Kayıtlar

Ağustos, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ANALİZ!...

“Size Kardeşim Yûsuf’un sözlerini söylüyorum. Hepiniz özgürsünüz!.” Şimdi, bu sözün/cümlenin söylendiği atmosferi (ortamı) ve bu sözün “etkisini” (gücünü ve bağlamını) tahayyül edelim. Mekke, 630’da, hicretin 8. yılında fethedildi. Din = Vahiy 610 yılında geldi; 12-13 yıl Mekkeliler Müslümanlara işkence ettiler ve Müslümanları “göçe = hicrete” mecbur ettiler. Mekke’nin fethinden önce Mekkeliler ile iki büyük savaş (Bedir ve Uhud) yapıldı. Uhud’ta Hz. Hamza fecî ve hunhar bir şekilde şehîd edildi. ... Mekke’nin fethine yaklaşık 10.000 Müslüman katıldı; bunların 250 kadarı süvârî idi. ... Mekke’nin meclisi toplantı hâlinde. O zamanki Meclis Başkanı Ebû Süfyan; Genel Kurulda yaklaşık 40 kadar üye (= kabile lideri) var. Ahâli/halk, Meclisin (= Dâr-un Nedve’nin) önünde toplanmış!. (Ne karar çıkacak, onu bekliyorlar...) Kimi endişeli, kimi korkuyor, çok azı da karşı koymayı (savaşmayı) düşünüyor, bir çoğu da Muhammed bize ne yapacak, diyor; zamanında Ona ve arkadaşlarına (ashâbına) yaptıklar

DOĞRU KARAR!...

Yaşadığımız hayatın bir çok alanında doğru karar vermek oldukça zor. Bu, tikel/tekil, girift olmayan meselelerde mümkün olsa da, sorunlar büyüdükçe işin içinden kolay kolay çıkılamıyor. Aldığımız kararları, kabaca, bireysel ve toplumsal-siyasal hayatımız ve de total paradigmamız (= hayat felsefemiz) için üç aşamaya indirgemek mümkün. Yüzde yüz (%100), bireysel bir hayat yaşanmıyor; aldığımız kararlar öyle ya da böyle birilerini (eş-dost, kardeş, komşu, vs.) etkiliyor. Sözgelimi cebimizde üç-beş kuruş olunca, bunu gezmeye-eğlenmeye mi, birilerine (eş-dost, kardeş, komşu, vs.) yardım etmeye mi, yoksa içkiye-kumara mı harcayacağız?!... Zamanımızı para kazanmaya mı, ilme (hayır-hasenâta vb. şeylere) mi hasredeceğiz; yoksa dengeli, orta bir yol mu tutacağız?!... Sırf âhireti düşünerek dünyadan (olabildiğince) vaz mı geçeceğiz?!... Namazı evde mi camiide mi kılacağız?!.... biir sürüüü soru ve bilir sürü cevap = karar...  Sonuncudan başlayayım. Namazı evde kılmaya karar verdi isek, bizi bu ka

NASIL?!...

Bunlar, Kur'ân’ı günümüze nasıl taşırız? sorunu/sorusu üzerindeki “ham” düşüncelerim. Bu düşünceler, Kur'ân’daki kıssaların anlatılış amacı üzerinde düşünürken = tefekkür ederken gelişti/oluştu, şekillendi. O gün (Kur'ân indiğinde, 610’da), bu kıssalar bugün bize olduğu gibi O/onlara da tarihî idi, geçmişte yaşanmıştı. Kur'ân’ın bugün bize, o gün bizzat Hz. Peygamber ve ashabı tarafından yaşanan hayatını (=Sünnetini) anlattığı gibi... Pekiî, o gün bu kıssalar niye/neden anlatılıyor ve bu, O/onların ne işine (ve nasıl) yarıyordu?!. ... • Habil-Kabil kıssası, Yusuf ve kardeşleri kıssası kardeş kavgasına (o günkü karşılığı kabile savaşlarına), • Mûsâ-Firavun kıssası, zulme ve çok tanrıcılığa = şirke, • Medyen (= Hz. Şuayb), Âd ve Semûd kıssaları, ticaret ve hayvancılıkla uğraşan Mekke toplumuna adâleti, insafı ve şükrü öğretmeye; ahlâksızlığı ve vicdansızlığı terk etmeye, • Lût kıssası mâlum, • Bahçe sahipleri kıssası, kazançta Allah’ın hakkını (yağmurun/suyun, g

ANLAMA SORUNU

Birbirimizi ve tarihimizi (= tarihî metinleri) anlayamıyoruz; boşa konuşuyor,  boşa yazıyoruz. Yazının anlaşılması, konuşmanın anlaşılmasına göre daha zordur. Yazı ile aramıza “mesafe” girer; yazar, “muhayyel bir kitle” ile konuşur. Konuşmada, muhatap karşımızdadır; konuşanla konuşulan aynı ortamı paylaşır. Anlamada, ortam ve bağlam çook önemli, olmazsa olmazdır. Ortamdan kastım, fizikî (coğrafî) ve kültürel ortamdır; buna anlayış düzeyi de dahildir. Bağlam, konuşmanın (veya yazmanın) konusu, (= neyi konu edindiği) geçmişi ve konuşmaya bişekilde dahil olanlardır. Doktorada, iletişim modelleri üzerinde bazı okumalar yapmıştım. Bir çook iletişim modeli var, beni en çok cezbeden model, Dell Hymes’in SPEAKİNG modeliydi. Hymes, iletişime, kim/ler, nerede, ne zaman, ne şekilde, nasıl bir ortamda, nasıl bir pozisyonda, ne amaçla = niçin, hangi araçları kullanarak katılıyorlar, sorularını sorar ve anlamayı bütün bunların sonucunda oluşan bir “hâsıla” olarak görür. Ben, bütün bunları ‘ortam ve

MÜSLÜMAN OLMAK!...

Elimde, Kasım Şulul’un ‘Hz. Peygamber Devri Kronolojisi’ kitabı var; kitabı didik didik ediyorum. Kitabın H: 9. Yılına, Senetü’l Vufûd veya Elçiler/Heyetler yılına ait bölümüne geldiğimde ve insanların kitleler hâlinde Müslüman olduğunu öğrendiğimde = gördüğümde, ‘Müslüman olmanın ne demek olduğu’ üzerine düşünmeye başladım. Hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye Anlaşmasından sonra da insanlar kabileler hâlinde Müslüman olmuşlardı. • Müslüman olmak nasıl bişey?!. • Bu insanlar nasıl Müslüman oluyorlar?!. • Onların Müslümanlığı bizim Müslümanlığımıza benziyor mu?!. • İnsanlar, Müslüman olmadan önce ‘ne gibi değişiklikler’ geçiriyorlar?!. ... Şuna kanaat getirdim. Onlar, Müslüman olmanın ne demek olduğunu kesin olarak biliyorlar ve Müslüman olmadan önceki yaşayışlarını terk ederek Müslüman oluyorlar. Yani, Müslüman olmadan önce, yalan söylüyorlarsa, zulmediyorlarsa, faiz alıp-veriyorlarsa, putlara kurban oluyorlarsa (= tapıyorlarsa), vs. tüm bu kötü ahlâkî alışkanlıklarını terk e

DİN NEDİR?

