Kayıtlar

Mart, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

STRATEJİ

Strateji, modern bir terim-kavram; kamu ve özel (= devlet ve şirket) yöneticileri bu kavramı çook iyi bilir. Batıda bu kavram ilk kez, savaş kazanmak için generaller tarafından kullanılmış; Carl von Clausewitz ve Napolyon Bonapart 1830’larda savaş stratejisi ile ilgili kitaplar yazmış; modern oyun teorisi de strateji kavramına dayanır.  (Kazanmak gibi) Bir hedefi olanların stratejisi olur. İyi bir strateji, mevcut fırsatları ve tehditleri görür (= SWOT/GZFT Analizi) ve iyi-mutlu bir gelecek (= başarı) öngörür. Bu giriş cümlelerinden sonra “Efendimizin Davet Stratejisi” hakkında çook genel bir çerçeve çizmek istiyorum, bunu yaparken de Kıyame/t Sûresi 16-19. âyetlere dayanıyorum. Önce âyetler : "(Vahyi, Kur'ân’ı) ezberleyeyim, unutmayayım diye acele etme = acele edip-durma, Onu dilinle tekrar edip durma = dilini hareket ettirip-durma. Onu toplamak (unutturmamak) ve okumak (okutturmak, ezberletmek) Bize düşer = O Bizim işimizdir. Sen, sadece Biz okuyunca, O okuyuşa (Ona) uy!. So

YAKIN TARİH

Yakın Tarih : 1876-1908 : 33 Yıllık İktidar. Bu tarihler, II. Abdülhamid’in 33 yıllık iktidar dönemi. Bu dönem çook enterasan bir dönem. Ülkede üç ana (fikrî-siyasî) akım var. Osmanlıcılar (Gelenekçiler), İslâmcılar ve Batıcılar; Türkçüler sonra. Osmanlıcılar ile İslâmcılar arasındaki bağı gelenek; İslâmcılar ile Batıcılar arasındaki bağı Modern İslâm/cılar sağlıyor. Daha açık ifâde edersem, Osmanlıcılar da Müslüman, İslâmcılar da Müslüman, Batıcılar da Müslüman; bunların arasındaki bağı İslâm sağlıyor. İslâmcıların geleneksel kanadı var, modern/ist kanadı var. Âkif ve Elmalı’lı modern/ist kanada mensup ve Abdülhamid’e düşmanlar; Sırat-ı Müsteqîm ve Sebîlürreşâd dergilerini çıkarıyorlar; Batıcılarla da modern bilim eğitimi alma noktasında kesişiyorlar. (Batının ilmini ve fennini/tekniğini alalım, kültürünü, yaşayışını terk edelim, almayalım.) Batıcılar, çook az istisna dışında kimse tamamen Dini/İslâm’ı terk edelim demiyor, zındıklık etmiyor ama geleneksel dinî anlayışı (dinin kendisin

RÜYA

Rü’ya : 1) Uykuda görülenler. 2) Gerçekleşmesi hayal edilenler. ‘Bir rüyam var, inşallah onu gerçekleştireceğim.’ cümlesindeki rüya, ikinci anlamdaki rüyadır, bu rüya uyanıkken görülür. Gece görülen rüya ile amel edilmez, ona güvenilmez, rüya işte! denir, geçilir. “Gece, uykuda” gördüğümüzü (= rüyayı) görmeye devam edersek, “gece ve uyku” bitmez; hiç uyanamaz, gündüze ulaşamayız. (Allah-u A'lem) Hz. Yusuf (a.s.)’ın gördüğü rüya, gündüz görülen bir rüya idi. Onun “rüya yorumlamasını da = te’vil-ül ehâhis’ini” de dün ve bugün yaşanan olaylardan (hâdiselerden) yola çıkarak = onlara bakarak (= nazar), geleceği görmesi şeklinde okumak ve anlamak gerekir. İkinci anlamdaki bir rüyamız olur ve onun gerçekleşmesi için yaşarsak, eninde-sonunda o rüyamız gerçekleşir; aksi olursa boş boş, karmakarışık rüyalar (edğâsü ehlâm) görmeye devam ederiz. ‘Freud gibiler’! de böyle hastalıklı kişilerin rüyalarını yorumlamayı meslek hâline getirirler. (Not : Acizâne fikrim, Freud’un patolojik rüya yor

HAKİKAT ARAYIŞI

Hakikat, Hakk’tan ayrı değildir. Yaşadığımız dünya, hakikat dünyası değildir, “sanaldır, rüyadır.” Aranmadan, hakikate ulaşılamaz. Hakikati bulanlar, arayanlardır ama her arayan da hakikati bulamaz. Hakk, hakikati arayanın samimiyetine göre Kendini (= Hakikati) buldurur; hakikati bulan!, “ben hakikati buldum, hakikate erdim” diyemez!. Hakikat, dondurulmuş gıda gibi değildir. Bu ifadeyi mideye giren gıdalar için kullanırız ama ben, bu kavramı “Hakk= Hakikat Bilgisi” için de kullanmak istiyorum. Sanki Hakikat, (Hakk, Kur'ân) 1400 küsür yıl önce indi ve orada, o zamanda dondu da biz O “Dondurulmuş Hakikati” bugün “dondurulmuş hâli ile” kullanıyoruz gibi!. Oysa, Hakk (= Hakikat) bizatihî = kendinde zaman ve mekân üstüdür, hep tazedir. O Hakk (= Hakikat) bize temas edince = bizim sıcak ve canlı hayatımız ile buluşunca, biz taze Hakikat ile tanışırız. "Yaşadığımız dünya, hakikat dünyası değildir, sanaldır, rüyadır.” cümlesi izah gerektiriyor. Hakk (= Hakikat) bulunmazsa, gördüklerim

SON SÖZ

Hayatla bağlantısı kurulamayan her söz, retoriktir. Retoriği, Yunanca, güzel söz söyleme sanatı anlamında değil; sözün, söylemin, eylemden (amelden, hayattan = yaşamdan) kopuk olması anlamında kullandım. ... Allah’ın Söz’üne = Kelâmullah’a da (Kitâb’a ve hatta Hadise de) böyle bakabiliriz, bakmalıyız!. Allah (c.c.), Söz’ünü = Kelâm’ını, o günkü hayatla irtibatlı indirmiştir ama O Söz, tüm zamanlara, tüm hayatlara da şâmildir ama biz bu gün, O Söz’ü yaşadığımız hayatlarla irtibatlandıramıyoruz. ... Bizler, sözlerimizle hayatlarımızın arasını birleştirmiyor, ayırıyoruz. Bu durum, bence bizde ikiyüzlülüğe yol açıyor. ... “Âyinesi iş(i)tir kişinin lafa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”                                                    Ziya Paşa. ... Eylem, bir kanat; söylem, bir kanattır; eylem, söylemden; söylem, eylemden ayrılamaz; ayrılırsa, “kuş”! uçamaz.

İBÂDETLERE TOPLU BAKIŞ

Bir eylemin (işin), ibâdet olması için, onu yaptıran bir imanın bulunması şarttır; bu da Şehâdettir. Şehâdet, basit bir motivasyon değildir. Motivasyondaki güç, tamamen içsel; imandaki güç, hem içsel hem dışsal hem de ilâhîdir. İçinde iman (= şehâdet) olmayan işler, ibâdet değildir, sadece iştir. İbâdetleri, Ma’bud emreder, vicdan kabul eder. İman, Ma’bud’un emrettiği işlerin vicdanlardaki olumlu etkisi, tesiridir. İman, Ma’bud’a tam teslimiyet ve güvendir; bu güven, vicdanlara emniyet verir; bu emniyet olmasa, tam teslimiyet de olmaz. Mü’min, Müslümandır; Müslüman, Mü’mindir. = İman, teslimiyeti; teslimiyet, güveni beraberinde getirir. Gerçek imanı, İslâm (= Allah’a teslimiyet) sağlar. İslâm’ın ibâdetleri, güvenli bir hayatın mikro modelleridir; hayat da bu ibâdetlerin makro hâlidir ve bu ibâdetlere ziplenmiştir. Bu ibâdetler, aslâ hayattan kopuk değil, aksine hayatı bir bütün olarak kuşatırlar. ... Namaz, bedenî ama aynı zamanda bireysel, toplumsal ve siyasal bir ibâdettir. Namaz, ya

BELKİ?!...

Belki, olabilir ki, umulur ki, muhtemeldir ki anlamında ilk etapta şansı/ihtimali çağrıştıran bir edattır. Arapçada bel (بل) ve alle (عل), belki anlamındaki edatlardır; alle’nin başına gelen le (ل), te’kid lâmıdır, belki’ye kesinlik (kat’ıyyet) verir ve ondaki ihtimâliyeti yok eder; le ile bu edat lealle (لعل) şeklini alır. Bu edatın sonuna siz (küm) zamirinin eklenmiş (لعلكم) hâli, Kitâb’ta çook sık kullanılır. Bakara 21. âyette de bu edat (لعلكم) vardır. Ben bu âyete verilen üç meali vererek konuya giriyorum. "Ey İnsanlar!,  Rabbinize ibâdet edin, ki O (= ellezîne ve vellezî) sizi  ve sizden öncekileri yaratmıştır; umulur ki (= belki لعلكم) taqvâlı olursunuz." (Muhammed Hamidullah. Azîz Kur'ân.) "Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız." (Diyanet Meali.) لعلكم, yokmuş ya da metne yedirilmiş veya metinde kaybolmuş! gibi!... "Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet

KİTÂB

Bildiğimiz anlamda kitap, kâğıda yazılmış ve ciltlenmiş metindir; Kur'ân’a da böyle bakıyoruz.  Ama Kur'ân, aslında ve orijinalinde ‘Sözlü Bir Metin’dir, bir kâğıda ya da kâğıtlara yazılı ve ciltli olarak inmemiş, indirilmemiştir.  O, daha sonra yazılmış ve toplanmıştır.  ‘Sözlü Metin’ de Arapçadır (12/2. 13/37. 20/113. 39/28. 41/3. 42/7. 43/3. 46/12.) Sözlü Metin olur mu, bunu nasıl anlamalıyız?!. Önce, Metin’e/Metne verdiğimiz anlama bakmalıyız. Edebiyatta metin, teksttir, yazılmış yazıdır; söz ise söylev, nutuk, hitabettir. Yazı, kâğıda (kemiğe, mermere vs.) kazınır = yazılır; söz ise, (aslında ve normalde) akla ve kalbe yazılır; ama, söylenen sözlerin bizde bir etkisi olmadığı, bir kulağımızdan girip öbüründen çıktığı (kafamız otobana döndüğü) için, sözlerdeki  (kitaplardaki = metinlerdeki) anlamlar bizde sağlam = metîn durmuyor ve kalıcı olmuyor... Çünkü, Söz/ü söyleyen ve yazı/yı yazanları önemsemiyoruz. ... Başlangıçta ‘Sözlü Bir Metin’ olan Mesaj (Kitab), O Söz’ün muhat

KKGOY

Bu KKGOY = Kur'ân-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması’nın kısaltması.  Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) Mesajının sayfalara/kâğıtlara yazılmasına ve sayfalarda/kâğıtlarda kalmasına, Mushaf; o sayfalardan/kâğıtlardan akla ve kalbe taşınmasına = kişisel okuma yapılmasına (= Mushaf ile temas kurulmasına) Kıraat, Tilâvet, (ve Tertil!); yaşanması ve mesajlarının duyurulmasına = O Mesajlara, Ona, insanların çağrılmasına da (da’vet edilmesine de) toplumsal okuma anlamında Kur'ân diyoruz. (Yaptığımız toplumsal bir etkinliğe (sözgelimi düğüne, konferansa, maça vb.) birilerini çağırır = okur = da’vet ederiz ya onun gibi.) Kıraat, Tilâvet, ve Tertil’in hakkı verilmeden Kur'ân Okuması yapılamaz. Yapılmaz demiyorum, yapıyorlar, yapılamaz, diyorum. Yapanlar da TV’lerde, orda-burda show/şov = gösteri ve yarışma yapar, yapıyorlar!... Ne yapalım; onlar da o şekilde dindarlıklarını (dindar olduklarını) gösteriyorlar. “De ki : Herkes kendi şâkilesine göre iş yapar. = qul!, küllün ya’melü alâ şâkiletih.

KESRETTEN VAHDETE

... 5-4-3-2-1 ya da tümevarım ama Vahdet-i Vücûd değil. Çünkü bütün, parçalardan oluşur; parçaların toplamıdır ama parçalardan büyük, farklı ve üstündür. ... İnsan, zübde-i âlemdir, âlemin özüdür; âlemdeki tüm parçalar, insanda toplanmıştır. İnsan, tüm bu parçaları “organize eden, yöneten” akıllı ve iradeli bir varlıktır. Kendi vücudu da buna şahittir. İnsanda trilyonlarca hücre (37 trilyon), katrilyonlarca atom vardır; bir hücrede yaklaşık 100 trilyon. Ben, insana organ bazında ve çook genel bakacak; oradan bir’e = vahdete inmeyi deneyeceğim. ... 5-4-3-2-1. Beş parmak = 5. El-ayak = 4. Kafa, gövde, el ve ayaklar = 3. İki göz, iki kulak, iki dudak = 2. Bunların toplamı bir baş (kafa), en önemlisi de bir yürek (kalp) = 1. İnsandaki kafa, toplama bütün; kalbin kendisi bir bütün. “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır...” (33/4.) Kafa, toplar; kalp birler, birleştirir. Kafasından kalbine yol bulamayan ve kalbinde birliğe varamayan, vahdete eremez, tevhîdi bulamaz.  İk

EĞİTİM-ÖĞRETİM MESELESİ

Hasbelkader 30 yıla yakın eğitim almış, 10 yıl eğitim vermiş biri olarak, ne aldığım eğitimden ne de verdiğim eğitimden memnunum; ne aldıysam “kendim”! aldım; tüm eğitimimi kitaplara ve bir kaç hocaya borçluyum; onların (o hocaların) da öğrettiklerine değil, tavırlarına, yaklaşımlarına ve davranışlarına. Öğrenciyi karşıya (karşımıza) alıp, bilgiyi onlara “dikte etmek”, eğitim-öğretim değildir; mevcut okul/sınıf sistemi eğitmiyor, öğretmiyor. Öğrenci, öğreticinin (hocanın) tavır, tutum ve davranışlarına, samimiyetine bakıyor. Ben öyle yaptım; sizi bilmem.  Ana-babalarda, ailede de durum aynı. Ana-babalar, çocuklarını karşılarına alıp onlara bişey öğretmeye (söylemeye) kalktıklarında, çocuklar, ana-babalarındaki samimiyete ve tutarlılığa (yaşadıkları hayata) bakıyorlar; belki ayıp olmasın, saygısızlık olmasın diye, o ân onları dinliyorlar ama sonra yine bildiklerini ve gördüklerini okuyorlar... Bilgiye (gerçeğe) aç çocuklar, merak ediyor, araştırıyor; mevcutla yetinmiyor. Öğretim, öğreti

KUR'ÂN ÖĞRENMEK

Dün (20 Mart 2023) Ulus’ta işim vardı, erken bitti; ikindi namazına da yarım saat vardı; Hacı Bayram’da namazı kılayım da gideyim, dedim. 20 dakika Hocayı dinledim; ateşliydi, kendini “sorumlu” hissediyordu. Benim meyhanelere, kıraathanelere gidip bu dini anlatmam lâzım ama bana ‘hadi camiye, senin yerin camii!’, diyorlar, diyordu ve camiideki Müslümanlara kızıyordu... Kur'ân’dan habersiz yaşıyoruz, çocuklarımız Kur'ân öğrenirken sıkılıyor, kaçıyor, diye dert yanıyordu... Kur'ân’ı öğrenmeyi “yüzünden okumak” sanıyordu.  Elbet Kur'ân’ı öğrenmek, Onu (yüzünden) okumakla başlar ama sadece başlar. Sadece o Hoca değil, neredeyse tüm Müslümanlar, ben, benim oğlum-kızım Kur'ân okumayı ve namaz kılmayı biliyor deyince, bu söz, maalesef, Kur’ân’ı yüzünden anlamadan okumaya; namaz kılmak da, eğilip-doğrulmaya ve oturmaya! karşılık olarak kullanılıyor. Kur'ân Kurslarımız, İmam-Hatiplerimiz, belki de İlahiyatlarımız Kur'ân'ı ve namazı öğrenme, öğretme deyince bunlar

KORKMA!

Korkma!. Birileri korkmuş olacak ki, korkuyor ki “korkma!” deniyor. Bana ilk kez annem, köyde bir kertenkele gördüğümde “korkma”! demişti.  Korkma, doğal ve insanî bir duygu. Burada, korkuyu korkutup yok etmek, defetmek ve öldürmek çoook zor.  Korktuklarımız başımıza gelmesin diye tedbirler alıyoruz ama korkuyu bir türlü kendimizden (ruhumuzdan), çevremizden uzak tutamıyoruz. Ya korktuğumuz başımıza gelirse?!... Korkunun başımıza gelip-gelmeyeceğini bilemediğimizden, bilemeyeceğimizden, yapmamız gerekenleri, o korku daha gelmeden tedbirler alarak hafifletiyoruz. (Deprem örneği!.) Bir de o korkunun (!) bizim başımıza kesinlikle gelmeyeceğine inanmak var!. Bu, hem çook tehlikeli hem de çook güvenli bişey olmalı!. Burada korkuyu öldüremeyiz, yok edemeyiz, hep korku ile yaşamak zorundayız ama korkudan emin olmak için de ne yapmamız, ne tedbirler almamız gerekiyorsa onları da almalı, yapmalı; korkuyu paniğe, nevroza ve anksiyeteye dönüştürmemeliyiz. Bir sürü korku çeşidi/türü var: • Fakir

OKUMA ÂDABI

Bir Kitâb’ı (kitabı) anlamak için O/o Kitâb’a (kitaba) yaklaşım çoook önemlidir. Bizlerin yazdığı bir kitabı okurken bile, yazarına, o yazarın konuya vukûfiyetine ve hayatına (yaşadığı döneme ve şartlara) bakıyoruz, değil mi?. (Ben eskiden yazarın hayatına, kitabın yazıldığı döneme bakmazdım, şimdi bakıyorum.) Eğer biz, bir kitap yazıyorsak, kitap bizim kitabımızsa, okuyucuyu (= muhayyel muhatabımızı), o kitabı kimin için ve niçin yazdığımızı sürekli göz önünde bulundururuz; okuyan da bunu dikkate alarak konuyla ve yazarla bağlantı kurar... ... İlâhî Kitâb’ı okurken (de) : Bu Kitâb, a) Allah’ın Kitâb’ı ve b) Benim Kitâb’ım (= bana gönderilen bir Kitâb) şeklindeki iki pozisyonu birden hesaba katmalı ve Rabbim Allah Bu Kitâb'la bana “ne?”! söylüyor (benimle neden ve niçin konuşuyor!) demeliyiz!. Abdest, bu pozisyona hazırlığın ilk aşaması; ikincisi uyanıklık = pür dikkat! = yoğun konsantrasyon... sonrakiler ise, kişi ile Rabbi arasındadır.  Mahreçlere ve medlere dikkat ederek oku

VURGU ya da TONLAMA

Kelimelere yapılan ses vurgusuna ya da kelimelerdeki hecelere basarak söylemeye tonlama denir. Tonlama, dikkat çekmek, anlamı değiştirmek ya da ironi yapmak (başka da vardır, ben bilmiyorum) için yapılır. Bunu Efendim kelimesi üzerinden yapalım; yazı ile nasıl yapacaksak?!. Yumuşak sesle ‘efendim’, dersem, efendim karşımda, buyur, demiş olurum; telefonda konuşuyor isem, alo sesine cevap vermiş olurum. (Her telefon eden benim efendim değildir.). Efendimin E’sini büyük yazar (ve söylersem), Peygamberimizi kast ederim. Hacıya gitmiş  Bayram’a, Hacı Bayram Efendi; bizim dairede çalışan hademe Hasan’a, Hasan Efendi, (ötekilere Bey), âmirim bişey emredince, tamam Efendim, demiş olurum; efendimi iki kere tekrarlarsam (efendim efendim) duydum ama duymadım, bidaha söyle der gibi, bir çeşit tahfif  yapmış, olurum. Kadın kocası için; mürit şeyhi için ‘bizim efendi’, der. Mahallenin camisinin imamına, imam efendi, denir. Uslu ve terbiyeli çocuğa ve yetişkine, efendi çocuk ya da efendi adam denir;

ORUÇ ve RAMAZAN

Oruç, Ramazan’da farzdır. Orucun Arapçası savm; kelimenin kökü sâme, kendini tutmak demek; kelimenin müştakları: samt/sâmut (صمت), sessiz, suskun; samed (صمد) direnmek; samediyyet (ﺻﻤﺪﻳّﺖ), yücelik, ululuk; samedanî/yet, sonsuz/luk, ebedî/yet. Oruç, Farsça; sanırım urûç’tan (yükseğe çıkmaktan, yükselmekten) bozma!. Hafif olan, yükselir, yüzer; midesi dolu olan batar, boğulur.  Orucun ilk anlamı “açlık, aç kalma” olsa da tek anlamı bu değildir. Susma orucu (= Savm-u Samt), -- Hz. Zekeriyya’nın ve Hz. Meryem’in tuttuğu oruç -- ve keffaret orucu da -- bir suç/hata/günah işleyip de tazmin etme imkânı olmayanların tuttuğu oruç/lar -- da oruçtur. Özellikle tüketim çılgınlığının, kapitalizmin zirve yaptığı, ağzı olanın konuştuğu bu çağda, susma orucunu da canlandırmak, bu oruçların hakkını vererek hafiflemek ve rahatlamak gerekiyor. Midemiz dolu olunca, ağırlaşıyor; dedi-kodu denizinde boğuluyoruz. Midemizi beslediğimiz kadar aklımızı ve kalbimizi de beslemeliyiz. Çook ve gereksiz besin/yiyec

RAMAZAN ve DEVAMLILIK

Ramazan, Araplarca güneşin kumları yaktığı, aşırı sıcakların yaşandığı bir ay(a denk geldiği için bu adı almış). Devamlılık ise, bir işi sürekli yapmanın, sürekliliğin adı; özellikle dinî ibadetlerde devamlılık istenen/arzulanan bir durum. Kalplerimiz taş kesildiğinden, onların yumuşaması için özellikle ibâdetlerimizde (iyilik ve zikirde) devamlılık şarttır. Ramazan geliyor; ibâdetlerimizi (iyilik, zikir, hayır ve hesanâtımızı) sadece Ramazan’a sığdırır da kalan on bir (11) ayda boş verir, ibâdet, iyilik, zikir, hayır ve hesanât yapmazsak, kalbimiz yumuşamaz. Mermere veyahut taşa sürekli damlayan su, o mermeri, o taşı oyar; o mermer, o taş, pürüzlü/tırtıklıysa da onların üzerinden devamlı akan su, onların pürüzünü giderir; aynen bunun gibi, sürekli/devamlı ibâdet de kalplerdeki pası (pürüzü) giderir. “Allah katında ibâdetlerin (amellerin) en hayırlısı = en makbulü = en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır.” Hadis-i Şerif. Bu Ramazan, bu devamlılığa, sürekliliğe bir başlangıç olur, ol

YÖN, YÖNELİŞ ve TAVAF

Yön, kıble, istikâmet; Yöneliş, kıbleye dönüş (yöneliş), istikâmeti doğru tutuş; Tavaf, kıbleye yak(ın)laşarak Kâbe etrafında dönüş, tüm yönleri unutuştur!. Kıble, Kâbe’dir. Kâbe’ye yaklaşmadan, yakınlaşmadan tavaf olmaz, tavaf yapılamaz, insanın buna gücü yetmez!. Kâbe’ye de herkes aynı oranda yaklaşamaz!. Ona en yakın olanlar, en yakın halkada bulunanlar “yanarlar”!; dış halkadakiler, yananlarla yanarlar, bu hâl en dış halkaya (bize) kadar devam eder ama ateş küllenir.  Bizler de uzaktan ‘yanarız’! ama bizim ateşimiz bizi yakmaz; yanmak için ateşe yakın olmak şarttır. ... Bizler, başka ateşlerin etrafında “sinsin” oynuyor, dönüyoruz!. (Sinsin, bizim Şamanizm’den kalma davullu-zurnalı ata oyunumuz. Bu oyunu oynayanlar, kendilerini ateşten değil, etrafındaki insanlardan korurlar.) Bizler, ateşe hep uzaktan bakmaya, yakınlaşmamaya (= Hacı olmamaya) alıştık; Hacı olanlarımız da, dönüyo-dolaşıyo, “yanmadan”! gerigeliyo. Mûsâ (a.s.), ateşi görünce yaklaşmış, yakınlaşmış ve Ona Orada “yakın

ANKARA'YA TEPEDEN BAKMAK!

