günler 240 saat/te, 2400, 2 milyon saat/te ... sürüyor; o güneşler bu kadar bir sürede doğuyor ve batıyor... “İşler (!), sizin hesabınıza göre bin yıl süren bir günde O’na yükselir...” (32/Secde, 5.) “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde O’na yükselir.” (70/Mearic, 4.) Bu âyetler, bize burada zamanın “göreceli/nisbî”! olduğunu gösterir. Zaman, kişinin içinde bulunduğu olumlu-olumsuz psikolojik duruma (moda) göre çabuk da geçer, hiç geçmek de bilmez. Sûfîler zamanı, ân-ı dâim, ibn-ul vakt, eb-ul vakt gibi terimlerle ifâde

NAMAZ

Namaz “Her şeyi sorguluyorsun, namazı da sorgula da, namazı niçin kıldığımızı bi söyle!.” diyen (sorusu böyle bir üslûbu çağrıştırıyor) biri sormuş... Baş üstüne, söyleyeyim. Namaz, bir Müslüman için olmazsa olmaz bir ibâdettir; Müslümanın dininin direğidir. Namaz, o Müslümanı kötülüklerden uzak, iyiliklere yakın tutmak için kılınır. Namazda zımnen Rabbe bu şekilde/böyle söz verilir ve ölene kadar da namaz terk edilmez; çünkü kişi ölene kadar kötülükten (şeytanî duygulardan ve işlerden) emîn/güvende olamaz; Rabbin yardımı/inâyeti müstesna. Rabb, “namazla ve sabırla Ben’den yardım isteyin.” der. Kimse, ‘ben bu dünyada şeytanımı (kötü/lük duygularımı) yendim, hele de öldürdüm.’ diyemez; burada olduğumuz sürece bu mümkün değildir; Peygamberler bile namazı terk etmemişlerdir. Burada kişinin her yaptığı iş, iyi olmaz, olmayabilir; namazla onu af dileyerek düzeltebilir... burada kimse, ‘ben erdim, benim her işim iyi, benim artık namaza ihtiyacım kalmadı.’ diyemez!. Ötede, burada insana potan

EVRİM

Evrim, genelde ilk ve basit canlıdan, son ve kompleks canlı insana geçişin ifadesi olarak kullanılır ve evrimcilerle dinciler (dindarlar!) arasına belli bir mesafe konur. Bu yazı, bu mesafeyi kısaltmak için filan yazılmadı; öğrenme kavramından hareketle evrime kısa bir dokunuş için yazıldı. Canlılar içinde en mükemmeli insan; insanı mükemmel yapan da aklı. Akıl, beynin bir fonksiyonu. Bildiğimiz anlamda “beyni olmayan” canlılar da hayatta kalmak için “bişeyler” yapıyorlar, ihtiyaçları olan şey neyse, onları bişekilde karşılıyorlar.  Evrimciler, bize en yakın canlıların, hem (iki arka ayağı üzerinde) dik yürüyen hem insana benzeyen hem de bazı şeyleri öğrenebilen canlılar olarak maymunlar olduğunu söylerler. Ben, daha çok bildiğimiz ve evcilleştirdiğimiz için, bi geriye giderek köpeklerden söz edeceğim. Köy hayatında köpek, av ve koruma amaçlı beslenir; şehirde ise “yalnızlığı gidermek ve süs” için besleniyor. (Köpek beslemediğim için yanılıyor olabilirim.) Köpeği evcilleştirme, onu eği

DUALİTE ve İNSAN BÜTÜNLÜĞÜ

Dualite : İkilik. Pluralite : Çokluk. Dualite/İkilik : Ruh-Beden. Madde-Mâ’nâ. Dünya-Âhiret. Söz/Lafız-Mâ’nâ... Çokluk : Her şey.  Ruhla bedeni “ayırdığımızda, ayrıştırdığımızda”, bunların (bu ikisinin) bütünlüğünü bizler (= yaratılmış hiçbir güç) sağlayamaz. Esasında bunlar ayrışmaz varlıklardır; yaşam = hayat, bunların ayrışmaz bütünlüğüdür. Bunlar burada muvakkat (geçici) olarak bitişiyor ve ayrışıyorlar. Bu geçicilikte = geçici hayatta, bu bütünlüğe herkes kendi “yazılımını” yüklüyor. Bir bilgisayarda donanım (beden) olur da yazılım (ruh) olmayınca, o bilgisayar nasıl çalışmazsa; insanda da ruh bedenden ayrılınca insan da çalışmaz = yaşamaz, yaşamıyor. Geçici ayrılıktan (ölümden) sonra, bu iki unsur tekrar birleşecek; ruhumuza (amel defterlerimize) yüklediğimiz yazılımla bu iki unsur tekrar “birleşecek, insan bütünlüğü bozulmayacak, fert kaybolmayacak”, yüklediğimiz yazılımlara göre o fert = o yapı = o bütünlük tekrar çalışmaya başlayacak. Kimi yazılımlar cennetteki bütünlükle; kim

MUHASEBE

Muhasebe : Çalışma-çabalama sonunda hesap yapma ve hesabın sonunda kâr-zarar hesaplama. Neyi hesapladığımız, kâr-zararın ne olduğu ve bu hesabın vadesi (kaç yılda bir yapıldığı da dahil) önemli. Sizce kâr nedir? Emek verilen bir işin sonucunda ele geçen kazanç, değil midir? Bu kazancın kısa ya da uzun vadede bir işe yaraması, kazanan = çalışan insanın hayatını kolay kılması, ona er ya da geç bir menfaat sağlaması gerekiyor mu? Böyle bir “beklenti”! olmasa,  insan niye çalışsın? Çalışmaz değil mi? Çalışır!, diyenleri, başka bir sâik/motivasyon çalıştırıyor olmalı!. Bu ikisinin kâr-zarar hesabı, muhasebesi aynı olmaz; birinci tür hesap yapan, ikinci hesabı anlayamaz. Birinci tür hesap yapanların hesabı kısa vadeli, maddî, parasal, dünyevî ve somuttur; ikinci tür hesap yapanlarınki uzun vadeli, ma’nevi, uhrevî ve soyuttur. İlki biten, tükenendir; ikinci, bitmediği ve tükenmediği söylenendir (!). İlki, hesaba gelendir; ikinci, hesaba gelmeyendir (bi gayri hisâb). İlkinde, kişi hesap yapınc

KAFA (BAŞ)

Kafa (baş), insanın en değerli uzvudur; neredeyse tüm değerli (duyu) organlar(ı) orada/ondadır; duygunun kalpte olduğu kabul edilir. İki göz, iki kulak, iki deliği ile burun, tat alma organı dil, konuşmak ve nefes alıp-vermek için ağız, akıl (beyin)... Böyle değerli bir organ, sadece Rabbin Huzurunda (Önünde) eğilir; secde ile alın (baş) toprağa konur. Canlılar içinde dik duran ve dik yürüyen tek canlı, insandır. Bu dik duruş, başın “yukarda” oluşudur. Yukardaki baş, sadece Rabbin Huzurunda (Önünde) eğilir. (= Rukû ve Secde) ... ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;  Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!...  -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan koğârım! Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;  Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.  Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,  Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!  Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?  Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!  Kanay

FRAGMAN

Fragman, sinema dilinin bir kelimesi; gösterilecek bir filmin kısa tanıtımı. Esasında filmin tamamı hayattır; bu anlamıyla her söz ve yazı da bir fragmandır.  Hiçbir kitap, hayatı tam anlatamaz; her kitap bize hayat hakkında kısa notlar = işaretler = izler verir.  Kur'ân bile! hayat hakkında “temel ilkeler” verir ve geçmiş hayatlar hakkında ibret alınması için “kısa fragmanlar” sunar; bu “fragmanları”! da Kitâb’ın çeşitli sûrelerine serpiştirir ki siz, onların kendi yaşadığınız hayatla irtibatını kurun!, der.  Hiç kimse, hiçbir kitapta kendi hayatının “tümünü” yazamaz; yazdığını farz edelim!, bu kitabı okumaya hiç kimsenin gücü ve zamanı yetmez. Öyleyse, kitaplara da bi tür fragmanlar olarak bakmamızın bence hiçbir sakıncası yok. Kur’ân, bizim bildiğimiz “konulu kitaplar” gibi değildir; Onun düzeni geçmişe de gider, şimdi/ân hakkında söyleyeceğini de söyler, gelecekte olacaklardan da söz eder... Onu, “ilâhî bir fragman gibi”! okumak, ara boşlukları/nı yaşadığımız hayatla doldurmak

HAFIZA

Hafıza, hem bellek/bellemek hem belleneni saklama/k demek. Hafız, Kur'ân’ı hafızasına alan, hafızasında tutan, Mushaf’a bakmadan okuyan. Hazıfayı ikiye ayırmazsak ya da iki kol/damar olarak görmezsek, bize tevarüs eden (nesilden nesile aktarılan, miras kalan) bişey (bilgi, tecrübe) olmaz. Hafıza : 1. Kişisel hafıza 2. Toplumsal ya da tarihsel hafıza  Kişisel hafıza, kişinin hafızasıdır; toplumsal ya da tarihsel hafıza ise dünden bugüne = bize, gelen bilgi ve tecrübe birikimidir. Bunlar geleneklerle fiilen ve sözlü; kitaplarla da yazılı, yazı yoluyla taşınır. Modern hayat, gelenekleri öldürdü; söz, değerini yitirdi, onun yerini görüntü (görsellik) aldı; yazı yazılıyor ama okunmuyor = okuyan çok az. İnsanlar mesajlarını görüntü ile (fotoğraf, video, film/sinema vb.) veriyor; yazıyı okuyanlar, köklerini arayanlar ve o köklere dayanarak sağlam gelecek kurmak isteyenlerdir. İnsanlık tarihi, aslında bir devamlılığın tarihidir. Hayat, total hayattır; herkes o hayattan bipay alırken =

ÎKÂN

Îkan Kitâb’ın kelime-kavramları arasında bir hiyerarşi kurmak istesek --- ki bizden = içerden biri olmamasına rağmen Japon müsteşrik Toshihiko Izutsu, ‘Kur'ân’ın Temel Kavramları’nda bunu yapmıştı; onun Türkçeye çevrilmiş diğer kitabı da ‘Kur'ân’da Allah ve İnsan’. --- sanırım îkânı/îqanı en tepeye koyabiliriz. Bence îkân/îqan, imandan da üstün bir kavram, hâl.  Kavram, aklın; iman, kalbin; îkân/îqan, “tüm benliğin” eylemi/işidir. Akıl, kavramdan varlığa; varlıktan Var Eden’e, iman olmadan geçemez.   Düşünen adam, şeyleri zihinsel olarak kavramaya çalışan adam; inanan adam, şeylerin tesadüfî olmadığına, onları, Bir’inin yarattığına inanan adam; îkâna/îqana eren (erişen) adam, tüm benliği ile O’na kendini teslim eden ve O’na güvenen (= inanan) adamdır. Bu kavram (îkân/îqan), Kitâb’ta türevleri ile birlikte 28 yerde geçer; yakîn/yaqîn de aynı kelime. Kelime, “içinde zerre kadar şüphe barındırmayan bilme = inanma” demektir; tersi, rayb = şek/şüphe, kuşkudur. Beni en çook korkutan

AHÂDİYET

Ahâdiyyet Ahâdiyet, çiftliği, çift kutupluluğu kabul etmeyen. Sadece Allah Ehad’dir. O’nda iç-dış, öz-kabuk, cevher-âraz, madde-mâ’nâ, gibi şeyler yoktur. O, içerden ve dışardan “bölünemez”!. O, Samed’dir.

ÇİFT KUTUPLULUK

Çiftkutupluluk Mıknatıs gibi. Mıknatısın bizim gibi (her şey gibi) iki kutbu vardır; artı (+) ve eksi (-). İyi ve kötü = Taqvâ ve fücur.  Aynı kutuplar birbirini çeker; zıt kutuplar da iter. Kötü, kötüyü; iyi, iyiyi çeker; kötü, iyiyi; iyi, kötüyü iter. Zıt (kötü) kutbun itişi = itiş gücü, “nisbîdir”! ve “zayıftır.” İçimizdeki kötülükler, özde değil kabuktadır; özde = fıtratta yine iyilik vardır. Kötüye, içerden ve dışardan “baskı” = “güç” uygulanırsa o “kötü kabuk” kırılır.  Şeytanın gücü zayıftır. İçimizdeki ve dışımızdaki iyilikleri “öldürürsek”, içimiz dışımız kötü olur. Tüm iyilikler, dışardaki iyilikleri; tüm ibadetler de içerdeki iyilikleri güçlendirmek içindir; tersi de geçerlidir. Ötede, bizdeki “çiftkutupluluk” kaybolacak, kötülerle iyiler ayrılacaktır. 

MÜŞKİL

Müşkil (مشكل) Müşkil, sorunlu, aynı zamanda öyle ya da böyle = bişekilde bişekil almış (şey) demek; meşgul ile karıştırmayalım; meşgul, bişeyle meşgul olan, uğraşan kişi anlamındadır. Önce şekil yâni sûret.  Sûret, felsefenin şeyleri anlamak için “uydurduğu”! bişeydir. Felsefe (ve de bilim), şeyleri (varlıkları) “anlamak” için böler, parçalar. Fakülte, bölüm, anabilim dalları, alan uzmanlıkları bu bölünmeyi ifâde eder. Şeyleri “bölmeden” bilemeyiz; bölsek de yine bilemeyiz; bölünce de onları tekrar toplayamayız. Aslında şeyler, parçalı  (eksik) varlıklardır. Yap-boz oyunu oynadınız mı bilmem. Çocukken A4 kâğıdı büyüklüğündeki yap-bozları, bozar-yapardık. Onların şekillerini bilmeden, bozulmuş “bir şekilde!” elimize verilseydi; yapmaya kalksaydık, yapabilir miydik? Küçük yap-bozlardaki şekilleri (= tümü) bildiğimiz için, parçaları bir araya getirerek yapıyoruz; şekil büyüyünce zorlanıyoruz. Ya!, şekli çook büyütsek ve o şeklin tümünü (= ne olduğunu) bilmesek!. Varlık (= kâinat), bilmedi

HAVA

Hafif (latîf) olduğu için küçümsediğimiz “en değerli” şeydir hava; büyük nimettir ama onun değerini bilemiyoruz. Havanın bize ilişkin yanı nefes/soluktur. İki dakika nefes alamasak = havasız kalsak, ölürüz. Paraya (paranın aldığı şeylere) değer verdiğimizin milyonda birini havaya vermiyoruz, havayı kirletiyoruz. Hava da paralı olsa ne yaparız?!. Kapitalizm, “hava parasını” icat etti; elinden gelse havayı da su gibi paketleyip satacak!. Havayı küçümsediğimizden, onu boş ve anlamsız söz, fiyakalı davranış için de kullanıyoruz; ‘hava sıkıyor’, ‘hava atıyor’ diyoruz; havaya eklediğimiz o kadar çok deyim var ki!.. Sözlerimizin “hava kadar” değeri olsa daha ne isteriz!; gerçi havanın değerini bilmeyen, sözlerin de değerini bilmiyor. Havanın Arapçası : Hevâ (هوى) ya da (هواء); esinti demek; “ilâhehu hevâ”daki hava. Burada “çook karmaşık”! bir durum var!. Necm Sûresi ilk âyette de aynı kelime (هوى) geçer. Oradaki kullanım, bildiğimiz hevâya = boş ve anlamsız arzuya (keyfe, ilâhehu hevâya) uyma

ABD

Abd, hem köle hem kul demek. İnsanî düzeyde köle; dinî düzeyde kul. Dil, havada oluşmaz; onun hayatta bir karşılığı vardır; Arapça = Arap dili de böyle. Araplar, insanî = toplumsal düzeyde hiçbişeyi olmayan, birine bağlı olarak yaşayan ve ona hizmet eden kişiye abd = köle derler; kölelik, Araplarda yaygındır; köle, sahibinin mülküdür; onun (kölenin) hiçbir mülkü yoktur, alınır ve satılır. Rabbimiz (Sahibimiz) karşısındaki durumumuz da aynıdır. Abd, Rabbinin “kölesidir” ama bu kölelik, insanî kölelik gibi değildir. Allah, kullarına mülk verir, özgürlük verir; O, köle sahipleri gibi insafsız ve merhametsiz değildir; amma!, kul, bu durumu “istismar” eder/edebilir; O’nun verdiği mülkü benimseyebilir = kendini “bişey!” sanabilir... Aslında ve en nihayetinde mülk Allah’ın olduğu gibi “ASIL BENLİK” de Allah’ındır. Hadis olduğu söylenen, kuvvetle muhtemel hadis olan ve o hadiste geçen şu ifâde, “vucudike zenbike = kendine bi mevcudiyet = varlık = benlik/kimlik vermen, günah olarak sana yeter.”

ÖZDEŞLİK

Basit bir dilbilgisi kuralıdır, isim tamlamalarında (izâfette) tamlanan ile tamlayan (muzâf ile muzâfun ileyh) “aynı” değildir. “Ali’nin arabası” dendiğinde, araba Ali’nindir ama, araba Ali değildir. Bu, somut şeyler için de, yarı-somut, yarı-soyut şeyler için de, tam soyut şeyler için de geçerlidir. “Ali’nin yazısı”, yarı-somut, yarı-soyut şey için; “Allah’ın İsmi ya da Allah Bilgisi (= Allah’ın Bilgisi)” de tam soyut  “şey” için örnek verilebilir. Bu kadar basit dilbigisi kuralını bilmeden “eleştiri” yapmak, cesaret değil cahilliktir. “Allah’ın İsmi ya da Allah Bilgisi (Allah’ın Bilgisi)”, “Allah’ın Kendisi” ile “özdeş” değil. Bu “eleştiriye”! cevabım bu. Eleştiri için “asgari düzeyde de olsa” bir “temel bilgi” gerekli. Vahdet-i Vücudcular da bu hataya düşmüşlerdir. Benim en fazla “yumruk/salvo” yediğim, haksız eleştiri aldığım konu bu. Bu yumruklar = salvolar bende bir sarsıntı yapmıyor biline!.

BİLGİ

Bişey hakkında bilgimiz varsa, o şey bizim için vardır. Elimdekinin telefon olduğunu ve ne işe yaradığını bilmesem, ‘benim için’! telefon var mıdır? Yoktur. Mogadişu’nun ücra bir köyündeki biadam için, akıllı telefon nedir, o adama akıllı telefon hediye etsek, o adamda ve o ülkede (dışsal = telekominikasyon ve içsel = telefon bilgisi) “alt-yapısı” yoksa, bunun bianlamı olabilir mi? (Niye Mogadişu? Burada çook Somalili var, belki ondan; zihin, derinden bişeyler çıkarıyor; hiçbir art niyet/kasıt yok.) Bianlamı varsa bile bu, biişe yarar mı? Var olan şey (varlık), biişe yarayan şeydir; biişe yaraması için var edilir; oyun oynamak için değil. (Telefonlarla, bilgisayarlara oyun oynayanlara duyurulur.) Buradan, ‘bilmediğimiz şeylerin varlığının bianlamı olmaz.’ anlamı çıkar mı? Çıkar da, bilgi de bir oyun olarak görülürse bu anlam biişe yaramaz. Bilgi, bilinenin hakkını vermedir. Rabbimizi “tam” bilemediğimiz için (!) O’nun hakkını “tam” veremiyoruz = “ve mâ kaderullahe haqqa kadrihî...” (39

3T

 3T = Taakkul, Tasavvur ve Tasdik Taakkul, akletme, bişey/mesele hakkında akıl yürütme. Tasavvur, hayal etme, o şeyin suretini hayalde canlı kılma/canlandırma.  Tasdik, aklettiklerimizi ve hayal ettiklerimizi doğrulama, onların varlığına inanma.  Gördüklerimizi hayal etmeyiz. Hayal ettiğimiz şeyler, görmediklerimiz, şu ân elimizde, yanımızda olmayan şeylerdir. ... Allah’ın Varlığını tasdik ediyoruz. O’nu görüyor muyuz; görmeden hayal etmiyor muyuz? Ediyoruz da O, (bilgiye de = akla da) hayale de gelmiyor = sığmıyor. O zaman “Tanrı Tasavvuru’ denilen şey ne?!. “Ene ınde zanne abdî bî. = Ben kulumun zannı üzereyim.” “Kulum Beni nasıl zann = tasavvur ederse, Ben öyleyim/oyum.” (Buhari, Tevhid, 15.) ne demek? Tasavvur, belli = sağlam temellere dayalı bilgiye dayanmazsa = Allah hakkında “amorf” bir şeye = tasavvura (bilgiye değil) dönüşür, ulaşırız. Bilgi, bilinen; tasavvur, hayal edilen demek. Bilgi, tasavvurdan oluşur diyen de var; tasavvur, bilgiden oluşur diyen de var; bence ikisi birbi

BEDENİMİZ

Niyetlerimiz, duygu, düşünce, bilgi, sezgi, hayal, hatta imanımız içimizse; dışımız da bedenimiz. Bedenimiz, bizim şeklimiz.  Niyetlerimiz, duygu, düşünce, bilgi, sezgi, hayal, hatta imanımız, bâtın = görünmeyen yanımız; bedenimiz de zâhir = görünen tarafımız.  Niyetlerimizi, duygu, düşünce, bilgi, sezgi, hayal, hatta imanımızı bedenimizle, bedenimizle yaptığımız davranışlarımızla gösteriyoruz. Bedenimizi biz, aynaya bakınca; başkaları da bizi, bedenimize bakınca görüyor. = Ayna, bize beden; bedenimiz, başkalarına ayna oluyor; bedenimizden, bedenimizle işlediğimiz davranışlarımız sayesinde içimizi (duygu ve düşüncelerimizi) görüyor. Beden, davranışlarımızın, o davranışlarımızın arkasındaki niyetlerimizin, duygu, düşünce, bilgi, sezgi, hayal ve imanımızın aynası; bedensiz bunları gösteremiyoruz. Beden bizim atımız; ona binerek geziyoruz; onu, binmek için besliyoruz. Onu beslemez, aç bırakırsak, ona bakmazsak, hiç biiş yapamayız. Davranışlarımız olmasa beden kapalı bir kutu, küp gibidir;

SİNEK

Sinek, gözümüzde küçülttüğümüz en küçük canlı. Kendimizi dev aynasında görünce, karşımızdaki kişiyi, “sinek gibi” görürüz. Niye böyle bir başlık attım? Kitâb, Bakara, 26’de sivrisineği, ondan daha küçüğünü (بعوضة) ve Hacc, 73’de de sineği (ذباب) örnek verir; Bakara, 26’da, “bu örneği vermekten çekinmeyeceğini” söyler. Sizce neden? Hem küçük hem büyük şeylerin O’nun eseri ve mükemmel olduklarını söylemek için mi?!. O da var ama tam o değil. İnsanları “düşünmeye” ve “inanmaya” davet etmek için. Küçük-büyük her şeyde, O’nun mükemmel sanatını görün de, O’ndan başkasına kulluk etmeyin diye. Hacc, 73’deki örnek de O’ndan başkasına/başkalarına kulluk edenlerin âciz hâlini gözler önüne serer. Der ki : “Ey İnsanlar!, Allah’tan başka taptıklarınız, bir sineği bile yaratamazlar; sinek onlardan bişey kapsa, onu bile kurtaramazlar.” Modern bilim ve teknoloji o kadar gelişmiş olmasına rağmen, “bisinek” yaratabiliyor mu? Dolly aklınıza gelmesin, o, klonlama. Bisinek, covid benzeri bivirüsle tüm tekno

CEVHER ve ÂRAZ

Konu, felsefenin "en baba" konularından; bu konuya derinlemesine = bodoslama girmeyeceğim, sadece konu üzerinde kısaca duracağım. Varlıkta = var olanlarda bu iki özellik de (cevher de âraz da) bulunur. Bizim dış dünyada gördüklerimiz ârazlardır. Şu ân elimdeki telefonun ekranına bakıyorum, tuşlarına dokunarak bu yazıyı yazıyorum. Gördüğüm şey, camdan bir şekil; dokunduğum şeyler, klavyedeki işaretler... telefonun kendisi değiller; telefonun kendisi neyse o, onun cevheri. (Âraz, ârızî olan; cevher, zâtî olan. Varlıklara zât verme, onları yaratmadır.) Gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız her şey, ârazdır (yaratılmıştır), ârızî bir görüntüdür; onların cevherini akıl idrak eder = etmeye gayret eder; oradan = onlardan “TEK BİR CEVHERE” gider... Bu, “... küllü şeyin héliqun illâ Vech/eh... her şey helâk olucu, “O’nun Yüzü” hariç...” (28/88.) âyetinin tefsiri/yorumu gibidir. Felsefenin varlık ve mâhiyet ayrımı, mutlak varlık, mümkün varlık, mümtenî varlık t

SU ve ATEŞ

Su ve Ateş Bu ikisinin her şeye, hayata ve insana faydalarından söz etmeyeceğim; sadece “temizleyici” özelliklerinden söz edeceğim. Suyun temizleyici olduğunu biliyoruz; pekiî ateş, nasıl temizler?!. Suyun temizleyemediğini ateş temizler. Kirli suyu ateşte kaynatarak temizleriz, değil mi? Kitâb = Din, su gibidir; ‘O Suyun” temizleyemediklerini ateş (cehennem) temizler/temizleyecek. Su, hayattır, çoook yumuşak, çoook şeffaf, çoook merhametlidir!. Suyu kirletmeyelim; kirli suyu ateş temizliyor. İlâhî Suya (Kur'ân’a) ateş değmez/dokunmaz; O, hep mutahhardır = temizdir; Ona ancak “mutahhar olanlar” dokunabilir = “lâ yemessuhû illel mutahharûn.” (56/79.) Ona dokunanlar, Onu kirletemez; O, herkesi temizler. Ona dokunduğu (Onu okudukları) hâlde, kirlerini/pisliklerini temizleyemeyenleri ateş (cehennem) temizleyecek ama o ateş, onları (= suyla temizlenemeyenleri), suyun temizlediği gibi yumuşak, merhametli ve acısız temizlemeyecek!.

BİR DUÂ ve ŞERHİ

Duâ şu : “Allah zihin açıklığı versin.” Bu duâ ile, duâ ettiğimiz kişi için Allah’tan isteğimiz : Zihin açıklığı. Zihnin açıklığı ya da açık zihin ne demek; zıttı kapalı zihin ya da zihnin kapalı olması mı ya da zihnin çalışıp-çalışmaması mı? İkinciden başlayayım. Çalışmayan zihin için pekbişey söylenemez; o, ya yoktur ya da bozuktur. Çalışan zihin, Kendiliğinden mi çalışır (bununla kendi gücünü = enerjisini kendi içinden mi temin eder demek istedim), yoksa onu dışardan bibaşkası mı çalıştırır? (Bu büyük bir soru, bunu burada açamam/açıklayamam; kısmen değineceğim.) Tanrı dışında hiçbir şey, ilelebet kendi enerjisini sağlayamaz; hep dışa = bibaşkasına bağımlı/muhtaç yaşar. (Entropi yasası) Arabanızın deposuna yakıt koymayın; yemek yemeyin, hava almayın, vb. da, ne olacağını bigörün!. Zihin de verilerini ve yakıtını “dışardan” alır. Beş duyu ile algıladıklarımız zihne bilgi verisi olur; yiyip-içtiklerimizin %20-25’i sırf beyne yakıt/güç olur. Beden ağırlığının %2’sini oluşturan beyin, ç

DÜNYALAR

Yaşadığımız dünyadan başka bir dünya mı var?!. Yok. Fizikî anlamdaki öteki dünyaların adı Merkür, Venüs, Mars vs.; âhireti ise bilmiyoruz; olduğuna, olacağına inanıyoruz ama ben bu yazıyı, “içinde yaşadığımız bu dünya içindeki dünyalar” için kaleme alacağım. Fizikî anlamda ‘aynı dünyada’ yaşadığımız hâlde, kimi insanlar ma’nen başka dünyalarda yaşarlar; “onlar, aynı dünyanın insanları değil.” sözü, bunu ifâde eder. Bu nasıl olur? Bu, ma’nen, bu dünyanın hem “üstünde” hem “altında” yaşamakla olur. Üstünde yaşayanlar, bedenen bu fizik dünyada olsalar da zihnen = fikren ve kalben başka dünyalarda “melekler gibi!” yaşarlar.  Altında yaşayanlar da “hayvanlar gibi” yaşarlar; bazılarının hayvanlardan daha da aşağı yaşadığını Kitâb söyler, onlara “bel hüm edal” der.  Onlar, akıllarını kullanmayan, utanmayan, kural ve sınır tanımayan, rezil insanlardır; Kitâb, onların “bayağı/basit, rezil ve pislik içinde = rics” yaşadıklarını söyler. (10/Yunus, 100.) Hayvanlarda akıl ve utanma (= ahlâk) yoktur

ZAMANLA BİLECEĞİZ!.

Şimdi bilmiyoruz, belki de bilmek istemiyoruz ama elbet “bir gün” bileceğiz. Sizce, Herkes ne olacağını biliyor mu? Hz. Mûsâ, sarayda büyüyeceğini, Hz. Şuayb gibi birinin yanında yetişeceğini (Hz. Şuayb’in bir Peygamber olduğunu) ve Tûr’da Kendisine Elçilik = Peygamberlik verileceğini (Rabbi ile görüşeceğini) biliyor muydu?!. Hz. Muhammed, 25-30 yaşlarında Kendisine “görev verileceğini” biliyor muydu?!. Bence bilmiyorlardı. Verilince öğrendiler ama “bildim” demediler, Kendilerine “verilen görevleri” yerine getirdiler. Bilme, bir görev verme idi, kuru zihinsel = felsefî bir faaliyet değil; inanmanın bir “kanaat” olmadığı gibi. Her şey gibi, “bilme” de bir nasip işi; ama o “nasib” durup dururken gelmiyor; bilmek için, teorik ve pratik çaba/lar (kesb/ler) sarf etmek gerekiyor; o kesbi (çabayı) sarf etmeden (bişey) bilinemiyor. Bilinemeyince de ‘şeylerin ne olduğu’ fark edilemiyor, oradan da o şeyleri var Eden’e varılamıyor = O’na inanılamıyor. ‘İnanmanın bilme ile ilgisi yok.’ diyenler, y

SOMUTTAN SOYUTA

Siz buna ‘puttan ilâha’ da diyebilirsiniz; ben de buraya geleceğim. Somut, gözle görülen, duyu organları ile algılanan şeyler için; soyut da akledilen ve inanılan şeyler için kullanılır.  Duyuların (duyu organlarının) yapıları da kendi aralarında hiyerarşiktir. Dokunma, tatma ve (kafa gözü ile) görme, duyuların en somut olanları, koklama ve duyma/işitme çook daha az somut olanları, soyuta yaklaşanlarıdır. Koklama ve duyma/işitme duyusu gelişmiş olanların, akletme güçleri çabuk gelişir... Dinler Tarihi bu sürecin izini sürer. Bizde, İlâhiyatlarda okutulan Dinler Tarihi “ayrıntıda boğulur”; Dinler Tarihin varması gereken son-nihâî nokta, insanoğlunun muhayyilesindeki, tasavvurundaki “Tanrı’nın Tarihi” olmalıdır.  (Önceleri bir rahibe olan, sonra deizme dönen ve Dinler Tarihi ile ilgilenen İngiliz yazar, Karen Armstrong’un yazdığı ‘Tanrı’nın Tarihi’ kitabı bu gözle okunmalıdır.) İlk/el insanlar, Tanrı’yı bir puta dönüştürmüşler, putların sayısını çoğaltmışlar, çeşitlendirmişler, neredeyse

İMAN, İNKÂR ve AMEL

Bu yaşlı dünya, adı  Ali, Veli, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma, John, Hans, Marry, ... olan ne insanları öğüttü; öğünmek için sıra bekleyen milyarlarca insan var. İsimleri aynı (Ali, Veli, Ayşe, Fatma, Hans, Marry) olan ama “kendileri” farklı olan bunca insanı, farklı yapan “sûretleri” değil amelleri. Sûret, bedendir; toprak/dünya o bedeni yutar, öğütür. Biz geride kalanlar = sıra bekleyenler, mezarlarla o bedenleri kalıcı kılmaya çalışsak da, 300-500-1000 yıl sonra o mezarlar da öğütülüyor. Öğünmeyen, kalıcı olan, iyi ya da kötü amellerimizdir. İyi amel, imanın; kötü amel, inkârın meyvesidir; ikisi de bozulmaz ve ölmez.  İnsanlık tarihi, iyi amelin sahibini de kötü amelin sahibini de yazıyor, unutmuyor; birini iyi, ötekini kötü olarak hatırlıyor. Herkesin her ameli yazılıyor, onları biz burada okuyamıyoruz; burada okuduklarımız, iyiliğe ve kötülüğe önderlik edenlerin amellerinin bir kısmı; hepsi ötede okunacak.  Kirâm-en Katibîn ya da Mukarrebûn Melekleri hiçbir şeyi eksik bırakmadan yaz

BİR MODEL DENEMESİ

Bu deneme bir kuram; adı da 3H. Holistik, Helezonik ve Holografik Kuram. Holizm, bütüncül bakışı; helezon, aşağı ve yukarı sürekli genişleyen katmanlı oluşu; hologram da bişeyde her şeyin bilgisinin oluşunu ifâde eder. Holistik bakış, (Tanrı’dan başka)! “dışarda” hiçbir şey bırakmaz. Helezon, şeyleri katmanlı, çook boyutlu ve dereceli görür. Bu helezonu iki ucu açık, orta noktası boğumlu, sürekli genişleyen ve kum saatine benzeyen bir yay gibi hayal edin. Bu helezonun en dar noktası = boğumu, dünya ve içindekileri kapsar; diğer yaylar da başka dünyaları. Aslında dünyaya içerden bakınca, dünyanın içindekiler (her şey) de bir helezonik yapı arz eder. Dünya hayatı, doğumla ölüm arasındaki düz bir çizgidir; bu çizgiyi çocuklukla ihtiyarlık = ecel büker/büküyor, sonunda bu çizgi bir yaya benzer; kişi, iki ucun birleştiği yerden amellerine göre aşağıya da düşebiliyor, yukarıya da çıkabiliyor. Bu çıkış ya da düşüş, çizgideki güç ve ivmeye = amellerin iyi ya da kötü oluşuna bağlıdır. Hiçbir am

CEZBE

Cezbe Çekim. İstiğrak. Çeken “Ne” ise, “O/onun” için heyecan duyma ve “O/o şey” için kendini kaybetme; en hafif tabiri ile “O/onun” câzibesine kapılma. Câzibe de aynı kök; Ç/çeken’deki çekici/lik, alımlılık, albeni anlamında; genelde “kadınlar”! için kullanılır. Aslında her şeyin, kişiye göre değişen bir câzibesi vardır. Son model bir araba da çoğu kimseye câzip gelir; ucuz ve manzaralı bir eve/evin fiyatına da câzip denir. Dünya yaşamı da çoğumuza âhiret yaşamından daha câziptir. Bazılarına ilim, iyilik gibi soyut şeyler câzip gelir ama bunların kimin için = Bir Tek Kişi için yapıldığı bilinmezse, her biri başlı başına bir câzibeye dönüşebilir; o zaman “câzibelerin adedi” artar ve ‘istikâmet = kıble” kaybolur, Tevhîd bozulur.  Sadece Mü’mine, âhiret yaşamı dünya yaşamından daha câzip görünür. O hoşnut olursa, kulunu da hoşnut eder düşüncesi ile “En Câzib” olduğu söylenen de “Rızâ-i Bârî”dir, denir. (Bârî : Yaratıcı; Rıza : Hoşnutluktur) Cezbeyi ağırlıklı olarak tasavvuf kullanır. Tasa

HADİS-Ü MÛSÂ

Hadis-ü Mûsâ = Mûsâ’nın Hâdisesi, Kıssası, Haberi, Hikâyesi. Herkesin bir hikâyesi vardır ama herkesin hikâyesi yazılmaz ve anlatılmaz. İbret alınacak kişilerin hikâyeleri yazılır, anlatılır. Bu hikâyeler, olumlu da olabilir, olumsuz da. Peygamberlerin Hikâyeleri olumlu; Nemrut, Firavun, Bahçe Sahipleri gibi kişilerin hikâyesi olumsuzdur. Bunlara Kitâb, kıssa, haber/nebe, hadis/e der. Burada ben Mûsâ’nın Hâdis’inden = “Hâdis-ü Mûsâ’dan” söz etmeyeceğim, sadece çook özet bilgi vereceğim; esasen Hadis kelimesine/kavramına değineceğim. Daha önce kısaca değindiğimi hatırlıyorum (10 Mayıs 2022 WhatsApp). Bu yazı, o yazıyı biraz daha destekleyen bir yazı olacak; ikisi birlikte okunursa daha açıklayıcı olur. Hadis, söz; hâdise olay (hikâye) demek. 39/Zümer 23, Biz en güzel Sözü = Hadisi Kitâb olarak indirdik = “... nezzele ahsenel hadîsi Kitâb’en müteşâbihen mesânî...” der. 20/Tâ-Hâ 9, 79/Nâziât, 15, “hel etâke hadisü Mûsâ.”; 88/Ğâşiye, 1, “hel etâke hadisül ğâşiye.” der. Hadîs kelimesi Kitâb

KONUŞMA ve NİYET

Konuşmanın düzeyini niyet belirler. Tek taraflı konuşmaya, tek kişinin konuşmasına monolog; karşılıklı konuşmaya diyalog denir. Bu iki kavram Fransızcadan alınma tiyatro terimleridir. Aslında konuşma, muhatap konuşsun ya da konuşmasın (dinliyor/lar/sa) en az iki veya ikiden çok kişi arasında olur.  Konuşmada, konuşanın (ve dinleyenlerin) niyeti saf ve temiz olmalı. Niyet bozulursa konuşma münakaşaya (tartışmaya) döner. Münakaşanın (tartışmanın) bir çok türü/çeşidi vardır. Basitten zora : Mukavele : Hem kavilleşme = sözleşme hem söz alıp-verme = sözle atışma. Muhakeme : Hükümde (kararda) anlaşma için tartışma. Haklıyı-haksızı bulmak için hakeme başvurma. Münazara : Karşılıklı olarak düşünceleri öğrenmek için tartışma. Meseleye ikili ve çoklu bakış. Mübâhase : Kişileri (kişilerin görüşlerini) değil bir bahsi/konuyu konuşma, tartışma/k; elbet o bahis konuşulurken kişi, kendi görüşünü söyleyecektir ama mübahasede vurgu kişiye değil bahise/konuyadır. İhticâc da tartışma, görüşme, konuşmadır

ALLAH KORKUSU

"Allah Korkusu" Allah’tan korkulur mu?!. Korkulur. Ama bu korku, karanlıktan korkmak, fakirlikten/aç kalmaktan korkmak, yılandan korkmak, hastalanmaktan/sağlığı kaybetmekten korkmak, ... gibi bir korku mudur?  Hayır. Öyleyse nasıl bir korkudur? O’nun “inâyetinden mahrum kalma/k” korkusudur.  İnâyet nedir? Lütuf, ihsân, iyilik, nimet... O’nun lütfunu, ihsânını, iyiliğini, nimetini bilmeyen, bu lütufları, ihsanları, iyilikleri, nimetleri üzerinde/kendinde hissetmeyen/ler O’ndan korkmaz/lar!; başka şeylerden (yukarda sayılan şeylerden) korkarlar. Yukarda sayılan şeylerden korkulmamalı mı? Elbet korkulmalı ama bu korkular, Allah’tan korkunca belli bir süre sonra “izâle” olmalı, terk edilmeli; bu konularda Allah’a güvenilmeli = âminînlerden (güvende olanlardan = mü’minlerden) olunmalı. Nasıl?  Örneği Kasas Sûresi 31. âyetten vereyim. Hz. Mûsâ, Tûr’da, Tûvâ Vâdisinde Rabbi ile “konuştuğunda”, Rabbi Ona : “elindeki âsayı at!.” dedi, O da attı. Âsa, (âdetâ bir) yılana dönüştü = “keen

TRANSFER

Transfer deyince ilk aklımıza gelen, bi futbolcunun bi takımdan başka bi takıma ücret karşılığı geçmesi; oysa benim yazımın bununla bir alâkası olmayacak; ben okuma konusundaki transferden söz etmeye çalışacağım. Her kitap ölü bir metindir, yazarın düşüncesi o satırlarda “ölü gibi” durur; okur, o metni okuyarak canlandırır ve kendi zihnine taşır. İlâhî Kitâb da Hitab da böyledir. O Kitab/Hitab, Hayy-ul Kayyûm (Ölmez Diri) Olan Allah'tan en büyük meleği Cebrâil aracılığı ile Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kalbine (zihnine) kanlı-canlı indiği ânda canlanmıştır; daha sonra (Mushâf hâline gelince, yazılı formata dönünce) o “canlılığını kaybetmiş/ölmüş! ve susmuştur”; bizler tekrar Onu okuyarak “canlandırıyoruz”. Bu, bence iki şekilde mümkün olur : 1. Hz. Muhammed’in hayatı ile Kur'ân’ın mesajlarını (âyetlerini) beraber okuyarak, çünkü O’nun hayatı Kur'ân’dır; en doğru okuma da budur. 2. O’nun hayatını bilmesek/bilemesek bile Kitab’taki (Hitab’taki) muhataplık ilişkisini silsile y

BAĞLAM ve ANLAM

Bağlam, siyak-sibak; anlam, mâ’nâ. Sözde (yazıda = cümlede, hatta davranışta) bağlam, sözün (davranışın) önüyle arkasıyla alâkalıdır; anlamı bağlam etkiler; henüz belirler diyemiyorum. Bir sözü bağlamından kopararak alıp paylaşmak, çoğu zaman, o sözü anlamından koparır; bu söz Kitâbî/Kur'ânî bir Söz (âyet) de olsa. Kur'ân’ın bağlamı (= bütünsel anlamı) bilinmeden, Kur'ân’dan bir Sözü alıntılamak ve paylaşmak iyi niyetli bir çaba olsa da her zaman yerini bulamayabilir, doğru olmayabilir. Hele bu söz, bizim gibi fânîlerin bir sözü ise, işler daha da karmaşıklaşır. Bir söz, "toplam düşünce havuzundan" çıkar, o havuzla bağlantılıdır. Kur'ân’ın bağlamı öne (istikbâle) de gider, geriye (tarihe) de; Kur'ân’ı her okuyuş, şimdide/ânda olan bir okuyuştur; Kur'ân, dünde ve gelecekte okunmaz; her okuyuş, yeni bir okuyuştur, Kur’ân, (kelime anlamıyla) zaten bu demektir. Kur’ân’da anlam, bağlamdan; bağlam da anlamdan kopuk = ayrı değildir. Allah-u A'lem anlam, “

