Kayıtlar

Temmuz, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SÛRET

Sûret : Aslının kopyası. Bişeyin aslı, madde ise, madde sûretsiz olmaz, sûretsiz görünmez; sûret olmasa, madde de olmaz. Öyleyse, madde ne/dir?!. Sûretle görülen, ‘neyse o olan şey’. Madde, materyal değil, heyûlâdır; heyulâ da ne olduğu bilinmeyen bişeydir. Maddeyi, katı, sıvı ve gaz hâline getiren şey de sûrettir. (Surat, yüz, vecih/veche, çehre, demektir.) Aklın maddesi beyindir, sûreti ise yoktur; akıl, maddesiz = gayri maddîdir ama akıl, maddesiz de çalışmaz.  Farâbî’ye göre akıl, İlk Akıl (= İlk Sebep), Faal Akıl, Müstefad Akıl (= BilKuvve Akıl, BilFiil Akıl, BilMeleke Akıl) gibi kategorilere ayrılır. Kant’ta akıl, Saf ve Pratik’tir.  Farâbî : “Müstefad akıl, bir bedene bağlı/bağımlı olmadığından, daha beden ölmeden bile “yüce saadetlere ve âhiret hayatına” kavuşur.” der. (Farabi : Risâle fil Akl. Aktaran : Herbert A. Davidson. Farâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’de Akıl. İstanbul : Litera, s .87.) İnsan, İlk Akıl ve Faal Akıl ile bağ/bağlantı kurarak yaşarsa, aklını doğru kullanmış olur

GÜLME/K

Gülme/k : 1) Sevinme/k, neşelenme/k. 2) Alay etme/k. İnsan dışında hiçbir canlının güldüğüne rastlanılmamıştır. Bu konuda ilk eser, bildiğim kadarıyla Henri Bergson’a aittir. Ama ben, bu bahsi İfk hâdisesi ile ilişkilendireceğim. Hz. Âişe vâlidemiz, Benî Mustalik (Muraysî) Gazvesi dönüşünde, gerdanlığını kaybeder ve biraz gecikir. Onu, Saffan b. Muattal es- Sülemî kervana yetiştirir. Ama bazı kötü niyetliler, bu olayı istismar ederler ve vâlidemize iftira atarlar. Bunların içinde, Hz. Âişe vâlidemizin babası Hz. Ebû Bekir’in yardım ettiği Mistah b. Usâse de vardır. 30-40 gün ciddî sıkıntılar çekilir, vâlidemiz, baba evine gider,  günlerce ağlar... vâlidemizin babası Hz. Ebû Bekir, Mistah b. Usâse’ye yaptığı yardımı keser. Usâse, ‘ben bişey yapmadım, benim bisuçum yok’, dese de; Hz. Ebû Bekir : ‘sen, bu olay anlatılınca gülmedin mi?!’, der... Neticede âyet/ler iner (24/10-25) ve Hz. Âişe’nin suçsuz olduğu anlaşılır, herkes rahatlar. Ama bu olay (hâdise), insanların içindeki duygular

SALÂT, SALAVÂT ve SALÂ (= 3S)

Salât, namaz. Namaz, Farsça. Bu kelime, salât kelimesindeki semantiği maalesef tam karşılayamıyor. Salât, salavât ve salâ kelimeleri birlikte düşünüldüğünde bir bütünlük arz ederler. Salât, Allah’tan destek (yardım) istemek, yardım almak (= namaz, en büyük duâdır); salavât, Allah’tan aldığımız bu yardımı O’nun dininin insanî düzeydeki en mükemmel temsilcisi, insanların en güzel önderi (rehberi) Efendimize destek için kullanmak; salâ, insanları bu desteğe (yardıma) çağırmaktır. (= salâ vermektir.) Namazda okuduğumuz duâlar (= sûreler), özellikle Fâtihâ, (Fâtihâ, aynı zamanda en büyük duâdır. İyyâKe na’budu ve iyyaKe neste’în), sadece Allah’tan yardım isteme değil de nedir?!. O’nun yardımı olmazsa, O’ndan yardım almazsak, biz ne yapabiliriz ki?!. İşte alınan bu yardımı O’nun Elçisi ve O’nun dini için kullanmak, salavât (getirmek!); bizim gibi diğer insanları bu iş için güç birliğine = yardıma çağırmak da salâdır.  Abdest (vudû’), Huzûr’da/n yardım almak, güç toplamak, şarj olmak için mad

BİRİKTİRME

Biriktirme, birikim = mülk sahibi olma. Bu, maddî şeylerin birikimi ise biz ona zengin/lik; ilmî şeylerin bir birikimi ise âlim/lik diyoruz. Her şeye sahip olunamaz, bu kesin. Üç-beş evimiz olsa, birinde oturur, öbürlerini kiraya veririz. Ankara’daki (tüm dünyadaki) ev ve işyerlerine sahip olsak, onları kiraya verebileceğimiz birileri olmasa, bu kadar ev ve işyeri neyimize yarar?!. İlim de böyledir. Malı ve ilmi kiraya verenler, doymak bilmez oburlardır; onlar, daha çok malım ve ilmin olsun isterler. Sonunda ne yaşanır?!. Ölüm gelir ve büyüüük bir pişmanlık yaşanır. En iyisi, vermek; olabiliyorsa! insanları onlardan ücretsiz yararlandırmak; din buna Allah Rızası diyor.  Mülk, Allah’ın. Biz de bu mülkün içindeyiz. Allah, bu kâinatı (= mülkü) niye yarattı?!, diye soranlara şu soruyu sormak lâzım. Allah dışında kimse olmasa, bu mülk niye yarardı?!. Allah’ın mülke (hiçbir şeye) ihtiyacı yok ki!. Öyleyse, mülkün, içinde de bizlerin var edilmesi = yaratılması, bizim mülk sahibi olmamız değil

GÖRÜNÜŞ = FENOMEN

Bu görünüş, oluş ve yaratma karşılığında kullanılmıştır; karşıtı noumen/on’dur, anlamı da görünmeyen demektir. Şöyle : Elimize boş, beyaz bir kağıt alalım ve o kâğıdın üzerlerindeki iki ayrı yere kalemle iki ayrı nokta koyalım. Bu noktalar, önceden de orada vardılar; bizim yaptığımız şey, onların oradaki varlığını belirginleştirmekten ibaret.  Kâinat da, önceden boş ve bembeyaz bir kâğıt gibiydi, (ortalıkta) hiçbişeyin varlığı görünmüyordu; Yaratıcı, yaratmayla kâinattaki şeyleri  (= her şeyi ve bizleri) belirginleştirdi = görünür kıldı. “Nûn. Vel Kalem-i ve mâ yesturûn...” = Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki, Sen, Rabbinin nimeti sayesinde aslâ bir mecnûn (cinlenmiş biri) olmadın. (68/1-3.) Bu yemin, kâinattaki tüm görünürleri, görülürleri ve görünüşleri (fenomenleri) kapsar; çook büyüüük bir yemindir.

