Kayıtlar

Bilmek isteyenlere etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

VESVESE

Önce kelimenin ses (fonetik) yapısına kulak verin. Sııss... yılan tıslaması gibi bir ses duydunuz, değil mi?!. İsrâiliyyata göre! cennette Âdem ve Havva’yı bu ses (yılan?!) kandırmıştı.  Vesvese, şeytanî = kötü bir sestir; sadece sestir; kişilerin içinden çıkar. Bu ses, bizden bize ve başkalarına seslenirse, iç ses; başka kişilerden bize seslenilirse, dış ses olarak algılanır. Şeytan, içimizdedir; dışarda, bizlerin dışında şeytan yoktur. İnsanlar kötü olurlarsa, birbirlerine şeytan olur, şeytanlık yaparak vesvese verirler. Herkesin içine “potansiyel olarak”! taqvâ ve fücur yüklenmiştir. (91/8) Şeytanın gücü yoktur, sadece seslenir. (= vesvese verir, va’d eder, söz verir ama sözünü tutmaz.); bunu kendi(miz) de biliriz, itiraf eder(iz). Bknz. 14/22. Pekiî, bir sesin vesvese (= kötü = fücur bir ses) olduğunu nasıl bilir/anlarız?!. Taqvâ tarafımızı uyandırarak. Taqvâ, Allah’tan ve akl-ı selîm’den (= sağduyudan) takviye, destek (güç) almaktır. Râgıb El-İsfehâni’ye göre selîm akıl, insanın i

HEMZ & LEMZ

Hemz’den hümeze; lemz’den lümeze. Hemz, sözle/dille mahmuzlamak/kışkırtmak, dedi-kodu = gıybet etmek, arkadan konuşmak, ayıp-kusur aramak, ayıplamak. Lemz, kaş-göz, el-kol ve baş hareketleri ile alay etmek, küçümsemek. Bunları yapanlara veyl = yazıklar olsun. “veyl-ül likülli hümezeti-l lümeze/h.” (104/1) Kim yapar bunları?!. Malına (parasına) güvenen, üst-üste  mal biriktirip sayan/yığan. “ellezî cemea mâlen ve addede/h.” (104/2) O, malının kendini ebedî kılacağını (kurtaracağını) sanar. “yehsebü enne mâlehû ehlede/h.” (104/3) Allah’a değil, malına güvenir. Allah’ı değil, malı (= mal biriktirmeyi) sever. Onun kalbinde mal sevgisi, Allah sevgisinden büyüktür... O, kesinlikle hutameye atılacak. “kellâ leyünbezenne fil hutame/h.” (104/4) Hutame nedir, bilir misin?!. “ve mâ edrâke fil hutame/h.” (104/5) Allah’ın tutuşturduğu ateş!. “nârullah-il mûgade/h.” (104/6) O öyle bir ateş ki, gönüllere (kalplere) işler. “elletî tettaliu al-el ef’ide/h.” (104/7) Burada onların gönüllerinde (kalpleri

OYALANMAK

Oyalanmak : Esas işi (= maksadı) unutarak, başka bir işe takılıp kalmak; vakti eğlence ile geçirmek.  Tekâsür Sûresi, böyle bir hâli anlatır. Esas işimiz nedir de  mal çokluğu ile kabre (ölene) kadar (kabirlerimizin, ölmüş kabilelerimizin çokluğu ile bile) oyalanıyor/övünüyoruz; mal için, mal (= para için, para) biriktiriyoruz?!.  Esas işimizi (= görevimizi) ne zaman bilecek/öğreneceğiz?!. “kellâ sevfe tealemûn” (102/3) İşin (= meselenin) öyle (= bizim anladığımız gibi) olmadığını ne zaman bilecek/anlayacağız?!. “sümme kellâ sevfe tealemûn” (102/4) Şimdi bilemezsek, bir gün kesinlikle (=ilme-l yakîn olarak) bileceğiz. “kellâ lev tealemûne ılme-l yakîn” (102/5) Şimdi bilemezsek o zaman iş, işten geçmiş olacak. Cehennemi (ateşi) göreceğiz (boylayacağız). “leteravünne-l cahîm” (102/6) Onu/o cahîmi (= cehennemi) kesin bir şekilde göreceksiniz. “sümme leteravünnehâ ayne-l yakîn” (102/7) O zaman da (o topladığınız, sizi oyalayan) tüm nimetlerden sorguya çekileceksiniz. “sümme letüselünne yev

QUALİA

Qualia : Olgu, bilgi ve değer alanında kişinin öznel/özel deneyimi. Bu deneyim, algı (duyu), bilgi (akıl), duygu (his ve kalp) alanları için de kullanılır. Ben, ben olarak görür, duyar, tadarım; benim anladığımı, aynen benim gibi kimse anlayamaz; benim duygulandığım gibi kimse duygulanamaz; benim inandığım gibi kimse inanamaz, vs... ben de sizin duygulandığınız, anladığınız, inandığınız gibi duygulanamam, anlayamam, inanamam... Herkes, kendine özeldir. Kimse, kimsenin gördüğünü göremez; anladığını anlayamaz, inandığına inanamaz... Bu durum, hakikati herkese özel kılar; ya da hakikat, herkese “farklı/başka” görünür. ... Sorsam (?!). Hakikat, Efendimize göründüğü gibi herkese (bize de) görünür mü?!. Veya, hakikat, Efendimize her zaman aynı şekilde mi göründü?!. ... Zihin felsefesinde qualia terimi anahtar terimdir. Her göz, aynı mı görür, her zihin, aynı mı anlar, ...?!. Gözle, zihin (beyin) arasındaki bağ/lantı, her canlıda aynı mıdır?!. Köpeğin gözü ile, insanın gözü, aynı ânda bişeye

FERT ve CEMİYET (CEMAAT)

Birey ve toplum. Cemaatle cemiyet arasında nüans farklılığı olmasına rağmen, genelde aynı anlamda kullanılır. Toplum, bireylerin oluşturduğu “toplamdır” ama bu “toplam”, rastgele oluşmaz; toplamı, toplumsal normlar (ve değerler) birbirine bağlar; bu normlar (ve değerler) zayıflarsa, toplum, toplama (= yığına, kitleye) dönüşür. Bireyin değer ve normları ile toplumun (onun organize yapısı devletin) değer ve normları uyuşmazsa, birey kendini o topluma ait hissetmez veya toplum (devlet) o bireyi dışlar, (cezalandırır). (Mahalle baskısı, ayıp olur hissi ve hapis cezası) Yalnızlık, bu normlar ve değerler zayıfladığında ortaya çıkar; kişinin bir başkası ile paylaşacağı hiçbir değer veya norm kalmamışsa, o kişi (= o fert, o birey), yalnız değil, yapayalnız olduğunu hisseder. Her toplumun normları (ve değerleri) birbirinden farklılık arz eder; buna kültür de denir/denebilir; ulusal kültürler böyledir. Ulusları (milletleri) birbirinden ayıran, bir unsur da kültürdür. Bu, çoğu zaman dil ve yaşant

MÜCADELE ALANLARI

İnsanın bu dünyadaki mücadelesi hiç bitmiyor. Mücadele karşılıklıdır; düşük ve yüksek yoğunluklu olabilir; yüksek yoğunluklu mücadeleye çatışma denir. Mücadele alanları : İnsanın kendi ile ve kendi gibi insanlarla (= toplumla ve toplumlarla); toplumun (toplumların) insanla (insanlarla) mücadelesi, İnsanın devletle (devletlerle), devletin (devletlerin) insanla (insanlarla); toplumla (toplumlarla) ve şirketle (şirketlerle) mücadelesi ve tersi, Devletlerin devletlerle mücadelesi, İnsanın Tanrı ile (ve tanrılar ile) mücadelesi ve tersi, şeklinde gruplamak mümkün. Bu kadar çook ve çetin mücadeleye, bir insanın dayanabilmesi mümkün değil. Çare : Bu mücadelelerdeki her aktörün (esas/asıl faktör, insan/insanlar) “ORTAK KELİME’de” (= Lâ ilâhe illâ-l Allah’da) buluşması; başka çare yok, görünmüyor. Herkes de “ORTAK KELİME’de” buluşamayacağına göre, bu mücadele ölene kadar sürecek; ölünce, “ORTAK KELİME’de” karar kılanlar gülecek; kılamayanlar, deriiin pişmanlıklar ve çook büyük acılar çekecek.

YALNIZLIK

Yalnızlık = Loneliness : Kişinin yanında, duygu ve düşüncelerini paylaşacak, kendisini anlayacak kimsenin bulunmaması (olmaması) durumu. Modern insan, kalabalıklar içinde yalnız.  Yalnızlığı iki gruba ayırmak gerekiyor : • İradî yalnızlık • Gayr-i iradî yalnızlık. İradî yalnızlık, o kadar da kötü bişey değil. Gayr-i iradî yalnızlığı da : Suçluların yalnızlığı = hapse (hücreye) atılması; ve hiç bir suçu olmayanların yalnızlığı şeklinde ikiye ayırabiliriz. Kalabalıklar içindeki yalnızlık, suçlu olmayanların yalnızlığı. Bunlar (bu insanlar), birbirlerine (hiç kimseye) güven duyamıyorlar ve kendi kabuklarına çekiliyorlar = çekilmek zorunda kalıyorlar. Evlilikler de bu yüzden yürümüyor... Pekiî, insanlar, bu tür bir yalnızlıkla baş edebiliyorlar mı?!. Hayır. Çoğu bunalıma veya  depresyona giriyor, ilâç (hap) kullanıyor; intiharlar artıyor. Yaşlıların yalnızlığı da ayrı bir dert.  Toplum çürüyor, çürümekte...  Parası olanlar da yalnız. Eğlence, gezme, vs. onları yalnızlıktan kurtaramıyor

YORUM (= TE'VİL veya TEFSİR)

Amme Sûresinin yorumu, benim yorumum. Yorum, yorar. Sizler (de) yorulursanız, bu yorumu okumayabilirsiniz. Bence sûre, yorumu gerektirmeyecek kadar yeterince açık. Onlar (bizler de dâhil), hayatın sonunu = anlamını birbirlerine (birbirimize) sorup-duruyor(lar/uz); bu konuda yazılmış kitapları okuyor(uz/lar), bilen bir âlimi, bir kâhini!) arıyor(uz/lar)... Kendi kendimize de bu soruyu (= hayatın anlamı nedir?!, sorusunu) sormaktan kaçınamıyoruz. Aslında bu soru, bütün bilgilerin (bilgilerimizin), bilginlerin ve bilmelerin dayandığı en son soru. Bütün felsefeciler, teologlar (= din bilginleri ve kâhinler), bu sorunun cevabını arıyorlar, aradılar. Bu sorunun doğru cevabını, vahiy hariç, hiç kimse bu kadar netlikte, kuşatıcılıkta ve doğrulukta veremez, verememiştir. Rabbimiz, bizim bu sorumuzu cevaplamak için işe kâinatın yaratılışından başlıyor; bu kâinatı (ve sizi) boşuna yaratmadım, diyor. Yeryüzünü size yurt (döşek) yapmak için; geceyi ve uykuyu dinlenmeniz için; gündüzü mâişetinizi ka

AMME (عم)

Umumî (genel) manasındaki amme’den değil, 78. sûreden söz edeceğim. Amme, 78. Sûrenin ilk âyetinin ilk kelimesi; açılımı : an (عن) ve mâ (ما); ân, harf-i cer; mâ, ne anlamındaki soru edatı. “Amme yeteséelûn” demek, ‘an-mâ yeteséelûn’ demektir; anlamı : birbirlerine (daha) neyi/neleri (neden) sorup-suruş/(t/d)uruyorlar?!, demek. O büyük haberi mi = o büyük haberden mi?!. “an-in nebe-in azîm.” (78/2.) Ki onlar bu konuda aslâ anlaşamıyorlar. (78/3) Hayır, kesinlikle yakında anlaşacaklar!. (78/4) Tekrar tekrar söylüyorum ki, kesinlikle yakında anlaşacaklar!. (78/5)  Onlar : Bizim yeryüzünü kendileri için bir “döşek” kıldığımızı, (78/6) Ona (= o yeryüzüne) dağları kazık yaptığımızı, (78/7) Kendilerini erkek ve kadın olarak çift yarattığımızı, (78/8) Onlara uykuyu istirahat; geceyi de örtü kıldığımızı, (78/9-10) Gündüzü de mâişet (geçim) zamanı yaptığımızı, (78/11) Üstlerindeki göğü de yedi kat yarattığımızı = göğe yedi sağlam kubbe diktiğimizi, (78/12) Ona (o gökyüzüne) pırıl pırıl yanan bi