Din, Allah’ın düzenidir. Bu düzeni anlamak, yaşayarak olur. Din, (sadece) epistemoloji değil, (aynı zamanda) aksiyolojidir. Din, sadece zihinsel tecrübe (= epistemoloji) ile anlaşılamaz; dini bizzat ve fiilen tecrübe etmek (= yaşamak) gerekir. Çünkü din, hayattır. Hayat, teoriyi ve pratiği kapsar. Din, kâinatın (= âlemin) düzenidir. Gaybta ve şehâdette var olan her şey, varlığın (= Var Eden’in kurduğu) düzene uyar; uymayanlar, bu düzeni (geçiçi olarak) ‘bozar’ (ama yıkamaz!) ve cezâ görür. Kıyâmet, bu düzenin yıkılması ve yeni bir düzenin (= dinin) kurulmasıdır. Tecrübe edilmeyen = yaşanmayan din, din değildir. Allah’ın dini dışındaki tüm dinler, yanlış tecrübelerdir ve tecrübe edenleri memnun edemezler. Çünkü, onlar, kâinat ve insan fıtratı (= yaratılışı) ile uyumlu değillerdir. “O hâlde, bütün bâtıl dinlerden (= düzenlerden) uzaklaşarak, yönünü = yüzünü kararlı bir şekilde Allah’ın insan fıtratına nakşettiği hak dine çevir/yönel!...” (30/30)  Dini anlama, dinle tanışma ve dindar olma

BANA MI SORDU/N?!.

Bana mı sordu/n?!. Soru iki taraflıdır; ilkini genelde ve zımnen Tanrı'ya sorar; ikincisini de birbirimize sorarız.  Beni yaratırken bana mı sordu?!. Belki de ben yaratılmak istemiyordum. Beni niye yarattı gibi?!... sorular, hem kendi aramızda birbirimize, hem de aslında Tanrı’ya sorduğumuz sorulardır. İkinci kısım sorular, ‘o (= Ali, Veli...), o işi öyle yaparken bana mı sordu? Ne hâli varsa görsün’; benzeri sorulardır. İki tür sorular da ‘kendini büyük görme, kendini bişey zannetme’ sorularıdır. Ben biliyorum/biliyordum, ben yaptım, onu daha önce tecrübe ettim = deneyimledim; bana sorsaydı, ben ona ne olacağını, ne yapacağını söyler, yol gösterirdim; ama beni bişey = adam yerine koymadı; demenin soru formundaki ifadeleridir. “Beni yaratırken bana mı sordu?!.” sorusu da aynı psikoloji ile sorulur ve büyük ölçüde “şeytanîdir.”!. Şeytan, “febimâ egveytenî” = beni azdırmana karşılık (beni sen azdırdın!; 7/16), ben de ... demiştir.  İnsan da, ‘madem beni yaratırken bana sormadın ve be

DİN İLE İLİŞKİMİZ

Din, Kur'ân ise, Kur'ân’a (Allah’a) en yakın olan en fazla dindar; en uzak olan da en az dindardır. Yakın-uzak terimini zamansal ve mekânsal açıdan kullanırsak, Kur'ân’a en yakın olan Efendimiz ve ashâbı; en uzak olanlar da bizleriz, ama ben bunu (= zamansal ve mekânsal açıdan yakınlığı-uzaklığı) kast etmiyorum. Kur'ân’a (Allah’a) her devirde yakınlık-uzaklık mümkündür ama Allah’tan bağımsız/ayrı bir Kur'ân mümkün değildir!. Kur'ân ile Mushaf farkına dikkat çekerim. Mushaf, 1400 yıl önce yazılan; Kur'ân, her ân okunan Kitâb’tır. Kur'ân’ın merkezinde Allah ve insan (!); Mushaf’ın merkezinde ise sadece yazı vardır. Kur'ân, o gün Efendimizin hayatı ile = Sünneti ile hayat bulmuş, canlanmıştır. Bugün, O hayat, yazı ile “donuklaşmıştır.”!. Kur'ân (= Mushaf) okumak, yazıdan (= Mushaf’tan) insana, insandan da Allah’a gitmek, Mushaf’taki ilkeleri hayat kılmak veya canlandırmaktır. Bu yapılmazsa, yapılan sadece Mushaf’ın (= donuk = ölü bir Metnin, yazının

EMR

Emr : Yapılması istenen kesin buyruk. Komut. Yetki. Yapılması isten(il)en iş, görev. “... Elâ leHü-l Halqu ve Emr...” = Dikkat edin!. Yaratma da Emir de O’nundur. (7/54) “..  Ve kâne Emr-ullahi mefûlâ.” = Ve Allah’ın Emri mutlaka yerine gelecektir. (getirilecektir.)!. (4/47.) İlâhî Emir’de de bir hiyerarşi varsa!, bu hiyerarşi, emredilenlerin yapısına = istidadına göre şekillenir ve bu Emirler : • Tabiî Emir.  • Nefsî Emir. • Aklî Emir ve • İlâhî Emir şeklinde sıralanabilir.  Tabiî Emir, madenler ve bitkiler âlemine; Nefsî Emir, hayvanlar âlemine; Aklî Emir, insanlar âlemine; İlâhî Emir, ‘seçkin insanlar’! âlemine verilir. Tabiî ve nefsî emirde akıl ve irade yoktur, yeme-içme = yaşama (= hayatta kalma içgüdüsü) vardır. Aklî emir, hem tabiî emri içine alır hem de onu aşar. İlâhî emir ise, insanı “melekût âlemine” taşır. İnsanların çoğu, kendilerini tabiî ve nefsî emre; bir kısmı aklî emre, çook azı da ilâhî emre muhatap kabul ederler. “... bel ekserühüm lâ yü’minun.” “... ve eks

BEDEN, NEFİS ve RUH

Üçü, hem ayrı hem bir. Beden, somut, maddî, buraya ait; nefis, soyut, gayr-i maddî, hem buraya hem öteye ait; ruh ise, hakkında çook az bilgi sahibi olduğumuz “yetimiz”!. Nefsin ‘içinde’ akıl ve irade de var; nefis (= akıl ve irade), bedene (= buraya) ait işler için de ruha (= öteye) ait işler için de çalışır, çalıştırılır. Nefis, bedenden ayrılınca da (= ölüm gerçekleşince de) varlığını sürdürür; nefis ölmez; ölen bedendir. Nefis, aklı ve iradeyi sırf buraya ait işlerde çalıştırmışsa, ötede “azap” çekecektir.!. Allah-u A’lem, ötedeki “zevkler ve acılar”, buradaki nefsin kazanımlarına göre belirlenecek ve büyük oranda aklî ve ruhî olacak. Burada, aklını ruhî (= manevî) dünya için kullananların ötedeki bedenleri, buradaki bedenlerine göre daha şeffaf ve latîf; buradaki akıllarını buradaki bedenleri (= maddî dünya hayatları) için kullananların ötedeki bedenleri de buradaki bedenlerine göre çook daha katı ve çook daha somut ve çook daha sert, çook daha kesîf olacak. Her nefis ölümsüzdür a

HADİS...

Hadis. Hâdis. Hades. Hâdise/Hâdisât. Hadâset (Tazelik. Yenilik. Gençlik). Muhaddis. İhdâs. (حدث)  Hads. Hadsî. Hadsiyyât. (حدس) İlki, dışarıda vuku bulan yeni bir olay, yenilik; ikincisi, içe doğan bir yenilik, sezgi.  Dinî anlamda hadis, Efendimizin (o gün) “yenilik içeren”! sözleri (= ve fiilleri = Sünneti). Bu, o gün değiştirici ve dönüştürücü idi. Bugün, ???!. Bir hayat, insanı, dolayısıyla toplumu “sıkıyorsa”!, değiştirici ve dönüştürücü olan şey (= duygu ve düşünce), o toplumda yaşayan sorumluluk sahibi insanların içine doğar. (= sezgi = hads) ve er ya da geç, bişekilde bir uygulama alanı bulur (= hâdise olur, yeniliğe dönüşür ve ona, sonradan ortaya çıkmış = hâdis bişey denir.) Sonradan ortaya çıkan her şey iyi ve değerli olmaz; bunlara bid’at denir. Sonradan ortaya çıkan o şeye karşı içimizdeki duygu = sezgi = hads (belki de vicdanımız!), bizi tatmin (mutlu/memnun) ediyorsa, onu sahipleniriz; değilse, reddederiz. Hads = Sezgi = İntuition, biraz çaba ve istekle insanın içine doğ

TERAKKÎ

Terakkî : Yükselme, yükseliş, sıçrama; kelimenin zıttı, alçalma, düşüş, hubût. Dünya düzleminde yaşıyoruz. Burada fizîken, yükselme ve düşme mümkün değil. Öyleyse, bu yükseliş ve düşüş, manevî ve ahlâkîdir. Dünyaya geliş (= doğum), fizikî bir düşüştür ama dünyadan gidişte hem düşüş hem de yükseliş mümkün. Dünyada kalışta, hem düz gidiş, hem de manevî ve ahlâkî olarak yükseliş ve düşüş mümkündür. Dünyada kalışta düz gidiş, somutu (= fizik dünyayı) aşamama; düşüş, şeytana uyma; yükseliş, dünyayı ve dünyadakileri daha üst (= soyut ve sembolik âlemlerle ve TEK BİR İLAH ile) irtibatlandırma demektir. Bu, din dilinde “âyete” karşılık gelir. Âyet, sembol demektir. Âyetler bizi, fizik dünyayı (somutu) metafizik dünyaya (soyuta) ve tek otorite olan Allah’a bağlarlar. Bu bağlantıdaki geçişler, “bizce”! kademelidir; arada melekler (duygular, düşünceler = dil, vs.) vardır.  Terakkî, duyguları, düşünceleri (hisleri ve aklı) çalıştırarak ma’nen yükselmedir; maddî ‘kalkınma’ değildir. Günah, düşüştü

MA'RUF

Kelimenin yaygın anlamı herkesçe bilinen ve herkesçe yaşanan şey = örf = urf. Ma’rifet, I’rfan = İrfan, A’raf gibi kelimelerin de kökü AReFe (عرف). Ma’rufun karşıtı münker. Münker, kötülük. Böyle bakarsak, ma’ruf iyilik; münker kötülük. A’raf, arada olma (a’raftakiler, aradakiler) değil, iyiliği (ve kötülüğü) bilenler demek olur. İyiyi-kötüyü bilmek ve yapmak, iyiyi ve kötüyü belirliyorsa, geriye üçüncü bir yol kalıyor; buna mu’tezile, ‘el-menziletü beyne-l menzileteyn’ diyor; bunun a’rafla bir ilişkisi yok; çünkü o üçüncü yol (= ara durum), iyiden daha iyi, kötüden daha kötü olmayan bir durum. Kanımca, a’raf kelimesi yanlış kullanılıyor; bu kelime ma’ruf ve ırfan kelimelerinden farklı = bağımsız değil.

AHSEN-İ TAQVÎM

En güzel kıvam demek ahsen-i taqvîm. Taqvîm ile taqvâ aynı köktür. Taqvâ, orijinal fıtrata = yaratılışa uygunluktur. Fıtratta = yaratılışta, değişiklik olmaz = “... lâ tebdîle li halqıllah...” (30/30) Fıtratı bozulmamış adam için herhangi bir “uyarıya/uyarıcıya” gerek yoktur. Kur'ân, daha çok fıtratı bozulmuş adam için bir uyarı = bir tezkîredir. Buraya gelmemizin (burada olmamızın) sebebi, öyle ya da böyle fıtratımızı bozmamız = emre itaat etmememiz/uymamamız; (= yasak ağaca yaklaşmamız); amacı ise, bize tekrar fıtratımızı düzeltebilme = ahsen-i taqvîm üzre olabilme imkânının verilmesidir.

XYZ

Bu xyz, birer insan. Bu insanların hayatlarını özetleyeceğim. X, çalışmış-çabalamış, zengin olmuş, yorulmuş; yorulunca dinlenmiş, tatil yapmış, televizyon seyretmiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, kendinden başka kimseyi ve geleceği/ni hiç düşünmemiş; ölmüş... Bu insanın ufku dardır ve bencildir. Y, çalışmış-çabalamış, yorulmuş; yorulunca eğlenmiş, tatil yapmış, televizyon izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş; ama bütün bunları belli bir amaca ulaşmak için yapmış, ama o amaca bitürlü ulaşamamış; ölmüş... Bu, arayan ve arayış içinde yaşayan insandır. Z, çalışmış-çabalamış, yorulmuş, başka işler yaparak dinlenmiş, başka insanlarla ilgilenmiş, vaktini hiç boşa geçirmemiş = vakit (geçirmek), onun için hiçbir zaman bir mesele/sorun olmamış, hiiiç sıkılmamış; ve ölmüş... Bu da “bilen, bulan veya eren”! insandır.

TEORİK ve PRATİK BİLGİ (= TECRÜBE)

Teorik bilgi, zihnin tecrübesi; pratik bilgi, tüm bedenin tecrübesidir. Teorik bilgi, nazar, nazariyedir; pratik bilgi, ahlâktır. Teorik bilgi ile pratik bilgi uyumlu olmalıdır; bir başka deyişle, zihin (beyin) ile beden uyumlu çalışmalıdır. Beynin/zihnin bildiğini, diğer organlar (= beden) tasdik etmezse, bilgi diye bildiğimiz şey, bize yük olur ve o kişiden “sâlih bir amel” çıkmaz. Pratik bilgi (= ahlâk), eyleyerek, yaparak öğrendiklerimizdir. Eylemek, bilgiyi pekiştirir. Eylem olmayan, eyleme dönüşmeyen (= uygulaması olmayan) bilgi, test edilmemiş bilgidir; böyle bir bilgi, bilenin hiçbir işine yaramaz. Bizler, bilginin sadece teorik ve zihinsel bişey olduğunu sanırız; oysa, bilgi, eylemden kopuk bişey değildir. Bisikleti bilmekle, bisiklete binmeyi bilmenin bilmesi, hiç aynı olur mu?!. Yürümeyi bilmek, yürüyebilmektir; yürünmeden, yürüme bilinemez. İslâm’ı bilmeye de böyle bakmalı ve İslâm âlimlerinin sözlerini, onların yaşamları, yaşantılarıyla birlikte değerlendirmeliyiz. Günümüz

GELME-GİTME

Geliş ve gidişlerimiz, “konumumuza” bağlıdır. Burada iken, geldik, deriz. Pekiî, buraya nereden geldik?!. Gelmeden önce, neredeysek, oradan; oradan “bakınca” da gittik, deriz. Buradan öteye gidince, (biz diyemesek de, burada kalanlar bize) gitti = öldü, diyecekler.  Dünyaya gelmeye, doğum; dünyadan gitmeye, ölüm diyoruz. Cümleyi şöyle, şu şekilde kursam, yanlış mı yapmış olurum?!. Biz mi dünyaya geliriz, yoksa dünya bize mi gelir?!. Biz dünyadan mı gideriz, yoksa gittiğimiz yer (= öte dünya) bize mi gelir?!. Her nasıl olursa olsun, geldiğimiz veya gittiğimiz yerde “yeni şeylerle, yeni durumlarla” karşılaşırız. Dünyaya gelince, zorlukla, sıkıntı ile karşılaştık; öteye gidince, karşılaşacağımız şeyleri ise, bizler burada belirliyoruz. Burada karşılaştığımız zorluklar, sıkıntılar da bizim “suçumuz”!. Eğer emre itaat etseydik = yasak ağaca yaklaşmasaydık, buraya gelmeyecek ve hiçbir sıkıntı ile karşılaşmayacaktık. (Ben şahsen, buraya gelmeyen = emre isyan etmeyen insanların varlığına inanı

GÜZEL ÖLÜM & KÖTÜ ÖLÜM

Ölüm, kesinlikle zorunlu bir teslimiyettir; normal şartlarda kimse isteyerek ölmek istemez. Ölmek isteyenler, acı çekenlerdir. Er ya da geç, herkes ölecektir. Gönüllü teslim (= müslim) olmayanlar, ölümle zorunlu teslim olacaklardır. Önceden gönüllü teslim (= müslim/müslüman) olanların (= “ölmeden önce ölenlerin”!) ölümü güzel olacak; öbürlerinin ölümü (= teslimiyeti) her açıdan kötü olacak; onlar, ölünce de acı çekmeye devam edecekler.  Her açıdanı biraz açayım. 1) Burada kazandıklarını yanlış kullanmanın ve kaybetmenin acısı. 2) Ötede karşılaşacakları büyüüük mahrumiyetin ve büyüüük pişmanlığın acısı. Güzel ölümle ölenler, bu iki acıyla da karşılaşmayacaklar. En güzel ölüm, şehitliktir. Şehîd, bile-isteye, gönüllü olarak canını Allah’a = onu Veren’e teslim eden, Allah için ölüme koşandır; o canı O, o ân almak isterse alır, geri vermek isterse verir; alırken güzel alır, verirken güzel verir.

ÖLÜMÜ ÖĞRENMEK!...

Öğrenme, iki şekilde olur : 1) Kitabî/kitaptan öğrenme. 2) Hayattan/yaşayarak öğrenme. Kitabî/kitaptan öğrenmede sadece zihin aktiftir; bu öğrenme, çoğu zaman unutulur. Hayattan/yaşayarak öğrenmede tüm “organlar” (!) aktiftir; bu öğrenme, hiçbir zaman unutulmaz. Ölümü, başkasının ölümünden öğrendiğimizde (de) çoğu zaman zihin çalışır. Sadece, kendi ölümümüzde, tüm organlarımız (!) çalışır.  Din, öğrenmenin ilk çeşidinden ikinci çeşidine geçmemizi = öğrenmede derinleşmemizi ister; bu yüzden de imanla ameli birbirinden ayırmaz; bize : öğrendiğinizi yaşayın (= yaşayarak pekiştirin) der; bunun belki de tek istisnâsı ölümdür. Onun için Efendimiz bize : “ölmeden önce ölün!” buyurmuştur. 

ÖLÜM DENEYİMİ!...

Kendimiz ölmeden, bibaşkasının ölümünden kendi ölüm deneyimimizi çıkarabilir miyiz?!. Çook zor ama yine de bir yakınımızın ölümü bize bunu kısmen sağlayabilir diye düşünüyorum. Bir yakınımız ölünce, geride kalan bizler, onun ölümüne üzülüyoruz; biz ölünce de bizim ölümümüze yakınlarımız üzülecek, bu kesin. Önemli olan, bizim ne olduğumuz (= ne hâlleri yaşadığımız) ve geride bıraktıklarımızdaki hukukumuzun ne olacağı. Bu hukuk, elbet büyük mahkemeye kalacak, artık onu aslâ bir daha telâfi edemeyeceğiz. Musallâ taşındaki helâlleşme, bizi kurtarabilecek mi; belli değil; herkes bize hakkını helâl edecek mi; onu da bilmiyoruz. Onun için ölmeden önce, kimseye borçlu gitmemeye gayret etmeliyiz. Ötedeki borç ödeme, bize çoook pahalıya mâl olabilir. “Paramız”! yetmezse, onun günahlarını yüklenebiliriz. Bu da bizim için büyüüük bir mahvoluş, büyüüük bir pişmanlık, yanış-kavruluş, telafisiz bir iflâs demektir. Bu yanış-kavruluş, bir yakınımız ölünce (veya biz ölünce), bizim (veya yakınlarımızın)