Kayıtlar

Haziran, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

AFORİZMALAR

Dört Unsur Anasır-i Erbâ = Hava. Su. Ateş ve Toprak. Bunların hepsi hayatî ama en hayatîsi bence hava. İki dakika nefes alamasak ölürüz. Hava, bunların içinde “en latîf ve en görünmez” olanı. Neden? Bize çook yakın olduğu için. Bunu, Rabbimizin Latîf’liği (El- Latîf oluşu) ile kıyaslayabilir miyiz?!. Gnostisizm  (Fr. Gnosticisme, Yun.) fels. Mîlâttan sonra I. ve II. yüzyıllarda Eflâtun ve Yeni Eflâtuncu felsefe mekteplerinin tâkipçisi durumunda olan, ilham, sezgi vb. yollarla kazanılan, irfânı temel/esas kabul eden, mistik bilgiyi nastan üstün tutan ve bu görüşlerini Hıristiyanlığa uygulayan felsefe sistemi, irfâniye. Bu düşünce, bize tasavvuf yoluyla girmiştir. Tasavvuf, sezgiyi = ilhamı, akıldan üstün; bilgiyi akıl yürütme ile değil de birtür “içe doğuş = işrak” olarak görür. Agnostisizm Lâ edriye = bilinemezcilik. Akıl yürütme yoluyla Tanrı bilinemez; Tanrı, ancak “içe doğuş yoluyla” bilinebilir, der. Agnostikler, buradan cesaret alarak, Tanrı’nın işaretlerine/âyetlerine = Tanrı’nın

İLETİŞİM

Sese, söze ve yazıya (işarete) ihtiyaç olmadan iletişim mümkün müdür.? Keşf ehli mümkün, der.  Şems-i Tebrizî ile Celâleddin Rûmî’nin iletişiminin, hatta Efendimize Vahyin gelişinin de böyle olduğu söylenir. Buna iletişim literatüründe meta-iletişim denir ama bunun bilimsel olarak ispatı mümkün değildir. İşrakî müfessirler, huruf-u mukattâlara (Elim, Lâm, Mîm. Lâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd. Yâ, Sîn gibi) böyle bakarlar; onların normal (açık) iletişimle, kapalı (meta) iletişim arasında bir yerde duran “şifreli özel kodlar” olduğunu söylerler. Bu harflerin açılımını/anlamını biz bilemeyiz, ancak tahmin yürütürüz. Sözgelimi Yâ-Sîn’e, -- bu sure Efendimizin en üzüntülü anlarında indiği için -- “Ey Mahzun olan!”, diye bir anlam veririz. İletişim, sorun çözmek içindir. İletişimde anlama, bağlama bağlıdır. Bağlam, geçmişte yaşananlardır. Siz, iletişime konu olan o sorunu yaşamamışsanız, söyleneni “tam” anlayamazsınız. O soruna geçmişte “ucundan-kulağından” temas etmişseniz, söyleneni de (yazılanı da)

GARİB

“... kuşkusuz Allah’ın Rahmeti muhsin olanlara yakındır.” إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ (7/A’raf, 56.) Akraba, Kurban, Kurbet (Gurbet değil), Mukarreb, Takrîb (Takrîben), Gariban (ğaf'la olan gariban değil, kaf'la olan), kelimeleri aynı kök : KRB (قرب) KRB (قرب) : Yakın olmak, yaklaşmak, yakınlık kurmak. Yakın olmak için, en az iki kişinin olması ve kişilerden birinin sabit, öbürünün ona doğru; ya da ikisinin birbirlerine doğru hareket ediyor olması lâzım. Rabbimiz, Aristo’nun dediği gibi “hareketsiz ilk muharrik” ise, bizim anladığımız gibi de O “her yerde” ise, O bize yakındır. Hâl böyleyse, biz O’na yakın olduğumuzu bilmiyoruz ya da O’na yaklaşamıyoruz!. O’na yakın olur ya da O’na yaklaşmaya gayret edersek, O’nu daha yakından tanırız!. Ama bu yakınlık = yakınlaşma, birden, âniden olursa “yanarız, dayanamayız.”!. Bu yakınlık, kademe kademe, eski tabirle tedrîcî olmalıdır. O yakınlığa kendimizi alıştırarak “yol/mesafe” almalıyız. Aslında aramızda fizikî bi

ALLAH İÇİN

Hz. Ali Efendimize atfedilen, “Bugün Allah için ne yaptın?” sözü, zihnimi sürekli meşgul etmiş ve ‘Allah için ne yapılabilir, Allah için bişey yapmak ne demektir?’ diye epey düşünmüşümdür.  Nasıl bir karara vardım?  Biz, Allah’a bişey yapamayız, Allah için bişey yapılmaz; her ne yapıyorsak ya kendimiz için ya da başkaları için yaparız/yapıyoruzdur; başkaları için yaptığımız şeyleri, onlardan bi karşılık (kuru bir teşekkür dahî) beklenmeden yapıyorsak, “Allah için” yapıyoruz ve bu yaptıklarımızı çoook daha fazlası ile Allah bize geri döndürecektir, bu kesin, dolayısıyla ne yapıyorsak “kendimiz için” yapıyoruz.  Burada deneniyoruz.  Bize yapma gücünü ve her şeyi/mizi veren O. O bizden Kendine bi karşılık beklemiyor; “yaptıklarınızı Benim istediğim gibi yapın!.” diyor. Biz ne yapıyoruz? Güç bizim, imkân bizim, yaptığımız (verdiğimiz, söylediğimiz, yazdığımız) şeyler bizim, diyoruz; bişey yapınca, ‘ben yaptım, biz yaptık’ diyoruz ve bu benler/bizler, senleri, sizleri, onları ortaya çıkarıy

MAĞARA METAFORU

Mağara Metaforunu bize Platon armağan etmiştir; o, dünyanın ve insanın içindeki mağarayı merkeze alır; aslında mağara, dış dünyadır; “ölmeden” bu mağaradan çıkılamaz.  Düşünce ve inanç adamları, düşüncelerinin ve inançlarının çapına göre bu dünyada yeni mağaralar kurarlar. Buradaki mağaralarımız ne kadar genişlerse genişlesin, niye mağaradır. Bana sorarsanız, “cennet de çoook rahat bir mağaradır.”!. İnsan, kendisine hep yeni ve daha rahat bir mağara arayan canlıdır; onu, bu mağaralardan kurtaracak olan, sadece Rabbidir. 

EKMEK KAVGASI

Ekmek kavgası Buraya ekmek için kavga etmeye mi geldik? Ekmek, arslanın ağzında olunca, böyle oldu. Ekmeği arslanın ağzına kim verdi? ‘Aç kurtlar’. Yeterince ekmek vardı, o ekmeğin hepsine ‘aç kurtlar’ sahip çıkmaya kalkınca din değil, orman kanunu geçerli oldu; ormanın kralı arslan da olaya el koydu da işler böyle oldu. Kapitalizm, kapitalist insanın içine aç kalma korkusunu soktu; bu korku, “biriktirmeye” sebep oldu. Artık açlar, ölümüne bir lokma ekmek için, ekmek kavgası vermek için çalışıyor. Toklar da, sahip oldukları şeyler kendilerine ‘bin nesil’ yeteceği hâlde, aç kalacağız diye korkuyorlar. Kapitalizme güvenen hiç kimse, Rabbine, Rabbinin dinine güvenmiyor, inanmıyor; her geçen gün ‘kapitalist müslümanların’ sayısı artıyor. Kâbil’den beri o öldürücü pis bir kavga sürüyor. Kâbil de kardeşi Hâbil’i bu korku yüzünden öldürmüştü.

ÖTEKİ

Bu değil, şu değil, öteki. Öteki, buradaki değil, ötedeki demek. ‘Öte/ye git!, biraz uzak dur, uzaklaş demek. Zannımca öte’ye, kimin ya da kimliğin ki’si birleşmiş, öteki olmuş. Ötekileştirmek, dışlamak anlamında kullanılır. Herkes ve her şey ötekileştirilebilir ama kişi Rabbini ötekileştiremez, öteye atamaz, ‘öte/ye git’ diyemez. Kişi, Rabbini terk etse bile!, Rabbi onu terk etmez.

NİÇİN?

O kadar çook işim var ki!... “Emekli adamın birisin, bu kadar çok ne işin olabilir ki senin?.” diyebilirsiniz.  Emekliyim ama gerçekten çok işim var; o işlerin tümünü yapacak vaktim de yok = işlerin tümünü yapmaya vaktim (ömrüm) yetmiyor. Ne yapıyorum? Uykudan kalkabildiğime şükrediyor ve gecenin uyanışını, güneşin (seherin) doğuşunu seyrediyorum, sessizliği dinliyorum... Kafamda bir düşünce şekilleniyor, o şekli anlamaya çalışıyorum. Bu şekli benden önce başka anlayan olmuş mu, diye kitaplara bakıyorum. Kitaplar beni başka şekillere götürüyor... içimdeki ses : “Biraz gözünü yukarı çevir, gökyüzüne bak, diyor; on-on beş dakika gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzünün gece görünümü ile gündüz görünümünün farkını düşünüyorum; yerden yukarı çıkamadığım için gökyüzünü içime çekiyorum... ... Çiçekler susuz kalmış, kalkıp çiçekleri suluyorum. Onları sularken dallarına, yapraklarına bakıyorum; hayalim, dünkü hâlleri ile bugünkü hâllerine gidip-geliyor. Acıkıyorum. Yiyeceğim ve içeceğim şeylere bakıyor

RAB-ABD İLİŞKİSİ

Rab, terbiye eden Efendi; abd, terbiye edilen kul, köle demek. Bu ilişki, aslâ marksist teoloji/teorideki Efendi-köle ilişkisine benzemez. Marksist teolojideki/teorideki Efendi, zâlimdir; köle de mazlum; ikisi arasında sürekli diyalektik bir ilişki = çatışma vardır; zamanla köle efendi; efendi de köle olabilir. İslâm’ın Rab-Abd ilişkisinde aslâ böyle bir yer değişimi, çatışma ve zulüm olmaz. İslâm’ın Rabbi merhametli ve şefkatli bir Rab’dir = Efendi’dir; kullarını her daim korur-kollar, gözetir; Yahudilerin Rabbi YHVH = Yahova Elohim gibi zalim ve gaddar da değildir. İslâm’ın Rabbi âlemlerin = herkesin ve her şeyin Rabbidir, sadece insanların ve Müslümanların değil. İslâm’ın Rabbi sadece dünyayı ve insanları yönetmez, terbiye etmez; herkesi ve her şeyi terbiye eder ve yönetir; insandaki terbiyesi insanın özgür iradesine bırakılmıştır. İslâm’ın Rabbine karşı bir mücadele olmaz, olamaz; O’na kimsenin gücü yetmez. Oysa Marksist teolojideki/teorideki Efendi merhametsiz olduğu için gücünün

İLİŞKİLER DÜZENİ

Her bir parçanın bütünle (organların bedenle, bedenin benle; benim senle, ötekilerle; yeryüzünün içindekilerle ve göklerle) ilişkisi vardır. Biz bu ilişkinin daha kendimizle, bizle ve yerle olanını kavrayamıyoruz ki, göğe (göksel varlıklara) sıra gelsin!. Bunların her birinin ve tümünün Tanrı ile de ilişkisi vardır ve Tanrı, bu ilişkilerin her aşamasında bizzat hazır Bulunan ve Olan’dır. “Ne durumda olursanız olun ve Kur'an’dan O'nun hakkında ne okursanız okuyun; hangi işle uğraşıyorsanız uğraşın; unutmayın ki Biz mutlaka yaptıklarınıza tanığız. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinizden gizli kalamaz. Ne bundan daha küçüğü ne de daha büyüğü yoktur ki, hepsi apaçık bir Kitâb’ta olmasın.” وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِن قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَن رَّبِّكَ مِن مِّثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء وَلاَ أَصْغَرَ مِن ذَلِكَ وَلا أَكْبَرَ إِلاَّ فِي

ŞERH

'Ölüm ve Yaşam' yazımdaki ölümsüzlük ya da ölünce yaşamak sözüm, anlaşılmamış, şerh/açıklama istenmiş. Diriliş, tekrar hayata gelme ama “yaşama”! değil. Herkes dirilecek ama yaşa(ya)mayacak, dirilenlerin bazıları (belki de biçoğu) yaşamayı değil ölmeyi isteyecekler; o kadar çook isteyecekler ki keşke “toprak olsaydım” diyecekler, olamayacaklar, ölemeyecekler. Bu sözlerimin burada da karşılığı var. Ölmeyi isteyen ama ölemeyen, ölü gibi yaşayan, yıllarca makinaya bağlı yaşayan insanları biliyoruz. Buna karşılık, “ölmüş ama yaşayan!”, insanlar da var. Kim bunlar? Socrates. İbrâhim. Mûsâ. İsâ. Muhammed... büyük fikrî ve dinî öncü şahsiyetler, fikir ve din adamları, büyük ruhlar. Bu dünyadan milyarlarca insan göçtü, kaç kişinin adını hatırlıyoruz, onların ne yaptığını, nasıl yaşadığını biliyoruz?!...  bildiğimiz insanlar, “yaşayan insanlar!” değil mi? Öte dünyadaki yaşam da bu yaşama kıyas yapılabilir ama bu kıyas çoook daha uzun bir süreye (ölümsüzlüğe) göre yapılmalıdır. Bu süre (

BİLGİ, SANI ve ÖLÜM

Bilgi, Sanı ve Ölüm Biri birini öldürünce, öldü de, öldürüldü de diyebiliriz; öldürülen, ölmüştür. Biri öldürülürse, iki seçeneğimiz vardır : • Öleni, ölümlü biri öldürmüştür. • Onu Tanrı öldürmüştür. Tanrı dışında, birinin birini öldürmesi, Tanrı’nın Emri ile olmazsa suçtur; bu suçun cezasını öldüren çekmelidir, çünkü ölene hayatı O (Tanrı) vermiştir, O’nun dışında kimse O’nun verdiği canı/hayatı alamaz, birini öldüremez. Pekiî Tanrı, kimi “öldürün”! der? Sizi = sizi yaşatan değerleri = dini/nizi öldürenleri; çünkü hayat, ölümden değerlidir; ölüm, hayat için fedâ edi(lebi)lir. Hayat, bizi yaşatan değerler için yaşanmıyorsa, bazıları için ölüm kaçınılmazdır!. Kişi, hayatı hayat kılan değerleri yaşayamıyor ve yaşatamıyorsa, ölümü = şehitliği (şâhitliği) göze almalı, alabilmelidir. Ben, şehitliği böyle anlıyorum. Şehitler ölmez; biz onları “öldü ya da öldürüldü” diye düşünür = zannederiz; bu bilgi değil, doxadır/sanıdır. “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma/yın; bilakis onlar dirid

AÇGÖZLÜLER

Açgözlüler, gözü doymayan, hırslı, tamahkâr adamlar; büyüklüğü içerde = kendilerinde değil de dışarda arayanlar, dışardakilerle de bitürlü doymayanlar, dışarda olan her şeyi içlerine alanlar. Bu adamlar, büyük oldukları için doymaz ve açgözlü değildir; onların ağızlarından aldıkları, makatlarından çıkar; hayırlı bir işe/eyleme dönüşmez; temiz giren, pis çıkar; daha doğrusu çıkmaz, onların içinde pislik birikir. Onların karınları “pislikle” doludur ama “açlıktan ağızları kokar!”; başka “yiyecek bişey” yok mu, diye çalmaya, çalışmaya/çabalamaya devam ederler. Büyük adamları büyük yapan da açlıktır ama bu açlık maddî açlık değil, manevî açlıktır; onlar maddî açlığı kanaatle savuştururlar; manevî açlığa acı çekseler de katlanırlar; çünkü bilirler ki yolun sonu selâmettir, işin sonu ‘misk’tir (hitâmuhû misk). Onlar, açgözlülerin pis kokusunu şimdiden alan ve o kokudan olabildiğine uzak duran adamlardır.

CENNETÂN

Cennetân : İki cennet demek. Ben biçook cennetin olduğunu düşünüyorum = inanıyorum. Kitâb’ta biçok cennet ismi var : Adn. Me’va. Firdevs gibi... Cennetân ve cenneteyn (iki cennet) ifadesi 55/Rahmân, 46, 54 ve 63. âyetlerde geçer. Cennetin çoğulu Cennât = cennetler ise biçok yerde (cennâtin tecrî min ...). “Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır.” وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ ... Beni bu iki ya da çok cennetler değil de, “kovulduğumuz cennet” ile nasip olursa “gireceğimiz cennet” ilgilendiriyor; acaba bu iki cennet aynı mı?!. İlk cennetten kovulduğumuzda günahsızdık, ikinci cennete ya da tekrar o cennete (girersek, gireceksek) günahlı gireceğiz.  Âdem (a.s.) ilk peygamber olduğu için büyük ihtimalle cennete girmiştir; Ona sorabilsem!, çıktığın cennetle girdiğin cennet aynı mı, değil mi?!. O günahı işlediğine (o ağaca yaklaştığına), buraya düştüğüne = burada yaşadığına pişman mısın, değil misin?!. Kanımca biz çoook pişman olacağız ama pişman olmayanlar da olaca

BÜYÜK ADAMLAR

Büyük adamlar, büyük yük taşıyan adamlardır; bizim yükümüzü de onlar taşırlar, biz de “rahat” yaşarız. O adamları ötede de büyük yapan budur; onlar, ötede rahat yaşamak için (burada) bu yükü taşımazlar; onlar, o yükü “cennet karşılığında bile”! satmazlar; o yükü onlara Rableri emanet olarak vermiştir; onlar o emaneti Rablerine bizzat kendileri teslim ederler ve Rablerinin de kendilerine “ÖZEL MÜKÂFÂT” vereceğini bilirler.

ÖLÜM ve YAŞAM

Ölümüne Yaşamak. Ölerek Yaşamak ya da Ölünce Yaşamak!. Yaşayan Ölüler ya da Ölü Yaşamlar. Yaşamak için Ölmek!. Ölmek için yaşamak.  ... Ölümden daha acı bişey var mı? Tüm acılar ölümden daha düşük değil mi? Acılar ne kadar acı olsa da yaşamak değil mi? İnsanı, yaşamaktan ayıran ölüm değil mi? Esas/asıl yaşamak, “yaşamak için ölmek” değil mi? Bu soruların cevabı, ölümü algılayışımıza bağlı. Madem herkes ölecek, ölümden kaçış yok, “ölümüne yaşamak” değil, “ölünce yaşamak ya da ölerek yaşamak” diye bişey olmalı!. “Ölünce ölmek ya da ölmek için yaşamak” da benzer bişey. Ölünce ölen = ölünce artık yaşamayan birinin çektiği tüm acılar zarar da, yaşadığı tüm mutluluklar kâr mı; kârsa, “ölmüş biadam” o kârı nasıl kullanacak?!. Oysa, ölünce yaşayan (yaşayacağını düşünen), yaşamak için ölen biadamın burada çektiği acılar, yaşamak içinse, asıl kâr eden adam, o adam değil midir?!. Yeniden dirilme ve yaşama, böyle düşünen ve yaşayanlar için olmalı!. Dirileceğini düşünerek yaşayan adamların çektiği

DÜNYA

Dünya bir barınak. Zaman zaman nüfus arttı, dünya çook kalabalıklaştı, artık bu yükü çekemez, yaşanamaz hâle geldi diye yakınıyoruz; oysa dünyanın üstünde yaşayanlar altında yaşayanlara göre çok çok az; altında yaşayanları düşündüğümüzde, rahatlıkla dünya bir “ceset barınağı” olmuş diyebiliriz. Kaç milyar yıldır ölen insan sayısını düşünün. İstatistikler dünyada bir günde doğan kişi sayısını ortalama 150.000; ölen sayısını 140.000 olarak veriyor. İnsan ömrünü ortalama 80 ilâ 90 yıl alırsak, sizce yaşayan mı çok, ölen mi?!.. Dünya bir barınak da hayat barınağı mı, ceset barınağı mı?!. “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.” (7/25) Sizce, bu dünyanın altı mı kalabalık, üstü mü?!. Sizce bu dünya, ölülere mi barınak, dirilere mi?! Yaşayan ölülere mi, “ölmüş dirilere” mi?!.

ICL

Icl (عجل) : Buzağı. Dana. Öküz.  Tarihte, özelde İsrailoğulları, genelde de “ezilmiş, zulüm altındaki” tüm insanlar, buzağıya, paraya, altına taparlarken! = içlerindeki buzağı sevgisini terk etmeden = o buzağıları kesmeden, Rablerinden bir “kurtarıcı = mehdî” göndermesini istemişler ve beklemeye başlamışlardır, hâlâ da bekliyorlar. Oysa o buzağılar (Allah dışındaki ilâhlar) kesilmeden mehdi falan gelmez; hiç boşuna beklemeyelim.

KARGA

Karga : Ğurab. Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürünce, onun “cesedini/e” ne yapacağını bir kargadan öğrendi ama o, bir insanı, hele de kardeşi olan birini öldürmemesi gerektiğini bilemedi ve (kendi kendine) : “yazıklar olsun bana = yâ veyletâ, kargadan bile âcizim = ee’ceztü en ekûne misle hézel ğurâb.” dedi. (Bknz. 5/Maide, 31.) Öğrenme (bilme), böbürlenme değil, acizliğin farkına varmadır; böbürlenme olursa, ‘tanrılığa soyunma’ olur. “Öğreten”, her şeyle, bir karga ile bile, öğretebilir; öğretenler = öğretmenler = hocalar da kendilerini “bişey” sanarak büyüklenmeme, böbürlenmemelidirler.

YARA

Yara : Arapçası karh. Karh : Düşünce ya da bir savaşta (bir mücadelede) yenilince yara almak, yaralanmak. Mü’min/ler de yara alır = yaralanır; eğer Mü’minler, hiç yara almasa/ydı, kendilerine güvenleri artar; Rablerine güvenleri azalır/dı!. Bedir’de zayıf/güçsüz ve az olan Mü’minler, düşmanlarını yenmiş ama Uhud’da görece üstün olunca (kendilerine güvenmiş!) düşmanlarına yenilmiş ve bunun üzerine şu âyet nâzil olmuştu.  “Eğer size bir yara (karh, sıkıntı) isabet ederse/etmişse, başka halklara da benzeri sıkıntı (karh) isabet etmiştir. Bu günleri Biz, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçek inananları ayırt etmesi ve gerçeğin tanıklarını belli etmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.” إِن يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِّثْلُهُ وَتِلْكَ الأيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُواْ وَيَتَّخِذَ مِنكُمْ شُهَدَاء وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ 3/Al-i imran, 140. “Rabbe değil kendine güvenmek = inanmak ve yen

ŞEYTAN NEREDEDİR?

Şeytan, hem dışarda hem içerde/bendedir. Dışardaki şeytan, yürüdüğüm yoldaki mayınlar; içerdeki şeytan, bendeki mayınlardır. Taqvâ, bu iç ve dış mayınlara basmadan “dikkatli ve korkarak” yürütmektir; kişide taqvâ yoksa, mayına basması kuvvetle muhtemeldir.

KENZ-İ MAHFÎ

Kenz-i Mahfî : Kenz (كنز), (toprağa!) gömülmüş hazine. Mahfî, hafî ya da hafâ’dan gizli/saklı, gizlenmiş, saklanmış. Kenz-i Mahfî, Allah için kullanılır; Allah (hâşâ) toprağa mı gömülmüş, gizlenmiştir. Yok. Öyle ise O, nereye “gizlenmiştir.”?!. Bilmediğimiz bir “yere”!; daha doğru tabirle O, “gizli değil, aşikârdır, her yerdedir” ama ‘bu gözler’ O’nu göremez, bulamaz. O’nu 7/Â'raf, 205 ve 206’daki özelliklere sahip olanlar “bulur, görür.”!. Ne der, o âyetler? “Nefsinde tedarruan (yalvararak) ve hîfeten (korkarak, titreyerek, çekinerek), yüksek olmayan bir sesle (içinden, gizli-gizli) sabah akşam (her zaman), Rabbini an = zikret, hatırla; (sakın) gafillerden, umursamazlardan olma!.” وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ (Bil ki!) “Rabbine yakın olanlar, O’na kulluk etmekte (etmekle) aslâ kibirlenmez/büyüklenmezler; (her dâim) O’nu tesbih ederler ve O’na secde ederler.” إِنَّ الَّذِ

İRADENİN GÜCÜ

İstek ve tercih diye bilinen iradenin gücü nereden kaynaklanır? Yürüyüşe çıkmayı istemekle, kitap okumayı istemek, aynı istemek midir.?  Sofradaki 5-6 çeşit arasından sadece ikisini tercih etmek, diğerlerinin tadına dahi bakmamak nasıl bişeydir.? Önceden hayatta karşılaştığı olayları kör bir tesadüfe bağlamış, sonra da inanarak “bir kadere” inanmış irade, aynı irade midir? İradedeki değişimi ne sağlar? Başka bir ifâde ile, iradeyi değiştiren nedir, kimdir?  İki büyük soru : 1) İradenin gücü nereden kaynaklanır? 2) İradedeki değişimi ne sağlar, onu ne ya da kim değiştirir? Bu iki soru, bence tek kaynağa bağlıdır. İrade, hem o kaynaktan güç alır hem de o kaynak, ondaki değişimi sağlar. Pekiî o kaynak nedir? Ruhtur. Ruhun, bir, evrene dağılmış/yayılmış hâli vardır, biz o dağınıklığı/yayılmışlığı toparlayarak güç elde ediyor, güçleniyoruz; maddî-manevî beslenme budur; bir de, bizdeki “o toplanmış gücün” etkisi/fonksiyonu vardır. Biraz daha açayım, somutlayayım. Yediğimiz gıdalar, içtiğ

YEŞEYA, 53.

İncil, Yeşaya, 53/1-12. “Verdiğimiz habere kim inandı? RAB’bin gücü kime açıklandı? O RAB’bin önünde bir fidan gibi, Kurak yerdeki kök gibi büyüdü. Bakılacak biçimden, güzellikten yoksundu. Gönlümüzü çeken bir görünüşü de yoktu. İnsanlarca hor görüldü, Yapayalnız bırakıldı. Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. İnsanların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, Ona değer vermedik. Aslında hastalıklarımızı O üstlendi, Acılarımızı O yüklendi. Bizse Tanrı tarafından cezalandırıldığını, Vurulup ezildiğini sandık. Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden Onun bedeni deşildi, Bizim suçlarımız yüzünden O eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza Ona verildi. Bizler Onun yaralarıyla şifa bulduk. Hepimiz koyun gibi yoldan sapmıştık, Her birimiz kendi yoluna döndü. Yine de RAB hepimizin cezasını Ona yükledi. O baskı görüp eziyet çektiyse de Ağzını açmadı. Kesime götürülen kuzu gibi, Kırkıcıların önünde sessizce duran koyun gibi Açmadı ağzını. Acımasızca yargılanıp ölüme götürüldü. Halkımın is

TAVSİYE

Tavsiye : Vassâ (وصى) fiilinden isim; vasiyet, vâsî de aynı kök. Öğüt verme, nasihat etme, yol gösterme demek. Tavsiye “normal zamanların” işi/eylemi; “zor zamanlarda” tavsiye olmaz, “panik” olur. Kitâb’ta vassâ kökünden türeyen kelimelerin adedi, 32'dir. Ben, Yasin 50. âyetteki tavsiyeye işaret edeceğim. 49. âyette sözü edilen “sayhadan vâhideten = tek ve ânî bir çığlık” gelince, onlar, “Artık ne bir tavsiyede = vasiyette bulunabilecekler ne de ailelerine/evlerine dönebilecekler (onların bunları yapmaya güçleri olmayacak = yetmeyecek).” فَلَا يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلَا إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ Nedir o çığlık? Büyük çığlık : Kıyamet. Küçük çığlık : Ölüm.  Bu çığlık gelmeden = gücümüz varken/yeterken, Rabbimizin bize yaptığı tavsiyeleri (emir ve yasakları) kulak ardı etmeyelim = yapalım; onların ‘faydalarını test edip onaylayınca’! biz de tavsiye edelim, tavsiyede bulunalım; sadece mal miras bırakmayalım, tavsiye de miras bırakalım; derim.

YARATMA ve AYAN-I SABİTE

Yaratma, varlığın “yoktan”! var edilmesi; Ayan-ı Sabite, varlığın İlâhî İlimde sabitliğidir. Sabitlik, değişmezlik; yaratma, sürekli değişen, yenilenen bişeydir; ayan ise, açık-seçik, apaçık, görünen/görülen bişey. İlâhî İlimdeki sabitlik, açık-seçik, apaçık, görünen/görülen bişeyse, İlâh’la o görünen varlığı nasıl ayırabiliriz?!. Ayıramadığımız için, İlâh’la varlık “birdir” denmiş ve Vahdet-i Vücud’da karar kılınmıştır.  İlâh, Sabittir, değişmez, Samed’dir; varlık, değişkendir; varlıkla İlâh arasındaki “ilişki”, “kişiye özeldir ve fıtrîdir”. Bu “ilişkiyi” her kul, “kendi özelinde anlar ve bilir.”!. Yaratmanın yerine ikâme edilen sudûr, zuhûr, tecellî, ayan-ı sabite gibi kavramlar, karanlığı aydınlattığı zannedilen anlık birer şimşekten ibarettir; şimşek, birikmiş çook yüksek bir yükün = elektriğin boşalmasıdır; çook tehlikelidir, çarpabilir. ... İlâh ile varlık arasındaki irtibatı Kitâb, Nûr kavramı ile açıklar, daha doğrusu sembolik bir dil kullanarak misallendirir. “Allah, göklerin

ÖLÜM

Ölüm, uzun uyku; uyku, kısa ölümdür. Uykudan uyanıldığı gibi ölümden de uyanılacaktır = diriliş gerçekleşecektir. Zümer, 42. âyet ölüm ile uyku ilişkisini anlatır.  Uyku, ölümün kardeşidir. Uyuyan kişi de bir tür ölür ve dirilir. Uyanma, kişiye burada verilen sürenin dolmadığını gösterir; uyanamama, ölmedir. Ölme, kişiye burada verilen sürenin bittiğini gösterir. Süre, buraya aittir ve geçicidir. Ötedeki süre sonsuzdur; Allah-u A'lem orada uyku olsa bile, ölüm yoktur. Bence uyku da yoktur. Uyku, burada bedenin ve ruhun dinlenmesidir. Allah-u A'lem, ötede iyiler için yorulma; kötüler için dinlenme yoktur!. Uyku, uyumanın süresine göre çeşitli isimler alır : 1) Sinetün = Çok kısa bir süreyle kendinden geçme, kısa süreli gaflet = dalma. 2) Nüâsün = Üç-beş dakika uyuma = şekerleme. Bedir savaşında Ashabı formatlayan ve onlara moral veren uyku. 3) Nevm = Normal süreli uyku. Bu uyku da kendi içinde NREM ve REM (yüzeysel ve derin uyku) gibi bölümlere ayrılıyor. Bu uyku bizim her günkü

TEADDÜD-Ü KUDEMÂ

Teaddüd : Adedleştirme, bir adedi biçok aded hâline getirme. Teaddüd-ü Zevcât : Çok kadınla evlilik, poligami. Teaddüd-ü Kudemâ : Kadim olanları artırma. Bu yazı, Teaddüd-ü Kudemâ’ya değinecek. Tek bir Kadîm (Varlık) varsa, Teaddüd-ü Kudemâ nasıl ortaya çıktı? O Kadîm Varlığın (= Allah’ın) Esmâ ve Sıfatlarını O’ndan ayrı/bağımsız birer varlık sayınca. Kim yaptı bunu? Ben isim vermeyeyim, merak ediyorsanız siz araştırın.  Zât, Sıfat ve Ef’âl ayrımı bu meseleyi doğurmuştur. Mu’tezilî ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu İlahî Sıfatlar Zât’tan “ne ayrıdır ne gayrıdır” demişlerdir. Sıfatları Zât’tan " ayrı"  görenler, Zât’tan O Sıfatları ayırmışlar ve sıfatlara yaratılmış varlıkları nispet etmişler ve Zât’ı “tenzih” etmişlerdir.  Sıfatları Zât’la "aynı" görenler de Vahdet-i Vücud’a varmışlardır. Sıfatlar Zât’tan 'ne ayrıdır ne gayrıdır' diyenler de “kararsız” kalmışlardır. Oysa!, Kadîm Varlık parçalanamaz, Samed’dir. İlahî Sıfatlar, O’na aittir = LeHû-l Esmâ’ül Hüsn

SÖZ

Söz : Kavl (قول) ve Kelâm (كلام). Kavl, Kâle’den (قال) isim; Kelâm, Kelime’den (كلم / كلمه). Kâle, söylemek, demek, konuşmak. Düşük düzeyi, söylenti. Üst düzeyi, Kavl, Söz. Kavilleşme = Sözleşme.  Kelime, söz, sözcük. Kelleme, söz söylemek. Kelime-i Tevhîd ya da Kelime-i Şehâdet : Şehâdet ya da Tevhîd Kelimesi. Kelâm, iz bırakan söz. Kelm (كلم), yara, kesik. Söz ile Kelâm arasında ne fark var? Kelâm, bir anlamı ve derinliği olan sözdür. Sözün de anlamı vardır ama Kelâm kadar “mücmel ve etkileyici” değildir.  Bir de lâf var; lâf, dedi-kodu düzeyindeki sözdür, derecesi en alttadır, neredeyse yoktur. Lâflamak gibi. Lâf, söz ve kelâm, sesten oluşur. Sesi, canlı olan herşey, herkes çıkarır. Hayvanlar, sesle = ses düzeyinde anlaşır. Eşek, anırarak; öküz, böğürerek; kurt, uluyarak... insan ise, sesi söze dönüştürerek ve o söze bir anlam yükleyerek ve de kelâm ederek anlaşır. Söz, daha çok günlük, maddî (rutin) ihtiyaçlar için; kelâm, manevî (ruhî) ihtiyaçlar için; lâf ise, vakit geçirmek için

SEDR ya da SİDR

Sedir ya da Sidr : Modern kullanımıyla koltuk.  Ama sidrin (sedirin, sidrin) bibaşka anlamı daha var : Kamaşma, göz kamaşması.  Kitâb’ta sidr (ve sidre), dört yerde geçer  : Sebe, 16. Necm, 14 ve 16. Vakıa, 28. Necm’deki iki âyetin ilkinde (14’de) sidr, Sidret-ül Müntehâ kalıbı/tamlaması ile gelir ve 15. âyet de, onun Cennet-ül Me’vâ yanında olduğunu söyler; ikinci = 16. âyet, bize göre çook daha “muğlaktır”!. Bu muğlaklık, Allah-u A'lem, ışığın yoğunluğundandır; bizim gözlerimiz = aklımız o kadar yüksek ışıkta “kamaşır, kör olur.”!. Sidret-ül Müntehâ’yı “uzaktaki sedir ağacı” olarak görenler ve yorumlayanların ufku o kadardır, bişey diyemem ama o pasajda sözü geçen olay, basit bir olay değildir, Vahyin = Cebrail’in inişi, Rabbin bir Elçi ile Gelişidir!. Benim gibi rahat koltuklarında oturarak meal ve tefsir yazanlar, gözleri kamaşmadan en fazla 300-500 metre ötedeki ağacı görebilirler; “yüksek ışığa = Nûr'a” gözleri, akılları ve kalpleri dayanamaz, kör olurlar.

MAKÂM-I MAHMÛD

Makâm-ı Mahmûd Bu ibâre, bu tamlama İsra Sûresinin 79. âyetinde geçer. Pasajın başından (bir önceki ayetten) itibaren 84. âyete kadar muhatap Efendimiz (gibi) gözükse de aslında biziz, hepimiziz. Ne deniyor o pasajda? “Güneşin batıya doğrulmasından (dulûk) havanın iyice kararmasına (ğasq) kadar, (öğle, ikindi, akşam, yatsı) namaz kıl = eqım’s salât; fecr Kur'ân’ını (Kur'ân’el Fecr, sabah namazını) da (ihmâl etme); fecr Kur'ân’ı şâhitlidir. Sana özgü/özel/has (nâfileten leke) olarak da gece uyan, kalk! (fetehecced), belki = umulur ki Rabbin Seni Makâm-ı Mahmûd’a ulaştırır.” (17/78-79.) Efendimiz zaten Muhammed. Muhammed, Mahmud, Mehmed ve Ahmed’in en üstünü, en yükseği. Önceki ve sonraki âyetlerle bağlantılı olan bu iki âyet bize ne diyor? Tüm zamanını ibâdetle geçir demiyor mu? Başka yerlerde ‘bükraten ve asîlâ’ (76/25) ‘leylen tavîlâ’ (76/36), ‘bil gudüvvi vel âsâl’ (7/205) gibi zaman zarfları ile zikir, tesbih ve secde (= ibâdet) emredilir bizlere. Bunlar sadece sözle yap

SAYFA ya da SAHİFE

Kâğıdın bir yüzü sayfa; iki yüzü de yaprak, varak. Yaprakların = sahifelerin ciltlenerek = bir araya getirilerek oluşmuş şekli ise mushaf = sahifeler toplamı. Sahifelerde (yapraklarda) biyazı = bimesaj varsa, o kitap ya da defterdir. Bu yazılar = mesajlar ilâhî kaynaklı ise, buna büyük harfli Mushaf denir. Mushaf, kâğıda (= sayfalara, yapraklara) dökülmemiş hâlde iken (M. 610 ilâ 633 arasında), nerede idi?!. Dağınık hâlde. Kemik ve deri parçalarında, tabletlerde, ... gönüllerde, kalplerde. Mushaf hâline gelince, bütün mesaj elimize, koltuk altımıza “sığdı”!. Şu kesin; yazı, insanoğlunun hafızasını zayıflatmıştır. Zayıf hafıza, zihnin yeterince çalışmaması; oradan bişeyin taşmamasıdır. Akıllı telefonlar da hafızayı zayıflatıyor; kendi kimlik ya da telefon numaramızı dahi bilmiyoruz; aklımızı aletlere devrediyoruz!...  Kurumsallaşma da böyle bişeydir. Kurumsallaşmada bireysel sorumluluklar kurumlara devredilir; kurumlar kimsenin malı değildir; sorumluluğu kimse üzerine almaz.  Kitap, bil

FURKAN SON ÂYET

“De ki : Duânız olmasa/ydı, Rabbim size ne (niye) değer versin/di!...” “De ki : Yalvarmanız olmazsa Rabbim sizi ne yapsın?.”... .... قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ Abee ya’beü ya da abé (عبأ), değer ve önem vermek. Mâ ye’beu, dikkate almamak. Lev : eğer, şayet; lâ, olmamak, yok/luk; Levlâ, olmasaydı. Buradan ‘duamız olunca, değerimiz olur.’ anlamı çıkar mı? Çıkar; ama duâya verdiğimiz anlama bağlı. Duâ, Rabbe, acizliğimizin, güçsüzlüğümüzün, kendi kendimize yetersizliğimizin itirafıdır. Bu yetersizlik, acizlik ne kadar güçlü ise duâ da o kadar derîn ve etkili olur. Modern insan bunu anlayamaz; onu, “elindekiler” güçlü kılmıştır; o, kendini “örgütlü ve güçlü” kabul eder; olsa olsa onun Rabbe ihtiyacı (= duâsı), felâket anlarında olur = ortaya çıkar; onun normal anlardaki duâsı, kalpten = samimî değildir, dildendir; inanmayanların Elçilerden mucize istemeleri ve o mucizeyi görünce inanacağız demeleri gibidir... Oysa, her şey mucizedir. Modern insan, ‘basit ve pis bir

EMÂNET

Emanetin biçook çeşidi var. Can, onu taşıyana bir emanet. Mal, bir emanet. Çoluk-çocuk bir emanet. Din, bir emanet. Hepsi kutsal ama en kutsalı din. Din emaneti korunmazsa, öteki emanetler korunamaz.  Bizim (kutsal) emanetler, Topkapı’da, müzede. “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmeye yanaşmadılar; ondan korktular; onu insan yüklendi. O, çok zalim ve çok cahildir.” إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا (33/Ahzab, 72.) Emanet, emîn olana teslim edilir. Emanet (امانة), Îman (ايمان) ve Mümin (مؤمن) ile kardeş. Kutsal emaneti, dağlar-taşlar değil iman etmiş olanlar = Mü’min olanlar alır ve korur. O Emaneti Veren = El-Mü’min, Kendi gibi! Mü’min = Güvenilir olanlara Emanetini hayat kılmak için verir ama kendini Mü’min bilenlerin biçoğu, ya O Emaneti hiç umursamayarak ihânet eder ya da müzeye, tapınağa, sandığa kaldırarak “değers

HÂL DİLİ

Bildiğimiz dile = herhangi bir sese, söze ya da harfe dökülemeyen düşünceye hâl dili diyoruz; buna simgeleştirilememiş düşünce de deniyor. Dil ilgi alanım; doktorada dil başımın belâsı idi (belâyı, âfet, musibet, felâket anlamında değil de daha yumuşak anlamıyla, imtihan, sıkıntı, güç durum anlamıyla kullandım.); hâlâ da belâsı. Günlük, akademik, sembolik, metaforik dili aşamayan, kanımca gerçek ma’naya ulaşamaz; dil, ma’nayı sınırlar. Dil filozofu Noam Chomsky, zor ve devasa kitabı ‘İletişimsel Eylem Kuramı’nda dilsiz düşüncenin olamayacağı savunur; ben bu yargıya hep mesafeli yaklaşmışımdır; dilsiz düşünce olur; belki bizim bildiğimiz anlamda o düşünce paylaşılamaz; ama biz biliyoruz ki susarak = sükut ile (ya da telepati ile) düşüncelerini paylaşan epey insan var!. “İlâhî Düşüncenin = Vahyin” Efendimizle paylaşıldığı esnada herhangi bir dile ihtiyaç duyulduğunu sanmıyorum!. Daha sonra O Vahiy, o günkü insanlarla ve bizimle paylaşılırken bir dile (Arapçaya) ihtiyaç duyulmuştur. Son g

MÜNTEQÎM

(Şimdiye kadar bu platformda günlük tartışmalara yer vermek, polemiğe girmek istemedim. Prof. Sinan Canan’ın bir televizyon kanalındaki “talihsiz ve özensiz sözleri” üzerine Prof. Mustafa Öztürk bir video çekmiş; onu da bir abim bana gönderdi, sen ne düşünüyorsun dedi; bu yazı bunun için kaleme alındı.) Münteqîm : İntikam alan. Rabbimiz de Müntakim (El-Müntekîm) ama Rabbimizin müntekımliği bizimki gibi değil. O, bir zarar görmemiştir ki “intikam” alsın!. O, kullarının zararını telâfî için intikam alır; kulları : “tamam Ya Rabbî, tatmin oldum, hakkımı aldım, yeter” deyince, Allah-u A'lem, O’nun Rahmeti ve Merhameti devreye girer. Kanımca O, kullarını Kendisine şirk koştu diye dahi ebedî olarak yakmayacaktır ama Mü’min kulları gibi de rahatta bırakmayacaktır. (İkisini --kimseyi-- aslâ aynı seviyeye getirmeyecektir.) O’nun sonsuz çeşitlilikte imkânları vardır; her imkân bir ve aynı değildir. Huld = Sonsuzluk, bu anlamda hem imkân sonsuzluğu hem de hayat sonsuzluğudur. Burada Ebed, zam

ADÂLET

Adâlet, ADL (عدل) = Adele’den isim. Adele, bizde uzuv, organ demektir. Her organ, kendi üzerine düşen işi/görevi ‘düzgün/mu’tedil’ yaparsa, “vücutta” adâlet gerçekleşir. El, bel, dil vs. çook çalışır da akıl, kalp vs. az ya da hiç çalışmazsa, vücutta adâlet gerçekleşmez. Vücudunda adâleti gerçekleştirmeyenler, dışarda adâleti gerçekleştiremezler. Haksızlık, zulüm ve adâletsizlik arttıkça adâlete olan ihtiyacımız da arttı, herkes adâlet arıyor!. Bu akıl, tersinden de sorular sormaya alışık. Acaba, adâlet artsa, her yer/de adâlet olsa, adâletsizliğe, haksızlığa da muhtaç olur muyuz?!. Bu, adâlet ve adâletsizlik algımıza bağlı. Size göre adâlet bana göre zulüm/adâletsizlik; bana göre adâlet size göre zulüm/adâletsizlik olabilir. Nereden biliyoruz!, bize göre birine zulmediliyorken, belki de adâlet gerçekleştiriliyordur!. ... Elleri ile gönülleri ayrı ayrı hareket edenler, münafıktırlar; onlar, elleriyle iyilik yaptıklarını sanırlar, gönülleri kötüdür; gönülleri ile iyilik yaptıklarını san

NAMAZ

Namaz, Farsça; Arapçası, Salât.  “... inne’s salâte tenhâ anil fahşâi vel münker... muhakkak namaz (salât), fahşâdan ve münkerden alıkoyar...” (29/Ankebut, 45.) Fahşâ, ahlâken çook çirkin söz ve davranış; münker, dinen uygun görülmeyen söz ve davranıştır. Bunların ilkini yapana, cinsiyet ayrımı olmaksızın fâhişe; ikincisini yapana, münkir = inkâr eden denir. Her namaz kılan, elbette sütten çıkmış ak kaşık değildir; herkesin bir sürü günahı vardır ama namaz, insandaki bu günahları günden güne azaltır; azaltmıyorsa 29/Ankebut, 45’in bizde bir etkisi olmaz; aksine 107/Mâûn 4’e “fe veylün lil musallîn = yazıklar olsun o namaz kılanlara” muhatap oluyoruz. Namaz aralarında, namaz dışı zamanlarda her türlü rezilliği yapıp, namazda hiçbir şey yapmamış gibi, pişman olmadan Rabbin Huzur’una çıkanlar, ibâdet etmiyor, sadece bir âdeti yerine getiriyorlar demektir. Namaz, hayattaki yapıp-etmelerimizin Rabbe arzıdır. Her namazda “biraz daha temiz” Huzur’a çıkarsak, o namaz, Allah-u A'lem, Rabbim

VİTR

Vitr = tek, yalnız. Karşıtı = şef’ = çift. “veş’şef’ı vel vetr.” (89/Fecr, 3.) Şef', zannımca şefaatin de kökü. Şefaat, tek (kişi) varsa (vitr’de/tek’de) olmaz; (en az) şefı’de (çiftte) olur, şefaat eden ve şefaat olunan. Vetîre : Dar ve zor yol. Süreç. ... Mevlevî mutasavvıf Ahmet Avni Konuk : “Vücûd-u Vâhid-i Hakîkî vitr iken, bu hakîkat-i imkâniyye ile tecellî etmekle şef’ olmuş ve Bir Vücut, iki görünmüştür.” der. Mevlevîler vahdet-i vücudcudur. ... İş böyleyse Rabbin, Fecr 3’deki yemini Kendi ve yarattıkları üzerinedir ve çook büyük bir yemindir; ondan önce iki, ondan sonra da bir yemin daha vardır; bu yeminlerden sonra da 5. âyette “lizî hıcr” ibaresine vurgu yapılır ve bu ibare, ‘akıl sahipleri’ diye çevrilir. Hıcr, taş demektir, Kitâb’ta 21 yerde geçer; aynı kelime Hıcr Sûresi 80. âyette taşları yontarak şehir kuran Hicr kavmi için kullanılır. Sûrenin (Fecr) 6 ilâ 14. âyetlerinde Âd, Semûd, İrem ve Firavun kavimlerinin zikredildiğine bakılırsa, buradaki (5. âyetteki) Hıcr,

KUNÛT

Kunût İki kunût var. Biri (ﻗﻨﻮﺕ), gönülden itaat, bağlılık; öteki ((ﻗﻨﻮﻁ)), ümitsizlik. İlk kunût, Kitâb’ta 13 yerde; ikinci kunût ise 6 yerde geçer. Aynı sûreden birer örnek; diğerlerine siz bakın. “Göklerde ve yerde olanların tamamı O’nundur. Hepsi O’nun yasalarına bağlıdır.” وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ (30/Rum, 26.) “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda onunla şımarırlar. Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir kötülük gelirse, o zaman da hemen umutsuzluğa kapılırlar.” وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً فَرِحُوا بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ إِذَا هُمْ يَقْنَطُونَ (30/Rum, 36.) Sizce, vitirdeki kunût hangisi?!.

KERÎM

Kerîm, Kitâb’ın = Kur'ân’ın sıfatı. Kur'ân-ı Kerîm. Kerem. (Rasûl-u) Ekrem. (Mekke-i) Mükerrem/e. (Ashâb-ı) Kirâm da aynı kelime.  Kerîm : Cömert. Büyük lütuf sahibi. Şerefli. Büyük. Azîz. Âlicenâb. Ulu. Kitâb’ın Kerîm olması, Rasûl'ün Ekrem olması, Mekke’nin Mükerrem olması, Ashâb'ın Kirâm olması, onların azîzliğinden, cömertliğinden, büyüklüğündendir. Ekrem-el Ekramîn Olan, Rabbimizdir. Yukarıda sayılanları “kerîm kılan” da O'dur. Kur'ân, Kerîm de, Hakîm mi?  Rabbimiz Hakîm diyor. “Yasîn. vel Kur'ân’il Hakîm.” Siz ne diyorsunuz?!.

SOR-GU-LAMAK

Sorgulamak : Soru sormak. Aramak, araştırmak.... Niçin? Hakikati ve suçluyu-suçsuzu bulmak için. Niçin? Rahatlamak, rahata ermek için. Hep rahatsızlar mı soru sorar, sorgular? Bu hayat, hep rahatsızlar için midir? Soru sormayanlar, sorgulamayanlar, rahat mıdır? Görece ve geçici olarak rahattır. Sorgulamayanlar, burada rahat gözükseler de ötede çook rahatsız olacaklar; çünkü “bulmayı geçtik, arama zahmetine bile katlanmamışlardır.”!. Pekiî, sorgulamanın hiç sonu gelmeyecek mi; gelmeyecekse, hep rahatsız mı olacağız? Mü’min, hâlâ sorgulamaya (aramaya) devam ediyorsa, (kendinden ve Rabbinden) “emîn olmayan biri”, hâlâ “şüphe” içinde olan biri değil midir? “Bulamayacaksak!”, sorgulama, bize sunulan modern bir “tuzak” olmasın!. “Bulamayacaksak!”, Rabbimiz bize Kitâb’lar ve Elçiler’le niye “yardım” etsin, ediyor?!. Ömrümüz hep sorgulama (soru sorma) ile mi geçecek?!. Ne zaman “teslim = Müslüman” olacağız?!. Rahatlayamayacak mıyız?!. Soralım, sorgulayalım ama artık rahatlayalım. Sormayanlar,

VEKÎL

Vekîl : Bir işi birine havale etme. Millet-Milletvekili, avukat-müvekkil ilişkisi gibi. Vekîl kılma ile tevekkül arasında sıkı, yakın bir ilişki (bağ/bağlantı) vardır; iki kelime zaten akrabadır. Vekîl kılmada da tevekkülde de vekîl kılan ve vekîl olan iki kişi vardır; tevekkül, vekîl kılma işi/eylemidir. İnsan tarafından bakınca, tevekkülde insan Allah’ı vekîl kılar. Allah tarafından bakınca! da sanki Allah, bu daracık imtihan alanında (dünyada) insanı Kendine vekîl kılmış gibi gözükür; halifeyi ben biraz da böyle anlıyorum.  Ama insan, insanî düzeyde de ilâhî düzeyde de kendisine verilen vekâlete ihanet ediyor. Vekîl kılan, vekîl olandan hesap sorar; bunun tek istisnası Allah’tır, Allah’a hiçkimse hesap soramaz; biz Allah’a tevekkül ettiğimizde = O’nu işimize vekîl kıldığımızda, ki O bize bunu emreder, ‘vetevekkel aleallah’ deyin der, O, aslâ bize ihanet etmez, niyetimizi bildiği için niyetimize göre tam ve yerinde iş görür. Öyleyse, niyetimize = kalbimize bakalım ve niyetimizi = kal

SABR

Her kelimenin dünyada = evrende bir karşılığı vardır. Bazı (somut) kelimelerin anlamları, şehâdet âleminden; bazı (soyut) kelimelerin anlamları da gayb âlemindendir. Sabr kelimesinin anlamının sabır otundan (aloe vera, sarısabır, öd ağacından) geldiği söylenir. Aloe vera, sarısabır, öd ağacı, gövdesiz, yaprakları testere gibi dikenli, soluk yeşil, evde de yetiştirilebilen, tıpta ve kozmetikte kullanılan bir bitkidir. Sabrın acı vermesi gibi, bu bitkinin özsuyu da acıdır; bu acı, onu dayanıklı yapar. Bu su, 'iltihaplara, yaralara' iyi gelir. Sabır da böyle bişeydir. Aloe vera, sarısabır, öd ağacı, ölü derileri canlandırır, saç dökülmesini engeller.  “Soğuktan ve sıcaktan yanmış”! deriyi iyi ettiği; sedefe, içerdeki hastalıklardan ülser, astım ve kabızlığa da iyi geldiği söylenir. İçimizde bu otu (sabrı/sabr otunu) besler ve büyütürsek, Allah’ın izni ile “içimizi yakan biçook sıkıntıyı/derdi” de tedavî ederiz, inşallah. “Asra yemin olsun ki, insanlar hüsrandadır. İman eden, iyi (

PARANTEZ

Hayat bir bütündür, paranteze alınamaz. Dün yaşanan hayata tarih diyoruz ve bugün yaşanan hayatı, tarihi paranteze alarak anlıyor ve yaşıyoruz; oysa hepimiz hayat parantezinin içindeyiz; kimse bu parantezin dışında değildir; olsa olsa dünya (hayatı), sonsuz hayatın parantezidir. İnsan o “yasak ağaca” yaklaşmasaydı, belki de böyle bir parantez açılmayacaktı. ... Gerçekte önce ve sonra yok; zaman bölünemez. Geçen günler (gece ve gündüz), “bir gündür, ânlar bir ândır.”!. Mekân (da) aynı mekândır. En küçük mekân olarak gördüğümüz “nokta”, ‘sonsuz büyük mekân’dır. Noktaya mikroskopla bakın, mikroskopun merceğini büyütün... atom-altı dünyaya girin... işin içinden çıkamazsınız, kuantumcular çıkamıyor.  Zamana da aynı şekilde yaklaşmak mümkündür. “Ey insanlar! Sizi, tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve o ikisinden birçok erkek ve kadını üreten Rabbinize karşı taqvâlı olun. Birbirinizden yararlanasınız diye akrabalık bağını kuran Allah’tan sakının. Kuşkusuz Allah, sizi/hepinizi görm

TEVECCÜH

İçinde cim ve he geçen kelimelere ilgim büyüktür. Cehd. Teheccüd. Hicret gibi. Teveccüh vech’den, yönelme, yöneliş.  Herkesin yöneldiği bir yön = kıble vardır. İbrâhim (a.s.), “innî veccehtü vechiye lillahî... Ben yüzümü Allah’a çevirdim...” demişti. Çevirdiğine göre, demek ki önceden başka bir yönelişi = kıblesi varmış!. Önceden bizim yönümüz kıblemiz de Kudüs’e dönüktü; daha sonra Mekke’ye çevirdik, yüzümüzü Kâbe’ye döndük. “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz yönelin (dönerseniz dönün), Allah’ın yönü orasıdır, ‘Allah’ın Yüzü’ oradadır (fesemme Vechullah). Kuşkusuz Allah, yardımı çok kapsamlı= Vâsî Olan’dır, her şeyi Bilen’dir.” (2/Bakara, 115.) Böyle bir âyet varken, İbrâhim’in yönelişini = dönüşünü = yüzünü çevirişini ve kıblenin Kudüs’den Mekke’ye çevrilişini nasıl anlayacağız?!. İçimize bakarak. İçimize = kalbimize dönerek = vicdanımıza yönelerek. İçerdeki kıblemiz = yönelişimiz = pusulamız bozuksa, dışarı doğru görünse bile, bozuktur. Dışardaki yöneliş, şekilsel ve

AÇLIKLA BESLENMEK!

Açlıkla beslenmek! Kafayı mı yedin sen, böyle şey mi olur?, demeyin; olur. Mide yemekle beslenir; kafa ve kalp açlıkla. Bilgiye açlık, aklı; imana açlık, kalbi besler; akıl da doymaz, kalp de; ikisi de “göz gibi oburdur”!. Midesini düşünenin önünde (elinde-avucunda) dünya kadar mal (para) olsa, daha fazlasını ister, doymaz; bilgi de iman da bunun gibidir; sadece imandaki îkân (şüphe içermeyen iman), farklıdır; o, kendi doymasa da doyurur; onu doyuran, sadece Rabbidir. ... “İbrâhim (kavmine) : Neye kulluk ettiğinizi hiç düşünüyor musunuz?  dedi. Siz ve geçmiş atalarınız. (Bilin ki!) benim dostum yalnızca âlemlerin Rabbidir. O’nun dışındakilerin hepsi benim düşmanımdır. Beni yaratan ve yol gösteren O’dur. Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren. Beni öldürecek ve tekrar diriltecek olan ve din günü hatamı bağışlayacağını umduğum O’dur.” Rabbim bana hikmet nasip et (karşılıksız hüküm ver), beni sâlihlerin arasına dahil et, sonrakiler arasında güzel bir ün ile anıl

YA YOKSA?!

Bu soruyu yıllaar önce, içimdeki şeytan sormuştu; geçenlerde de dışımdaki bişeytan (kendini entel gören bir materyalist bir sohbet esnasında) sordu; daha doğrusu, “insanları kandırıyorsun/uz, “ya yoksa?”! diye hiç sormuyorsunuz.” dedi.  Kastettiği Tanrı, Hesap, Cennet ve Cehennemdi. Didim ki ona : “Merak etme, ben bu soruyu yıllar önce kendi kendime sordum ve şu sonuca vardım, dinlersen sana da anlatayım.”  Anlat!, dedi. Yoksa! : 1) Bu dünyada haksızlık yapanları cezalandıramıyor, haksızlığı önleyemiyoruz; o zaman herkesin yaptığı haksızlık yanına kâr kalır; haksızlık yapanlar her türlü kazanır. Niye, neden, niçin mücadele ediyoruz? Elbet haksızlıkla, zulümle mücadele edelim ama her zalime hem gücümüz yetmiyor hem de her zalime ulaşamıyoruz; herkese gücümüz yetse bile gözden kaçanlar, gizli zulüm yapanlar ne olacak?!. 2) Yine yoksa!, kaybedenler, haksızlığa uğrayanlar; kazananlar ise, zulmedenler olur ve herkes, haksızlık yapmayı yeğler; zayıflar = güçsüzler, güçlülerin oyuncağı hâ

İNSAN OLMAK

İnsan doğmak, insan olmak değildir. İnsan olmak, insana verilmiş potansiyel (gizli) güçleri (akıl, irade, iman) fiilî (görünür) hâle getirerek insanda açığa çıkarmaktır. Her “iki ayaklı” insan değildir. İnsanlar, şekil olarak birbirine benzer ama öz ve derece olarak her insan farklıdır. İnsan olmanın yolu, kul olmaktan geçer; her kul da aynı derecede “insan” değildir. Olmak, olgunlaşmaktır. İnsan, ham doğar; onu hayat (acılar, sıkıntılar) olgunlaştırır. Acı ve sıkıntı çekmeyen, bir eli yağda bir eli balda olan insan, ham insandır. Acı ve sıkıntı, (kötü ve kötülükle) mücadele ile olur. Melekte sadece iyilik; şeytanda sadece kötülük vardır. İnsan, ne melek olmaktır ne de şeytan; “gerçek insan”, melekten de üstündür. İnsanı Rabbimiz meleklerden üstün olmak için yaratmış; melekleri insana secde ettirmiştir.

KİTÂB

Ashab, Âişe vâlidemize, Efendimizin ahlâkını sormuş, vâlidemiz de “Onun ahlâkı Kur'ân’dı.” demişti. Kur'ân, henüz bir Kitâb (Mushaf) olarak “yokken”! Onun (Efendimizin) ahlâkı Kendisi idi, insanlara O rehberlik ediyordu. Efendimiz vefat edince, Kitâb “yol gösterici = hidâyet rehberi” oldu. Bu, şu demek değil midir? : Ortada kanlı-canlı bir rehber varken, Kitâb’a ihtiyaç yoktur; o kanlı-canlı rehber ‘ortadan kalkınca!’, Kitâb devreye girer. O hâlde, biz hâlâ neden “Muhammed’ur Rasûlullah” diyor, demeye devam ediyoruz? O, Kendisine gelen Kitâb’la aramızda da ondan. Bir insan olarak bizler, O Kitâb'dan Ona, Ondan kendimize gelmeliyiz; aramıza Kitâb girdi. Kitâb'ı canlandırmak, Kitâb'a can vermek, Onu aramıza almaktır.  “Allah’ın Rasûl’ünün aranızda olduğunu unutmayın...” وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ (49/Hucurat, 7.)

KURBAN

Kesilen hayvan = kurban = koyun, keçi, sığır, deve, mecâzen kişinin nefsi emmâresidir; insanı Rabbinden uzaklaştıran, kötülüğe yaklaştıran nesi varsa odur; gerçek kurban, onu/onları kesip-atmasıdır; bu anlamıyla kurbanı herkes kesmelidir. Zengin, bikaç tane = biçok kurban kesmeli. Neden? Modern-kapitalist dünyada kötülüğe bulaşmadan zengin olmak kolay değildir de ondan; zenginin nefsi/gönlü mala, paraya çook daha yakındır da ondan. Fakir de zengin gibi olmak istiyorsa, kestiği kurbanla ilk önce bu isteğini kesmelidir. Et, kan = hayvan, işin zahirî yanıdır. “Onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz; O’na ulaşan sizin taqvânızdır...” (22/Hacc, 37.)

KONTAK

Kontak : • Dokunuş. Temas. • Bağ. Bağlantı. • Kilit. Anahtar (Kontak anahtarı) • Kafayı yemiş (Argo : Kafadan kontak). Kelimenin düz kullanımı üzerinde durmayacağım; doğrudan mecaz kullanımına geçeceğim. İletişim (sözlü ya da yazılı) bir kontak kurma işidir. Düz anlamıyla söyleyen ile dinleyen; yazan ile okuyan arasında “uyum” yoksa, bu durum, iletişimde kontak uyumsuzluğu = ‘gürültü’ olarak adlandırılır ve o dokunuş (söz ve yazı), temas = kontak, biişe yaramaz.  Mecaz anlamıyla kontak uyumsuzluğu, • Kişinin kendisinden ve • Kişilerin özelliklerinden kaynaklanır. Kişinin kendisinden kaynaklanan uyumsuzluk, ‘organ uyumsuzluğundan’; kişilerin özelliklerinden kaynaklanan uyumsuzluk ise, ‘düşünce, dünya görüşü uyumsuzluğundan’, farklılığındandır. Söz ya da yazı, kişinin kulağına ya da gözüne dokunur (= kontak) da, aklına ve kalbine ulaşmazsa (dokunmazsa), o sözün ya da yazının kişide bir etkisi olmaz, görülmez. Düşünce, dünya görüşü farklılığı (uyumsuzluğu) ise, hem önyargı hem

ASIL DİNDARLIK

Asıl dindarlık, dinden söz etmek = din adamlığı (vaaz) yapmak değil, bizzat dini yaşamaktır, eylemlerin = hayatın dine şahitlik etmesidir.  Elbet, böyle insanların = din adamlarının sözleri çook daha etkilidir; işte onlardır Peygamberlerin vârisleri. Peygamberler, önce dini yaşar, sonra da dinden söz ederlerdi. Hâl dili, kâl dilinden çook daha değerlidir. Bu yazıyla kâle noktayı koydum.

FAKİR/FAKR

İki türlü fakir var : • Maddî hiçbişeyi olmayan ama olmasını isteyen. • Hiçbişeyi olmayan, kimseden bişey istemeyen ve Rabbim bana yeter diyen. Aslâ ve kat’â ikinci fakiri üzmeyin; birinciye de fakir gözüyle bakmayın.

ONTİK HATA

Ontik Hata : En büyük, en temel hata; her hata, bu hatanın üzerine bina ediliyor ve bence doğru = Tevhîd, bulunamıyor. Nedir o hata? Tanrı ile şeytanı = iyi ile kötüyü (iyilikle kötülüğü) karşı karşıya getirmek ve Tanrı ile şeytanı güreştirmek. Yahudilikte İsrael =  ile Tanrı (= Yehova); Hıristiyanlıkta daimon (şeytan) ile Tanrı; Doğu dinlerinde Ahuramazda ile Ehrimen çatışır; bu anlayışı İslâm’a da taşımak, çoook sakattır ve Tevhîd’i bozar. İslâm’da Allah, bu çatışmanın dışındadır; çatışan insandır, insandaki zıt güçlerdir. Kâinata ‘n’ dersek, insan ‘n+1’dir. İnsan, içindeki bu çatışmayı sona erdirirse, “Tanrı gibi” kainatın efendisi olur. Meleklerin insana secdesi, onun = insanın ‘+1’ özelliğindendir; insan, ‘+1’e ulaşamazsa, ‘n’ içinde çatışır durur ve kaybolur. Kiminde bu çatışma çoook şiddetli, kiminde zayıftır; insan, insan olunca (= +1’e ulaşınca), bütün kâinat = ‘n’, ona secde eder; o da Rabbine.

ZÜHD ve TAQVÂ

Zühd ve Taqvâ  Tasavvufun etkisi ile neredeyse züht/zühd/zâhitlik ile taqvâyı eşanlamlı kullanmaya başladık; halbuki ikisi aynı değil. Züht/zühd, zâhitlik, dünyayı değersiz görme, önemsememe, ondan uzaklaşma, başından atmış gibi yaşama (mış gibi yaşama, gerçekten ve sahiden değil, yalancıktan!); taqvâ ise, dünyaya olması gereken = Rabbin verdiği değeri verme, dünyasız âhireti mümkün görmeme, dünyada nasıl yaşanması gerekiyorsa öyle yaşamadır. Züht/zühd, Kitâb’ta sadece bir yerde, o da Hz. Yusuf’u kuyudan çıkarıp köle olarak satan kervancılar için kullanılır. Oradan dünyaya bir kıyaslama yapılacaksa, dünya da Yusuf gibi değersiz görülmelidir, böyle bakarsak, kervancılar ve herkes gibi yanılırız; meğer Yusuf değersiz biri değilmiş der, daha sonra Yusuf’u “saray adamı ve bakan/vezir” yaparız!... (Yusuf gibi taqvâlı olmazsak, bakan/vezir olunca = bir iktidar/koltuk elde edince, zahitlik-mahitlik kalmaz, kapitalistleşir, ‘kapitalizme abdest aldırırız’. Şekil : A. ‘Kapitalist Müslümanlar .)

İÇ-DIŞ

Bizler, aynı ânda biyerin hem içinde hem dışında olamıyoruz, olamayız; içeri girince, dışarıyı; dışarı çıkınca, içeriyi göremeyiz, göremiyoruz.  Tanrı ise, aynı ânda = hep!, hem içeride hem dışarıda, her yerdedir. O’nun için, içeri de dışarı da = mekân da, zaman da = ân da, söz konusu olamaz; onları O yaratmış ve kuşatmıştır, onlar O’nu kuşatamazlar; O, zamandan ve mekândan münezzehtir. 

OLAĞAN-OLAĞANÜSTÜ

Olağan-Olağanüstü Olağan, bize düzenli ve kurallı gelen; olağanüstü, bu düzeni ve kuralı bozan. Olağan, sıradan; olağanüstü, mucizevî.  Olağan da aslında olağanüstüdür. Kim, bir ağacın çiçek açmasında, bir çiçekte, bir böcekte, bir atomda,... mucizevîlik gör(e)mez? Kör olanlar. “Bu dünyada kör olan, âhirette de kör olacak, yolunu büsbütün kaybedecek, delâlete düşecektir (ve edallu sebîlâ).” (17/İsrâ, 72.)

DÜNYA EVİNE GİRMEK

Dünya evine girmek. Bu deyim, bizde evlenmeye karşılık gelir. Dünya evine girmeyenler, “bekâr ve bâkire” olarak görülür ve ölür. Bâkire Meryem, “böyle bir kadındır” ama oğlu (İsâ) vardır. Bu durum, dünya evine girip de tertemiz = bâkire kalmanın da mümkün olduğunu gösterir. Deyimin gerçek anlamı, dünyaya gelmek, doğmaktır; dünyadaki herkes dünya evine girmiştir; önemli olan bu evden çıkarken, “bekâr ve bâkire = temiz = kirlenmemiş” olarak çıkabilmektir.

TEREDDÜD

Kararsızlık. Aradalık. Arada kalmışlık. Ne yapacağını bilememe; bilse bile, bişey yapamama. Kontrpiyede (contre-pied) kalma. Bu konuda çok şey söylenebilir ama ben insanın içindeki bu kararsızlık hâlinin nasıl şekillendiğine dair üç-beş kelâm edeceğim.  Ontolojide ve kozmolojide kararsızlık yoktur, epistemolojide = bilgide vardır. Bilgi = episteme, varlığı da insanı da ikiye (üçe, beşe, ona) ayırıyor ve arada kalıyor. Bu, insanın içindeki bölünmeden kaynaklanıyor. İnsan, küçük kâinat; kâinat, büyük insandır. Aslında kâinat da insan da bölünüp-parçalanamaz ama onları anlamak için “bölmek” zorunludur, insan zihni, “bütünü” kapsayacak kapasitede değildir. Bundan dolayı insan, kâinatı, gayb ve şehâdet (melekût, ceberût vb.) diye; kendini de beden ve ruh (duyu, duygu, hayal, akıl, sezgi vb.) diye en az ikiye böler. Bölünmemiş insan, “nefstir.”!. Bölünmemiş kâinat, varlıktır, evrendir; evren boşluk kabul etmez. Nefis, ‘aradaki insan’dır, bendir. Ben, akıllı ve iradeli nefistir, insandır. İns

HASTA DÜNYA

Dünya epeydir hasta; son yıllarda bu hastalığı iyice belirginleşti, ateşi de öksürüğü de arttı. İklim dengesi bozuldu. Hava kalitesi bozuldu. Sarsıntılar, baş dönmeleri arttı. Neden? Fizikî teşhis için önce dünyanın filmini (röntgenini) çekmemiz, sonra kan değerlerine bakmamız gerekiyor. Dünyanın yüzeyi 2/3 oranında su, 1/3 kara = toprak; toprakların büyük kısmı dağ ve çöl; son yıllarda dağlar-taşlar maden için, yol ve ev yapımı = şehirler kurmak için delik-deşik edildi. Yerin altı da bu şehirlere su, gaz, petrol, elektrik getirmek, şehrin pisliğini geri götürmek için kazıldı... Yerüstü ile oynandığı gibi yeraltının düzeni ile de oynandı. Yeraltı suları, gaz ve petrol için yer sondajla delindi = yere sonda vuruldu, içi boşaltılıyor; içindeki enerji dışarı çıkartılıyor, oluşan boşluk, fay hatlarını tetikliyor, oradaki enerji ‘ben de dışarı çıkmak istiyorum!’ diyor, dünyanın başı dönüyor; dünya hasta, yatalak. Kan değerleri de oldukça düşük. Kanda mikrop çok. Açılan yaralardan mikrop kap

AKABE

Düz anlamı, zor, dik ve sarp yokuş akabenin; mecaz anlamı ise “köleleri özgürlüklerine kavuşturmak”. Bu devirde köle mi kaldı, herkes özgür. Sözde. Bedeni, zihni ve ruhu köle, köleleştirilmiş milyonlar var. Üç kuruşa çalışıyorlar, aç karınlarını zor doyuruyorlar. Beyinleri yıkanmış, formatlanmış, ‘ne yapıyoruz, niye böyle yaşıyoruz’ diye bu köle düzenini sorgulayamıyorlar, çaresiz itaat ediyorlar. Ruhlarını şeytana satmışlar, sistemle işbirliği yapmışlar. Dünün köleleri efendilerinin “malıydı”, efendileri onları yedirmek, içirmek, giydirmek ve yatacak bir yer sağlamak zorundaydı; bugünün kölelerini efendileri üç-beş kağıt parçası ile kandırıyor; o kağıtların değerini de kendileri belirliyor ve o köleler, o kağıtlarla yine efendilerinin mallarını satın alıyor.  Düzen/sistem böyle işliyor. Düzen sarsılmasın diye de bu efendiler, din adamlarından, bilim adamlarından, kültür adamlarından danışmanlar istihdam ediyorlar; rafine ve sofistike yöntemlerle  eğitimi, kültürü, medyayı ve siyaseti