SABİT, SEBAT ve TEREDDÎ

Sebat : Kararlılık. Azim. Sözünde, davranışında ve kararında ısrar. Sěbite. Sabit ve sağlam durma da aynı kök : Sebbete (ثبت). Sâbite, sabitliği, durgunluğu, biyerde hareketsiz durmayı çağrıştırırken; sebat, hareketliliği ve istikrarı çağrıştırır. 14/İbrâhim, 27. âyet : “Allah, iman edenleri dünya hayatında da ahirette de ‘sapasağlam bir söz’ (kavl-i sébit) üzerinde tutar. Allah, zalim olanları saptırır. Allah dilediğini yapar.” يُثَبِّتُ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللّهُ مَا يَشَاء Yüsebbit ve Kavl-i Sébit. Kavl-i Sébit’te sabit tutma ya da Kavl-i Sébit’te sebat ettirme. Fâil Allah. Bu Sebbete’ye sabit tutma anlamı verirsek, aynı hâlde bırakma = durma ve tutma; sebat ettirme anlamı verirsek, istikrar = kararlılık ve belirlilik içindeki hareketlilik = canlılık nispet etmiş oluruz. Bence kelimede iki anlam da vardır. Kimi ‘O Kelime’ye = Kavl-i Sébit’e (Kelime-i Şehâdet) inanır, aynı

OTORİTE PROBLEMİ

Otorite, Latince bir kelime, autorite/autority. Auto (author), söz söyleme yetkisini elinde bulunduran kişi ya da yazar demek; rithe, rit/e ise, kutsal âyin, tören. Otorite, kutsal işleri (meseleleri) ve âyinleri yöneten, bu işler hakkında söz söyleme hakkını elinde bulunduran kişi ya da kişiler (konsül, meclis vb.) demektir. Günümüzde seküler anlamıyla bu kelime siyasî son karar mercî anlamında. Seküler dünya bu kelimeyi dinden transfer etmiştir; dil ve dilin kelimeleri bidâyette aynı anlam havuzundan (din havuzdan) neşet eder; bu kelimelerin lafızları, içerikleri ve kapsamları (içlem ve kaplamları)  değişse/farklılaşsa da kök anlamları (asıl bağlamları) aynı yere işaret eder, varır, dayanır. Dinde nihaî otorite, İlâh’tır = “Lâ ilâhe illâ Allah.” İlâh, otoritesini kime, nasıl paylaştıracağına Kendi karar verir; Meleklerine ve Peygamberlerine bir nevî “yetki devreder”, bu yetkisini de istediği zaman geri alır. ‘Tamamen Kendi kullanır, hiç kimseye “yetki” devretmez.’ dersem, hayat ve ak

İNSAN-I KÂMİL

Bu tamlamayı Efendimiz için ağırlıklı olarak tasavvuf kullanır; kullanır ama bazen "Nûr-u Muhammedî" anlayışı ile, ona mükemmellik atfederek işi şirâzesinden çıkarır gibi olur.  Nasıl? “O Kâmil’in = Efendimiz’in” de bir insan olduğunu (yaratıldığını) ve “TAM MÜKEMMEL = TANRI” olmadığını unutarak. Yaratılmış hiçbir şey “TAM MÜKEMMEL” değildir; ayrıca her şey de aynı derecede mükemmel değildir. İnsanların = insan türünün en mükemmeli, Efendimizdir; bunda hiiiç şüphe yok. Baktığımızda, bir çiçek de mükemmeldir, insan da, her şey de. İnsanlardaki biyo-kimyasal mekanizma az mı mükemmeldir?!. İnsan-ı Kâmil ile kastedilen mükemmellik, böyle bir mükemmellik değil ama biz (tasavvuf) Efendimizin biyo-kimyasal yapısını da (şemâilini de) bu alana, bu mükemmeliğe dahil ediyoruz... O (Efendimiz), bizim en mükemmelimizdir, önderimizdir; O, kendi kendinin “TAM MÜKEMMEL” olmadığını bildiği için bizi peşine katmış, “TAM MÜKEMMEL’E” (doğru) götürüyor; kendinde “eksiklik”! olduğunu biliyor!.  Ke

TAM ya da MÜKEMMEL

Bişeyin, tam ve mükemmel olması onun hiçbir şeyinin eksik olmaması, bitmesi, her şeyinin tam olması, o şeyin bişeye ihtiyacı olmamasıdır. Böyle bişey olur mu; olursa, adı Tanrı olmaz mı?!. Tanrı, bişeyi tam ve mükemmel yapar ama yaptığı o şey, O’nun gibi olmaz; olursa, O’nun yaptığı her şey O olur.  Bu girizgâhtan sonra esas konum Maide Sûresi 3. âyetteki “el-yevme ekmeltü leküm dineküm ve etmemtü aleyküm ni’metî.” ibaresine geleyim. Âyet, haram olanları sayıyor, hurrimet = haram kılındı diye başlıyor; sûrenin ilk, ikinci, dördüncü ve beşinci âyetlerinde de uhille ve tuhıllu (halle/helâl kılma) fiili kullanılıyor. Din, helâl ve haramların belirlenmesidir. Her dinin helâlleri ve haramları olur/vardır. Allah’a teslimiyet dininin = İslâm’ın helâl ve haramlarını Allah belirler. Bu âyet, “dininizi kemâle erdirdim, size olan ni’metimi tamamladım” diyor. Kemâl de tamam da, mükemmellik formu ile ‘ekmel ve etmem’ şeklinde kullanılıyor. Bişeyin tam ve mükemmel olması, ilk paragrafta söylediğim ş