DÎNÎ DENEYİM

Kendini dindar olarak isimlendiren (hisseden, bilen) herkesin, öyle ya da böyle (içsel ya da dışsal) bir dînî/dinsel deneyim yaşamış olması umulur ya da beklenir. 

Böyle bir dinsel deneyim yaşamayanlar, kendilerini nasıl dindar hissedebilirler?!.

Dînî deneyimler kişiye özeldir; bizzat bunlardan söz etmeyeyim, şöyle bir soru silsilesi ile konuya gireyim. Din, size ne verdi, veriyor; inandığınız dinin size extra ne gibi bir getirisi oluyor, bu din iç dünyanıza ve dış dünyanıza nasıl bir katkı sunuyor; sunuyor mu; sunuyorsa, bu size içsel olarak nasıl bir huzur duygusu veriyor veya dışsal olarak sizin hayatınızda ne gibi (nasıl) bir değişikliğe sebep oluyor?. ilh..

Bu soruyu şöyle de toparlayabilirim. İnandığımız bu dinin Tanrı’sına değil de başka bir dinin (sözgelimi Hristiyanlığın) Tanrı’sına inansaydık, içsel/özel (psikolojik) ve dışsal/sosyal (kamusal) hayatımızda ne gibi bir değişim olurdu; İslâm’ın Tanrı’sına inandığımız için bir Hristiyanla farkımız ne, yaşantımızın neresinde onlardan farklıyız?

Sadece ibâdet şekillerimiz ve dinî sembollerimizle mi?

Tamam bunlar farklı, ya yaşantımız!; o da farklı mı?!. Giyim-kuşamımız, insan ilişkilerimiz, yeme-içme alışkanlıklarımız, konut-barınma şeklimiz, şehir yaşamımız, gündelik yaşamımız, çalışma tarzımız, dünyaya bakış şeklimiz/açımız gibi yaşamsal konularda bifarkımız var mı, kaldı mı?!.

Onlar kiliseye, biz camiye gidiyoruz, değil mi? Onlarda da bizde de çoğunluk gitmiyor; onlar Pazar’ı, biz Cuma’yı, Yahudiler Cumartesi’ni “kutsal” biliyoruz ve o günlerde din konusunda biraz daha hassas oluyoruz; hepimiz de dinlerimizi kiliselere, camilere, havralara hapsediyoruz; belki de oralarda yaşadığımız dinsel deneyimi/tecrübeyi din olarak görüyoruz/biliyoruz; sokakta, çarşı-pazarda, işyerlerinde, evlerimizde, ofislerimizde aynı şekilde “aynı dine (aynı dinin Tanrı’sına) inanıyormuşuz gibi”! davranıyoruz.

Dinleri farklı kılan, Tanrı algıları ya da tasavvurlarıdır. 

Hıristiyanlığın Tanrı Tasavvuru, antropomorfik = insanbiçimcidir; Tanrı İsâ’nın bedenine bürünmüştür. Yahudiliğin Tanrı Tasavvuru aşkındır = mütealdir, uzaktır/uzaktadır, aynı zamanda O sadece Yahudilerin Tanrı’sıdır, Yahudilere has bir Tanrı’dır; öteki milletlere Tanrılık etmez. Uzakdoğu dinlerinin (Budizm, Taoizm, Konfüçyunizm gibi) de aslında dışarda bir Tanrı’sı yoktur, varsa O insanların içindedir, aslında mitiktir ve yitiktir, O’nu herkes kendi içinde arar; bu açıdan herkes kadar Tanrı vardır. Batı hümanizminin ve kişisel gelişim furyasının kökleri çoğunlukla Uzakdoğu dinlerinden, kısmen de kendi dinlerinin insanbiçimci yanından esin alır. Müslümanların (İslâm’ın) Tanrı’sı ise hem içkin hem aşkındır, herkesin Tanrı’sıdır; O âlemlerin Rabbidir.

De, 

Bu Tanrı bizde ne gibi bir etki (!) yapar; (hâşâ) kuru, yavan, etkisiz bir Tanrı mıdır? Bu Tanrı’yı nasıl deneyimliyoruz?!. Bu sorunun cevabı, aynı zamanda bizim dînî deneyimimize/tecrübemize de karşılık gelir.

Herhangi bir iş yaparken, bi söz söylerken Bu Tanrı’yı “neremizde” hissediyoruz da, işimizi (sözümüzü) ona göre yapıyor ya da söylüyoruz?!.

Eskiden (Türklerin/bizim) “Tanrı’mız” göklerde, çook uzaklardaydı, adına da “Gök Tanrı, Gök Tengri” diyorduk; O’nun “aşağılarda” işi yoktu, Ulu idi, Yüce idi, O “aşağılara” hiç inmezdi.

Yine mi öyle?!.

Kısmen öyle; O’na toz konduramayız, O'nu her türlü insanî özellikten uzak tutar/uzaklaştırırız; bu kesinlikle doğrudur ama böyle yapınca da O bize uzak olur, olmaz mı? Öyleyse O, hem Ulu, Yüce, Âlî hem de Yakın, Karîb olmalı; tamamen uzak da olmamalı tamamen yakın da!. 

Çünkü O bize Kendini, “Ben size sizin şahdamarınızdan daha yakınım” diyor; “sizinle kalbiniz arasına girerim” diye tanıtıyor. Aynı zamanda “Arş’tayım, Arş’ı istivâ ettim (kuşattım)”  (vesia kürsiyyühü-s semâvâti vel ard) diyor.

Siz, Arş’taki (uzak) Tanrı’yı mı, yoksa size şahdamarınızdan daha yakın olan (yakın) Tanrı’yı mı deneyimliyorsunuz?!.

İkisini “AYNI ANDA” deneyimlemezsek yanlış yaparız!. 

Sadece ve sırf uzaktaki (Yüce, Azametli) Tanrı’yı deneyimlemek de, sadece ve sırf yakındaki (yakınınızdaki, içinizdeki) Tanrı’yı deneyimlemek de insanı lâkayt yapar. İlki, ulaşılamaz-azametli bir Tanrı’dır, bize hep “korku” verir; ikincisi ile de “ahbab oluruz” ve zamanla O’na saygımızı yitiririz!.

O, azametinden hem korkulan hem de rahmeti ve merhameti umulan, “muhabbet beslenen ve saygı duyulan” bir Tanrı’dır. Hem Müteâl/Aşkındır hem her şeyin, herkesin en derin/gizli yanında mündemiç/içkin olan, her şeyde, herkeste bizzat Faal (Fa’âl) olan, onları yaratan, yaşatan ve öldürendir.

O, ne uzaktır, ne yakındır; hem uzak hem yakındır. O’nun uzaklığını ve yakınlığını, kişinin O’na uzaklığı ve yakınlığı belirler.

Zor bir yazı idi, kusurumuz-günahımız olduysa affola!.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET