İSLÂM'IN IŞIĞI

6. yüzyılda bugün Ortadoğu dediğimiz bölgenin batısında Hristiyan Bizans; doğusunda Mazdekî-Zerdüştî Pers hâkimdi. Güneydeki (Yemen, Umman Habeş/Etiyopya) ve Mısır’daki Hristiyan ve Yahudi halklar/kabileler  Bizans’a bağlı olarak yaşıyorlardı. Pers’in güneydoğusunda (Hint) ve doğusunda, Budizm, Taoizm, Konfüçyunizm gibi dinler vardı. Ticaret, tarıma ve hayvancılığa dayalıydı. Yukarda/kuzeyde Bizans ile Pers sürekli savaş hâlinde olduğundan doğu-batı ticareti aşağıdan/güneyden, Mısır-Suriye-Mekke-Yemen-Hint hattından yapılıyordu. Daha yukarının (Hazar-Kırgız-Moğol hattının) ayrı bir dünyası vardı, bu yazıda oraların İslâm’la bir bağını kurmayacağım; daha sonra (7 ilâ 10. Yüzyılda) oralar İslâm ile tanışacak.

Mekke ve civarında (orta Arabistan) yerleşik ve göçer çok sayıda (bedevî) kabile var, onlar arazi yüzünden genelde birbirleriyle savaşır, hayvancılık (koyun ama genelde deve), ticaret ve ganimetle geçinen küçük kabile devletleridir. Kusay, 4 ve 5. yüzyılda bunları bir araya getirmiş, Mekke’de en güçlü ve en büyük kabile devletini kurmuştu. Efendimizin soyu geriye doğru Abdullah-Abdulmuttalip-Haşim... Kusay’a; çook daha geride Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim’e gider.

İslâm, 7. yüzyılın başında (610’da) “belli belirsiz bir ışık” olarak doğar. Mekke’de “tutunmaya” çalışır ama Mekke’nin güçlü kabilevî-putperest yapısı Onun yayılmasına müsaade etmez; Medine’de hayat olur, hayat bulur ve oradan “yavaş yavaş” tüm bölgeye yayılır.

İslâm’ın ışığının en güçlü ve en parlak dönemi Efendimizin yaşadığı Medine dönemidir (622-632), kısmen de Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (633-644) dönemleridir. Daha sonraki dönemlerde İslâm, kabilelerin kadim kültürlerinin “ışığının”! rengi ile karışmıştır ama yine de en güçlü “ışık” olmuş, bütün ışıkları bastırmıştır ama eskisi gibi parlak değildir, “biraz mattır.”!.

Neden?

Temelde iki nedeni var : 1) Hilâfetin (Halifelerin) tutumu. 2) Fethedilen ülkelerde yaşayan halkların yerel/geleneksel özellikleri. Hz. Ali’den sonra halifeler, ümmetin tümünü temsil etmiyor, ağırlıklı olarak belli bir kabileye (kavme) dayanıyor; bu yüzden iç çekimeler (kargaşalar/karmaşalar) sürüyor, Hz. Osman ve Hz. Ali’den itibaren “fiten” (hizipçilik, iç savaşlar) baş gösteriyor; fetihlerin (ganimetlerin) oluşturduğu zenginlik (fe’y) paylaşılamıyor. İlk “hizipçi tepki” Haricîlikten geliyor. Sonra, ağır vergilerden ve âdil olmayan yönetimlerden bölgesel şikayetler (yakınmalar; ilki Mısır’dan Hz. Osman’a) gelmeye başlıyor ve Mısır’dan gelen bir grup Hz. Osman’ı şehit ediyor... 

Hz. Ali, durumu düzeltmek için çook yoğun gayret sarf etse de, en yakın destekçileri (Kûfe’liler) tarafından bile yalnız bırakılıyor ve Sıffin’de Hakem’i kabul etti diye bir Haricî tarafından şehit ediliyor...

680’de oğlu Hz. Hüseyin Kerbelâ’da şehit...

...

Fetihlerin ilk dalgası Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde; ikinci dalgası da I. Muaviye ve Mervan dönemlerinde gerçekleşmiştir. Fethedilen garnizon bölgelerine atanan valiler, âdeta/sanki merkezî hükümetin “tahsildârları” gibidir, yörenin kültürel değerlerini “islâmileştirmek” ve halkı bilinçlendirmek için yeterince çaba sarf etmemişlerdir. Tamam İslâm, buralara gelmiştir ama halk, bu gelen İslâm’la geçmiş bağlarından kopamamıştır. Ortada güçlü bir Bizans, güçlü bir Pers olmadığı, İslâm da bunların yaşayışına karışmadığı için pekbisorun çıkmamaktadır. Merkezî hükümetçe kısmî irşad teşebbüsleri olmuştur; sözgelimi birlik sağlanabilsin diye “Standart Mushaf” her yere dağıtılmıştır, eyaletlere “Kurrâlar” gönderilmiştir ama bunlar yeterli olmamıştır. Halk (halkın okumuş-yazmışları, önderleri), geçmişten gelen kültür ile İslâm’ın mesajlarını mecz etmeye çalışmışlar; batıda Yahudilik, Hristiyanlık ve Yunan Felsefesi ile, doğuda bâtınî Budist, Konfüçyüst düşüncelerle İslâm “tanıştrılmış” ve İslâm, yerelleş(tiril)miş ve islâmîleş(tiril)miştir.

Ulemâ sınıfının oluşması bu döneme rastlar. Hadis, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf ve Kelâm gibi disiplinler bu dönemin ürünüdür. Hadis, Medine’de; Fıkıh, Kûfe’de; Felsefe (Kelâm) Bağdat’ta; Tasavvuf taşrada oluşmuştur. Kelâm’da Yunan (Felsefe); Tasavvuf’ta Hint (Budizm, Hinduizm, Mazdekîlik-Zerdüştîlik Bâtınîlik) baskındır ve bunlar İslâm’ın rengini almışlardır; daha doğrusu İslâm’ın ışığı bu disiplinlerle karışmıştır.

Bu ışık hâlâ aynı ışıktır. Kimi zaman adı tasavvuf, kimi zaman kelâm (felsefe) kimi zaman hadis, kimi zaman fıkıh olarak karşımıza çıkar. Bu ışıkları “İslâm Işığı” altında toplamak ne yazık ki hâlâ mümkün değildir. 

Bu nasıl olacaktır?!.

Tasavvuf’taki, Kelâm’daki, Hadis’deki, Fıkıh’taki ışıkları (onların kendi ışıklarını) “lamba”; İslâm’daki Işığı “Güneş” kılarak ya da tüm bu disiplinleri ‘İslâm Işığı’nda “söndürerek”!. Bu, onları “yok etme” değil, etkisini azaltma ve İslâm’ın bütüncül (tevhidî) etkisini güçlendirme, İslâm’ı evrenselleştirmedir.

Kolay mı? Aslâ kolay değil. 

Eğer İslâm’ın Işığı, Efendimiz zamanındaki gibi (her yeri, herkesi) aydınlatsın isteniyorsa, bu ekolleri (okulları, mezhepleri/yolları) benimseyen insanlar “biraz ferâgat” etmek zorundalar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET