Kayıtlar

Aralık, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

DUÂ ÂDÂBI

Duâ, Rabbe yalvarma, yakarış, niyaz. Yalvarma, yakarış, niyaz, küçüğün, âcizin büyükten istirhâmı, isteğidir; âdab = edeb gerektirir. Bu edeb, duânın üslûbuna yansır; buyurgan üslup, duâ ile uyuşmaz. Duâda belli bir standart olmamalı; olacaksa, Kur'ân’daki duâlar örnek alınmalı. Kur'ân’da Rabbenâ diye başlayan, Elçilerin ve salih kulların dilinden dökülen bir çok duâ var. “Rabbenâ âtinâ... Rabbenâ’ğfirlî... Rabbi’calnî mukîme’s salâtî... Rabbi’şrahlî sadrî... Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ... Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ... Rabbi edhılnî müdhale sıdqın ve ahricnî muhrece sıdgın... Rabbenâ lâ tüâhiznâ in nesînâ ev ... Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdî lil îmani... Rabbenâ âtinâ min ledünKe rahmeh, ve heyyi’ lenâ min emrinâ reşedâ.” Ya bunun gibi duâlar anlam ve bağlamları ile bilinmeli/ezberlenmeli; bilinemiyorsa, köylü Mehmet amcanın şu duâsı gibi içten ve samimî duâlar yapılabilmeli.  ‘Ekmeğimi, suyumu veren, yediren-içiren, Sağlık ve sıhhat bahşeden, Haya

KUR'AN'IN TARİHSELLİĞİ ve EVRENSELLİĞİ

Tarihsel, düne (tarihe); evrensel, dün ve bugün dahil her güne aittir. Evrenselin içinde tarih de vardır, Kur'ân sadece tarihe ait = tarihsel değildir, her güne aittir, evrenseldir; O, dünü de değiştirmiştir, bugünü de değiştirir, yarını da; O, hakîmdir = “vel Kur'ân'il Hakîm” (36/2). Onun hâkimiyeti, Ona inananlar ve bugünü yaşayan insanlar eliyledir. Gün, Kur'ân’sız yaşanmışsa ziyan/zâyii olmuştur. Dün, o gün yaşayan insanlar için bugündü. Kur'ân, her güne (= bugüne) hitap eder. İnsan Sûresi 27. âyetteki ‘héülâi’ kelimesi (= işaret zamiri) bile bu durumu anlatmaya kâfîdir. ‘Héülâi’, işte onlar (= bak! Bak!, şunlar) demek. Kim onlar? Dün, (o gün yaşayan) Velid b. Muğîre, Ebû Cehil, Ebu Leheb gibi kişiler; bugün, ??? (Biz). Neymiş onların, o kimselerin özelliği?! “İşte onlar çarçabuk/çabucak geçen dünyayı (=acil olanı) seviyorlar; gelecek olan zor ve ağır günü = yevm-en sekîlâ’yı ihmal ediyor, önemsemiyor, ciddiye almıyor, öteliyorlar.” (76/27.) Kur'ân’a sadece

NOKTA!...

Nokta, gerçekte! boyutsuzdur ama biz onu boyutluymuş gibi algılarız. Noktaların yan yana gelmesi çizgiyi oluşturur; çizgi tek boyutludur; çizginin boyutu uzunluktur. Aslında çizginin de iki boyutu vardır ama biz ikinci boyutu (= genişliği/yüksekliği ya da derinliği) yok farz ederiz. Noktaların iki boyut oluşturması, genişlik/yükseklik ya da derinlikledir, ki buna da yüzey denir. Nokta, kâğıt üzerinde yan yana gelirse çizgiyi; kâğıdın ya da masanın kendisi (= üstü) de yüzeyi oluşturur, kağıt da masa da (herkes ve her şey de) noktalardan oluşur. Kağıdın ve masanın tamamı (= tüm cisimler, bizler ve tüm görünür varlıklar) üç boyutlu noktalardır. Her cisim, üç boyutlu noktadır (= en, boy, yükseklik ya da derinlik) ama her cisimdeki noktaların dizilişi (= nitelik ve niceliği) farklıdır. Aynı ‘tür’! cisimlerde diziliş (= nicelik) benzerdir ama nitelik farklılaşır; nitelik farklılığı, entite’yi (kimliği!) oluşturur. Elma/lar/daki (ve elma ağaçlarındaki) noktaların dizilişleri benzer; armutlard

SU

50 yıl, her gün elimi-yüzümü yıkadım, içtim, binlerce kez yıkandım, yüzdüm ama bir gün üzerinde durmadım = düşünmedim, bu su ne?!. Bugün yüzümü yıkarken fark ettim ve düşünme gereğini hissettim. Musluğu açınca akan su, nereden ve nasıl geliyor, ne işime, neye yarıyor?!. Kitâb, “ve cealnâ min-el mâi külle şeyin hayy. = Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.” buyuruyor. (21/Enbiyâ, 30.) Susuz hayat yok. İnsan vücudunun %60'ı su. Su, tüm hücrelerin, beynin ve komple bedenin sağlığı (= düzenli çalışması) için olmazsa olmaz. İnsan, üç hafta aç kalabilir ama bir hafta susuz kalamaz, ölür. Tüm canlılarda da benzer durum var. Su nasıl oluşur? Yağmurla. Yağmur, hava sıcaklığı ve soğukluğunun (= yoğunlaşmanın) atmosferdeki (= bulutlardaki) oluşumu ile ilgili. Bulutlar milyarlarca ton suyu taşırlar, o suyu nereye bırakacaklarını da “bilirler.”!. Birden bıraksalar, yağmurun yağdığı yer helâk olur. Yumuşacık, tane tane, incitmeden, güle, yaprağa, toprağa zarar vermeden, tüm canlılara hayat ver

SINIR

Bedenimin sınırlarını derim belirler; derimdeki delikler de (= göz, kulak, burun, vs.), diğerlerinin (= dış dünyanın) sınırlarını fark eder... Dış dünya hem sınırlı hem sınırsızdır; aynen benim gibi. Ben (= benim gibi her insan), dış dünyanın özüdür = Kâinât, büyük insan; insan, küçük kâinâttır. İnsanda, kainattaki her şey (öz olarak) vardır. Su, toprak, ateş ve hava. Ben, kendi sınırlarımı da, başkalarının sınırlarını da bilirim. Derimle (= elimle) diğerlerinin sınırlarına dokunur; gözümle görür; burnumla koklar; kulağımla duyarım.  Zihnimle de fark eder/bilirim; zihnime ve hayalime sınır çizemem. Sınırlar, fizikîdir. Şeyleri de bizi de madden bu sınırlar oluşturur. Bunlar şekildir, biçimdir. Öz (= mâ’nâ), sınır tanımaz. Maddî sınırlarımız arasında hava vardır; hava görünmez, hissedilir, içe çekilir, dışa verilir...  Eşya (= şeyler), bitkiler ve hayvanların da sınırları vardır. Çoğu eşya, bitki ve hayvan bizden (fizîken/madden) büyüktür. Bitkiler, sınırlarını aşamazlar; hayvanlar, sın

KONUM

Konum, ilk elde mekânsaldır; bir yerde olmayı ifâde eder ama konumun zihinsel olanı da olmalıdır; bir düşünceden (= hâlden) başka bir düşünceye (= hâle) de gidilir.  Dilde, "ismin hâlleri" (= e, i, de ve den hâli), bir yerde olmayı/bulunmayı, bir yerden bir yere gitmeyi ifâde eder; bunlar mekânsaldır. Bir yerde iken (= aynı ânda) başka bir yerde olmak, mekânsal = fizikî açıdan mümkün değil ama düşünsel açıdan mümkün olabilir (mi?!.). Zaman (kavramını) aşarsak mümkün. Hayal, zamanı kolay aşar; düşünce de hayale yakın çalışır. Kitâb bizi “aynı ânda” buradan öteye götürür. Burada cennet ya da cehennem yokken bizleri cennetin ya da cehennemin hâlleri ile tanıştırır. Hatta, yaratılışın ilk evresi (= geldiğimiz yer) ile gideceğimiz yer hakkında bilgiler verir. Burada nefis bedende/bedenle ise de, aslında bedenin mekânı ile nefsin mekânı aynı değildir. Beden, toprak (= mekân); nefis, nefestir, ruhtur. Yalnız yaratıldığımız (= gönderildiğimiz!) gibi (Rabbin Huzûruna) yalnız gideriz.

BİLİNÇ KONTROLÜ

Bizler, devâsâ evrende ancak soyut-somut tecrübe ettiğimiz şeyleri bilebiliriz. Bu bilgileri düzenleyen ise bilincimizdir; bu da evrendeki mîzânı/düzeni fark etmek ve oradaki yerimizi almak, mîzânın sahibine teslim olmaktan geçer. (55/Rahmân, 1-12.) Olayların ve olguların (= şeylerin) bilincinde olmak, çoğu zaman bizi yorar. Bizdeki bilinci “Evrensel/Küllî Bilince! = Yaratıcı’ya” teslim edebilirsek, (= bağlarsak), “Otomatik Pilot’a”! bağlanmış gibi olur, rahatlarız. Akıl, biz insanlar içindir; Rabbimiz için ‘akıl’ kullanılmaz; bizdeki akıl terminaldir; onu “İlâhî Kaynak’a” bağlayabilirsek (= o akıl Oradan beslenirse) hem yorulmaz hem de yanlış yapmaz. Bizim her zaman kendimizi ( = kendi bilincimizi) kontrol etmemiz zordur; bizler ancak ‘kendimizden geçince’! (= kendimizi de unutunca) rahatlarız. Kendimizi güvensiz (= El-Mü’min olmayan) birine teslim edersek, ki bu imansızlıktır = mü’min olmama hâlidir, o zaman işimiz çook daha zor ve çok daha tehlikeli olur. İnsanda mükemmel bir güç/ka

BİLİNÇ

Bilinç, iradenin bilgi ile (= iradî) karar (= tepki) vermesidir. Bilinç olmadan da biliriz ama bilinçli tepki vermeyiz (= davranmayız). Acıkınca yeme, susayınca içme, uyku gelince uyuma, vb., refleksif (= güdüsel) tepkilerdir. Aç ve susuz kalmayı (= oruç tutmayı) seçme, uykuyu “bir iş” için erteleme ise, bilinçli tepkilerdir. Bilinç, hayvânî güdülerin bizi yönetmesine izin vermeme, toprağa bağlı kalmayı reddetmedir. Madenler (= taşlar) tamamen toprağa gömülü varlıklar; bitkiler, kökleri ile; hayvanlar, dört elleriyle (= ayaklarıyla); insanlar da iki elleriyle (= ayaklarıyla) toprağa bağlı varlıklardır. Bilinç, bilgimizin sistematize edilmesi, önem sırasına dizilmesi, ehemmin-mühimmin bilinmesidir. Hayatımızda en mühim (= ehem) olan “şey” neyse, bilinç düzeyimiz de ona göre şekillenir. “Lâ ilâhe illâ Allah”, bilincin en üst/zirve, bilinçten imana geçilen noktasıdır; iman, bilincin de huzurudur.  Ölmeden önce (= bu dünyayken) şeylerle “bağını” koparamayanlar (= şeylere/taşa-toprağa bağlı

BOYUT

Bilinen üç boyut var : Çizgi, yüzey ve cisim. Tek yöne yayılan, tek boyutlu olan büyüklük, çizgi. İki yöne yayılan, iki boyutlu olan büyüklük, yüzey. Üç yöne yayılan, üç boyutlu olan büyüklük, cisim. Üçüncü boyut,  derinlik. Çizgiyi de, yüzeyi de, cismi de “sonsuz” büyüyebiliriz; uzay, üç boyutlu “sonsuz” büyüklüktür. Cismin, katı, sıvı ve gaz hâli var. Katı cisme madde; sıvı cisme su; gaz olan cisme ise hava diyoruz. Ateş, yanıcı gazdır. Bunlara anâsır-ı erbâ = Dört ana unsur denir. Bunların en hafifi havadır. İnsan, bu dört unsurun toplamıdır. İnsanda toprak, su, ateş ve hava (= gaz) vardır. İnsanı toprağa bağlayan şeyler, onu aşağı çeker. Nefes (= soluk, hava), insanın canıdır. Bütün “cisimler” aslında havada yüzer. İnsan için hava (= nefes, soluk), ruhtur (= riyhtır). Canlı, nefes alıp-veren verendir; canlının nefes (= soluk, hava) alıp-vermesi bitince, ölür. Evren, büyük bir “hava denizidir.” Bu denizde, katı cisimler (toprak, bitkiler, hayvanlar ve bedenler) ile su ve ateş “birli

MÜLKİYET

Nesnelerde ‘ben’ yoktur; ben, özgür, akıllı ve irade sahibi olan varlıklardadır.  Normalde nesneler bizi istemez; biz, acıkınca, üşüyünce, vb. (= nesnelere ihtiyacımız olunca) onları isteriz, o kadar... Reklâm, isteksiz (ve akılsız) nesnelere istek verme işidir. Nesnelere teslimiyet de sadece nesneler için çalışmadır. İşte budur, olmadan sahip olma. Böyle bir hâl, nesnelerin bize sahip olmasıdır; bizim onlara değil. Şeyleri mülkiyetimize alabiliriz ama ben’leri (= sen’leri) alamayız. Mülkiyete alınan sen, köleleştirilen sen’dir (= ben’dir.). Sen, ben’im için; ben, sen’in için yaşarım/yaşarız ama kimse kimseyi mülkiyetine alamaz. Ben’im sen’in için; sen’in ben’im için yaşamam/ız, “Allah için” yaşama/mız/dır. Allah, kimsenin mülkiyetinde değildir. Ben, sen’siz bencilliğe dönüşür ve Mutlak Sen’i (= Tanrı'yı) bulamazsa, ben’im gibi sen’ler arasında sıradan bi ben (= sen) olarak kalır, bir adım mesafe alamaz. Sıradan sen’lere Mutlak Sen için bağlanan ben ise, kendi benliğini (= ve Rabbi

SAHİP OLMAK ve OLMAK

Eric Fromm, insan olmak, sahip olmak değil, olmaktır, der; bizler, ‘varlık’ (= var olanlar) olmadan hiçbişeye sahip olamayız. Varlık, bulunmak bakımından olmaktan öncedir ama insanî açıdan olmak öncedir/önceliklidir. Oldukça, sahip oluruz. Olmayanların sahip oldukları şeyler, onların ellerinden alınacaktır; onlar gâsıbtırlar, hırsızdırlar; olmadan sahip olmaya kalkmışlardır. Ne kadar olursak, olma düzeyimizi ne kadar artırırsak, o kadar sahip olacağız. Olmak, Olan’dan pay almaktır. Burası (dünya), sahip olma değil, olma; öte ise, kaybetme ve kazanma diyarıdır. Olmak, devam eden bir süreçtir. “... külle yevmin Hüve fî şe’n.” O, her gün yeni bir iştedir. (55/29.) “... ve bedee halqa-l insâne min tîn.” O, insanı yaratmaya topraktan başlamıştır. (32/7.) “sonra ... sonra...” (32/8-9) O, bizim olmamız için bize “malzemeleri” vermiş (yaratmış); olmayı bize bırakmıştır.

BEN-SEN

Ben Ben, beden ve ruhtan oluşan bir varlığım; ben, sadece beden varlığı değil, bedenli bir varlığım. Bedenimle dış (= fizik) âlemle irtibat kurarım; ruhumla iç ve gayb (= metafizik) âlemi ile. Bedenimi yok (= önemsiz) sayarsam, dünyayı; ruhumu yok (= önemsiz) sayarsam, âhireti ihmal ederim. Ben, dünya ve ukbâ (= âhiret) varlığıyım; sen de öyle/sin. Sen İki sen var : Benim gibi olan öteki ben’lerden oluşan = sen’ler ve benim gibi olmayan Mutlak Sen (= Tanrı). Ben, benim gibi ben’leri Tanrı edinirsem, kendimi = kendim gibi âciz ben’leri Tanrı edinmiş olur ve bölünürüm. Mutlak Sen’i Tanrı edinirsem, bendeki ben’i ve ben’liklerini bilen tüm ben’leri “Bir ‘noktada,! Bir’leştiririm.”!. (Kastım vahdet-i vücud = panteizm değil, birlik, tevhîd, vahdet.) Mutlak Sen Mutlak Sen, İlâh (= Kral) kabul edilmesi gereken Ben’dir. O İlâh, bizi çağırdığında (= bize emrettiğinde) bizim O'nun emrine/çağrısına “hazır = emre âmâde” olmamız gereken Ben’dir = Sen’dir.!. Öyle miyiz?!. Buna, ezan bağlamında b

BAĞLANTI

Yazının başlığını, Bağlantı Kabloları ya da Bağlantı Yolları koymayı da düşündüm. Gabriel Marcel’in Bağlanma Felsefesinin dine ve hayata uyarlanması çok kolay; bu felsefe (= düşünüş şekli) çok işlevsel bir felsefe. Tevhîd de şirk de bu felsefeden çok kolay çıkarılabilir. Şöyle : Sen-Ben ilişkisinde ben, tekdir/birdir ama sen, çok da tek/bir de olabilir. Bu bağlantı/ilişki, bir kişi ile de çok kişi ile de kurulabilir. Bir tek doğru yolda da (= sırat-ı müsteqîmde de), bir çok yolda da yürünebilir. Bağlantı açısından bakarsak, çoklu (= dolaylı) bağlantı da kurulabilir; “ana merkeze = Hosta” doğrudan/direkt bağlantı da kurulabilir; bu bağlantı ara merkezler yoluyla da olabilir. Sözgelimi ana bilgisayar (= Host, Server) Mekke’de ise (Kıble!), siz Konya (daki bir kişi/şeyh), Adıyaman (daki bir kişi/şeyh) ya da İstanbul (daki bir kişi/şeyh) üzerinden Mekke’ye bağlanabilirsiniz. Yol metaforunu kullanırsak, siz, Mekke’ye giden en kestirme yoldan değil de, Kudüs ya da Şam (Bağdat, Londra, Paris,

