MANTIK

Mantık, nataka’dan, nutuk’dan isim; konuşmanın ve düşünmenin ilmi. Konuşmanın mantığı, dilde; düşünmenin mantığı, akıldadır. Mantıklı düşünme olmadan, mantıklı konuşma olmaz ve düşünmede ve konuşmada konu-yüklem, anlam-bağlam (siyak-sibak) bütünlüğü kurulamaz. Mantık ilmi, önermeler kümesi ile bu yapıyı (bu bütünlüğü, bu uyumu) doğru kurmaya çalışır. Dillerin (iç) mantığı, aklın (iç) mantığına ne kadar uygunsa, o dil ve o akıl, o kadar ‘evrensel ve mantıklı’ olur. 

Mantık ilminin babası olarak Aristo görülür. Aristo, Yunan dilini kullandığı; biz de mantığı ondan (= Aristo’dan ve Yunancadan) aldığımız için, İslâm dünyası mantığa pek olumlu bakmamıştır. Oysa, asıl mantığın, aklın doğru çalışma prensipleri olduğunu bilseydik, dil/ler/imizin gramer yapısını ona uydururduk. Biliyorsunuz ki dillerin kelime ve harf yapısı (morfolojisi) farklı farklıdır -- buna lafız demiştik -- bunun çok önemli olmadığını; önemli olanın, bu kelime ve harflerle taşınan düşüncede (= mânâda = özde = mantıkta aranması ve bu lafzın ve mânânın selîm akla = fıtrata yaslanması gerektiğini söylemiştik. İşte tam da bu noktada, İslâm düşünürlerinin çoğu, Yunan = Aristo mantığında = Yunan dilinde ve düşüncesinde bu özün olmadığını söyleyerek mantığa, dolayısıyla da Yunan felsefesine, felsefeye yamuk bakarlar.

Konuyu dil ve dilin yapısı açısından biraz açarsam, dilde cümleler isim ve fiil cümleleri olarak ikiye ayrılır. ‘Ali, akıllıdır.’ cümlesi, isim cümlesi; ‘Ali okuyor.’ cümlesi, fiil cümlesidir. İsim cümlesindeki ‘dır’, Ali ile aklı birbirine bağlar, bu dır, kopuladır. Arapçada bu copula (= dır) yoktur; Arapçada bu cümleyi, ‘Aliyyün zekiyyun veya âkilün’ şeklinde ifâde ederiz. Ali, mübdetâ; zekiyyun, haberdir. Uzun cümlelerde ve bu cümlelerin oluşturduğu metinlerde (makale ve kitaplarda) aranan, cümlelerarası tutarlılıktık, bu tutarlılığa da mantık/lılık/ denir. Bunun izini de akıl sürer. Bu izde, bir istikâmet yoksa, zik-zaklar varsa, o konuşmayı ve yazıyı tutarsız, mantıksız buluruz. Tabiî, bunu fark edebilmek için, aklımızın doğru çalışmayı yitirmemiş (bozulmamış) olması gerekir.

Dil öğrenmek, esasında, özünde o dilin mantığını öğrenmektir; o dilde kullanılan kelimeler, harfler (alfabe), öğrenmenin şeklî kısmıdır. 1 Kasım 1928’de yapılan alfabe (harf) devrimi ile, bizim mantığımız (klasik düşünme ve akletme sistemimiz) devrilmek istenmiştir. Bugün bizler, ne doğulu ne de batılı gibi düşünemiyorsak, bu işin arka planı buralarda aranmalıdır. Cemil Meriç,  ‘Kâmus, nâmustur.’ derken, muhtemelen böyle bişeyi kastediyordu.

Bir dille oynamak ve o dili değişmek, o dilin mantığını ve o dili kullanan insanların düşünme biçimini değiştirmek demektir. Bazen de, dil değiştirilmeden o dildeki mantık değiştirilebilir; bunu da o dili kullanan düşünürler (= düşünce adamları) ve Peygamberler o dilin içinden yaparlar. Kur'ân (indiğinde), Arapçayı değil, Arapçadaki mantığı = Arapların düşünme biçimini değiştirmek; Arapların ve tüm insanların bozulmuş mantığını fıtrî/orijinal hâle getirmek istemiştir.

Bugün ise, fuzzy (bulanık) mantık, Aristo mantığının yerini almaya çalışıyor; Kur'ân’ın değiştirici-dönüştürücü sesine pek de kulak vermiyoruz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET