Kayıtlar

Şubat, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ÖVÜNME

Nelerle övünmüyoruz ki!. Malımızla, mülkümüzle... Çoluğumuzla, çocuğumuzla... Makamımızla, toplumsal statümüzle... Bilgimizle, ahlâkımızla... Kısaca sahip olduklarımızla. Para bitiyor; mal tükeniyor; bir zamanlar “bizim” dediğimiz çoluk-çocuğumuz (evlenince) “başkalarının” oluyor.  Eşimizle aramızda problemler yaşanıyor,  ahlâklı veya iffetli isek boşanıyoruz; değilsek boşanmadan “başkalarının” oluyoruz. Bunların hiçbiri başımıza gelmese bile, ya bizi ya da onları toprak alıyor = ölüyoruz. Pekiî, bize ne kalıyor?!. İşte, gerçek ve kalıcı hayat, bu sorunun doğru cevabını bulabilmekte ve ona göre yaşayabilmekte!. Bizi aslâ terk etmeyecek Ölümsüz Bir’ini bulabilmekte ve O’nunla olabilmekte. Övünenler O’nunla övünsün!. Asıl övünç bu; ötekiler “yalan”!. Bunu erken anlayana ve ona göre yaşayana ne mutlu!. Ölünce, mezarımızın başında ‘Hüve-l Bâkî’ yazması, bir işimize yaramaz; ölmeden O Bâkî’yi = O Ölümsüz’ü bir ân evvel bulmamız gerekiyor.

TERCÜME veya TERCEME

Kelimenin kökünün recm olduğunu düşünüyorum. Recm. Tercüme. Mütercim/Tercüman.   رجم / ترجم / مترجم / ترجمان Tercüme, bir dilden başka bir dile çeviridir. Neyin çevirisi?!. Anlamın. Aslında anlam, çevrilirken hem orijinal anlam çağırılır hem de kovulur; çoğu zaman orijinal anlamdan uzaklaşılır. En iyi mütercim (= tercüman), bize kendisinin anladığı anlamı aktarır. Mütercimlerin (= tercümanların) “yeminli” olması bu yüzdendir. Tercümelerin çokluğu ve hermeneutik (= yorum), anlamı çoğalttı, yeni anlamlar oluşturdu. Bu da (= yorumların çokluğu da) bizleri yordu. Herkes, kendi içinde bulunduğu şartlar ve imkânlar (= ihtiyaçlar ve kültür) çerçevesinde söylenilen ve yazılanı (= mesajları) anladı ve ona göre yorumladı. Bu, kutsal metinler için de böyle oldu.  Cumhuriyetin ilk yıllarında Kur'ân tercümelerinin yapılmasındaki tereddüt (Âkif’in meal yapmayı reddetmesi ve yaptığı meali yakması) anlamın kayba (tahrifata) uğraması endişesindendi. Şimdilerde, kimsede böyle bir endişe kalmadı; mea

RECM

Recm : Taşlama. Kovma. İlk akla gelen anlam, Hacc’da şeytan taşlama ve söz dinlemeyen = Rabbine isyan eden şeytanın Huzur’dan kovulması.  İlk olarak şeytanı kim kovdu?!. Rabbi. Pekiî, biz Hacc’da, o kovulmuş şeytanı (yeniden) neden ve nereye kovuyoruz; kovulan (o şeytan), nereye gidiyor?!. Allah’ın (Mülkünün) olmadığı ‘bir yer mi’ var?!. Yok. Öyleyse Allah, şeytanı bizim olmadığımız bir yere kovdu, ya da bizim şeytanın olduğu yerlerden uzak durmamızı istedi = istiyor. Aslında şeytan da (bizler de), Huzur’dan kovulduğumuzda gidebileceğimiz hiçbir yer yok = her yer Allah’ın Mülkü. Bilirsek, bizler aslında bir “sığıntıyız”!. En iyisi biz, “sığıntı gibi”! yaşamayı bırakalım da “şerefli bir hizmetçi = asil bir kul gibi” yaşayalım. Başka çaremiz (= gidebileceğimiz bir yer) yok!.  “Eûzü billlah’i min-eş şeytân-ir racîm.” demek, şeytandan (= kötülerden ve kötülüklerden) uzak durmak ve gönüllü olarak Allah’a sığınmaktır. Bu, bir “sığıntılık hâli”! değildir. Sığıntılık hâli, kovulduğu hâlde, gid

KELİMELER

Kelimeler, neyi gösterirler?!. Hakikati mi?!. Hakikat, kelimelerde mi?!. Hem evet, hem hayır. Evetse, Kelimeler içimizde. O zaman hakikat de içimizde. Bizde. Hayırsa, Hakikat dışımızda. Hakikati bize birileri dışardan “enjekte” ediyor; Kitâb (= Kur'ân) bize dışımızdan sesleniyor. Hakikati birilerinden (kitaplardan) duyuyor ve okuyoruz. Kişi, hem iç sesini hem dış sesleri dinlemeli (okumalı)!. Hakikat, hem içeride hem dışarıda, her yerde. Hakikat, Hakk. Her yerdeki şeyleri ve sesleri Hakk’ın Sesi (yaratması) olarak okur, ve onların O’nunla irtibatını kurarsak, onlar bizi Hakikate = Hakk’a götürürler. Kelimeler bizi Hakk’a, Hakikate çağırıyorlar!. “... lâ tebdîle li kelimâtillah... = Allah’ın kelimelerinde herhangi bir değişme olmaz.” (10/64.) Yahudiler, tağutlar ve putlar = şeytanlar (= sözlerinde durmayanlar = hâinler), Allah’ın kelimelerinin konuldukları yerleri (= ân mevâdııhî, gerçek anlamlarını) değiştirmeye kalkıyorlar. (Bknz. 5/13.) Kelimelere Hakk’ı ve Hakikati Allah koymuş

HÛ = O = هو

Herkes uykudayken, gecenin sessizliğinde, dışarıda çıt ses yokken, bize en yakın O. Böyle bir hâlde nefesimizin sesini dinleyelim!. O nefesi alırken de verirken de “Hû” diyoruz; O, bize bizden (= herkesten, her şeyden) yakın!. Dışarıda o kadar ses (= gürültü, bizi meşgul eden o kadar şey) var ki, onların sesinden O’nun sesini dinleyemiyor, O’nu duyamıyoruz. ... Çook şey kazandığımızı zannediyoruz; aslında kazanırken kaybediyor ve O’ndan uzaklaşıyoruz. Bize göre önemli bir sınav kazanıyoruz; (belli bir süre sonra) o sınav bize kaybettiriyor. Çook para, önemli bir makam (= mevkî) kazanıyoruz; o para da o mevkî de (= makam da) bize (uzun vadede) kaybettiriyor... Üst üste onlarca seçim (zafer) kazanıyoruz ama aslında kaybediyoruz.  Neden?!. O’nu unuttuğumuz için. O’nu unutmazsak, her şeyi kazanırız; unutursak, her şeyi kaybederiz. O’dur, bizim her kazancımıza değer ve anlam katan.  O’nun dışındakilere “lâ” diyebilirsek, O bize her şeyin kadr-ü kıymetini (= değerini) anlamını öğretir. “Lâ i

KABZA/KABDA

Kabza ya da kabda : Avuç içi demek. “Onlar (kim? Biz!), Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Yer (ve içindeki her şey, herkes), tamamen O’nun avucunun içindedir (= kabdatuHû); kıyamet gününde gökler de “sağ eliyle” dürülmüştür. O, onların şirk koştukları her şeyden yücedir, (onların bildikleri gibi değil) O, SÜBHÂN’dır.” (39/67.) Hayat, bizim istediğimiz gibi akmıyor; hayatta her şeyi kontrol edemiyoruz. Biz istiyoruz ki hep mutlu olalım; başımıza hiçbir sıkıntı, hiçbir dert gelmesin (istiyoruz). Hayat, tamamen bizim avucumuzun içinde (elimizde) değil ki!. Bu hayatın Sahibi O. Hayat, avucunun içinde Olan, bizim başımıza sıkıntı ve dert de musallat eder; bazen sıkar, daraltır; bazen de genişlik ve rahatlık verir. O, El-Kâbıd ve El-Bâsıt’tır. O, bize hep rahatlık (genişlik) verseydi, rahatlığın (genişliğin) kıymetini bilemezdik. O, bize rahatlık (genişlik) verdiğinde şımarmamalı; darlık ve sıkıntı verdiğinde, moralimiz bozulmamalı, isyan etmemeliyiz. Başımıza gelen her şey, O’nun izni ile

İNÂYET

İnâyet : Rabbin yardımı, lütfu, ihsanı.  “O’dur Beni yaratan, Bana hidâyet veren (= yol gösteren), yediren-içiren, hastalandığımda şifa veren, Beni öldürecek ve diriltecek olan, hesap günü hatalarımı bağışlayacak olan. Rabbim, Bana hükm/hikmet ver ve Beni sâlihlerden eyle.” (26/78-83.) Devamı da olan bu duâ, Hz. İbrâhim (a.s.)’a ait. Hz. İbrâhim, Rabbinin inâyetini “yakından” fark etmiş ve hissetmiş görünüyor. Hz. İbrâhim’e göre, Rabbi Onun üzerinde “doğrudan etkili”!. Onu yediriyor-içiriyor, şifa veriyor... bu, bize göre “anormal”!. Biz biliyoruz ki, tüm bu işler için Rabbimiz, birilerini (= meleklerini, biz kullarını) kullanır, O Kral’dır, Melik’tir. ... Her şey ve herkes O’nun kuludur. O’nun kulları : 1. Kul olduklarını bilenler, O’na bilinçli kulluk yapanlar. 2. Kul olduklarını bilmeyenler, O’na bilinçli kulluk yapmayanlar. 3. Kul oldukları hâlde O’na kulluklarını inkâr edenler, O’na âsilik yapanlar. İlk grupta Mü’minler; ikinci grupta cahiller ve günahkârlar; üçüncü grupta ş

HAKÎKAT

Hem çoook zor, hem de çoook kolay “bişey”! hakikat. Hakikati, gerçek/lik olarak alırsak, realizme çıkarız. Realizm, zihinden (bilgiden, insandan) bağımsız (görünen) dış âleme karşılık gelir, ki, bu materyalizmdir. Zihin = beyin, belki görünür ama akıl görünmez, sevgi görünmez, Tanrı görünmez, vs. Görünenlerin dışında, görünmeyenleri esas alan ve onlara temel olan “görünmeyen ama bilinen şeyler” vardır diyen bir akım daha vardır ki, bu akım da idealizmdir; bu akımın isim babası, ideler/idealar kuramı ile Platon/Eflâtun’dur. Platon’un öğrencisi Aristo ise realisttir. Bu meselenin dindeki karşılığı Zâhir-Bâtın, Şehâdet-Gayb ayrımıdır. Felsefe ve dini anlama (= yorumlama) tarihi, bu iki uç (= ikilem) arasında gider-gelir. Yâni, realistlere (= zâhirîlere) göre hakikat, dışarda (= görünenlerde) ve apaçıktır; idealistlere (= bâtınîlere) göre hakikat içeridedir ve gizlidir. Varlığa, içeriden ve dışarıdan “bakabilen”, tüm varlığı ve Kendi’ni mükemmelen bilebilen TEK VARLIK, TANRI’dır. Tanrı dış

SABIR ve ÖNYARGI

Sabır da önyargı da kararlılıktır. Pekiî aradaki fark nedir?!. Sağlam bilgidir. Sağlam bilgi nedir?!. İmandır, inançtır. İman, inanç da bir önyargı olabilir mi?!. Eğer, iman veya inanç kesin/sağlam bilgi ile güçlendirilmezse olabilir. Önyargıda, bilgi tazelenmez, önyargı, yeni bilgilere açık değildir; iman ise, sürekli yeni bilgilere açıktır. İman, yeni bilgiden korkmaz; önyargı korkar; yeni bilgi, imanı güçlendirir, tahkim eder. İman, bilgide istikrar ve tutarlılıktır. Yeni bilgi, imanı sarsıyorsa, o iman yenilenmelidir. Bu, bilgiyi imandan daha güçlü ve değerli kılmaz mı?!. Hayır. İman, tüm bilgilerin sonucunda bizde oluşan kanaattir = itmi’nândır = karardır. Bilgi, kişiyi imana (= karara, kararlılığa, güvene) hazırlar. İmana varmayan bilgide şüphe oluşur. Önyargı da bir “imandır” ama o “iman”, kapalı ve zırha bürünmüş bir imandır, gelişmeye (= büyümeye, kemâle) açık değildir; küçücük zayıf bir noktadan (delikten) saldırıya uğrayınca, tuzla-buz olur... Sabr, sabredeni kapatmaz; aksin

SABIR

Sabır : Bize içerden ve dışardan zarar veren (= verdiğini düşündüğümüz) musibetler (= kötülükler) karşısında metânetli olmak, direnmek. İçerden gelen musibetler (= kötülükler), nefsin süflî arzuları, iştahları (iştihâları) ve hastalıklar; dışardan gelen musibetler (= kötülükler) de diğer insanların bize yaptıkları/yaşattıkları, doğal âfet veya felâketler. Aslından ikisi birbirinden tam olarak bağımsız değil. İçerden gelen musibetlere (= kötülüklere) sabrın örneğini Hz. Eyyûb (a.s.)’da; dışarıdan gelen musibetlere (= kötülüklere) sabrın örneğini de Hz. Yusuf (a.s.)’da görüyoruz.  Hz. Eyyûb (a.s.)’ı müzmin/çekilmez bir hastalık sarmıştı, her yeri yara-bere idi, hanımı ile de arası iyi değildi; O, Rabbine şöyle yalvarmıştı : "Ya Rabbi!, şeytan bana bir dert (nasab) ve azap dokundurdu...." (Bknz. 38/41-44.) Hz. Yusuf (a.s) da, kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştı... Mısır’ın “hazine veziri” olduğunda kardeşleri, Kenan’da kıtlık çeken ailesi için Mısır’a erzak almaya geldiğinde

HERKESE GELECEK OLAN!...

Herkese gelecek olan. Nedir o herkese gelecek olan?!. Ölüm. O ölüm, bugün Gazze’li Müslümanlara geliyor ama yarın bize de gelecek. Gazze’li Müslümanlar, şerefle, şereflice ölüyor ve o ölüm onlara şeref veriyor!. O ölüm bize geldiğinde, acaba aynı şerefi bize de verecek mi?!. Gazze’nin Müslümanlarına imreniyorum. ... En büyük yanılgımız, dünya hayatının ebedî olduğunu sanmak (= ebedî olduğuna inanmak) ve bu sebepten dolayı da bizi ebedî hayata şerefle götürecek şerefli bir ölümü göze alamamak (= korkmak!) ve, Gazze’li Müslümanlar şerefle ve şerefli bir ölümle ebedî hayata giderlerken, sadece seyretmek. ... Ebedî hayatı düşündüğümüzde, asıl acınacak olanlar bizleriz, bizim hâlimiz. ... Övündüğümüz onca savunma sanayii yatırımları niçin?!. Umarım bu övüncün sahte olduğunu ölünce anlamayız!.

DERS

Ders : Düz anlamıyla, öğretmenlerin öğrencilere öğrettiği veya verdiği bilgi/ler; mecaz anlamıyla, yaşanan (başımıza gelen) olaylardan çıkarılan olumlu-olumsuz sonuç. Verilen bilgilerden de yaşanan olaylardan da dersler (= ibretler) alınır, alınmalıdır. Okul çağındaki çocukların teorik ders alması ile yetişkinlerin yaşadıklarından (pratik hayatlarından) ders alması, farklı olmamalıdır; teorik dersler, pratik derslerle; pratik dersler, teorik dersler ile uyumlu olmalı; öğretilen bilgiler, hayata dokunmalı, hayatı kolaylaştırmalı. Öğrendiklerimizden ve yaşadıklarımızdan dersler (ibretler) al(a)mazsak, gün gelir, hayat bize öyle bir ders verir ki, pişmanlık üzerine pişmanlık yaşar ve sonunda bişeyler yapabilecek mecalimiz kalmaz. Oysa, hayatta (yaşadıklarımızda ve okuduklarımızda) ve doğada ders alacağımız o kadar çook şey var ki, “görüp geçiyoruz”, ders al(a)mıyoruz. Okullarımızda biiir sürü dersler alıyor, mezun oluyoruz, elimize bir kâğıt parçası (= diploma) veriyorlar ama o diploma ne

BİZE NE OLUYOR?!

Nîsâ Sûresi 75. âyet, “ve mâ leküm” diye başlar; bu ifâde, 'size ne oluyor ki!' demek. “Size ne oluyor ki, Allah için = Allah yolunda, ‘Rabbimiz bizi halkı zâlim olan beldeden çıkar, katından bize bir “velî = dost”, bize yardım edecek insanlar gönder’ diyen müstaz’âf (= zayıf bırakılmış) kadınlar, erkekler ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?!.” Bize ne mi oluyor?!. Her geçen gün (133 gündür) zayıf düşüyoruz ve 133 gündür ölüyoruz, ölürken de “bağırıyoruz” (= söz söylemekten başka bişey yapmıyoruz), sadece “yaygara” yapıyoruz; çünkü zâlimlerden korktuğumuz kadar Allah’tan korkmuyoruz!.  ‘Zâlimlerden korktuğumuz kadar Allah’tan korkmuyoruz’ sözümün çok tepki çekeceğini biliyorum. Devletin (ülkenin) âlî menfaatlerini gözetmemiz ve belli bir süre yaşamamız = Allah için ölümü (= şehit olmayı) göze alamamamız, bizim ve devletimizin ebedî yaşamasını garanti eder mi?!. Zilletle yaşamaktansa ızzetle ölmek, daha iyi değil midir?!. “Bana ne, Gazze’den” diyenlere sözüm yok.

ALLAH İZİN VERİRSE...

Her şey Allah’ın izniyledir, başımıza gelen musibetler bile. “mâ esâbe min musibetin illâ bi-iznillah, ve men yü’min billahi yehdi kalbeh...” (64/11.) Allah’ın izni olmaksızın insanın başına hiçbir musibet gelmez; kim O’na inanırsa O, onun kalbine hidâyet verir, rehberlik eder. ‘Kula belâ gelmez, Hak yazmayınca. Hak belâ yazmaz, kul azmayınca. Hak, kuldan intikamını kul ile alır. Din, irfan bilmeyen, bunu kul etti sanır.’ Celâleddin Rûmî. Aklı ve iraadesi olmayan varlıklar, O’nun emrine tamamen râm olmuşlardır, itirazsız = kayıtsız-şartsız O’na itaat ederler. O, bir yaprağa düş! derse, o yaprak hemen düşer. Güneşe doğ! derse, o Güneş hemen doğar... Aklı ve iradesi olan insan ise, O’nun emrini sorgular; işine gelirse itaat eder, işine gelmezse etmez. Tam teslimiyet (= İslâmlık, Müslümanlık), O’nun emrini bilmek, O'nun emrini diğer emirlerden ayırabilmek ve O Emre kayıtsız şartsız itaat edebilmek demektir. O’nun emrini bilmemek ve bilerek veya bilmeyerek O’na isyan etmek de O’nun izn

HÜSRÂN

Hüsrân, zarar-ziyan, kayıp. Çalışıp-çabalamanın sonucunda elde edilen keder, üzüntü ve acı. Bazı kazanç gibi görülen şeyler (de), sonunda hüsrân ile sonuçlanır. Çook para = maddî zenginlik, geçici rahat, huzur ve konfor gibi.  Hüsrân ile sonuçlanmayan bir (dünya) hayat(ı) için ne yapmak, nasıl yaşamak gerekir?!. Kitâb’ın en kısa sûrelerinden biri olan 103. Asr sûresi, bunu bize üç cümlede net olarak verir.  “Vel-Asr. İnne-l insâne lefî husr; illellezî âmenû ve amilus’sâlihâti ve tevâsav bil hakkı tevâsav bis sabr.” (103/1-3.) = Asra yemin olsun ki, muhakkak insan hüsrândadır; iman edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç. Asr, 100 yıl, bir insan ömrü(nden fazla zaman). İnne, te’kid (= kesinlik) edatı. Hüsrân, insan ömrünün sonunda ortaya çıkan olumsuz faturadır. İşte o zaman, insanda bu faturayı ödeyecek zerre mecal/takat kalmaz; pişmanlık üstüne pişmanlık (= acı üstüne acı), tam bir iflas (= müflislik) yaşanır... ... Ashâb, bir araya gelirken değil, birbirl

İHTİYATLI BİR YAZI : RAHMETLİ ALEV ALATLI

Yazı, ihtiyatlı olacak; çünkü,  rahmetli Alatlı’nın son 10-15 yılı, bende ciddî bir ‘hayal kırıklığına’ yol açtı. Alatlı’nın kitapları ile Yüksek Lisans yıllarımda (1990-92) tanıştım, ciddî şekilde “etkilendim”; doktorada da sıkı bir okuyucusu oldum (doktoram 2006’da bitti.) ama 2010’dan sonra ona ilgim gittikçe azaldı; kendisine Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödülü verilince de “tamam”! dedim. Bu, neden böyle oldu?!.  Alatlı’nın 2000 öncesinde kaleme aldığı kitapları (ki onlar : İşkenceci. Or’da Kimse var mı serisi olan dört kitap = Viva La Muarte. Nuke Türkiye. Valla Kurda Yedirdin Beni. OK Musti Türkiye Tamamdır ve Kadere Karşı Koy A.Ş. Schrödinger’in Kedisi : Kâbus ve Rüyâ.) ‘tam ve sıkı bir muhalif entelektüel duruşu’ ifâde ediyor idi; o yıllarda Alatlı, düşüncenin romanını yazıyor, dilimize yeni kelimeler katıyor veya bu kelimelere “yeni açılımlar, anlamlar” kazandırıyordu; aydın (entelektüel), nekrofili (ölü sevicilik), paçozlaşma, fuzzy (bulanık) mantık, afazi, bunlarda

GAYB/KAYIB

Kayıp : Gâib. Gayb. Vardı, kayboldu. (= gâib oldu). Göz önünden yok oldu. Görünmez (= işe yaramaz!) oldu. Bişey bir zamanlar var da şimdi yoksa, kaybdır.  Kaybolana ne olur, nereye gider?!. Cebimdeki 100 TL’yi kaybettim.  Geçen yıl, en yakın arkadaşımı kaybettim. Kaybolan para, ölen arkadaş, ... nerededir, nereye gider?!. ‘Var olan bişey yok; yok olan bişey de var edilemez.’ Lavoisier. Kaybolan, “bize göre” yok olur. Gâib olanlar, “bize göre” gaybdır = kayıptır. ... Bazılarına göre En Büyük Gayb, Allah’tır; bazılarına göre de Allah, En Büyük Şehâdet’tir.  Bazıları, Allah’ı çoğu zaman kaybeder, ara-ara, ara-sıra bulur (= hatırlar)!. Özellikle “zor ve sıkıntılı” zamanlarında.  Bazıları (= çook az insan) da, Allah’ı hiiiç bir zaman kaybetmez, devamlı hatırlar = anar = zikreder.  Cem Karaca gibi bazıları da, başlangıçta hayatı anlamsız bulur ama yine de anlamlı bişeyler arar, sonunda da Allah’ı bulur ve O’na Yâr der. “Allah var, Allah yar.” Var olan veya varken kaybedilen, bizim için değer

VAR

Bu var, futboldaki VAR (= Video Assistant Referee) değil, ontolojinin var’ı; bişeyin, birinin var’lığı. Dr. Halim Hilmi Bilsel’in lise yıllarında okuduğum ‘Allah Vardır’ kitabındaki var. ‘Allah Vardır’ demek, aslında Allah var’lıktan pay alıyor demek; oysa, Allah, hiçbir şeyden pay almaz, aksine Allah, her şeye ve herkese var’lık verir; O olmazsa!, hiçbir şey ve hiç kimse var olamaz. O zaman, şöyle de söylenebilir : Herkese ve her şeye var’lığını (= var’lık) veren, O’nun Var’lığıdır. Herkes ve her şey, O’nun Var’lığından pay alır, O’ndan zerre bişey eksilmez. O, bize var’lık vermese (= bizi yaratmasa), bizler (zaten) var olamayız. Kendimizi var zannetmeyelim!. “... küllü şeyin hélikün illâ Vecheh...” (28/88.) En iyisi ben âyetin tamamını vereyim. “Allah ile birlikte başka bir ilâhtan istekte bulunma!. (= başka bir ilâha yalvarma, duâ etme = velâ tedu’). (Zaten) O’ndan başka ilah yok (ki!). O’nun Yüzü/Vechi hariç her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur. O’na döndürüleceksiniz.” Dönünce de

LÜMPEN

Lümpen sözcüğünün Türk Dil Kurumu online sözlüğündeki açıklaması şöyledir : 1 . Marksçılık akımına göre toplumsal sınıf bilinci olmayan. 2 . İçinde bulunduğu toplumun kültürüne yabancı düşen, sözde bilgili tutum ve davranışlarıyla itici olan; mensup olduğu sınıfın insanlarından kendini üstün göstermeye çalışan, bu yolda itici tavır ve tutum sergileyen, büyük bölümü işçi sınıfından oluşmuş insanlar. ... Sevmediğimi bu kelimeyi neden kullandım?!. Mevcut sosyal-ekonomik yaşamdan memnun olmayan ve belli bir iddiası (= davası) olan insanlar, parayı (ve rahatı) görünce, eleştirdikleri = beğenmedikleri insanların yaşam biçimine çok kolay adapte oluyorlar ve onlar gibi yaşamaya başlıyorlar. = “Şekil : A”! ... Asr-ı Saadetteki (ilk) Müslümanlar (da), (bugünkü Müslümanlar gibi lümpenleşip!) sosyo-ekonomik ve siyasal iktidarı (= parayı) ele geçirince, cahiliye yaşantısına özenseydiler ve onlar gibi yaşamaya başlasaydılar, İslâm’ın arzuladığı hayatla, cahiliyede (= İslâm öncesi Mekke’de, Tahran’da

BÜTÜN

İki tür bütün var : 1. Parçalardan oluşan (= parçalı), bölünebilen bütün. 2. Parçaları olmayan, bölünmeyen veya bölünemeyen bütün. Bölünebilen, parçalanabilen bütün, bölününce (parçalara ayrılınca), bütünlüğü kaybolur. Bölünemeyen, parçalanamayan bütün, zaten hiiiiç parçalanmaz, bölünmez, onun bütünlüğü hiiiiç kaybolmaz, yok olmaz. İlki ile ikincisi arasında ontik farklar vardır. İlki, yaratılır; ikincisi, yaratır. İlkinin parçaları hem maddî hem de manevî olabilir. İnsan, bedenen (= madden) ve ruhen bir bütündür. Bedenini oluşturan parçaları (= organları), beden bütünlüğünden ayrılsa (= kopsa, kesilse), insan yine bir bütündür ama ruhun/un bir “parçası”! olan iman/ı ve ahlâk/ı insandan ayrılsa (= kopsa, kesilse), insan/ın bütünlüğü kalmaz; insan, insan olmaktan çıkar. İkinci tür bütün, Tanrı’ya mahsustur, Tanrı (= Allah), “Samed’dir, lem yelid ve lem yûled, ve lem yekün leHû küfüven Ehad’dir.” Doğmama, doğurulmama ve Samed olma, bölünmeme, bölünememedir; “lem yekün leHû küfüven Eh

KAVRAM/A

Kavrama, kuşatmadır. Kuşatılan “şeyler”, maddî ve ma’nevî (= ilmî) olur. Bizler, maddî şeyleri bile tam kuşatamaz, kavrayamayız. Bir binaya, hangi açıdan (= yandan) bakıyorsak o yanını (= yönünü) görürüz; binanın etrafını (= tamamını) dolaşmazsak, tüm binayı göremeyiz. Bu görüş bile “tam” değildir, bu görüşte (= kavrayışta) binanın içini göremediğimiz gibi, biz binayı dolanırken binanın dışında bir değişim (de) olabilir. Kavram da “şeyleri” zihinsel olarak kavramadır. Bu şeyler, maddî (= somut) ve ma’nevî (= soyut) olabilir. İlim, bu maddî ve ma’nevî şeylerin kavranmasıdır. Herkes, her şeyi aynı “çapta” kavrayamaz. = Herkesin ilmi aynı düzeyde değildir. İstivâ da bir tür kavrama ve kuşatmadır. Allah, gökleri ve yeri istivâ etmiş, kuşatmış, tam anlamıyla içerden ve dışardan kavramıştır. (Bknz. 7/54. 10/3. 25/59. 32/4. 57/4.) O’ndan başka hiçkimse “varlığı” bu şekilde kavrayamaz. Bizler, “basit şeyleri” bile aynı ânda, içten ve dıştan tam kavrayamadığımıza göre, her şeyi (= tek tek her v

ZÂLİM & MAZLUM

Zâlim, zulmeden; mazlum, zulme uğrayan.  Her zâlim, zulmünü zâlimlikten alır; zâlimlik, zâlim gibi değildir. Zâlimler, zâlimlikten ne kadar “pay” alırlarsa, o kadar zâlim olurlar ve aldıkları o zulmü, mazlumlara uygularlar. Zâlimlik nedir?!. Kötülüktür. Kötü ile kötülük de farklıdır. Kötü (adam), kötülükten “pay alan” adamdır. Kötü, kötülükten aldığı bu kötülüğü “iyiler = mâsumlar” üzerinde uygular, gösterir. Kötülük nedir, nasıl ortaya çıkar?!. İyiliğin ve iyinin yokluğudur; kişi, iyiden ve iyilikten uzak kaldığı oranda kötüdür. İyi nedir?!. İyilikten “pay” almadır. Mutlak İyi = Mahzâ İyi, Tanrı’dır. Kişi, Tanrı’ya ne kadar yakınsa, o kadar iyidir; O’ndan ne kadar uzaksa, o kadar kötüdür. Kötülük (= zulüm, zâlimlik), Tanrı’dan (= Tanrı’nın Dininden ve Emrinden) uzak olmadır.  İyilik (= sâlihlik) ise, Tanrı’ya yakın olmadır. Kişi, Tanrı’ya ne kadar yakınsa, o kadar iyidir, sâlihtir. Tanrı’da aslâ kötülük (= zâlimlik, zulüm) bulunmaz. Kötülük (= zâlimlik, zulüm), bizim Tanrı’ya uzaklığı

ALLAH RIZASI İÇİN

Her eylemi/işi, B/biri (kendimiz) veya bişey için yaparız. Bu şekilde yaptığımız eylemlerde teselsül (silsile, hiyerarşi) kaçınılmazdır ama bu teselsül, “K/kendisi için olan = başkası için olmayan B/birine veya ‘bişeye’!” varıp dayanmalıdır; “O” bulunmazsa, çıkmaz bir sokağa girilir veya sürekli dönülüp-durulur. Ben her eylemin, bu tür bir teselsüle girilmeden, doğrudan “O’na” dayandırılmasından yanayım. İşte buna da, Allah rızası diyorum. Aradaki her kademeyi O’nun eseri ve takdiri (= sünnetullah) bilmek, bu konudaki işimizi kolaylaştırır. ... Susayınca su içmek, acıkınca yemek yemek, ... ilk aşamada bizim (sağlığımız) için gibi görünse de; suyu Allah için içmek; yemeği Allah için yemek; içtiğimiz suya, yediğimiz yemeğe değer katar, şükrümüzü artırır ve bizim ara kademelere (bize su ve yemek verenlere) müdânâlı (minnetli), ‘ezik’ olmamızın önüne geçer ve bizi TEK BİR GÜCE (= İlâh’a) bağlayarak şirke düşmemizi önler. Kişinin içinde (niyetinde) Allah Rızası yoksa, ‘bu arabayı (elbiseyi,

OKUMA-YAZMA veya OKUR-YAZARLIK

Okuma-yazmayı ilkokulda öğreniriz ama bu okuma-yazma, harfleri ve sesleri tanımadır. Esas okuma-yazma, okuduğumuzu anlama ve düşündüğümüzü kâğıda (= hayata) aktarmadır. Kâinat, Allah’ın fiili ile (bizzat!) yazdığı; Kitâb (= Kur'ân), Allah’ın Arapça kelâm ile “yazdırdığıdır.” = Kelâmullah. ... İnsan da okur-yazar. İnsanın okuması ve yazması da kâinatla/kâinatta ve kağıtla/kağıttadır. (veya elektroniktir.) Bu okuma-yazma, kâinata ve Kitâb’a uygun olabilir de olmayabilir de. Eğer bu (= okuma-yazma) ‘iki K/kitab’a’ da uygun olursa, doğru bir okuma-yazma; olmazsa, yanlış bir okuma-yazma olur. Okuma-yazmayı öğrenme ve sürdürme, önce insanın kendi isteği iledir; insan bu istekte samimî veya ihlâslı olursa, bu (= okuma-yazma) ondan (geri) alınabilir. ... İlk emir, Oku!’dur (= iqra!); ama ortada henüz okunacak (= satırlara yazılmış = mestûr) bir kitap yoktur. O ân/zaman (!), okunacak olan (= bu emrin nesnesi) kâinattır. Esasen, ‘Tamamlanmış Kitâb’ (= Kur'ân), Allah’ın yarattığı (= fiile

ŞİRK

Şirk, Allah’a eş ve ortak koşma. Şirkin, kutla, kutsallık anlayışıyla çok yakın ilişkisi var.  Kutsadıklarımıza, kutsallık atfettiklerimize “taparız”!. Kimi zaman görünür, maddî (= bizim gibi) varlıklara; kimi zaman manevî (= görünmez) varlıklara kutsallık atfederiz. Görünür, maddî (= bizim gibi) varlıkları yaşarken kahramanlaştırarak (= hero), onlara “olağanüstü özellikler” atfederek; öldüklerinde de onların anıtlarını dikerek; görünmez (= manevî) varlıkları da (melekler, ruhlar, töreler = atalar kültü, vb.) gönlümüzde yücelterek = büyüterek ve ‘ölümsüzleştirerek’ kutsar/kutsallaştırır ve taparız. Tapınma (= ibâdet), sadece Allah’adır. Allah dışındaki varlıkların hepsi, Allah’a kuldur, Allah’ın kullarıdır. Allah dışındaki varlıkları, Allah’a rağmen “aşırı kutsallaştırmak”, şirke yol açar. Allah’a en yakın olan Efendimiz bile abddır = kuldur = “abduHû ve RasûlüHû.” Allah’a yakınlığı = Allah’a yakın olanları, O’na eş görmek ve ortak koşmak da şirktir. 16/Nahl, 57. âyette, O’nun melekler