Kayıtlar

Şubat, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

YERLİ ve MİLLÎ

Dün batılı idik, hâlâ da öyleyiz. Taâ Orta Asya’dan beri göçmeniz. Göçtüğümüz yerlerin “kültürüne” çook çabuk adapte oluyoruz. Neredeyse dünyanın her yerinde vatandaşlarımız var; onlar, oraların kültürüne çook kısa bir sürede çok kolay uyum sağlıyorlar. Vatanda olanların çoğu da küresel kültüre adapte; çook azı direniyor ama bu direnişleri her geçen gün kırılıyor. Kim yerli?. Kim millî?.  Yerlilik ve millilik ne? Neye göre, değişmeyen bişey mi? Evrensel ahlâkî değerler dışında değişmeyen bişey var mı? Her millet, (bu) evrensel ahlâkî değerlere ya kendi rengini veriyor ya da onları beğenmeyerek terk ediyor ve yerine kendi değerlerini koyuyor; çoğu da evrensel-ahlâkî değerleri bilmiyor. Bizim yerli ve millî değerlerimiz neler? Bu değerler, evrensel ahlâkî değerlere uyuyor mu, uymuyor mu?!. Uyuyorsa dün ve bugün niye yüzümüz batıya dönük/tü?!. İslâmcılığımız bile yerli ve millî değil. Biz, dinimizi Arabistan (Mekke-Medine), islâmcılığımızı Mısır, Pakistan’dan (Afganî, Abduh, Mevdûdî, S. K

ANI

Anmaktan isim.  Bugün 28 Şubat. Anılarım canlandı.  25 yıl önceydi. Yıl 1997’ydi. Bahane Sincan’da yapılan Kudüs Gecesi tiyatrosu, Tarikat Şeyhlerine verilen İftar yemeği, Üniversitelerde başörtülü öğrenci mi olur tartışması, vs... Yoo işi hafife almayın; konu millî güvenlik meselesi; laiklik = rejim elden gidiyor. Ey rejimin sahipleri!, silahlı ve silahsız güçlerinizi birleştirin ve rejimi koruyun/kurtarın!. Konu, 9 saat Milli Güvenlik Kurulu'nda müzakere ediliyor ve topyekûn mücadele kararı alınıyor. Topyekûn. Asker-Sivil bürokrasi, Medya. Yargı. STK’lar. Siyasî Partiler. Tehlike çook büyük, topyekûn mücadele edilmezse başarılı olunamaz. Yargı, partiyi kapatmalı. Asker, tanklarla sokağa çıkmalı. Medya, “karanlığı aydınlatmalı, manşetten saldırmalı”!. Rektörler, o öğrencileri ya iknâ odalarına almalı ya da atmalı!... Hepsi oldu.  Adına post-modern denen bir darbe yapıldı ve etkisi de bin yıl sürecek dendi. Ertesi yıl askere gittim; 35 yaşımdaydım korkuyordum ve endişeliydim. Altı

MÜBELLİĞ & MÜFESSİR

Mübelliğ, BLĞ (بلغ)’dan, açıklayan, bâliğ/buluğ da aynı kök; Müfessir FSSR (فسر)’dan, tefsir eden.  İki kelime de “ma’naya ulaşarak onu açıklamak, açmak” demek ama aralarında “nüans” var. Müfessir, açıklamasına kendi yorumunu katar; Mübelliğ, ne anlamışsa onu tebliğ eder. Anlama da bir tür  yorum değil midir? Bu soru, hermeneutiğin en temel sorusudur; hermeneutik anlamayı da yorumlama olarak görür. Dün, ben de bu görüşe yakındım; bugün aralarındaki “nüansı” sanki fark ettim gibi!. Nüans (bence) şu : Mübelliğ, sağduyulu, iyi niyetli ve tarafsız davranıyor, kendini sadece ve sadece Rabbine karşı sorumlu görüyor; Müfessir, anlayışını, içinde bulunduğu şartlara ve ‘hâkim paradigmaya’ uyduruyor. Tefsirde rivâyet-dirâyet; ilmî/fennî, edebî/luğavî, felsefî, batınî/sufî, tarihî, tahlîlî, işârî ve fıkhî gibi çeşitlenmelerin olması, tefsiri tebliğin önüne geçirmiştir. İmam-ı Şâfî’ye atfedilen “Efendimiz, Kur'ân’ın hem Mübelliğ’i hem Müfessir’idir.” sözü, tebliğle tefsirin ayrılmadığı zamanla

KUT

Öz-Türkçe bir kelime. Uğur, baht, talih, mutluluk, saadet anlamında, hem dinî hem siyasî bir terim kut. Dinî anlamı, dince kut-sal olanı; siyasî anlamı, töreye karşılık gelen ve devlet (ve Hakan) uygulamalarını kapsar; zıttı kut-sal, kut-lu olmayan, din-dışı, töre-dışı. Eski İran dini Mazdekîlik’te kut-sal olan, Ahura-Mazda’ya; kutsal olmayan, Ehrimen’e izafe edilirdi. Türkler, orta Asya boyunca  o bölge kültüründen etkilendiklerinden bu terimi onlardan esinlenerek oluşturmuş ve anlamlandırmış olmalılar. Terimin bugünkü kullanımı mübarekle özdeş gibi görünse de, kaynak/derinlik oraya kadar gider. Bildiğim kadarıyla İslâm’da kutsal-kutsal olmayan ayrımı ve Mazdekîlik’deki gibi iki ilâh (Tanrı) yoktur; tek ilah (Allah) vardır ve O İlâh’ın emrine uygun olan iyidir/sevaptır; aykırı olan kötüdür/günahtır; var olan her şey de “kutsaldır”; çünkü Allah’ın yaratmasıdır. Pekiî şeytanı nereye koyacağız?!. Şeytan, “âsî biri”, insanın âsî tarafıdır; o, insana içerden vesvese verir, insanı Allah’ın

MOTTO!

“Eşhedu enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû” ne demek diye soruluyor?  Literal anlamı : "Şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür."; Hakikî anlamı : “Her biriniz aslâ O’nun gibi olamazsınız ama O’na benzeyen “küçük birer Muhammed”  olun!, O’nu örnek alın!, O'nun gibi Allah'a kul olun!”, demek. Kul olmadan Rasül olunmaz; bizler, kul oluruz ama Rasül olamayız. Kulun Rasul'den önce gelmesi tesadüf değildir. Din ile dinî bilgiyi (dindarlığı) birbirine karıştırmamalıyız!. Din, Allah’ın; dinî bilgi insanların; ikisini en uyumlu kılan kişi Allah’ın Rasul’ü/Efendimiz. Bizim görevimiz O’na (Hz. Muhammed’e) benzemeye çalışmak, dini O’ndan öğrenmek, O’nun gibi yaşamak. Düne gidemeyeceğimize göre bunu, bugün, bugünün şartlarında yapmak. “Lâ ilâhe illâ Allah Muhammed-ür Rasulüllah.” bunun her dönem geçerli mottosu, şifresidir.

YOK-LUK

Yok/luk  Hiçlik. Adem. Var olmama hâli. Bu tanım, duyusal. Akılsal olan = aklı olan, yok’u, yokluğu kabul etmez, yokluk yoktur. Daha doğrusu gerçek yokluk, bu var görünen şeylerin arkasındaki gözle görünmeyen varlıktır. Bu varlığa (= yokluğa) “fenâ” deniyor; fenâ, (var gözüken) eşyanın nazardan silinmesi, onlara 'bideğer'! verilmemesidir. Nietzsche bu yokluğu anlayamaz, ona hiçlik der; çünkü Bekâ’ya = Bâkî Olan’a inanmaz. Onun dediği anlamda yokluktan yok çıkar. Yok, yok ki, yokluk olsun. Bizim bu düzeyde (boyutta) var dediğimiz ve var gördüğümüz şeyler, başka düzeyde (boyutta) yok!; onların asılları orada, gölgeleri burada; gölgeleri var zanneden, asılları yok zanneder. Yok, bibaşka boyuttaki vardır. Düşüncedeki ‘var’la, realitedeki ‘var’ aynı mıdır?!.

Mİ'RAC

Mi’rac (معراج), Arapçada merdiven, yukarı çıkmaya yarayan, basamaklardan oluşan ma’nevî “araç”; maddî olanına “süllem” deniyor. Allah-u A'lem, süllem bedeni, mi’rac ruhu (düşünceleri, idraki) yukarı taşıyor/çıkarıyor. Efendimiz bu “bu gecede yukarıya” bedenen mi ruhen mı çıktı tartışmalı bir konu. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim ve manevî mi’racı konu edineceğim. Mirac, bir “gece” gerçekleşmiştir; başka bir “gecede de” Vahiy inmeye başlamıştır. Gece, karanlığı sembolize eder. “Mi’rac gecesi” günlerinde Efendimiz “tam bir geceyi” yaşamaktadır. Daha önce de yazdım. Mi’rac, Mekke döneminin son yılında (Hicret’ten bir yıl önce), ablukadan (tecritten, boykottan), Ebû Talib ve Hz. Hatice’nin vefatından, Habeşistan’a hicretten ve Taif hadisesinden çok kısa bir süre sonra, çook sıkıntılı bir dönemde vukû bulmuştur. Mi’rac, Efendimize ma’nevî ek bir destektir. Efendimiz Kâbe’nin Hicr veya Hatim denilen yerinde uykuya dalmışken (uyku ile uyanıklık arasında) “Bir’i” (muhtemelen Cebrail bir ‘Bu

ÜST KİMLİK

Türklük, Araplık, Slavlık, Perslik, Kürtlük vb. birer kimliktir ve bu kimliklerin kendilerine özgü kültürleri (anlayışları) ve yaşayışları vardır ve bunlar da Allah’ın bir âyeti/işaretidir ama “yereldir”!. İslâm, evrensel bir din olduğu için Türklüğü, Araplığı, Slavlığı, Persliği, Kürtlüğü aşan ama yok saymayan bir “Üst Kimlik’tir”. İslâm’ı kendi yerel (ırkî/etnik) kimliklerinin altında gören ve ona uyduran milletlere (kavimlere) Müslüman denebilir mi?!. İslâm’a giren (Müslüman olan) milletler (kavimler), diğer milletleri (kavimleri) aslâ küçük ve aşağı göremez, onları ezemez, onları da kendi kavimleri (milletleri) gibi görür, kardeş bilir. Dün, Balkanlarda Türklük böyleydi; Türk deyince Müslüman akla geliyordu, Türk, Müslüman’la aynıydı ama bugün Türk, aynı şekilde anlaşılmıyor. Aynı anlayışı İslâmlık = Müslümanlık her yerde sağlayabilir. Türk Müslümanlığı (Anadolu Müslümanlığı, Anadoluculuk), Arap Müslümanlığı, Pers Müslümanlığı gibi uydurma kavramlar pansuman çözümlerdir, makro ve m

SÜNNÎ

İslâmî yönetim, Emevî Arapların elinde “kavmiyetçi” bir karakter göstermeye başlayınca diğer Müslümanlar onları Sünnet’e davet ederek yönetimi daha islâmîleştirmek istemişler, bu tutuma da “Sünnî” tutum demişlerdir. Bu “kavram” (Sünnî kavramı), ümmetin genelini kapsasın diye daha sonra biraz daha genişletilmiş ve “ve-l cemaat” ibaresi eklenmiş ve kavram, ‘Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat’ şeklini almıştır. Bu, elbet iyi niyetli, barışçıl ve entellektüel (fikrî) bir çabadır. Bu çaba, önce “aşağıda” (Kûfe, Basra, Medine, Arap nüfusun yoğun olduğu yerlerde) neşv-ü nevâ bulmuş, sonra “yukarıya” da (Horasan bölgesine de) yayılmıştır. Bu kavram etrafında zaman zaman “aşağıda” Şiî ve Haricî desteklerle şekillenen yerel/bölgesel çaplı fiilî isyanlar görülmüş ama her seferinde bişekilde bastırılmıştır. II. Ömer (Ömer b. Abdülaziz) zamanında bu isyanlar iyice yatışmış ama II. Ömer’in ölümünden sonra tahta geçen II. Yezid ve Hişam dönemlerinde (720-750) “aşağıdaki” bu küçük çaplı isyanların sayısı artmış

SÜNNET ve BİD'AT

Sünnet, sözlük anlamıyla tutum, yol, âdet ve gelenek; (dinî) terim anlamıyla Hz. Muhammed’in fiil ve sözleri. (Daha çok fiilleri. Sözleri daha sonra Hadis adını alacaktır ve ağırlıklı olarak vefatından 60-70 yıl sonra 700’lü yıllarda derlenmeye başlanacaktır.) İlk defa Sünnet ne zaman ön plana çıktı?  Sapma/lar (bid’at) başlayınca. Bu sapma/lar (bid’at), ne zaman, nasıl fark edildi?!. 1) Hilâfet saltanata dönüşünce.  2) Araplık (Arap olma) bir üstünlük olarak görülmeye başlanınca. 3) Arap olmayan Müslümanlar Mevâli muamelesi görünce.  Fetihler yaygınlaşınca, fethedilen yerleri Araplar (özellikle Ümeyyeoğulları, Emevîler) idâre etmeye başlıyor; diğer Araplar da daha alt kademelerde görev alıyor; ahâli (= mevâli) ise teb’a statüsünde tutuluyor. Ayrıca fethedilen topraklarda Müslüman olmayan ciddî bir kitle de var, onlar “cizye/kelle vergisi” vermekle mükellefler. Hilâfet, saltanata dönmüş; artık halifelik babadan oğula geçiyor; ümmete danışılmıyor, lüks ve şatafat yaygınlaşıyor, üm

İSLÂM'IN IŞIĞI

6. yüzyılda bugün Ortadoğu dediğimiz bölgenin batısında Hristiyan Bizans; doğusunda Mazdekî-Zerdüştî Pers hâkimdi. Güneydeki (Yemen, Umman Habeş/Etiyopya) ve Mısır’daki Hristiyan ve Yahudi halklar/kabileler  Bizans’a bağlı olarak yaşıyorlardı. Pers’in güneydoğusunda (Hint) ve doğusunda, Budizm, Taoizm, Konfüçyunizm gibi dinler vardı. Ticaret, tarıma ve hayvancılığa dayalıydı. Yukarda/kuzeyde Bizans ile Pers sürekli savaş hâlinde olduğundan doğu-batı ticareti aşağıdan/güneyden, Mısır-Suriye-Mekke-Yemen-Hint hattından yapılıyordu. Daha yukarının (Hazar-Kırgız-Moğol hattının) ayrı bir dünyası vardı, bu yazıda oraların İslâm’la bir bağını kurmayacağım; daha sonra (7 ilâ 10. Yüzyılda) oralar İslâm ile tanışacak. Mekke ve civarında (orta Arabistan) yerleşik ve göçer çok sayıda (bedevî) kabile var, onlar arazi yüzünden genelde birbirleriyle savaşır, hayvancılık (koyun ama genelde deve), ticaret ve ganimetle geçinen küçük kabile devletleridir. Kusay, 4 ve 5. yüzyılda bunları bir araya getirmiş

İKİ DENİZ

“İki Deniz” Mûsâ iki denizin farkındadır ve O, iki denizin birleştiği yere ulaşmak, oradan hem bu taraftaki denize hem öteki taraftaki denize “bakmak” istemektedir... Denizin biri, hâdiselerin zahirî/görünen sebeplerine bakan/vâkıf olunan dünyadır; öteki, hâdiselerin asıl sebeplerine vakıf olunamayan gaybî/ bâtınî/görünmeyen dünya/ahirettir. Hızır (kendine ilim verilen kul), iki dünyaya da vâkıftır ama bu vukûfiyeti kendi elde etmemiştir, bunları “ben kendim yaptım dememiş”; “ve mâ fæltühû ân emrî = bunları Ben kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82.) demiştir.  Hızır ile Mûsâ’nın yaşadığı üç olay, nereden bakıldığında göre değer ve anlam kazanır. Mûsâ buradan bakmış, “durup dururken niye gemiyi deldin. Bir masum/masun çocuğu neden durup dururken öldürdün. Ücret almadan yıkık duvarı neden ayağa kaldırdın?” diye sormuştur Hızır’a. (Sabredebilseydi daha çoook olay yaşardı/yaşayacaktı Mûsâ. Allah-u A'lem) Hızır da Ona : ‘Sen Benimle olmaya güç yetiremez/dayanamazsın.’ demiştir... Bizle

CİDÂR (DUVAR)

Duvar, yapıyı dışa karşı korur; duvarsız bir yapı kurulamaz; hele o yıkılmış duvarların içinde bir hazine varsa, o duvarlar tekrar yapılmalıdır. Kehf Sûresinde geçen Mûsâ-Hızır hikayesindeki üçüncü olay. İlk olay, geminin delinmesi; ikinci olay çocuğun öldürülmesi; üçüncü de bu. Mûsâ “iki denizin birleştiği” yere kadar genç arkadaşı ile durmadan (dinlenmeden) gideceğim, der; acıkırlar, arkadaşına, şurada biraz dinlenelim, bu arada da acıktık biraz bişeyler yiyelim, der ama arkadaşı “yiyecekleri balığı (ğadâ)” daha önce dinlendikleri deniz kenarındaki kayalık yerde unutmuştur, “ölü balık”! denize “uçmuş/kaçmıştır”!. “Ölü de olsa”! balığın vatanı denizdir. Orada Hızır’la buluşurlar; Hızır Mûsâ’ya : “Sen Benimle olmaya dayanamazsın.” der... Yol alırlar... gemi, çocuk ve duvar.... Duvarın altında “hazine” (altın mı?) vardır ve duvar yıkılmıştır, o hazineyi sadece ehli alsın diye Hızır, “aç olmasına rağmen”! onarır; Mûsâ da O’na : “günlerce aç kaldık, bari biraz ücret (biraz yiyecek) karşıl

OKUMA

Kıraat. Tilâvet ve Tertil. Düğün/e okumak. Gazel okumak. Ezan okumak. Duâ okumak. Kur'ân okumak. Şarkı okumak. Maval okumak. Bildiğini okumak. Tüm bunlar okumak. Kıraat, Karae’den ara ara okumak. Tilâvet, Televe ya da Tülüv’den sık, peş peşe okumak. Tertil, Retele’den düzenli okumak. Bu üç okuma da anlamak içindir ama tilâvet ve tertîl düzenli ve istikrarlı bir okuma olduğu için daha etkilidir. Düğün/e okumak, çağırmaktır.  Gazel okumanın iki anlamı var : Gerçekten bir gazeli okumak ve aslı astarı olmayan şeyleri söylemek. Ezan, duâ ve Kur'ân okumaya sonra geleceğim. Şarkı okumak ile maval okumak, gazel okumanın birinci ve ikinci anlamına karşılık gelir. Bildiğini okumak, kimseyi dinlememek, kendi bildiğini yapmaktır. Dikkat ettiyseniz bu okumaların hepsinde “gözle ve sözle okuma” yoktur. Gözle okuma, yazılı bir metni sessiz okumadır. Gözün diğer fonksiyonları da var, buraya girersek çıkamayız. Sözle okuma ise 1) Sesli okuma 2) Çağırmadır. Gazel okumanın ikinci anlamı (= maval

İNTERAKTİVİTE

Sözcük İngilizce; Türkçe’ye etkileşim/cilik diye çevriliyor. Etki, tek taraflı da olur, karşılıklı da. Tek taraflı olursa, etkileyen güçlü, etkilenen zayıftır ama her etkileşimde illâ ki etkileme olmak zorunda değildir; bir etki söz konusu ise, bu  etki tek taraflı görünse de etkileyen, etkisini muhatabın durumuna, seviyesine göre belirler, havaya konuşmaz. Kur'ân da konuşmaya başladığında, dün de havaya/boşluğa konuşmadı bugün de konuşmuyor!. Ona (Kur'ân’a) dikkatli bakıldığında (O dikkatli okunduğunda), bu interaktiviteyi fark edersiniz. Kur'ân, muhatap aldığı kişilerin ve kitlenin durumunu dikkate alır ve ona göre konuşur. Bu, tüm âyetlere sinmiş/sirâyet etmiştir. Ben, çook bilinen ve çok okunan Mushaf’ın son on sûresine dikkat çekeceğim. “Elemtera!.” Gördün mü?!. Kime gördün mü diyor? O günkü (bugünkü) muhataplarına. Neyi? Fil ashabını. Ben görmedim, siz gördünüz mü?!.... “Liîlâfi Kureyşin îlâfihi rıhlete'ş şitâi ve’s sayf.”... Ey Kureyş! senin kış-yaz yaptığın tica

UMUTSUZLUK

Kanata (قنط), umut kesmek; “lâ taknatû”! = umut kesmeyin!. Kunûd (قنوط), umudunu yitirmek, umutsuzluğa düşmek. Bu kelime Kitâb’ta altı (6) yerde geçer. (Hicr, 55 ve 56. Rum, 36. Zümer, 53. Fussilet, 49. Şûra, 28.) Hicr 55 : İbrâhim’in (a.s.) uzun süre çocuğu olmaz, Melekler Ona çocuk müjdelemek için gelirler, yaşlı hanımı Sâre : “Bu ihtiyar halimle mi?!” der. (Bir köle olan Hâcer’le İbrahim’in evlenmesine izin verir. Muhtemelen İsmail, İshak’tan büyüktür.). Melekler : “Seni hakk ile müjdeliyoruz, aslâ ümitsizlik edenlerden olma!” derler. İbrâhim : “Sapkınlardan/dâllînden başka kim!, Rabbinden ümit keser ki?!.” der. Rum, 36 : “İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla şımarırlar. Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir kötülük gelirse, o zaman hemen umutsuzluğa kapılırlar.” Zümer : 53 : “De ki: Ey kendilerine yazık eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!. Allah, suçların/günahların hepsini bağışlar. (Şirk hariç). O, çook bağışlayıcıdır, rahmeti kesintisizdir.” Fu

UMUT

Umut, olumlu bir şeyin gerçekleşeceğine dair olumlu duygu; zıttı, karamsarlık, kaygı. Modern çağ, ‘kaygı çağı’ olarak niteleniyor; kaygılarımız (korkularımız) artıyor, psikiyatri mesleği gözde meslek hâline geliyor. Umudu tüketen şey, belirsizlik ve güvensizliktir. İnsanoğlu belirsizliğin önüne geçemez; belirsizlik, “bilememe hâlidir”; insan, birini/bişeyi bilse, öbürünü bilemez; bildiği şeyin daha derinine inse ya da o şeyi daha fazla şeyle ilişkilendirse, yeni belirsizliklerle karşılaşır. Umutsuzluğu aşmak için, Bilen Bir’ine güvenmek = inanmak şarttır; inanç olmadan umut olmaz. Seküler (inanca mesafeli) dünyada modern insan, Bilen bir Tanrı’ya bağlanamadığı (güvenmediği) için umutsuzluk yaşıyor, bundan doğan kaygılar, stresler ve intiharlar artıyor. Aslında insan kendini mahvediyor!. Güven nedir ki, umudu canlı tutar?!. Güven, başa gelen ya da gelmesi olası/muhtemel bir tehlike anında, B/birinin ya da bişeyin kişiyi kurtaracağına dair yine o kişinin içinde oluşan/beslenen duygudur.

KİTÂB

Ketebe’den yazılmış metin Kitâb. Kur'ân, Kitab olmadan önce Söz’dü, “Logos’tu”, sonradan Kitâb/Mushâf hâline getirildi. O, önce Efendimizin “zihnine/kalbine” ‘Söz/Logos’ olarak indi ve O’na “Oku”! dendi.  Bilinenin aksine Söz de okunur, Sözün okunmasına Kur'ân denir; Kur'ân, çook sık okunan Söz (ya da) Kitâb demektir. Sözün okunması Kitâb’ın okunmasından insana çook daha “yakındır”. Sözlü bir kültüre inen Kur'ân, o kültüre Söz olarak inmiştir ve O Söz hemen ezberlenmiştir. Sözü ezberlemek, onu her yerde her zaman okuyabilmektir. Yazılı metin (mushaf/sayfalardaki yazı), her yerde her zaman okun(a)maz. Sözgelimi siz, namazda Söz’ü Kitâb’tan/Mushaf’tan okuyamazsınız, ezberlemek (zihninize, kalbinize ‘yazmak’) zorundasınız. Zihne/kalbe yazılmayan Söz (söz), Kitâb’a (kitaba) yazılsa ne olur?!. Yazı, zihni tembelleştirir. (Bknz. Walter Ong. Sözlü ve Yazılı Kültür.) Kur'ân, önce okunan Kitâb’tır.  O’nun okunması, içselleştirilmesidir. Yazı, O’nu dışsallaştırır, dışa (kâğıt

TİNSEL, DİNSELDİR.

Tin, Arapça incir demek, bu tin, Arapça’daki tin değil felsefedeki tin. Varlığın (maddenin) ötesindeki öz. Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in ‘Tinin Fenomenolojisi’ndeki tin. Düne kadar insana zoon poltikon = sosyal-politik hayvan/canlı denilmişti; bugün ona psiko-sosyal, siyasal terimleri eklendi. Tüm bu kavramların arkasında tin/psyche/ruh vardır. Psyche, Psi’den, (Yunanca, Ψι, Psi) alfabenin yirmi üçüncü harfidir. Bu işaret Hristiyanlıkta teslisi simgeler; Yahudilikteki yedi kollu şamdan da buna benzer bir anlam yüklüdür, Mûsâ’nın Sîna/Tûr’da gördüğü “çalıyı” simgeler. İslâm’da ruha dair bir “simge” yoktur ama ruh, hem vahyin hem hayatın merkezindedir. Vahyi Ruh (Cebrail) indirmiş; insana ruh üflenmiştir; ruh candır, hayattır. Din, hayattır. Dinin Fenomenolojisi, görünen hayattır, şehâdettir; numenolojisi, görünmeyen hayattır, gaybdır. Gayb, asıldır; şehâdet, o asla tâbidir. Maddeciler (materyalistler), hayatı görünenin ötesine taşımamakla tini/ruhu (dini) inkâr ettiklerini sansal

BÜYÜK YANILGI

Hayatın yanılgısına büyük yanılgı diyorum. Yanılgıyı biliyorsunuz; yanılmaktan isim. Yanılmak, ya düşüncesiz bir iş yapmaktan ya da hata yapmaktan olur/oluşur. İlkine dalâlet; ikincisine hata diyoruz. Hata fark edilir, fark edilince bir daha yapılmaz ama dalâlet çoook derin ve çook büyük bir yanılgıdır, kolay kolay fark edilmez, üstelik kişi dalâlette olduğu hâlde kendini doğru (yolda) sanar/zanneder. Bunu (bu durumu), ne zaman fark eder? Büyük bir şok yaşayınca. İnsan için en büyük şok da ölüm. Dinen bu derin ve büyük yanılgı nedir? önce ona bakalım. Şirktir. Şirk, Allah’a inanmama değil, ortaklar koşmadır. Adı değişik de olsa herkes bir Tanrı’ya inanır, herkesin bir Tanrı’sı vardır ve o Tanrı’yı tüm tanrıların kralı olarak görür; bu, Yunan panteonunda Zeus’du. Babil’de Iştar, Uzakdoğuda Ahura-Mazda, vs. Şirkte, inanılan tek Tanrı’nın yetki alanı (yetkileri) daraltılır, sözgelimi hükmü/hakimiyeti sadece gökte kabul edilir, yere (dünyaya/dünya hayatına) karıştırılmaz; oralara başka tan

KOZMİK HİKÂYE!

İlâhî Kader de diyebiliriz. Bu, “kişisel kaderden” çok farklıdır. İlâhî Kader, oluş/yaratılış ile kıyamet arasındaki “total hayatı” kapsar. Kişisel kader, bu hayattaki rollerdir; insanî kader (insanın dünya ve âhiret hayatı) söz konusu olunca rollerini insanın kendisi seçer; insan dışındaki varlıkların ise seçim hakkı yoktur. (eşya, bitki ve hayvanda hiç irade yok; melekler ve şeytanlarda da iradelerinden geri dönüş yok; melek de şeytan da artık insanda  gizlenmiştir; onlar iyilik ve kötülük olarak onda/insanda açığa çıkarlar.); tüm varlığa “kerhen ve tav’an = isteyerek ya da zorla” teslim olun denmiş; kendilerine verilen göreve/role razı olmuşlardır. (Bknz. Al-i İmran, 83. Rad, 15. Fussilet, 11.) Fussilet, 11, tüm varlığın isteyerek bu görevi/rolü kabul ettiğini söyler. Bu büyük kozmik senaryoda/hikâyede herkes ‘rolünü oynarken’, kimse “hikâyenin” nasıl bir sonla biteceğini bilemez. Ancak onu o büyük kozmik senaryoyu/hikâyeyi “Yazan” bilir ve der ki : “Şu roller sizi şöyle bir sonuca,

ASR

Zaman, devir, çağ, yüzyıl. Kitâb/Kur'ân/Mushaf’taki 103. sûre. Üç âyet. İlk âyet, asra yemin eder. İkinci âyet, insanların hüsranda (ziyanda) olduğunu söyler. Üçüncü âyet, istisnaları sayar. İman edenler, salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna der. Aralardaki “ve’ler”, bağlaçtır. Bağlaç, kelimeleri (anlamları) birbirine bağlar. Bu bağ koparsa her bir kelimenin cümle içindeki anlamı bağımsızlaşır, bütünsel anlam kaybolur. İmansız salih amel, imansız hakk, imansız sabır olmaz. İmandır amele salihlik özelliği veren, imandır hakkı hak yapan, imandır sabra dayanıklık ve direnme gücü veren. İmansız sabır, zayıflıktır; imansız hak, köksüzdür/asılsızdır; imansız amel, koftur.  Sûre bütünlüğü açısından bakarsak, tek başına inanmak (inanıyorum demek), kanımca istisnaya dahil değildir ama inanmadan işlenen amel salih de olmaz, onun için iman istisnanın başıdır; inanmadan hak da ortaya çıkmaz, baskılara (zorluklara) da direnil(e)mez; hüsranda kalmaya devam edilir. Hakik

YERÇEKİMİ

Yerin çekmesi. Gravitasyon. Fizikte küçük “g” ile ifâde edilir ve formülü şöyle yazılır. g = 9.80665 m/s kare; m, kütle; s, ivmedir. Kütle arttıkça çekim artar; ağır cisimler daha hızlı düşer.  İnsan, günahının ağırlığından düşmüştür; din buna “hubût/düşme” der. İnsan tekrar yükselmek (urûc/mirâc etmek) istiyorsa, günahları terk etmelidir. Dünyadaki şeylerin ağırlığı da kişiyi dünyaya/aşağıya çeker. Rabbimiz, insanı yukarı çekmek için “İp/Vahy” indirmiştir; buna da “inzâl/in(dir)me” denir. Bu “İp’e/Vahy’e” sarılarak yukarı çıkılır ve yerçekimine direnilir; yoksa insan hep “yere yapışık” yaşamaya devam eder. “İp’i/Hablullah’ı/Vahy’i” inkâr edenler (görmezden gelenler, umursamayanlar) ise, daha da derine, yerin dibine (gayyaya, magmaya, ateş çukuruna) düşerler. Kötülük/günah, yüktür, ağırlıktır; iyilik/salih amel, hafifliktir. Günah/kötülük, insanı madden yere çeker; iyilik, insanı ma’nen “göğe/semaya” yükseltir. Günahın kütlesi ve ivmesi ile sevabınki aynı değildir. 

GÜÇ

Gücü kabaca ikiye ayırmak mümkün : Yapan güç. Yaptıran güç. Yapan güç somut; yaptıran güç soyuttur. Aç(ıkla)mak için biraz ayrıntı vermem lâzım. Hiyerarşik olarak güç üçe ayrılabilir. Altta maddî/fiziksel güç; üstte ma’nevî/Tanrısal güç; arada da ilmî/entellektüel güç. Maddî gücün zirvesinde devlet vardır. Devlet, gücünü milletin siyasal birliğinden (konsensüs, zımnî sözleşme) ve maddî-finansal desteğinden (vergilerinden) alır; devleti millet besler ve büyütür. Devlet gücünü âdil dağıtmazsa devasa bir zorbaya (leviathana) döner. Devleti kuran sözleşmeye herkes katılmasa da verdiği vergilerle yaşatmaya herkes mecburen katılır. Bu gücün (devletin) temelde iki görevi vardır. İçerde düzeni sağlamak; bunu silah kullanmadan eğitim ve sağlıkla yapar ve dışardaki düzeni korumak. İçerideki düzen emniyet (polis) güçleri ile; dışarıdaki düzen ordu güçleri ile sağlanır. Polisi ve ordusu olmayan devlet olmaz. İçerdeki düzenin şekli çok önemli değildir; önemli olan dışardaki düzeni koruyup-kollamakt

BAŞLIKSIZ

Hayat şeklen değişirken, ibâdetler şeklen hiç değişmiyor, hep aynı kalıyorsa, bunu nasıl anlamalı, nasıl hayatla buluşturmalıyız?!. İbâdetleri “sembolik” olarak görmez ve o sembolleri yaşadığımız hayatın içine yediremezsek, ibâdetler de yavanlaşır, içleri boşalır. Trafik işaretlerine (ve putlara) bile bir anlam veren insanoğlu, ibâdetlerdeki anlamı ıskalıyor ve onları birer şekle indirgiyor. Evle iş yeri ayrılınca trafik (ulaşım) sorunu; dinle hayat (ibâdetle hayat) ayrılınca da şirk (ikilem/lâiklik) sorunu baş gösterdi. Modern insan trafikten yakınıyor (şikâyet ediyor) ama şirkten hiç yakınmıyor ve sakınmıyor. Belki size “garip ve anlamsız” bir cümle gibi gelecek, ama bu dünyadaki düzen, bu şirkten (bu ikilemden, bu ayrımdan) besleniyor. Bu arabalar, bu yollar, bu köprüler, bu binalar, bu fabrikalar, ... ‘bu şekilde’! niye var, başka şekilde olamaz mıydı?!.

ESÂTIR

Modern karşılığı mit/mitos. İnsanlık, tarih boyunca bir çook mit/mitos üretmiş ve bu mitlere/mitoslara inanmıştır. Kur'ân bunlara ‘esâtır-ul evvelîn’ der; bu tamlama 14 yerde geçer; ilginçtir! bu ifadeler, inkârcıların dilinden kendilerine gelen hakkı/hakikati inkâr etmek için söylenir. Sanki kendi inandıkları şey/ler esâtır (mit/mitos) değilmiş gibi!. “Onlara âyetlerimiz (mesajlarımız) okunsa, (onlar) eskilerin masalları (mitleri/mitosları, esâtır-ul evvelîn) derler.” (Kalem, 15. Mutaffifîn, 13.) Satırın (سطر) ilk anlamı çizgi; çizgiden harflere geçilince, harfler icat edilince anlam bildiğimiz satıra evrildi. Çizgi, “bilinmez geçmişten” bugüne gelen hattır; “anlatılar, masallar” da bunun gibidir. Anlatıların, masalların hakikat değeri kanıta bağlıdır. Post-modernist filozof Jean François Lyotard, bugünkü bilime bile “büyük anlatı/masal” der. Thomas Kuhn ise bu masalların yanlış olduğunu ispatlar ve modern bilimin dayandığı paradigmayı yıkar. Elimizde kalan ve güvenebileceğimiz te

KÜN!

Yaratmayı, yaratılışı başlatan emir kün!. Kâne fiilinden (kün/ol). O öyle bir emir ki, onun içinde öyle bir güç/enerji var ki, bütün kâinat (varlık) onunla/ondan çıktı, meydana geldi, oldu. O emrin arkasında tüm Esmâ’nın toplamı var. Üç büyük dinde de, tarih boyu felsefede de yaratılış, en önemli konudur. Dinler, yaratılışı Tanrı’ya irca ederler; felsefe, ex nihilo = yok/luk kavramından öteye götüremez. Bu yokluğun (ex nihilo) başına creatio getirmek yoktan yaratmak = creatio ex nihilo anlamına gelir. Yokluk, yokluk, hiçliktir. Yokluktan önce, “yaratılmamış bir Yaratıcı” kabul edilmezse akıl ve kalp aslâ tatmin olmaz; nitekim, yokluktan yokluk çıkar ya da hiçlikten hiçlik çıkar (ex nihilo nihil fit) sözü anlamsız ve değersiz bir söz değildir. Kainât varsa, ki var, onu bir Tanrı (Yaratıcı) yarattı. Tanrı’yı kim yarattı? sorusu, kişinin Tanrı’yı da kâinât ve kendi gibi görmesi sonucunda sorulmuş bir sorudur ve abestir. Tanrı, kâinâtı nasıl yarattı sorusu ise zimnen ve alenen tanrı olmayı

İSLÂM'LA BAĞIMIZ

İslâm, otantik, teorik ve orijinal yapısı ile değişmez; pratik, yaşanan ve güncellenen yapısı ile değişken bir dindir. Herkes, her toplum, ondaki otantik, teorik ve orijinal özellikleri, kendi yapısına “entegre” eder, islâmîleştirir. Bu ikinci islâm’ı küçük “i” ile yazıyorum. Heiddegger’in Varlığı iki şekilde yazdığı gibi. Büyük “V” ile yazılan Varlık, Heiddegger’de “neredeyse” Tanrı’ya karşılık gelir; küçük “v” ile yazılan varlık, var olan her şeydir. Aynen bunun gibi, büyük “İ” ile yazılan İslâm, otantik, teorik ve orijinal İslâm; küçük “i” ile yazılan islâm, “kültürel islâm”, ‘islâmlaşmış islâm, bizim islâmlaştırdığımız islâm’dır. Bizler, “kültürel islâm’ı, ‘islâmlaşmış islâm’ı” esas İslâm sanarak, birbirimizi İslâm dışına atıyor, birbirimizin yaşadığı islâm’ı “bu nasıl İslâm?” diye eleştiriyoruz. Bizim İslâm’la bağımız, içinde bulunduğumuz şartlarla şekillenir. Bu, her dönem ve çağda böyle olmuştur. Efendimizin yaşadığı İslâm da öyleydi. Önemli olan, yaşanan islâm’ın, otantik, teor

İBÂDET

İbâdet, Rabbe abd/kul olma hâlinin göstergesi. İki tür ibâdet var : Sembolik ve Fiilî. Namaz ve hacc sembolik; oruç ve zekât fiilîdir. İlmihâl kitapları bunlara malî, bedenî, hem bedenî hem malî der; ibâdetleri İslâm’ın şartları başlığı altında verir. Beden olmadan hiç bir ibâdet yapılamaz. Benim sembolik ve fiilîden kastım, ibâdetleri bölmek değil onların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Sembolik olarak gördüğüm namaz da hacc da bedenî ve fiilîdir ama onlardaki semboller (= derin ma’nalar) anlaşılıp hayata aktarılamazsa birer “rite, ritüele” dönüşürler, fiilîleşemezler. Aynı şekilde fiilî olarak gördüğüm oruç ve zekâttaki bireysel ve toplumsal kemâl hedefi ıskalanırsa, oruç “açlığa ya da perhize”; zekât “sadakaya ya da vergiye” dönüşür. (Burada sadakayı aslâ küçümsediğimden değil, halkın zihnindeki anlamı ile dilenciye verilen üç kuruş anlamında kullandım. Vergi, malum, seküler bir kavram, kutsallık yanı yok, bu da onu dinden koparır. Orucu açlık ya da perhiz olarak görmem ise, sos

İSLÂM KELİMESİ

Kök, SLM (سلم) : Esenlik, selâmet ve emniyet demek.  Silm : Barış. Huzur.  Selâm : Tehlikeden uzak olma. Güvenlik içinde yaşama. Selleme : Himaye etme. Korumaya alma. Süllem : Merdiven. Yukarı çıkmaya yarayan araç Teslim : 1) Kendinde emanet olan bişeyi (malı ya da makamı) sahibine geri verme. 2) Kendini birine verme. Onun kararlarına (yönlendirmesine) kendini teslim etme. İslâm : Allah’ın tüm insanları Kendi emirlerine (yol göstericiliğine) çağırdığı dinin/düzenin adı. Müslim : İslâm’a inanmış, dolayısıyla da Allah’a teslim olmuş kişi. Müslimîn : İslâm’a inanmış, dolayısıyla da Allah’a teslim olmuş kişiler. Müslümanlar. Müslüman : Farsça Müslim. İstislâm : İslâm dinine girme. İslâm’ı kabul etme. Allah’a (emirlerine) boyun eğme. Sælim : Güvende olan. Müsælim : Barışsever. Müsæleme : Karşılıklı güven. Uzlaşı/anlaşı/m. ... “Allah yolunda gerektiği gibi cihad edin. O sizi seçti. Dinde size bir zorluk yüklemedi. Bu atanız İbrahim'in milleti. O, daha önce de şimdi de sizi Müslimîn (Müsl

ZULUMÂT

Karanlıklar. Zâlimlik ile karanlık aynı kelime, hareke değişik. ZLM (ظلم) Zulumatta Lâm esreli, ZaLiMe; zalimlikte Lâm fethalı, ZaLeMe. Zalim, mazlum, zulm, zulmet, zalûm hep aynı kök ZLM. Karanlığın karşıtı/zıttı Nûr/aydınlıksa, zâlimlik ile karanlık arasında nasıl bir bağ var?!. Zalimlerin içi de dışı da aydınlık olmadığı (karanlık olduğu) için zulmederler. Zulmün kendisi karanlıktır. Yalnız bu karanlık ontolojik/ontik bir karanlık değil, epistemolojik/epistemik bir karanlıktır. Bize göre ve buraya göre bir karanlıktır.  Bize göre şehâdet âlemi aydınlık, gayb âlemi karanlıktır ama gaybın zulmle bir ilgisi yoktur. Tüm varlığı yüzdeye vurmaya kalksak Allah-u A'lem şehâdet âlemi 1/1000 (binde bir) bile değildir; 999/1000’ı (binin 999’u) gayba aittir; bize göre! gayb karanlıktır ama zulm değildir. Bize göre!, epistemik karanlık zulümdür, zulm üretir; ontik/ontolojik karanlık gaybdır. Allah’a göre ne ontik ne epistemik bir karanlık da zulm de gayb da olmaz. Biz (ve Kur’an 25/Nur, 35),

3E = EBTER, EBKER ve EKBER

Ebter, BTR (بتر)’dan kesme, kesilme; Ebker, BKR (بكر)’dan çabuk/erken davranmak; Ekber, KBR (كبر)’dan büyük olmak, büyü(klen)mek. Ebker, BKR (بكر) kelimesinin türevleri : Bekâr/bekâret, Bikr, İbkâr, Ebkâr, Bükra. Bikr, körpe; İbkâr, sabah vakti; Ebkâr, bâkireler; Bükra, yarın erkenden. Ekber, KBR (كبر) kelimesinin türevleri : Kibir, Kebîr, Kübrâ, Tekebbür, Mütekebbir, İstikbâr, Kibriyâ. Ebteri ve Ebkeri az-çok biliyoruz da Ekber’i biliyoruz mu? Tabiî ki biliyoruz, günde kırk kere duyuyor ve söylüyoruz, “en büyük” demek. Bu “büyüklüğü” nasıl anlamalıyız? Fiziksel, geometrik bir büyüklük mü, yoksa başka türlü bir büyüklük mü, ikisi de mi? Bildiğimizi sandığımız şeyi bilmiyoruz. Bilen varsa, beri gelsin!. Şunu biliyoruz. “Allah-u Ekber” dediğimizde, Allah’tan daha büyük hiç bişeyin olmadığını biliyoruz ama bunu yaparken karşılaştırdığımız şeyleri Allah’ın karşısına koyarak yapmıyoruz; daha doğrusu o şeylerin karşısına “Allah’ı” koyamıyoruz. Bu ne demek olur? İhâta ettiğimiz, sahip olduğum

İNCİ ve MERCAN

İnci, lü’lü’ü; mercan, mercan. Her ikisi de  Rahmân Sûresi 22. âyette; Lü’lü’ü, Hacc, 23, Fâtır, 33, Tûr, 24, Vâkıa, 23, İnsan, 19’da geçer. Mercan, Rahmân Sûresi’nin 58. âyetinde bikez daha geçer. İkisi de değerli taşlardandır ve denizlerden çıkarlar. İnci, istiridye kabuğunun içinde bulunan; mercan, deniz altında büyük taşlara yapışık olan canlı bir taştır. İncinin siyahı daha değerlidir. İkisinde de kalsiyum karbonat yoğundur. Esas/gerçek (canlı) inci “yavrular”. Biliyor olmalısınız, kömür de (taşı da) elmasa dönüşür; elmas da çook değerli bir taştır. Bu taşları değerli yapan nedir? Kıt/az/nadir oluşları/bulunuşları ve içindeki güçleri/enerjileri ve parlaklıklarıdır. Bu güçleri ve parlaklıkları nereden gelir? Acıya (basınca ve karanlığa) sabırlarından, dayanıklılıklarından. Rahat, insanı çürütür, mahveder; zorluk, --sabredilir, teslim olunmazsa-- insanı “çelik gibi” (çok dayanıklı) ve çook değerli (biri) yapar. Kitâb’ta sabır, namazla (salât ile) birlikte zikredilir. Sabır, “yüce/ul

NUR (IŞIK) ve AYNA

Nûr, ışıktır; kelimenin harfleri NVR; Vav, Ya ve Elif’in med harfleri olduğunu bir önceki yazıda söyledim. Nûr’daki (NVR’deki) Vav’ı, Elif ile değiştirirsek, Nâr (ateş) olur; nâr da bi çeşit ışıktır, nûrdur ama “yakan nûrdur”!. Nûr Sûresi’nin 35 ve devamındaki âyetler, anlaşılması en zor âyetlerdir. 35. âyette Rabbimiz Allah, Kendisini Nûr’a benzetir.  “Allah, göklerin ve yerin (yeryüzünün) Nûr’u (aydınlığı)dır. O’nun Nûr’u/aydınlığı, içinde ışık bulunan kandil (mişkât yuvası) gibidir. O kandil, bir fânus (misbâh/lamba) içindedir. O fânus, inciden bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir ağacın yağından yakılır. Onun yağı neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir. Nûr/aydınlık üstüne Nûrdur/aydınlıktır. Allah, dileyen kimseyi Nûr’una/aydınlığına iletir. Allah, insanlara örnekler/misaller verir. Allah, her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilendir.” اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الز

MÜMKÜN MÜ?

Modern dünyanın oyuncakları, ağları, bağları ve tuzakları (= şeytanın iğvâları) o kadar çok ki, bunlardan bütünüyle kurtulmak, samimî bir şekilde “Lâ ilâhe illâ Allah.” demek mümkün mü? Mümkün. Şöyle : Kişi, her ne yaparsa yapsın, yaptığı şeyi “Allah için = Allah Rızası için” yaparsa,  Örneğin, araba almak istiyor, alacağı arabayı (evi) sadece “kendi rahatı” için alıyorsa, o arabayla bir garibanın da işini görmeyi, aldığı evde bir garibanı misafir etmeyi düşünmüyorsa, o işte “Allah Rızası” yoktur. Yine, okuyor, “adam oluyor!” ve biyerde bir mevkî işgal ediyor ama o mevkîyi sadece kendi çıkarı için kullanıyor, adâletten, merhametten, hakkâniyetten, insaftan uzak duruyorsa, onda da “Allah Rızası” yoktur; “Lâ ilâhe illâ Allah.” unutulmuştur. Çocuk yetiştiriliyor, o çocuk sadece iyi bir meslek sahibi olsun, geleceğini garanti altına alsın deniyorsa, o işte de “Allah Rızası” yoktur; “Lâ ilâhe illâ Allah.” unutulmuştur; gibi... “Ulvî = İlâhî” amaçlar/gayeler unutularak, yaptığımız “küçük ya

OYUN

Lehv. Laib.  Lehv’in fiil şekli Lehiye, çok sevmek, eğlenmek, kendini alamamak, kapılmak, tutulmak vs... Elif, Vav ve Ya harfleri cümlede kelimenin etkinliği ve edilginliğine (fail-mef’ul) göre birbirlerinin yerlerini alırlar ve harekeleri de ona göre değişir. Lehiye ve Lehâ dalgınlık, kendini kaptırma, bu sürecinin sonunda Lehiv/e, Lehv (eğlence, avuntu) olmuş. Neden? Amaç unutulmuş; yapılan işin kendisi amaç olmuş. Lehv’in Ve’si gider de başına Elif gelirse Elehe/İlahe/Ellehe (tanrı) olur; onun da başına El getirirsek Elleh = Allah olur. Bu, dilsel bir tahlildir; anlamsal (semantik) tahlil ise, manadan ve maksattan ârî değildir. Kelimenin anlamını dilsel açıdan kök; anlamsal açıdan maksat belirler. Kelimelerdeki harflerin yerlerini değiştirmek ve iştikak yapmak, akraba anlamlara ulaşmamızı sağlar. Buradaki ELH (ilahe, ülihe, ilâhe, ilâhiyat, ulûhiyyet, teellüh). Elif, Vav ve Ya med harflerini de birbirleriyle değiştirirsek, VLH (Velehe/Yelihu, üzüntüden ya da sevdadan kendini kaybetm

TEKNİK DİREKTÖR!.

Teknik, kondisyon ve taktik gibi hususlarda takımları çalıştıran ve verdiği taktiklerle sahada kazanmayı ve şampiyon olmayı amaçlayan kişi teknik direktör.  Ben bu sıfatı ya da mesleği çok uygun olmadığını düşünerek ama anlamayı kolaylaştırıcı bir işlevi olduğu için biraz da korkarak! teolojik sahaya taşımak istiyorum.  Saha : Tüm kâinat ve yaşam. Oyuncular : Bizler. Rakip : Biz, içimizdeki şeytan. Kaptan : Resuller. Taktik ve Talimatlar : Kur'ân.  Teknik Direktör = Rab = Patron = Kral/Melik : Rabbimiz Allah. (Böyle bir benzetme için O’ndan af diliyorum.) İnsan hariç, sahadaki tüm unsurlar verilen talimatlara (taktiklere) harfiyyen uyuyorlar. İnsanlararasında anla(ya)mayanlar için “Kaptan/lar’ı” taklit yetiyor ama çoğu insan verilen (indirilen/inzâl edilen) talimatlara (taktiklere) uymuyor, Kaptanları (Elçileri) taklit etmiyor, oyunu kafasına göre oynuyor, kendi bildiği hayatı, “kendi hayatını”! yaşıyor. Ve kaybediyor. Kaybedecek. Çünkü sahayı (hayatı, tüm kâinatı) dışardan (ve de

MÜDÂNÂ

Kimseye eyvallahı olmamak. Kimseye yalvarmamak. Kimseye muhtaç olmamak. Anlamı daha da inceltirsek, kişinin kendisini kimseye borçlu hissetmemesi, kimseye yalakalık yapmaması, minnet duymaması, boyun bükmemesi, kendi ayakları üzerinde durması... Çook masum ve ma’kul görünen bir durum ve tanım. Böyle bişey mümkün mü? Kişi kendi ayakları üzerinde durabilir mi, ayakları kendinin mi?!.. soruları uzatabilirim ama uzatmıyorum.  İstiğnâ (müstağnî olma durumu) tam da budur. Kelime (istiğnâ), düz anlamıyla zengin olmayı ifâde eder ama zenginler, zenginleşince şımarırlar; asıl istiğnâ, işte bu şımarma, kimseye müdânâ etmeme durumunu ifâde eder. Böyle zenginler, Tanrı’ya bile müdânâ etmezler. Bu hâl, bu kadar aşırı olmazsa da az ya da çok hepimizde vardır. Babalar-analar, çocuklarına; çocukları, ana-babalarına müdânâ etmezler; nasıl olsa bigelirim, emekli maaşım var derler. Talebeler, bi noktadan sonra hocalarına; işçiler, işverenlerine; memurlar, âmirlerine; (emir alanlar emirlerine); âmirler, m

YAHUDİ AKLI

Yahudiler, Auschwitz-Birkenau’da krematoryuma atıldıkları esnada “Tanrı’larına” duâ etmişler, “neredesin ey Tanrı’m; bugün bizimle değilsen, ne zaman olacaksın”! diye yalvarmışlardı da “Tanrı’ları” onlara cevap vermemişti; bunun üzerine çoğu, “Tanrı’larına” küsmüş, hatta O’nu terk etmiş, “öldürmüşlerdi” ama daha sonra onların torunları “Tanrı’sız” yapamadılar, yaşayamadılar ve O'nu tekrar "dirilttiler."!. Tanrı, ne zaman gelir, ya da hiç gider mi?!. Ölür mü? Aslâ ölmez. Rahat zamanlarında Tanrı’ya ihtiyaç duymayanlara Tanrı zor zamanlarında 'gelip'! de yardım etmez. ... İyilikten anlamayanı, yaptığınız iyiliği kesince anlarsınız!. Bazı insanları sürekli sırtınızda taşırsınız, yoruldum, in de biraz dinleneyim deyince, en kötü adam siz olursunuz. ... Tanrı, insanlara sürekli iyilik yapar, o iyilikleri (lütuf) hiiç kesmez, sadece onları denemek için biraz kısar ama insanlar, o iyilikler (lütuflar) kısılınca lütfun Sahibini unuturlar; din buna “istiğnâ” der; insanlara

ONURSUZ KULLUK!.

Kulluğun onursuzu olur mu? Olur. Kula kulluk onursuzluktur. Kimileri kulluğun hepsi onursuzluktur, diyebilir ve tüm kulluk biçimlerini reddedebilir; o zaman ortada bir düzen = din kalmaz, her yeri kaos ve anarşi kaplar. Herkes kendi kafasına göre hareket ederse ne olur?!. “Onurlu”!, “Azîz/Izzet sahibi” bir Tanrı’ya kulluk, insanı azîz ederken; ızzetten (onurdan) yoksun tanrılara kulluk insanı onursuz eder.

ÖLÜMSÜZ MÜLKİYET

Mülkiyet üzerinde düşünmeyi sürdürünce böyle bir kavrama ulaştım. Bu yazıda, buna nasıl ulaştığımı anlatacağım. Mülkiyet kamusal ve özel diye ikiye ayrılıyor; ikisi de mülkün kullanım biçimi; ilkini, kimse sahiplenmiyor, sahiplenmeye kalksa da kimseye verilmiyor, sahipsiz; ikincisini, herkes sahiplenmek istiyor, sahiplenmek için can atıyor, gece-gündüz çalışıyor. İlkinde, o mülkten çalışan da çalışmayan da (idealde, gerçekte değil) “eşit” yararlanıyor; ikincisinde, çook çalışana çook, az çalışana az veriliyor, hilenin-hurdanın önüne geçilemiyor ve mülkün kişiye bir “güç” sağlayacağı düşünülüyor; sıhhat giderse bu mülkün de biişe yaramayacağı düşünülmüyor. ... Bill Gates, şimdi de tüm dünyada toprak mülkiyetine yatırım yapıyormuş, gıda sorunu kapıdaymış!. Çook ciddî bir gıda sorunu yaşanırsa, mülk sahipleri mülklerini koruyabilirlermiş gibi!. “Aç ayı fırın yıkarmış”. Devleti de kendi mülkü görenler var. Onlara, “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya sana mı kalacak?!” dense yine de duymuyorl