YESRİB'İN MEDÎNE ve BAŞKENT OLMASI

Yesrib = (يثرب), SRB kökünden rahat edilmeyen ve düzensiz; Medîne = (مدينة), DYN = Din kökünden rahat ve düzenli yer anlamında; medeniyet de aynı kök. Zaten düzenin olmadığı yerde medeniyet olmuyor/kurulamıyor, anarşi kol geziyor. Yesrib, hicretle Medîne adını aldı ama onun Medîne olması öyle kolay olmadı. Pekiî, Yesrib’in Medîne olması için neler yapıldı?!. • Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik anlaşması/sözleşmesi = muâhât yapıldı.  • Buna benzer bir anlaşma/sözleşme de diğer topluluklarla yapıldı. = Medîne Vesikası veya Sözleşmesi. O gün Medîne’nin nüfusu yaklaşık 10.000. Bunun %10 ilâ 15’i Müslüman; geri kalanı Yahudi, müşrik ve Hıristiyan. • Şehrin tam merkezine bir karargâh (= Mescid) inşâ edildi ve şehir bu karargâhtan idare edildi. Bu karargâh, hem okul hem de meclisti. • Ticaret âdil hâle getirildi. Pazar = ticaret, Yahudilerin tekelindeydi, bu tekel kırıldı. Mekke, ticaretle; Medîne, hurma başta olmak üzere ziraatle geçinir. • Şehrin mücavir alanı belirlendi ve ala

AB değil, BB

AB’yi biliyorsunuz, Avrupa Birliği. BB ise, son on yılın, aslâ unutulmaması gereken, on büyük olayı, büyük başlıkları = BB. Bunlar : 1) Arap Baharı sonucunda Irak ve Suriye’de yaşanan iç savaş ve oralardan bize kaçan insanların büyük göçü. Bu başlığa, Mısır’da Mürsî’nin idamını ve İslâm dünyasında İhvan’ın bitişini de ekleyebiliriz. 2) Kobani, Hendek olayları ve 35 kişi ile birlikte Yasin Börü’nün öldürülmesi. 3) Kirli din ve siyaset ilişkileri sonucunda yaşanan kumpaslar ve sonunda, 15 Temmuz kalkışması = darbe girişimi, 249 kişinin ölmesi ve 1500’e yakın kişinin yaralanması. 4) Başbakanlık sisteminden Başkanlık sistemine geçilmesi = 16 Nisan 2017 referandumu. 5) Küresel çapta yaşanan pandemi.  6) Geniş çaplı orman yangınları.  7) 6 Şubat’ta yaşanan ve 10 ili vuran büyük Maraş depremi.  8) Yaşadığımız ilk, iki turlu son seçim = 14 ve 28 Mayıs seçimleri ve bu seçimler için harcanan kontrolsüz paralar. 9) Bütün bunların sonucunda yaşanan çook yüksek enflasyon, piyasada

NESNELLİK veya GERÇEKLİK

Bunu kısaca üç aşamada ele alacağım. Bir sözün olgusal/nesnel karşılığını, iki şekilde anlamak lâzımdır diye düşünüyorum. 1) Fizikî karşılık. 2) Zihnî karşılık. Söz, her iki durumsal karşılık için de kullanılır ama her söz, her iki olguya (= bulguya) karşılık gelmez. Olguyu, pozitivist anlamda (olguculuk anlamında) kullanmadım; vâkıa, oluş, gerçekleşme, olma, bulunma, anlamında kullandım. Zihindeki gerçekleşmeler (= düşünmeler, düşünceler) soyut = zihinsel olgulardır; onların her zaman fizîkî bir karşılıkları bulunmaz; bu, 1. (birinci) aşamadır. Bu iddiamı (savımı), Kur'ân’da geçen iki hususla temellendirmek istiyorum. İlki : Zıhar. Nedir zıhar? Kişinin, eşinin sırtını annesinin sırtına benzetmesi ve eşine : artık sen benim annem gibisin, demesi. Söz (= deme/söyleme), her zaman olgusal bir gerçeklik oluşturmaz. İkinci husus da, evlâtlıklarla evlenme (meselesi). Zeyd b. Harîse, Efendimizin evlâtlığı; Zeyneb binti Cahş da Zeyd’in hanımı/karısı ve Efendimizin hala kızı. Zeyneb, bişeki

VAR-LIK

Varlığın dînî (Arapçadaki) karşılığı âlem. Dinde varlık (= âlem) ikiye ayrılır  : Gayb âlemi ve Şehâdet âlemi. Şehâdet âlemi, “gözle görülen/görülebilen” âlem; gayb âlemi, “gözle görülemeyen” âlemdir. Gözle görülen âlemi “cisimler” oluşturur; cisimlerin çoğu da tikellerden oluşur; gayb âlemi ise, tümellerin âlemidir. Felsefede varlıklar : • Dışta/dış dünyada bir varlığı görülen/bulunanlar, • Zihinde bir varlığı görülen/bulunanlar; diye kabaca ikiye ayrılır. (Yazıda veya resimde, sûret olarak bulunanlar da birer varlıktır. Matematik ve Sanat bu alana girer; vs.) Felsefedeki (ve kelâmdaki = Eş’arî ekol) bir grup, tümellerin varlığını sadece zihinde (dilde, isimlerde ve kavramlarda) görürler; bunlara “nominalistler” denir. Böyle olunca da, gayb âlemi (ve de Allah’ın görülmesi)  (= ilâ rabbihâ nâzıra/h, 75/23) meselesine sadece “zihnî = aklî” yaklaşırlar ve nazar (= nâzıra/h), aklî bilgidir = nazariyedir, derler. Bu anlayış = biliş, gerek gaybın, gerekse de Allah’ın, dış dünyada “somut

MUTLAK-LIK

Mutlak, kesin, kat’î, tam, eksiksiz, kayıtsız-şartsız. Mutlaklık ise, bu hâllerin bir kimsede (ya da bir şeyde) bulunması hâli. Mutlaklık hâlleri, ilim, irade, kudret gibi hususlarda vukû bulur. Bu mutlaklık, bizce kısmî mutlaklık; Tanrı’ya göre ise tamdır. Aslında kısmî mutlaklığa tam mutlaklık da denemez. Tanrı, tam Mürîd’dir (İrade Sahibidir), tam Alîm’dir (Bilen’dir), tam Kadîr’dir (Gücü Yetendir), tüm Esma-ül Hüsnâ aynı şekilde tamdır, bir bütündür (Samed) ve ayrılamaz; Onların ayrılması bizcedir, biz anlayabilelim diyedir.  Biz ise kısmî iradeli, kısmî bilgili, kısmî kudretli, ... varlıklarız; mutlak varlıklar değiliz. Tanrı’nın yaratması (bilmesi, iradesi, ...) tüm fiilleri mutlaktır; bizim ‘yaratmamız’ (bilmemiz, irademiz, ... tüm fiillerimiz ise mukayyeddir = sınırlıdır ve Tanrı’nın Mutlak’lığına bağlıdır.  Meseleye böyle bakınca, bizim tüm fiillerimizde = yapıp-etmelerimizde, bir “kesinlik” de yoktur. Kesinlik yoktur diye, bizler fiil/iş/amel yapmaktan ve fiillerimizdeki soru

İSBAT ya da İSPAT

Bir şeyin ya varlığı (yokluğu) ya da doğruluğu (yanlışlığı), ispat edilir. İspatın kökü, SBT’dir. (peltek se). Var olanların varlığı, ya kendiliğinden bir Var Olan’a bağlıdır ya da sonradan vardır. İlkine Zorunlu Varlık; ikicilere mümkün varlık/lar denir. Zorunlu Varlık, mümkün varlıkları, zorunluluktan var etmemiş/ yaratmamış = îcâb etmemiş, = icâd etmiş, irade ederek = isteyerek var etmiş = varlığa getirmiştir. Zorunlu Varlık için herhangi bir zorunluluk olmaz, olamaz; O isteseydi, mümkün hiçbir varlık yaratmazdı. Mümkün varlıkların var olmaları, bir zorunluluğun icâbı değildir ama tüm mümkün varlıklar, insan/ın varlığı için (Tanrı’nın Varlığı için değil!) zorunludur, Zorunlu Varlık, insan gibi mümkün bir varlığı var etmeyi dilemiş, ona (insana) “Kendine benzer”! (= bilme, görme, merhamet etme, ‘yaratma’, yok etme, seçme, vb.) özellikler/nitelikler yüklemiştir. Ama, o varlık (= insan), yanlış yapmış, yanlışı seçmiş sonra da af dilemiştir. Yanlışı seçen ve yapan insanı cezalandırmak,

İLE

İle, ilişki bildiren bağlaçtır. Fiille kullanılırsa sebep bildirir. ‘O işe girmekle (= girmek ile) iyi ettin.’, yahut ‘O işi yapmakla (yapmak ile) iyi ettin.’ gibi. İle, iki fiil arasında kullanılırsa, çabukluk bildirir. ‘Gelmesi ile gitmesi bir oldu.’ gibi. İle’nin beraber anlamı da vardır. Örneğin, ‘Yolculuğa Ali ile çıktık.’ ‘Ali ile Ahmet geldi.’, gibi... İle’nin Arapça karşılığı, Bi’dir ama Bi’ye Arapçada yakın anlamda bir de mea vardır; mea, beraber demektir. Pekiî, Bi İsmillah’taki (= Bismillah’taki) bi, ile anlamında mıdır, mea anlamında mı, yoksa her iki anlama da mı gelir?!. Arapçada mea diye bir bağlaç varsa, ilk ve kök anlam ile’dir. Bismillah = Allah’ın İsmiyle (= İsmi ile) diyoruz ama meaismillah = Allah’ın İsmi ile (= beraber) demiyoruz. Hele hele Billah, Meallah, hiç demiyoruz; illâki İsmi araya sokuyoruz. Neden?!. Çünkü Allah’ın Kendi = Zâtı, Kral’dır. = Melîk’dir. O, bişey yapmak isterse, o şeyin olması = yapılması için (O’nun) İsmi yeterlidir!.

EĞİTİM

Eğitim, çocuk yetiştirmedir.  Üniversite tercihlerinin başlamak üzere olduğu şu günlerde, çocuklarımızın eğitimi üzerine düşünüyoruz. Hangi mesleği seçmeliler?!. Hangi mesleği seçerlerse seçsinler, kesinlikle sisteme hizmet edecekler. Mühendislik seçerlerse, üretecekler. İşletme, yönetim vb. alanlar seçerlerse, yönetecekler. Tıp veya psikolojiyi seçerlerse, iyi edecekler = iyileştirecekler. vs... Bir taraf yapacak (üretecek, yönetecek), yaparken, üretirken, yönetirken bozacak; öbür taraf da bu bozulmayı tamir (tedavî) edecek... Bu sistem, bozmadan yapamaz = üretemez = yönetemez!. Bu sistem (= bu eğitim sistemi) değişmeli ama nasıl?!. Fıtrata = doğal yaşama/hayata dönerek.

CİMRİ ve CÖMERT

Buhl ve Sehâ/vet. (بخل / ﺳﺨﺎﺀ) Cimrilik, malı çook sevmekten dolayı elden çıkaramamaktır. Cimri, elindekini elinden çıkarırsa, daha çok sevdiği bişeyi elde etmek için çıkarır; bu hâl!, cömertle ortaktır ama cömert, onu Allah (Rızası) için = dünyevî bir karşılık almadan/beklemeden çıkarır; cimri ise, onun yerine başka bişeye sahip olmak için çıkarır. Cömert, infak etmek için; cimri, daha kazançlı bir ticaret! yapmak için çıkarır. Cömertin kazancını Allah verir; cimrinin kazancını kul verir. Cömert, Allah’a güvenir; cimri malına (parasına, unvanına, ilmine vs.). Cömert, Allah’a borç verir = karz-ı hasen; cömert, faizle borç verir... Cömertin kalbinde en çok Allah Sevgisi = Rızası varken, cimrinin kalbinde aşırı mal (para, unvan, ilim! vs.) sevgisi, tutkusu vardır.

SIKINTI

İki tür sıkıntı var : 1) Can sıkıntısı. 2) Geçim sıkıntısı. Can sıkıntısı, ruhu; geçim sıkıntısı bedeni ilgilendirir ve etkiler. Geçim sıkıntısının can sıkıntısına = ruha etkisi ile can/ruh sıkıntısının bedene/geçime etkisi, hâlâ çalışılmamıştır ama bence, geçim sıkıntısı, can sıkıntısına göre daha kolay aşılabilir bişeydir. Geçim sıkıntısını hâlledenlerde can sıkıntısı hâlâ devam eder, ediyor ama can sıkıntısını hâlledenler, kolay kolay geçim sıkıntısı çekmiyorlar, çekmezler. Can sıkıntısından kurtulmak, (muhtemelen)! inşirah-ı sadr = göğsün genişlemesi ile olur. “Elem neşrah leKe sadreK?.” Bu, gönle/gönüle Allah’ın (= Allah’a imanın) “girmesi” ile, gönülden Allah dışındaki şeylerin (= min dûnillah, tasavvufî anlamda mâsivâ) aşama aşama atılması, çıkmasıyla başlar, ... gönülde, Allah dışında hiçbişey kalmayıncaya kadar devam eder. Gönlümüzden Allah dışındaki şeyleri ne kadar çok atarsak, göğsümüz o kadar çok genişler. Allah dışındaki şeyler, içimizde (= kalbimizde, gönlümüzde) kavga e

ŞERH

Bu şerh, kelimenin tam anlamıyla gerçekten bir şerh. Bu şerhi bir dostuma borçluyum, ondan Rabbim razı olsun, sayılarını çoğaltsın. Dostum, son yazımda geçen “Tanrı, kâinata sığmaz ama kulunun kalbine sığar.”daki sığma kavramı yerine başka kavramlar kullanmak, bulmak lâzım, dedi. Kelimenin orijinaline baktım, vesia, vü’sat. İki satır yazıştık, kelime aradık; ben, istivâ, istilâ, işgal gibi kavramları teklif ettim. O : “Kalp söz konusu ise bir genişleme var/olmalı.” dedi; sonunda da “Allah, kulunun kalbine Beyt’ini inşâ ediyor.”, dedi/deyiverdi. Afalladım!. Şaşkınlıkla, pekiî, O, O Beyte sığıyor mu?, dedim. “Sonsuzdan yüzde 99.9999999'unu çıkarsanız içinden yine bişey eksilmez.” dedi. Teşekkür ettim. Son mesajı, “Allah, her kulun kendi Rabbidir.” (!) oldu. Fazla söze = izahata gerek var mı?!. Bence yok.

BİLGİ

Bilgi : 1) Bilgi bize, yaratılışta, evvelde, a priori olarak yüklenmiştir. Bu isimlerin öğretilmesine karşılık gelir. 2) Onu duyularımızla elde ederiz. Bilginin kaynağı duyusaldır. Buna mahsûsât denir. 3) Deneysel, tecrübîdir. Buna da mücerrebât denir. 4) Sezgiseldir, içe doğar. Bunun adı da hadsiyyâttır. 5) Tarihsel ve kültüreldir, mütevâtir (yaygın) yolla gelir, akar. 6) Vahiyle = İlâhî Haberle gelir, gönderilir. 7) Fıtrî ve aklîdir. Son iki şık, bizi ilk noktaya/şıkka bağlar. ... Bilgi, zihinde (veya herhangi bir yerde!) oluşan, soyut = teorik bir şey (tasavvur) ise, bunun somut = dışsal bir karşılığının olması şarttır. Bilgi (bilen, ilim), bilenene (ma’luma) veya tersinden bilinen (ma’lum), bilgiye (ilme) tâbidir. Buna mantıkta tasavvur ve tasdik denir. Tasavvur, insanın zihindeki = içindeki şey; tasdik, bu şeyin dışarda “görülmesi, bulunmasıdır.”!. Ama!, başta Tanrı olmak üzere her tasavvurumuzu dışarda göremiyoruz, bulamuyoruz. Bu, O’nun, onların orada olmaması, bulunmaması anlam

ÖNERME & ÖNERİ

Önermeler, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanabilen, test edilebilen ve yargı bildiren cümlelerdir. Bir önerme, yanlış da olabilir doğru da. Bunun test edilmesi için tümellik-tikellik (= kapsam) kavram ve yapı ilişkisine bakılır. ‘Zalimden yardım alınarak veya ona (= zulme) hizmet edilerek zulüm sona erdirilemez.’ cümlesi, bir yargı cümlesidir, bir önermedir, kendi içinde de tutarlı bir cümledir. (Önerme, aynı zamanda bir öneridir. Kendisine bişey önerilen kişinin kafası = mantığı = aklı = fıtratı bozuk değilse, bu öneriyi, bir önerme olarak alır ve doğruluğunu-yanlışlığını test eder.) Biz, şimdi ‘Zalimden yardım alınarak veya ona (= zulme, zâlime) hizmet edilerek zulüm sona erdirilemez.’ önermesini (= cümlesini) test edelim. Bu cümleyi söyleyen kişi, muhatabına : Zulme hizmet ediyorsun veya zâlimden yardım alıyorsun; bir de kalkmış!, bana : gel!, şu zulmü ortadan kaldıralım, diyorsun demiş olur. Zulmü ortadan kaldırmak için zulme, zâlime yardım edilmez, zâlim desteklenmez; destekleniy

MANTIK

Mantık, nataka’dan, nutuk’dan isim; konuşmanın ve düşünmenin ilmi. Konuşmanın mantığı, dilde; düşünmenin mantığı, akıldadır. Mantıklı düşünme olmadan, mantıklı konuşma olmaz ve düşünmede ve konuşmada konu-yüklem, anlam-bağlam (siyak-sibak) bütünlüğü kurulamaz. Mantık ilmi, önermeler kümesi ile bu yapıyı (bu bütünlüğü, bu uyumu) doğru kurmaya çalışır. Dillerin (iç) mantığı, aklın (iç) mantığına ne kadar uygunsa, o dil ve o akıl, o kadar ‘evrensel ve mantıklı’ olur.  Mantık ilminin babası olarak Aristo görülür. Aristo, Yunan dilini kullandığı; biz de mantığı ondan (= Aristo’dan ve Yunancadan) aldığımız için, İslâm dünyası mantığa pek olumlu bakmamıştır. Oysa, asıl mantığın, aklın doğru çalışma prensipleri olduğunu bilseydik, dil/ler/imizin gramer yapısını ona uydururduk. Biliyorsunuz ki dillerin kelime ve harf yapısı (morfolojisi) farklı farklıdır -- buna lafız demiştik -- bunun çok önemli olmadığını; önemli olanın, bu kelime ve harflerle taşınan düşüncede (= mânâda = özde = mantıkta ara

ÖZ

Öz (= cevher), zâtîdir, değişmez; âraz, ârızîdir, değişir. “Asıl/Esas Cevher”!, Tanrı’dır. Biz, O Cevher’e ulaşmak, O Cevher’i bulmak için araya bi çook cevherler ilâve ederiz; oysa, onların hepsi ârazdır, ârızîdir. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” “... küllü şe’yin hélikün illâ Veche/h...” (22/88.). “Allah ile birlikte başka bir ilâhtan (= başka ilâhlardan) istekte bulunma!. (Oysa, zâten) O’ndan (= O İlâh’tan) başka ilâh (da) yoktur. O’nun Yüzü hariç her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur. Ve O’na döndürüleceksiniz.” (28/88.)

DÜŞÜNCE DONUKLUĞU

Donmak, üşümek, buz tutmak ve belli bir süre sonra da ölmek demek. Bedenimiz donunca nasıl ölürse, düşüncelerimiz donunca (hareketsiz kalınca) da ölür. Düşüncelerin donması, hayatın donmasına; düşüncelerin ölümü, hayatın ölmesine yol açar. Düşünce ölümü, mevcut düşüncelerin beslenmemesinden veya yeni düşüncelerin üretilmemesinden kaynaklanır. Düşünceler de insanlar gibidir; doğarlar, büyürler ve ölürler. Yeni insan doğumu olmazsa veya doğan insanlar beslenmezse, nesil devam etmez. Düşünür, düşünce üreten adamdır; müctehid, üretilen düşünceyi büyüten ve geliştiren adam. Müctehid, ictihad yapar. İki kelime de cehd kökenden. Müctehid, düşünce = fikir alanında cihad yapan adamdır. Müctehid, düşünürden farklıdır. Müctehid, Kur'ânî ilkelere ve “belli bir merkeze” bağlıdır, bu yüzden tutarlıdır; düşünür, kendini herhangi bir ilkeye bağlı hissetmez, sallar. Bu, filozoflar ile Peygamberler arasındaki farkın da nirengi noktasıdır. Düşünce, dilde açığa çıkar, dille ifâde edilir, aktarılır. Di

KESİN İNANÇ

Eric Hoffer’in ‘Kesin İnançlılar’ kitabı meşhur ama ben, buradaki kesin inancı, Hoffer’in kullandığı gibi bağnazlık anlamında değil kemâl ve tekâmül anlamında kullanacağım ve buna, dinin dediği gibi iman-ı kâmil; bu inancı taşıyana da insan-ı kâmil diyeceğim. Blogdaki son yazım, irade, akıl ve iman ilişkisini konu aldı. Bir insanda akıl kıtsa, hatta yoksa, irade güçlüdür, o insan inaddır, dediğim dedik der, zerre esnemez. Akıl yok, iman varsa, mutaassıptır, bağnazdır, tutucudur; sadece benim bildiğim = inandığım doğrudur der, zerre esnemez. Ne diyeyim, bazı insanlarda irade güçlü ama akıl zayıf; onlar da bizim imanımız güçlü diyorlar. Kesin inançta = iman-ı kâmilde katılık, donukluk, taşlık yoktur ama kararlılık ve yumuşaklık vardır. Bir inanç hem kararlı hem yumuşak nasıl olur?!. Bilme noktasında kararlılık = kesinlik = azim; yapma noktasında yumuşaklık = merhametlilik. Bu inancın bizdeki hâli, bize bakan yönü çook sağlam ama ötekine (= topluma, tüm varlığa) bakan yönü ise, çook esnek

İSTEME, BİLME ve İNANMA

Bir başka deyişle, akıl, irade ve iman. İnsan, akıl, irade ve iman varlığıdır; bu hasletler (özellikler) insanı diğer canlılardan (hayavanlardan) ayırır. Akıl mı önceliklidir, irade mi?!. Bergson ve Schopenhauer, iradeye öncelik vermiş düşünürlerdir. Onlar, onlardan önce de doğu dünyasında Mu’tezilî düşünürler Nazzam ve Câhiz, aklı iradeye tâbi kılmışlardır. Onlar, bunu söylerlerken büyük oranda bedenî ihtiyaçları ve arzuları merkeze almışlar; ‘insan, neyi isterse/arzularsa, onun bilgisini elde eder.’, demişlerdir.  Akıl, iradeye tâbi ise, iyinin-kötünün, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin (doğru) seçimi mümkün olmaz. Ancak, irade akla tâbi olursa, bunlar mümkün olabilir = iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin bilinebilir ve doğru bir seçim yapılabilir. Akıl olmazsa, nakil bile bilinemez. Aklı olmayanın imanı da yoktur. Aklı olmayan, dinle mükellef değildir; akılsız biri din (ilâh) seçimi yapamaz; delilerin sorumluluğu düşer; onlarda “kör bir seçim” vardır.  Akıl, hem bilendir hem bili

MEKKE-MEDÎNE

Eski adları Bekke ve Yesrib. Mekke’yi mübarek kılan, Beytullah; Medîne’yi mübarek kılan, Rasûlüllah. Beytullah, yeryüzünün ilk Evi; Rasûlüllah, yeryüzünün son Peygamberi. Son din İslâm, Mekke’de doğdu ve Medîne’de büyüdü. Yeryüzünün en mübarek mescidleri de orada. Kâbe = Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî; üçüncü mübarek mescid, Mescid-i Aksâ. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ’da, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ, ... var; Mescid-i Nebevî’de sadece Hz. Muhammed. (aleyhimüssselâm); geri kalanlar taş ve toprak. Eğer, oralara gidenler, onlardaki taşı-toprağı görmeye gidiyorlarsa, bişey almadan geri geliyorlar/dönüyorlar demektir. Mekke, mekân olarak zaten hep taş; hem de kara ve sert taşlarla (dağlarla) çevrili bir yer. Bu somut taşlar, özellikle Hacer-ül Esved ve Kâbe ve oralarda yaşanan hayatlar, bizim taş kalplerimizi yumuşatamıyor, taştan yaptığımız putlara (= heykellere) tapmamızı terk ettiremiyorsa, Efendimizin oralarda yaşadığı hayat bize sahici bir örneklik sunamıyorsa, ora

CİHAD

Cihad, cehd kökünden çaba ve gayret demek ama her cehd, cihad değildir. Cehdi, cihad yapan, onu değerli ve anlamlı kılan şey, ‘Allah için’liktir. Bu durum Kitâb’ta ‘fî sebîlillah’, hatta ‘fillah’ kaydıyla ifade edilir. Örneğin Hac Sûresi son âyette (78), “ve câhidû fillahi haqqa cihâdih...”; Tevbe 41’de, “... ve cahidû bi emvâliküm ve enfüsiküm fi sebilillah...” denir. Cihad anlamındaki cehd : Allah için ve Allah yolundaki mâlî, bedenî, fikrî tüm çabaların, gayretlerin ortak adıdır. Fikrî cehd (cihad), âlimlerin; mâlî cehd (cihad), zenginlerin işidir; savaş anlamındaki cehd (cihad) ise devletin (= toplumun). Efendimize savaş, Medine’de, bir toplum, bir devlet, bir güç hâline gelince emredildi, Mekke, mâlî ve fikrî cehdin (cihadın) yeri idi. İslâmî cehddeki (cihaddaki) nihaî amaç, zulmü ortadan kaldırmak, adâleti ve hakkaniyeti tesis etmektir. ... İçinde yaşadığımız sistem sürekli zulüm üretiyor, toplumsal dengeyi bozuyor, ve biz de onun bozduklarını sürekli tamir ediyorsak, düzeltiyors

ANLAMSIZLIK

Öyle ya da böyle (= iyi ya da kötü) bir anlam, kişiyi motive eder. Anlam güçlendikçe (= netleştikçe, iyileştikçe) de motivasyon güçlenir. Yaşarken, yaptığı işlerde parçalı ya da bütüncül, zerre kadar bir anlam bulamayanlar, “hiçbir şeyin = hayatın anlamı kalmadı” diyerek, intiharı = ölümü tercih ederler = ölürler. Hayat, ölümle (birlikte) anlamlıdır; ölüm olmasa, hayatın anlamlı kalmaz, olmaz. Belki, yaşarken, burada, Allah hariç, hiç kimse bizim anlamlı işler yaptığımızı bilmeyebilir, bilemeyebilir; onlara bizim hayatımız anlamsız gelebilir ama aksine biz, bu hayatı bir fırsat bilerek ve ölümü/öleceğimizi de görerek yaptığımız ve yapacağımız işlere daha çok motive oluruz. Anlam, buradaki peşin beklentide değil; ertelenen, ötelenen beklentidedir. Burada peşin yaşayanlar, bunu anlayamazlar ve hayatın zorluklarına katlanamazlar; intihara baş vururlar. Anlamsızlık, intihar (= ölüm) demektir. Ölüm, elbet bir gün bizim de başına gelecektir. Anlamsızlık, ölümü gelmeden evvel çağırmak = intih

NASIL & NİÇİN?

İnsanoğlu, hayatı boyunca, düşünmeden davranmaya biçook şey yapar. Yaşama, bişey yapmadır. Yaptığımız şeyleri nasıl yapacağımız, bize yaşamın anlamını vermez; anlam için, niçin sorusu sorulmalıdır, anlam bu sorunun arkasındadır.  Bilim, daha çok nasılla ilgilenir. Nasıl sorusu, daha çok tikellere aittir. Entegre bilim, şeyleri birbirine bağlar. Bu bağlantı, niçin sorusunun da başladığı yerdir. Bir biçerdöver nasıl çalışır? Bu, mühendisin tasarımıdır. Elbet mühendis bu biçerdöverin niçin yapıldığını da bilir. Ekin biçmek için. Ekin biçmek niçin? Beslenmek için. Beslenmek niçin? Hayatta kalmak için. Hayat niçin? ...? Bilim, büyük sorular sormaz; bu soruları dînî hayata, dine taşıyalım. Namaz, nasıl ve niçin kılınır? Nasıl kılınır, namazın şeklî hâlidir. Niçin kılınır ise özüdür. Oruç için de, zekât için de, hacc için de aynı sorular sorulabilir. İbâdetlerimizdeki nasılların cevabı, bizi hayatın anlamına taşımaz. Niçin namaz kılıyor, zekât veriyor, oruç tutuyor, hacca gidiyorum = haccediy

HAYATIN ADÂLETİ

Çoğu insan, hayatı adâletsiz bulur, ben aynı kanaatte değilim. Kimi insan “şanslı”! doğar, kimi de “şanssız”!. Kimi zengin bir ana-babanın, kimi de fakir bir ana-babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Kimi huzurlu bir evde, kimi huzursuz bir evde büyür.  Kimi “iyi bir eğitim”! alır, kimi “iyi bir eğitimden”! mahrum kalır.... Hayatın adâleti burada belli olmaz.  Mahrumiyet içinde büyüyen bir çocuk, ilerde bir çok fırsatla; bir çok fırsatın içine doğan çocuk da ilerde bir çok mahrumiyetle karşı karşıya kalabilir. Tersi de olabilir; mahrumiyetler de; fırsatlar da ölüme kadar sürebilir. Mahrumiyetler de; fırsatlar da birer denemedir. Mahrumiyetlerde de fırsatlarda da sabır esastır. Ellerine fırsat/lar geçince şımaranlar; mahrumiyetlerde isyan edenler, kaybederler. Nice zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz  sağlam-sakat vb. insanların hayatlarına şahit olmuşsunuzdur. Fakir insanların huzuru zenginlikte; zengin insanların ise huzuru sakinlikle ve sadelikle aradıklarını görmüşsünüzdür. Aslında huzu

TEVHÎD

Vahdet, birlik, bütünlük, teklik, yalnızlık; Tevhîd, birleştirme, bir araya getirme. Ehad, Bir ve Tek olan. Allah için bu üç kelime de kullanılır. VahdeHû ve Ehad, bizzat Allah’ın Zâtı için; Tevhîd ise dinde şirkin karşıtı ve Allah’ı birlemek için kullanılır. Tevhîd kelimesi tef’îl kalıbından/babındandır, Kitâb’ta geçmez. Kelimenin kökü/mastarı VHD’dir, tek ve yalnız olmak demektir. Tef’îl babı, isimden fiil veya mastar; geçişsiz fiili geçişli yapan bir babdır. Bu babla/kalıpla VHD = tek ve bir ismi = teklik, birlik; tekleştirmeye, birleştirmeye dönüşmüştür. Bizâtihî tek olan, bir olan, nasıl tek’leştirilir, bir’leştirilir?!. O, zaten bizâtihî = Kendinde tekdir, birdir; bizim O’nu tekleştirmemiz, birleştirmemiz bizim içindir ve bizcedir.  Birleştirme iki şekilde olur. 1) Parçaları = ayrı ayrı olan şeyleri bir araya getirerek birleştirme = bütünleştirme, kaynaştırma, kombine etme, birle(ştir)me şeklinde. 2)  Tevhîd şeklinde birle(ştir)me = bir’leme. Nasıl ki sayı olan bir = 1, hiçbir sa

MAKULÂT

Kelime, Arapçada iki şekilde yazılır : Makulât ve Ma’kulât = مقولات ve معقولات. İlki, kâle’den, sözü edilenler, dile gelenler; felsefede ve mantıkta aklın kategorileri : Cevher. Kemiyet. Keyfiyet. İzafet/Nisbet. Fiil. İnfiâl. Zaman. Mekân. Hey’et ve Va’z, demek. İkincisi, akledilenler, akla konu olanlar ve akılla ispat edilebilenler; tikeller ve tümeller, demek. Tikellerle tümeller = tek tek var olan varlıklarla tümel Varlık, somut varlıklarla soyut varlıklar arasındaki ilişkiyi, bağı akıl kurar. Nominanistler, sadece tikelleri kabul eder; tümeller, isimlerden ibarettir, tümellerin bir ‘gerçekliği yoktur’, derler.  Örnek : Ali, insandır ve gerçektir ama insan/lık gerçek değildir, sadece tümel ve soyut bir isimden ibarettir. Oysa, insanlık, Ali’de (Veli’de, Ayşe’de, Fatma’da) ortaya çıkar; Ali (Veli, Ayşe, Fatma, ...) ölürse insanlık; insanlık ölürse Ali (Veli, Ayşe, Fatma, ...) ölür. ... Buradan (bu mantıktan) hareketle, Allah İsmi’ne de nominalist ve soyut bakan kelâmcılar, kuramcılar

KRİZ

Bir çook kriz çeşidi var : Ekonomik kriz, siyasî kriz, düşünce krizi (bunalım), kalp krizi, sosyal kriz (pandemi krizi gibi)... ve “büyük kriz”.  Düz ve seküler mantıkla bakarsak, ekonomik kriz çalışma ile; siyasî kriz akıllı davranma ile; düşünce krizi doğru bilgi elde etme ile; kalp krizi beslenmeye dikkat etme ile; sosyal kriz yardımlaşma, dayanışma (ve temizlik ile) ile aşılabilir. Dînî açıdan bakarsak, bütün krizler bir sınama ve bir deneme aracıdır; doğru yönetilir, (sabredilir) ve ilâhî talimatlara uygun hareket edilirse, üstesinden gelinebilir. “Büyük kriz”, ölüm sonrasında karşılaşacağımız krizdir; bu kriz, ancak ve ancak küçük krizlerin doğru yönetilmesi ile aşılabilir. Efendimiz bu krizleri nasıl aşmıştır?!. Ma’lum, O da ekonomik kriz yaşamış; bu krizi Hz. Hatice validemizle evlenince aşmıştır. 15 yıl sonra yaşadığı düşünce krizi (bunalım = vevecedake dâllen...), Onu dağlara (Hıra’ya) vurmuş; bu krizi de Hıra’da aşmıştır. Aradan daha 5-6 yıl geçmeden hâmisi ve amcası Ebû Tâl

ÇATIŞMA, ÇELİŞME ve PARÇALANMA

Her çelişik (zıt) çatışmaz; bizce bişeye çelişik (zıt) olan, eksik olduğu için çelişiktir, zıttır; o şey, tamsa/mükemmelse (samed), zıttına = çelişiğine ihtiyaç duymaz ve onunla çarpışmaz ve çatışmaz; aslında böyle birinin zıttı/çelişiği de olmaz. Eğer zıtlar (çelişikler) arasında bir çatışma = çekişme = mücadele başlamışsa, zaaf başlamıştır; güçlü olan taraf, zayıfı, zayıf tarafı yener. (Diyalektik : Tez-Antitez = Sentez. Sentez, belli bir süre sonra kendi içinde kendi tezini ve antitezini oluştur ve bu çatışma ilânihâye sürer-gider.) Bizdeki iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, efendi-köle, zâlim-mazlum, hak-batıl, ... çekişmesi, çelişmesi de, çatışması da böyledir. Ama Kelime-i Şehâdet’deki (= Tevhîd’deki) nefy (lâ = yok) ve ispat (illâ = var), böyle değildir. Yokluk, yoktur, varlığa ihtiyaç duymaz = muhtaç olmaz. Varlık, vardır, yokluğa ihtiyaç duymaz = muhtaç olmaz; dolayısıyla bunlar birbirleri ile çatışmazlar. Zira, yokluk durumunda varlıktan; nefy (= yokluk) halinde, ispattan

MEMUR MAAŞ ZAMMI

Son yıllarda yaşanan çook yüksek enflasyon, ülkede muazzam bir servet transferine yol açtı. Çook küçük bir kesim çoook zenginleşti; maaşlı kesim ise fakirleşti. Bu zamlar, bu fakirliğe biraz soluk aldırır mı?!. Sanmıyorum, çünkü çook büyük bir bütçe açığı bizi bekliyor; bu açık, ya yine dar gelirliler (piyasa) üzerinden kapatılacak ya da para basılacak. Para basma, elinde altını ve dövizi olmayan dar gelirliler için yine büyük kayıp; olanlar için de yine büyük kazançtır. ... Âmir, memuruna verdi, verecek!; sesini çıkarmadan emrini uygulasın ve güvenliği sağlasın diye!; emekliye vermedi, vermeyecek; çünkü emekli ile işi bitti, onları açlığa ve sefâlete mahkûm etti. ... O kadar çok bütçe açığı veriyoruz ki, MTV iki kat, kurumlar vergisi %25, ÖTV %50 arttı. Yeter/li mi? Hayır. KKM’nin (Kur Korumalı Mevduatının) yükünü, Hazine ben taşıyamıyorum diye MB (Merkez Bankasına) devretti. Sadece Başkanı (MB Başkanı) değişen PPK (Para Politikaları Kurulu) üyeleri, bir önceki kararlarına 180° zıt, t

TEBLİĞDE ÚSÛL ve ÚSLÛB

Úsûl, asıla; úslûb, stile (yönteme) dairdir; genelde biz ikisini birbirine karıştırır, aynılaştırırız. (Úsûl, elif, sad, vav ve lâm ile; úslûb, elif, sin, lâm, vav ve ba ile yazılır.) Tebliğin kökü ise BLĞ’dır; buluğ(a ermek, yetişkin olmak), belâğat ve mubalağa da aynı köktür. Sanki, bugün tebliğ, erişkin ve yetişkin (akıl bâliğ)! olmayanların elinde!. Hem belağatları berbat, hem ölçüyü kaçırıyor, hem de mubalağa yapıyor, haddi/sınırı aşıyorlar. Sanki, bugün tebliğ, gayr-ı müslimlere değil de müslimlere (Müslümanlara) yapılıyor. Bugün Müslümanlar, diğer Müslümanları kendi dinlerine (= cemaatlarına, tarikatlarına, anlayışlarına, düşüncelerine) çağırıyor ve bunu da tebliğ sanıyorlar. Allah, kullarına (özelde de Müslümanlara) bölünüp-parçalanmayın = “ve lâ teferraqû”! (3/103.) derken; onlar dinlerini parça parça ediyor, şîa’lara/şu’belere bölünüyorlar (30/32.) ve birbirlerine saldırıyorlar.  Bakın, orada-burada (tvde, camide, youtubeda, sosyal medyada) eline bir mikrofon geçirip tebliğ y

İNTİSAB

İntisab, bir topluluğa, cemaate, tarikata katılma üye olma, bağlanma. Kelimenin kökü neseb’den. Neseb, aynı soydan, aynı kökenden olma, doğma ve biyolojik (fikrî!) akrabalık demek. Nisbet de (oran da) aynı kökten; bişeyin bişeye uygunluğu, uyumu. İntisap, bir fikri, bir düşünceyi, hatta kişiyi veya kurumu benimseyerek ona/onlara bağlanma, bir gruba dahil (üye) olma; bizde olan şeyin (fikrin, ilginin vb.), katıldığımız şeyde olanla uyumunu, yakınlığını kurma demek. Bir derneğe üye olmanın, bir tarikata girmenin, bir kültürü = bir yaşam biçimini benimsemenin arka planında, bu tür bilinçli ya da bilinçsiz bir nisbet (karşılaştırma) ilişkisi ve onunla bir yakınlık (neseb) kurma hissi vardır, bulunur. Özgür bir kimseyi, hiç kimse bir yere intisaba (bağlanmaya) zorlayamaz. İntisaplı olmak, bağlanmak demektir. Bu bağlanma, kişinin kendi iradesi ile olur, olmalıdır. Başka biri onu oraya bağlarsa, bu, devenin ya da eşşeğin bağlanmasından farklı olmaz. ... Biat (= bey’at) da bitür intisaptır, ba

ANLAMA PROBLEMİ

Anlama problemi, anlamama, anlayamamadır. Her varlığın ontolojik düzeyi farklı olduğu gibi epistemik (bilgi) düzeyi de farklıdır. İşte bu farklılıklar, anlama problemini ortaya çıkarır. Anlayış düzeyleri birbirlerine yakın olanlar, birbirlerini daha iyi anlarlar; aradaki fark ne kadar büyükse, insanların birbirlerini anlaması da o kadar farklılaşır. (Bilgiyi) Anlama düzeyleri olarak insanları üç kategoride sınıflamak mümkün. 1) Zâhirciler (İlim adamları = pozitivistler, Meşşâîler ve Lafızcılar). 2) Bâtıncılar (Tasavvufçular, İşrakîler). 3) Felsefeciler (Meşşâîler ve İşrakîler). Üç grup da birbirlerine “yamuk” bakarlar. Oysa, bu alanlar, aynı zamanda bilmenin düzeylerini de gösterir; biri diğerine alternatif değildir. Anlama düzeyleri, akıl düzeyleri demektir. Anlayan melekemiz akıldır. Akıl, akıldan üstündür. Akıl, aklı mahkûm eder. Hâkim de mahkûm da akıldır. Öyleyse, mahkûm olmamak için akıl düzeyimizi artırmalıyız. Bu sözlerimi Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Ma’rifet bağlamında

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

Kelime, harflerden oluşan anlamlı bütün, sözcük; kelm, yara, kesik. Kelâm, kelimelerin anlamlı ifâdeye, cümleye dönüşmesi. Kavl, ifâde, konuşma, beyân/beyânât, söz. Harflerin tek başına bir anlamı yoktur; onları en az iki kişi bir araya getirerek bir  anlam verir. O ile L, bir araya gelerek OL ve LO! olur. OL, anlamlı iken; LO, argoda seslenme demektir. ÖL ve LÖ de benzerdir. OLUŞ, ÖLÜŞ, ÖLÜM, LÖK  KÖK gibi... kelimeler, bir gramer düzeni içinde ve belli bir toplumsal oydaşma/konsessüs ile, dildeki (ve cümlerdeki) anlamlarına, yerlerine kavuşurlar. Mevcut oydaşma/konsessüs bozulur da yeni bir oydaşma/konsessüse karar verilirse; bu, yeni bir dil demek olur; dillerin farklılığı bunu gösterir. Kelâm = kelimeler, bir tür paroller/parolalardır. İlâhî kelâm, ilk etapta Allah ile Elçi (Elçiler = Cebrâil ve Peygamber) arasındaki parole/parola; sonra da biz insanlar arasındaki paroladır. Bizler, Allah ile Elçi (Elçiler = Cebrâil ve Peygamber) arasındaki parole/parolayı bilemeyiz, çözemeyiz, bu

İKİ YÖNLÜ İLETİŞİM

İki yönlü iletişim = diyalog, en az iki kişi (ya da taraf) ile gerçekleşir. Tanrı ile iletişim hariç, taraflar eşit statüdedir. Tanrı ile iletişimde, statüler eşit değildir ama Tanrı, kulları ile iletişim kurmak = konuşmak için “Kendi Dilini” (= Kendini değil Kelâm’ını) insanların kullandığı dile/dilin düzeyine indirir (inzâl). Kur'ân’ın Arapça, Tevrat’ın İbranice, İncil’in Aramice olması bundadır. İnsanlar, O’nunla ‘kendi dillerinde’ konuşurlar. Bu dil, bazen ortak, bazen de ‘özel’ = iki kişi arasındaki dildir. Tanrı ile iletişimde Tanrı, muhatabına bu “özel dili” öğretir. Tanrı Mûsâ ile konuşmak istediğinde Mûsâ’yı Kendine “yakınlaştırmış”!. = “ve garrabenâhu neciyyâ.” (19/53.) ve Allah-u Alem, Onunla özel bir dille/dilde konuşmuştu. O (= Mûsâ) da bu konuşmayı kavminin dili İbraniceye tercüme etmiş, çevirmişti. Belki, (Allah-u Alem), Efendimizle de özel bir dil ile konuşmuş, Efendimiz de o özel konuşmayı Arapçaya çevirerek kavmine (bize) aktarmıştı; bilmiyoruz. Vahyin bir anlamı

İŞARET FİŞEĞİ

Bu “işaret fişeğini”, Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri getirtmek (almak) için Kureyş Hükümetinin Neçâşî’ye gönderdiği heyet ile Müslümanların, Neçâşî’nin huzurunda yaptıkları diyalogda (konuşmada) fark ettim. Heyet : Sana sığınan bu “çapulcuları” (= ayak takımını)! bize geri ver. (der). Neçâşî : Onlarla konuşmadan, onları size teslim etmem. (der). Müslümanların temsilcisi Ca’fer : Biz, daha önce puta tapan bir kavimdik. Allah bize bir Elçi gönderdi, Ona inandık, Onu tasdik ettik. (der). Neçâşî : Hayatınızda ne değişti?!, (diye sorar). Ca’fer : Önceden puta tapardık; ölü eti yerdik, her kötülüğü işlerdik, akrabalarımızla ilgilenmezdik, komşularımıza iyi davranmazdık, güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi... O Peygamber bize : Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarımızla ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, kan dökmekten vazgeçmeyi, her türlü çirkin ve yüz kızartıcı işleri terk etmeyi, yalan söylememeyi, yetim malı yememeyi, iffetli kadınlara dil uzatmamayı

HESAP

Hesap : Hesap yapma, bişeyler alma-verme, alacaklı ya da borçlu olduğumuzu bilmedir. Görünürde aldığımız ve verdiğimiz şeyleri (mal, bilgi, ilgi/sevgi vb.) birilerinden (birbirimizden) alıp-veririz. Aslında hepimize veren, O’dur. O, “ara kademede” iş yapan, emek veren bizlerin emeğini yok saymaz, görmemezlikten gelmez (küfr!); birbirinizle hesaplaşın = helâlleşin!, der. O, o kadar cömerttir (kerîm/ekrem-ül ekremîndir) ki, birbirimizle hesaplaştığımızda = helâlleştiğimizde (Allah-u A’lem) O’nunla da hesaplaşmış = helâlleşmiş oluruz!; yoksa, O’na borcumuz hiçbir zaman ödenmez, ödenmeyecektir de. Ötede de O’na muhtacız. Not = Bir tavsiye : Biriyle hesaplaşacaksak, ona, onun verdiğinden daha çok şey verelim (= cömert olalım), onun verdiği gereksiz şeyleri de kabul etmeyelim. Hele de ona küsmüş/kırılmış ve hesabı da öbür tarafa bırakmışsak, çook daha dikkatli olalım. Sizleri çok rahatsız ettim, hakkınızı helâl edin. Bu rahatsız kelimesini de rahmetli Ali Şeriatî’den borç/ödünç aldım; o : “S

YOK SAYMA!...

Bizâtihî = kendinde yok, yoktur. Yok olan bişeyi biz isimlendiremeyiz ve bilemeyiz; ancak onu yok farz edebilir, yok sayabiliriz; oysa o, vardır. Ne gibi?!. Birine küsmüşsek, onu görmemezlikten gelir, onun bütün iş ve işlemlerinin (= fiillerinin) üstünü örteriz (= küfr); işte!, yok sayma da aynen bunun gibi bişeydir. Pekiî, Tanrı yok sayılabilir, O’nun “üstü”! örtülebilir mi?!. (= kâfir olunabilir mi?!.) Aslında olunamaz; olanlar, ancak ve ancak kendilerini kandırırlar ve Tanrı’yı “bir insanmış gibi” ele alırlar. Oysa Tanrı, her zamanda ve her yerdedir ve “âşikârdır.”!; (zamandan ve mekândan münezzehtir.) O’nun “üstü”! örtülemez; O, yok sayılamaz. Tanrı’nın yarattıkları (herkes ve her şey), O’nun varlığına işarettirler = âyettirler. Üstü örtülü âyetlerin örtüsü kaldırılınca = âyetler anlaşılınca Tanrı da “anlaşılır” ama bu “anlama” bizim için hiçbir zaman “tam ve mükemmel” olmaz; olsaydı, artık anlaşılacak bişey de yaşamanın (=hayatın) anlamı da kalmazdı. İyi ki Var. Sübhânellah. 

DUÂ

Duâ, Allah’ın emrettiği (O’nun hoşuna giden) bir işi (!) yapmaya başladıktan sonra, o işin olması (tamamlanması) için O’na yalvarma-yakarma, O’ndan yardım isteme, O’nu yardıma çağırmadır. Bizler, olmasını istediğimiz bişey için, kendimiz bişey yapmadan (Allah yapsın diye! Allah’a) duâ ediyoruz. Allah demez mi ki : “Kulum, sen henüz bişey yapmamışsın, daha kendi gücünü ortaya koymamışsın, işin ucundan hiç tutmamışsın, Beni çağırıyorsun; Ben senin hizmetçin miyim, efendi (= Rab) ya da kul sen misin, Ben miyim?!.” Geniş anlamı ile namaz (= Salât), Rabbimizle iyi, güzel, doğru iş ve işlemlerimiz = eylemlerimizle = hareketlerimizle konuşmamız = salih amel işlememiz; duâ ise, O’ndan sözle ve sözsüz = kalple/kalben, içten, içtenlikle yardım istememiz, bize yardım etmesi için yalvarıp-yakarmamızdır. Namaz, fiilî duâ; duâ, kavlî niyazdır. Zengin, malıyla; âlim, ilmi ve ameliyle; şehit, kanıyla/hayatıyla, ... konuşur; en etkili, en sahih konuşma şehidin konuşmasıdır. Rab de bu konuşmaları “anlar

ÂYÂTULLAH

Âyâtullah = Allah’ın Âyetleri. Âyet, işaret, sembol demektir. Âyetler, iki çeşit işaretlerden oluşur. Harflerden ve hareketlerden/fillerden; harflerden oluşan âyetlerin hareketli olanlarına fiil = eylem denir. Harflerden müteşekkil Kitâb, “hareketlenmemiz”! içindir. Bunlar, kelâmî = dilsel, şifâhî = dudakla söylenen seslerin toplamından oluşur, adına Vahy denir. Öteki tür/tip âyetler ise, Allah’ın fillleri (= ‘Tanrı’nın işleri’) yarattığı her şeydir; bunun adına da kâinat (= olaylar ve olgular) denir. Bu, Yaratıcı olan Allah’tan, yaratılmışlara = bizlere doğru, tek yönlü (= monolog) bir iletişimdir. Etkili bir iletişimde, çift yönlülük (= diyalog) ve feed-back (geri dönüş = cevap) esastır.  Rabbimiz Allah, bizimle Vahy (= Kitâb = Kur'ân = Sözle) ve kâinat (= olgu ve olaylar) yoluyla (ile) “konuşuyor”; pekiî biz O’nunla nasıl ve ne şekilde konuşacağız. Bizim O’nunla kelâmî (= dilsel), şifâhî (= dudakla) konuşmamız, duâ ile; bir başka tür/tip konuşmamızı da eylemlerimiz = fiillerimiz

İFK

Biz ifki, Benî Müstalik Gazvesi sonunda Hz. Âişe Validemize atılan iftira olarak biliriz. Kelime, Kitâb’ta efeke, yu’fekü çekimine uygun olarak ‘feennâ yu’fekûn, effâk ve mü’tefikât’ şeklinde de yaklaşık 30 yerde geçer. “Feennâ yu’fekûn”, nasıl da çevriliyorlar, döndürülüyorlar (= döneklik yapıyorlar!); demektir. Neden çevriliyorlar, döndürülüyorlar?!. “Onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, ‘Allah’  derler.” (29/Ankebut, 61.) “Gökten suyu kim indiriyor, ölümünden sonra yeryüzünü (bu suyla) kim diriltiyor diye sorsan, ‘Allah’ derler.” (29/Ankebut, 63.) “Dev dalgalar, denizde onları kara bulutlar gibi sarsa, ‘Allah’ diye yalvarırlar.” (31/Lokman, 32.) Onlar, böyle zamanlarda dini (hayatı, yaşamı) sadece ve yalnızca Allah’a has/özgü kılarlar = “muhlisîne lehu-d dîn” (31/Lokman, 32.) Sonra da O’ndan yüz çevirirler, gerisin geriye (yerel/millî) putlarına dönerler ve Allah’a ortaklar koşmaya başlarlar. Bu apaçık bir ifktir, iftiradır; uydurma, sahte = hâlis olmayan bir tutum ve da