GECE GELEN

Gündüz, biçoook kişi ve şey gelir : Misafir, akraba, eş-dost, mutluluk, hüzün (acı, sevinç), fikir (düşünce), pencereye kuş, sofraya ekmek, tuz, kargodan paket, kitap, posta kutusuna mektup, telefona mesaj, ... Gündüz gelenler o kadar çoktur ki, onlarla “gereği kadar meşgul” olamayız, onlara yeteri kadar vakit ayıramayız. Gece ise çook az şey gelir : Uyku ve uykuda çiş. Uyurken/uykuda iken bana rüya bile gelmez. Her hâlde elli yaşıma kadar içtiğim suyun farkında olmadığım için, yaş elliyi geçince sık sık çişim geliyor, beni “uykumdan”! uyandırıyor. Hep (= gece-gündüz) uyuduğum için elliye kadar hiçbişeyin farkına varmamış olmalıyım; herhalde elliden sonra, “çişim beni uyandırıyor.”!. Gündüz (= uyanıkken) o kadar çook kitap okudum, o kadar çok sohbet dinledim, ama bitürlü “uyanamadım”; nasıl olduysa! çişim beni “uyandırdı”!. Uyanınca da sabaha (= şafak sökene) kadar uyutmadı; sanki o gece, benim için “özel bir geceydi”!. Önce, beni uyandıran ‘nereden geldi, kim gönderdi’ diye düşündüm;

ŞEY

İnsan türü (ve Tanrı) dışındaki “somut” varlıkların “genel adı” şey; çoğulu eşya; insana göre “dış dünya”!. (İnsanın, insanı ve Tanrı’yı “şeyleştirmesini = putlaştırmasını” şimdilik gündem dışı tutuyorum.) Şeylerle ilişkimiz, bilgimizi belirler; şeyler, bizimle ilişkili olmazsa, bilgi/miz oluşmaz; bilgi, bu ilişki ile “kurulur.”  Bizler (tek tek benler) yoksak, dışardaki şeyler de “yoktur”; ama evrenin yaşını ve bizim oluşumuzu dikkate aldığımızda, biz yokken de şeyler vardı. Evrenin yaşı 15 milyar yıl, insan türünün yaşı 4 milyar yıl; aradaki 11 milyar yılda şeyler vardı ve bu şeyleri bilen sadece Tanrı idi!. (Allah-u A'lem). Tanrı, insana (= Âdem’e) şeyleri (= şeylerin isimlerini) öğretti = “ve allame âdem’el esmâe küllehâ...” (2/31.). Âdem’den önce evrende melekler vardı ve melekler isimleri (şeyleri küllehâ düzeyinde) bilmiyorlardı, onların (şeylerin) isimlerini sayamadılar. (2/31-33.) Âdem (= insan) saydı =  bildi; ve melekler Âdem’e “secde etti”!. Sonra Âdem, (yasak ağacı) un

GÖKTEN BAKMAK, GÖĞE BAKMAK...

Nesîmî : “Kâh çıkarım gökyüzüne, Seyrederim âlemi; Kâh inerim yeryüzüne, Seyreder âlem beni...” demişti. Onun çıkışı (sanırım) hayalî idi. Benim çıkışım ise “gerçek, uçakla.”!. (Yükseklik korkum var. Yukardan aşağıya bakamam. 5, 10, 15... kat yukardan, pencereden ya da balkondan aşağı bakınca başım döner.) Uçaktan, bulutların arasından baktım yeryüzüne. Seyrettim âlemi. Hafiflemiştim. Bulutlar kaldırmıştı beni. Altım üstüm buluttu. Yumuşacık sarmışlardı. Bulutlar beni terk ettiğinde = kundağımdan çıktığımda altım-üstüm masmavi idi, mekân kaybolmuş, yeryüzü kaybolmuş, varlığın üzerine masmavi bir sünger/perde çekilmişti. Denizde/deryada yüzüyor gibiydim. Hafiftim. 3-3,5 saat boyunca yumuşacık kundakta yattım, masmavi sularda yüzdüm. Uyanınca betondan ve taştan bir mağaraya, yeryüzüne düştüm (= hubut). Yeryüzünden gökyüzüne baktım, âlemi seyrettim. Yeniden çıkmak istedim ama “bakışım = çıkma isteğim” yerçekimini yenemedi. Yere saplandım kaldım, kanatlanamadım, tek kanatlı (= kanadım kırı