Ankara, zamanında tepelerin ortasındaki bir vadiye kurulmuş; şimdi o tepeleri çook aştı. Ankara’nın eski merkezi Ulus, ilk Meclis ve Heykel orada; Ulus’un güneyindeki tepeler: Dikmen, Çankaya (864 rakımlı tepe); kuzeyindekiler: Şentepe, Yükseltepe, Esertepe, Ufuktepe, Aktepe; merkeze yakın batıdakiler: Maltepe, Beştepe, Anıttepe; doğudakiler: Hacettepe, Hıdırlıktepe, Demirtepe... ben, kuzeydeki bir tepeden, neredeyse her gün Ankara’ya bakıyorum, her bakışımda bakış noktamı değiştiriyor, biyeri merkeze alıyorum... Ulus, Kale ve civarı, beni Cumhuriyet öncesi yıllara; Çankaya (864 rakımlı tepe) ve Maltepe, Cumhuriyetin ilk yıllarına; Beştepe, şimdiye taşıyor; Kocatepe ve Maltepe, camii isimlerini ve camiileri çağrıştırıyor; Anıttepe, bu yılların ve an(ı)ların “anıta dönüşmüş hâlini” gözlerimin önüne getiriyor. Köşk, saray, camii, meclis ve kale kelimeleri zihnimde cirit atıyor, bu kelimeleri anıt’la bir araya getirmeye çalışıyorum ve onları beraber/birlikte yerleştirecek somut bir tepe a

İNSAN

İnsan, şeklen, dik yürüyebilen, iki ayaklı ve becerikli, elleri ile alet yapabilen; aklen, düşünen, ne yaptığını bilen, değer üretebilen ve iletebilen (ama) ölen bir canlıdır. Her insanın şekli/tipi farklı olsa da şeklî insanı hepimiz biliyoruz, görüyoruz; ben aklî insana, aklen insanın ne olduğuna değineceğim; aynı zamanda kendime ve size ayna tutmuş olacağım. İnsan, duyu, duygu, düşünce (akıl) ve kalp (iman/inanç, güven) varlığıdır; buna, kafa ve kalp (gönül) varlığı da denilebilir. Dokunma duyusu hariç tüm duyular ve akıl kafadadır. (Görme, işitme, tatma ve koklama) Dokunma duyusu ise, el-ayak ve deridedir. İnsanın eli, eşyalardan veri ve ayağı (sert, yumuşak, sıvı veya katı) yeri alır, algılar, hisseder. Doğuştan göremeyen ve duyamayanlar (= kör ve sağırlar), aynı zamanda konuşamazlar, ahrazdırlar; bunlar tadarak, koklayarak ve dokunarak dışardan veri alırlar. Hiç dışardan veri almayan, almamış bir insanda, duygu da düşünce de olmaz, bulunmaz. Duygulanım, etkileşim, etkileniştir. A

DÎNÎ (DİN-İÇİ) KAVGA!

Bu kavga, dinin (kendisinin) değil, dindarların kavgasıdır. Dün bu kavgada başka araçlar (mezhepler, anlayışlar, kişiler) kullanıldı ama bugün bu araç, maalesef dinin Kitâb’ı = Kitâb’ın Türkçe Meali oldu. Kavganın bir tarafında “resmî”; öbür tarafında “sivil din/darlar”! var. Resmî taraf, resmî din anlayışında ısrar ediyor; sivil taraf da bu resmî din anlayışını “yıkmak” istiyor ama bunu “large/larç bir üslupla”! yapıyor. Kitâb’ın anlaşılması, elbet sadece resmî ağızlara bırakılamaz, terk edilemez ama sivil anlayışlar (yaklaşımlar, ağızlar) da “belli bir ciddiyet, samimiyet ve ehliyet-liyakat” içerisinde meseleye yaklaşmalıdır. Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) âyetlerine (Kitâb’a) meal verilirken, O Kitab’ın orijinal (Arapça) dilinden başka bir dile çevirisi yapılırken, Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) bütünlüğü, ana-fikri, kavramların (ıstılahların) anlamı, kapsamı, o kavramların birbirleri ile ilişkisi, dilbilgisi, metnin bağlamı (metin-içi bağlamı, metin-dışı bağlamı = nüzül sebebi vb.), “iyi n

SÂKİN!...

Bir önceki Suç ve Günah yazımda Rabbimizi “dışarıda göremediğimiz”! için ve O bize bizden daha yakın olduğu için, ‘vicdanı Rab olarak’ aldım!. dememe itiraz geldi, bu yazı o itirazlara cevap. Vicdan, insanın içinde bulunan ve insanı Rabbine bağlayan bir yeti, bir melekedir. Kişide o yeti (meleke) aktif değilse, Rable bağ/lantı kurulamaz. Bi başka deyişle vicdan bulunamazsa, Rab bulunamaz; vicdan körse, Rab “görülemez”!... Vicdan körse, Rab, ne içerde ne de dışardadır. Vicdan aktifse, Rab, hem içerde hem de dışardadır. Vicdan, kişiyi Rabbine bağlayan bağdır. Rabbi içerde arayanların ve ‘bulanların’ (!), kişi sayısı kadar rableri olur. Bunlar, kişisel gelişimciler, humanistler, Budistler, Hinduistlerdir. (yoga, meditasyon)... Vicdan uyanık (aktif) değilse, 'dışardaki Rabbi' bulamaz; Rab, uyanık vicdanla aranır (ve bulunur). Uyanık vicdanlı insan, olaylar karşısında sâkin olur, şöyle bir durur, olup-biteni muhakeme eder, olayların sebebini-sonucunu düşünür... İnsanı insan yapan, o

SUÇ ve GÜNAH

Suç, toplumsal; günah, ‘kişisel’!. Günaha kişisel dememi açıklayacağım; önce suç. Suçun toplumsallığı, içinde yaşanılan toplumun (toplumsal-kültürel) değerlerine, değer yargılarına ve mevcut yasalarına aykırı davranışların sonucundan kaynaklanır. Davranışlarımızın toplumsal-kültürel değer yargılarımıza ve yasalara uymadığını anladığımızda suçluluk duygusu; vicdanımıza (= fıtratımıza) uygun olmadığında da kendimizi günahkâr hissederiz. Suç, topluma (insanlara) karşı; günah Rabbe (vicdana!) karşı işlenir. Rabbimizi “dışarıda göremediğimiz”! için ve O bize bizden daha yakın olduğu için, ‘vicdanı Rab olarak’ aldım!. Vicdanı olan bunu rahat/kolay anlar; vicdanı körelen anlamakta zorlanır. Bu, Rabbi hâşâ küçülterek! O’nu insanın içine sığdırmak! değil, Rabbin kişiye yakınlığını ve kişinin Rabbine karşı sorumluluğunu vurgulamaktır. Kendinin = vicdanının bilincinde = farkında olan insan, olabildiğince az günah işler. Bu (hâl), suç oranlarını da düşürür. Ama kişi yasaları, toplumsal-kültürel de

ALGI, DUYGU ve BİLGİ

Dış dünyadan beş duyu (organımız) ile aldığımız sinyallerin ilk hâline algı (= perception); bu algıların bizde olumlu-olumsuz etkisine (= effection) ve de tepkisine (= reaction) duygu; algıların ve duyguların nedenlerini sorgulamaya da bilgi diyoruz. Deneyimlenmiş duygular ile eski bilgiler hafızada saklanır; yeni algılar geldikçe, yeni duygulara ve bilgilere dönüşür. Eski algılara benzer (yeni) algılar gelince, eski duygulara benzer duygular harekete geçer. Eskiden yaşadığımız duyguları bilgi ile analiz edip kontrol etmişsek, yeni duygularımızı da kontrol edebiliriz; onlar hakkında bilgimiz yoksa, sürekli korku, kaygı vb. duygular yaşamaya devam ederiz. Korkunun nedenini ve sonucunu sorgulamamışsak, sevincin kıymetini/değerini de bilemeyiz. Zıt duygular, birbirlerini “anlamlı” kılarlar. Korku yoksa, sevinç/neşe değersizleşir; cehennem yoksa cennet; cennet yoksa cehennem. Cennet ve cehennem, şu an bizde bir bilgi değil, duygudur. Buradaki acılar nüve olarak cehenneme; sevinçler de cenn

MANZARA

Manzaranın iki anlamı var : Gözün gördüğü görüntü. ve Hâl, durum vaziyet. Bu kısa not, bu iki anlamı birleştirmeye gayret edecek. Manzaranın kökü, nazar (bakış); nazariye (teorya, teori) de aynı kökten türer. Görüntü, bakış açısıyla alâkalı. Yataydan ve dikeyden bakınca ve açıyı genişlettikçe, gördüğümüz görüntü/manzara değişir... Ormanın içinde/ki bir ağaca bakmakla, ormana bakmak aynı değildir. At gözlüğü ile (tek bir yönden ve dar açıdan) bir manzaraya bakmakla, 360° = her yönden bakmak aynı değildir... Kıbleye yönelme, yatay açıyla herkesin aynı yere, aynı yöne bakmasıdır; Kâbe’yi merkeze alınca (= Kâbe’den bakınca) bu açıların toplamı 360°'dir; ama bu açılar da yataydır. Açıyı (bakış açısını) dikey kılmak için, “yükselmek!” gerekir. Aşağıdan yukarıya dikey bakış, açıyı genişletir; yukardan aşağıya dikey bakış, aşağıdakileri “küçültür”!. (Bu bakışı kibirle karıştırmayalım!.) Yükselmek de ma’neviyatla mümkündür; ilim, iman ve salih amel, kişiyi ma’nen yükseltir ve kişideki kibri

FARKLILIK ve TUTARLILIK

Her birey farklıdır = herkes özeldir, kimse kimseye %100 benzemez. Hatta herkes = her kişi, farklı zamanlarda ve farklı şartlarda farklı bir birey, farklı bir kişi olur. Öyleyse, insandaki tutarlılığı nasıl anlar ve nasıl açıklarız?!. Eğer yukardaki “önerme” doğruysa, biz kimseyi tam tanıyamayız. Kişiler (S. Demirel!) bize, ‘dün öyleydim, bugün böyleyim...’, diyebilir; makyavelistçe davranabilir. Tutarlılık, herkesin = her kişinin farklı zamanlarda ve farklı şartlarda, farklı davranmasında ve üç-beş davranışında aranmaz; tüm davranışlarının bütünlük içindeki uyumunda, ahenginde, tek tek bakıldığında farklı görünen davranışlarının örüntüsünde/bütünlüğünde ve o örüntünün arkasındaki “ortak amaçta”! aranır. Bu nasıl anlaşılabilir, bilinebilir?!.. Kişideki niyet bilinebilirse ve kişi ile yakın, sıcak, samimî iletişim kurulabilirse. Kişideki niyeti ve samimiyeti bizim %100 bilemeyeceğimizi, bunu sadece kişinin kendisinin ve Rabbinin bileceğini de biliyoruz. Öyleyse, kendimiz dışındaki bir i

GEMİ

Gemi de araçlardan bir araçtır. Maşa, ev-araba, kaşık-çatal, devlet vs. gibi... Bütün araçlar, nötrdür; onlara değeri, onları kullananlar verir. Araçlar, kişileri amaçlara götürür. Araçlar, kötülerin eline geçmesin ve onları kötüler kullanamasın diye, onlara zarar vermek mubahtır. Hızır, gemi Firavun’un eline geçmesin, o gemiyi Firavun kullanamasın diye gemiyi delmiş, gemiye zarar vermiştir. Dâvud-u Kayserî, gemiyi nefs (beden) olarak niteler; nefsi (bedeni) insan kötüye kullanıyorsa, o nefse (bedene) zarar verilebilir demek ister; bu zarar, nefsin her istediğini yapmamak, az yemek, az içmek, az uyumaktır. Bıçak, bir katilin elinde ölüme; bir cerrahın elinde hayata neden olur...

BERAT = KURTULUŞ

Kurtuluş iki türlüdür : Esir olan bir bireyin veya bir toplumun düşman! esaretinden kurtuluşu. Esaret de çok çeşitlidir. Ekonomik esaret, fikrî esaret, siyasî esaret, ... manda vb. Esaretten kurtulmak için savaşmak, çaba göstermek gerekir. Kendisine karşı savaşılana, düşman denir, nefis de bir düşmandır!; düşmanımızla bizde belli bir güç varsa savaşırız, savaşabiliriz. Bu güç, az veya çok her kişide aslında “her zaman” vardır. Bilgi ve irade de bir güçtür. Kişinin, düşmanın düşman olduğuna ve kendisinin de düşman elinde esir olduğuna dair bir bilgisi ve iradesi yoksa, ortada bir düşman da, bir kurtuluş iradesi de, mücadele de (savaş da) yoktur... Kişide bilgi ve irade var, ama top-tüfek, maddî-manevî güç : silah ve teknoloji yoksa, düşmanla savaşmamalı mıyız?! Savaşmalıyız, savaşılmalı, hatta ölüm bile göze alınmalı!. Böyle bir adam (toplum/millet), topunun-tüfeğinin (gücünün) azlığından dolayı böyle bir savaşta ölür ya da yenilirse, aslâ yenilmiş/kaybetmiş olmaz ama o adam (toplum/mil

İSTİĞNÂ

İstiğnâ, kişinin kendini “zengin” görüp, kimseye muhtaç olmadığını düşünmesidir. 92/Leyl, 8’de, “ve emmâ men behıle vesteğnâ; ve kezzebe bil hüsnâ, fesenüyessirhu lil usrâ. = kim cimrilik eder ve kendini kendine yeter/li görür ve güzel olanı yalanlarsa; biz ona kötü akıbeti = zor/zorlu olanı kolay kılacağız.” denir. O, kendini burada müstağnî (zengin, kimseye ihtiyacı olmayan biri olarak) görür ama Biz onu öyle bir zorluğa ma’ruz bırakacağız ki o, herkese muhtaç olduğunu anlayacak ama herkes ona yardım etse bile kimse onu kurtaramayacak!. ... Hayatımda ben bu tipleri çok gördüm ve tanıdım. ‘Seni ben doyuruyorum, besliyorum, okutuyorum, iş ve aş veriyorum; ben olmasam sen bir hiçsin, hiçtin, ...’ diyenleri... Geriye dönüp baktığımda onların = o tiplerin “zenginliğinin” (istiğnâ durumunun) “yok olduğunu”; burada bile insanlara muhtaç hâle geldiklerini; istiğnânın ne kadar kötü bişey olduğunu gördüm; bu tiplerin pişman olmaz, tövbe etmezlerse öbür taraftaki hâllerini de az-çok tahmin edeb

İŞ ve EMEKLİLİK

İş, bişey elde etmek ve üretmek için çalışmadır, bişeye emek vermedir; iş yapmak: bişey elde etmek, bişey üretmek, biişe yaramaktır. Bu üretim, mal, hizmet ve fikir üretimi şeklinde olur. Üretilen şeyin değeri, yapılan işe de değer verir. Normalde, herkesin ürettiği/üretebildiği iş, daha az değerli; çok az kimsenin ürettiği iş, çok daha değerlidir. Değeri sadece iş karşılığı alınan = kazanılan para ile özdeş kılar, paraya eşitlersek bu, “kapitalist bir değer algısı” olur. Maalesef modern iş algımız da kapitalist. Yaptığımız işten (hizmetten) para kazanamıyorsak, o işi yapmıyoruz... Normalde işimiz, bizim hem iâşemizi (temel ihtiyaçlarımızı) sağlamalı hem de bizi tatmin (mutlu) etmeli. Asgarî/temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için “ne iş olsa yapabiliriz”,  ama asgarî/temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra “sevmediğimiz” işi yapmaya devam etmemeliyiz; devam edersek, o iş bizde bir işkenceye dönüşür, iş ahlâkımız bozulur, rüşvet almaya, işi savsaklamaya başlarız; vb. En doğru iş, sevdi