BESLENME

Beslenme : Yaşamak için gerekli gıdaları alma. Bizler, genelde gıda deyince midemize girenleri anlarız, oysa aklımıza giren bilgi de, kalbimize giren sevgi de, birer gıdadır. Aklı ve kalbi beslemek, mideyi beslemekten daha önemli ve daha değerli görülmedikçe insan, insan olamaz, hayvanlıktan (= hayavanlıktan; bu tabiri Aristocu anlamıyla kullandım) kurtulamaz. Ayrıca, bugün mideye giren gıdaların, akla ve kalbe (olumlu-olumsuz) etkisinin olduğu da biliniyor. Bir çok insan, midesini beslemek için çalışıyor; hoş, çoğu insan, bunu bile beceremiyor. İnsanların çook önemli bir kısmı, (kapitalist) sisteme midesinden bağlı. Oruç, bu bağı çözmek için var/tutulur. Zekât, bu bağı çözmek için verilir. Midesinden (kapitalist) sisteme bağlı olanlar, modern kölelerdir. Bu çağın “fekku rakabe”si (90/13), bu bağı çözmek, bu şekilde köle yapılmış (müstez’af bırakılmış) insanları mâlen ve fikren özgürlüklerine kavuşturmaktır. ... Akıl ve kalp, temiz gıdalarla beslemezse, özgürlük hayaldir. ... Bugün, mi

HACC

Hacc mevsimi (sezonu) geldi; insanlar bölük bölük (grup grup), akın akın hacca gidiyor, oluk oluk paralar veriyor. Çok parası olanlar VIP hacı oluyor; onlar  “ağır misafir”! oldukları için, Kâbe onların ayaklarına seriliyor, “Allah”! da onları çok katlı Kâbe manzaralı 7 yıldızlı otellerde ağırlıyor... Paralı olanlar üç-beş yılda bir veya her yıl hacca veya umreye gidebiliyor. Oysa fıkıh, ömürde bir haccı/haccetmeyi yeterli görüyor. Garibanlar (= müstezaflar = zayıf bırakılmışlar) da, ömürlerinde bir kere olsun hacca gitmek, haccetmek için çırpınıyorlar. ... Hacc, Kitâb’ta 33 yerde geçer. Kelimenin kökü hâcce veya hacece. Anlamı, ciddî, sağlam ve kesin delillerle bir meseleyi tartışma (= müzakere etme) demek; huccet, delil. Hacc, zengine farzdır. Zengin kimdir?!. Geçim derdini hâlletmiş kişi. Kitâb, zengine der ki : Artık senin geçim derdin kalmadı; dertli olanları dert edin, onların dertlerine el at!. Müslüman zengin, içinde yaşadığı toplumun derdi ile ilgilenir/ilgilenmelidir, çözebil

HÂRİCÎLER

Hâricîler, kendilerini çook dindar görüyorlar, aramızda Kur'ân hakem olsun, diyorlardı; onlar Kur'ân’ı bir “âlet”! olarak kullandılar. Hz. Ali, amcaoğlu İbn-i Abbas’a : onlara Kur'ân’dan değil, Sünnet’ten delil getir, zîra Kur'ân zûvucûhtur = çok anlamlıdır, demişti. Kur'ân da kendini “müteşâbihen mesânî = teşbihli ve ikili bir yapıda” (39/23) olarak niteler. Kur'ân’ın ana-fikrini = ana paradigmasını = indiriliş/gönderiliş sebebini anlayamayan herkes, Kur'ân’da/n kendi görüşüne uygun deliller bulabilir. Herkes, elindeki delilini, karşı/t delille test etmelidir; Kur'ân’a tek boyutlu yaklaşmamalıdır. Kur'ân, bir yandan, insanî iradeyi yok sayarken; (sözgelimi, ‘o oku sen/kendin/kendi iradenle atmadın, Allah attı, derken, 8/17); bir yandan da herkes kendi yaptığından sorumludur, hesaba çekilecektir, der. Bunlardan birini görüp de ötekini görmemek, Kur'ân’ı (= dini) bölmektir. Hâricîler ve hâricî kafalılar, Kur'ân’ı böldüler, bölüyorlar; Kur'

KUR'ÂN

Kur'ân, ilâhî kelâmdır; Rabbimizin önce Efendimize, sonra da bize hitabıdır. Kelâm, konuşmadır. Mushaf (= Kitâb), bu konuşmanın yazıya geçirilmesidir.  Rabbimiz olan İlâh = El-İlâh = Allah, Elçisi ile konuşmuş, Elçisi de bu konuşmayı kavminin dili Arapçaya dökmüştür. Başka türlü kavmi ile anlaşması mümkün olmazdı. Her şeyden önce Efendimiz Rabbi ile bu konuşmasını yaşamına dökmüş, buna da Sünnet denmiştir. Bu konuşmanın mâhiyetini bizler bilemiyoruz ama şunu biliyoruz. Konuşma olmadan yazma (yazı) olmaz. Çocuklar, 3-4 yaşında konuşmaya başlayınca okula okuma-yazmaya gönderilirler. Konuşamayan çocuklar, işaret dili ile konuşur, bu dilin “alfabesini, harflerini” öğrenirler. Efendimizin Rabbimizle hangi dilde konuştuğunu biz bilmiyoruz ama O konuşma bize Arap dili ile geldi (= Mushaf). Kur'ân, her dilin işaret sistemine âyet der. Her alfabe gibi, Arap alfabesi de bir âyetttir. Biz o Arap dilinde yazıya geçmiş Konuşma’yı (= Kelâm’ı), kendi dilimize transfer ederek anlarız. Bunun iç

TEMİZLİK = TAHÂRET

Temizlik = Tahâret : Bedenin ve onun yaşadığı çevrenin temizlenmesi. Buna maddî temizlik denir. Bir de manevî temizlik var. Manevî temizlik Kelime-i Şehâdet ile başlar. Kelime-i Şehâdet = “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” ruhu, kalbi, içi (duyguları ve düşünceleri) temizler; çünkü şirk, pisliktir. ... Abdest ve gusül, (bakışa/niyete bağlı olarak) hem dışı hem içi temizler. Abdestsiz namaz olmaz.  Zekât, malı temizler. Oruç, Allah içindir; Allah dışındaki her türlü “pis niyeti”! temizler; kişiyi mâsivâdan uzaklaştırır, Allah’a yakınlaştırır. Hac, toplumu ve siyaseti temizler... Bütün ibâdetler, niyetsiz olmaz. Niyet temizlenmezse ibâdetler, ibâdet olmaz. Niyet, kalpte olandır. Kalpte mâsivâ = Allah’tan başka bişey varsa, ibâdetlerdeki niyet (ibâdetler), saf = temiz olmaz.  (Bknz. Nur, 26.) Cennete tayyib = temiz olanlar girecek. Onlara : “selâmün aleyküm, tıbtüm.” denecek. (Bknz. 39/73.)

GIYÂBEN & VİCÂHEN

Gıyâben & Vicâhen = Görmeden & Görerek. “Onu gıyâben tanıyorum.” demek, onu hiç görmedim ama nasıl biri olduğunu biliyorum, demektir. “Onu vicâhen (de) tanıyorum.”, demek, onunla yüz yüze (de) görüştüm, demektir. (Vech : Yüz, demek.) ... Bizler, ne Rabbimizi, ne de Efendimizi vicâhen görmedik, tanımıyoruz. ... Hadid, 25. âyette, “...ve li yealeme-lAllahu men yensuruhû ve rusuleHû bi-l gayb...” denir ve bu ibare/ifâde, genelde, “gayba inanarak, Allah’a ve O’nun Rasullerine (Rasûlüne değil) yardım edenler.”, şeklinde çevrilir. Bence, bu  ibare/ifâde : ‘Allah’a ve O’nun Rasullerine gıyâben yardım ederler.’, şeklinde de çevrilebilmeli; çünkü bağlam, iman esasları ile ilgili değil; bilgi, hikmet, hak-hukuk-adâlet, güç (demir) ve bunların kullanımı (= yardım) ile ilgili. Bu şekilde bir çeviri, daha kapsamlı ve daha evrensel. Allah’ı zaten kimse “göremiyor”, Efendimizi de vicâhen (= yüz yüze) görenlerin sayısı ümmeti ile kıyaslanınca çoook az... Bizler, Allah’ı ve O’nun Rasullerini vi

FIRKALARA AYRILMA

Dinde bölünme, hizipleşme, şûbelere, gruplara ayrılma. = “ferregû dînehüm ve kànû şiyeaâ.” (30/32) Bu nasıl oldu?, diye çok düşündüm. Bu gözle, İslâm Tarihini okudum. İşin siyasî ayağının başat rol oynadığına, dînî eserlerin de (kitapların da) bu zeminden beslenerek yazıldığına kanaat getirdim; bizde oluşan (şekillenen) dînî bilgi/din bilgisi de bu zemine dayanıyor. Bakın! en temel ilmihâl kitaplarına ve bütün din kitaplarındaki sınıflamalara/tasniflere. Dînî bilgideki bölünme, dinde de (din algısında da) bölünmelere yol açıyor. Bilgide sınıflama (= tasnif/bölme, ayrıştırma) olmadan, tüm bilgiyi anlamak elbette zordur; ama o bilgi, bölünmüş bir şekilde kalır, bütünlenemezse, kişinin kendi içinde ve dışında (= toplumda), tefrika (= hizipleşme, fırkalara ayrılma) kaçınılmaz olur. En temel (= basit) ilmihâl kitaplarımız, dini : iman, ibâdet, ahlâk ve muamelât olarak dörde böler; hoş, son yıllarda muamelâtı da dinden uzaklaştırdık ya!. Gazalî’nin dev eseri ‘İhyâ-u Ulûm-ud Dîn’ kitabındaki

BENDE İKTİDAR KİM?!.

Bende iktidar kim?!. Herkes bu soruyu kendine sormalı. Bu sorunun diğer versiyonları : Beni kim yönetiyor?!. Beni, ben mi; yoksa başka biri mi yönetiyor?!. Ben, kimin dediğini yapıyorum?!. Bende iktidar : • Benim, kendim. • Sevdiklerim. • Sevmediklerim. Herkes kendini yönetirse, insanlar kendi aralarında anlaşabilirler mi; böyle bir hâl, uyumlu/huzurlu bir toplumu mümkün kılar mı; kılarsa, devlet niye var?!. Sevdiklerimin dediğini yapıyorsam, herkesi sevebilir miyim; sevemezsem, sevmediklerimle çatışma kaçınılmaz olmaz mı?!.  Sevmediklerimin dediğini yapıyorsam, baskı altındayım, özgür/hür değilim = mahkûmun, tutsağım, demek değil mi?!. Ne yapmalıyım ki, kendimi rahat hissedebileyim?!. Kendimin dedikleri ile sevdiklerimin dediklerini aynı kılmalı; sevmediklerimle de mücadele etmeliyim. Bu mücadeleyi kazanır da herkesi sevebilirsem, herkes de beni sever ve ortada bir sorun kalmaz ama bu, aslâ mümkün değil; herkes beni, ben de herkesi sevemem. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” diyen herkes/

İKTİSAT

Kelime, etimoloji olarak, sahip olunan (= emânet olarak verilen = kazanılan) şeyleri tutumlu (iktisatlı) ve idâreli kullanma; bilimsel disiplin olarak da, mal ve hizmetlerin üretimi, tüketimi ve dağıtımı = paylaşımı. Üretimde, tüketimde ve dağıtımda (= paylaşımda) adâlet olmaz/sağlanmazsa, zengin-fakir (= varsıl-yoksul) ayrımı kaçınılmaz olur. Marksist değilim ama çoğu çatışma, bu ayrımdan (= ekonomik adâletsizlikten) doğar/doğuyor. Bazı devletler bu adâletsizliği gidermek; bazı devletler (çoğu devlet) de bu adâletsizliği derinleştirmek için varlar. Bu adâletsizlik nasıl giderilir veya daha da derinleştirilir?!. • Âdil veya adâletsiz vergi sistemi ile. • Sınırlı veya sınırsız özel mülkiyet hakkı ile. Komünist (sosyalist) devletler, özel mülkiyete izin vermezler. Bu, özel yetenekleri öldürmek, herkesin yeteneğini eşitlemek veya eşit görmek; sınırsız (özel) mülkiyet de, dezavantajlıları (= fikren ve bedenen özürlü! olanları) köleliğe ve dilenmeye mahkûm etmektir. Devletler vergilerle

DÜZEN KURMA

İster bir devlet olsun ister olmasın, istisnasız her toplumun iyi-kötü bir düzeni vardır. Bu düzen, yazılı veya yazılı olmayan kurallarla sağlanır. Bu kurallar, disiplin demektir. Evde, okulda, iş yerinde, camide, her yerde belli davranış kuralları olur; kurallara uymayanların cezasını ya toplum ya da organize bir yapı olan devlet verir; devlet, her alana dair kurallar (= yasa, yönetmelik ve tüzükler) koyar, onlara uymayanları cezalandırır. Evdeki, okuldaki, iş yerindeki, camideki, her yerdeki kuralların birbirleri ile uyumlu olması gerekir; uyumlu olmazlarsa düzen alarm verir. Bunu, insanın özel ve kamusal hayatındaki düzen, diye de ifade etmek mümkün. İslâmî jargonda/literatürde bu düzene din deniyor. İslâm’da (= İslâm dininde), yaşamın her alanına dair (ailevî, sosyal/toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel) bütün kurallar, hiyerarşik bir bütünlük ve tutarlılık arz ederler. Çünkü İslâm, hayatı bölmez, hatta bu hayat sonrası hayatı (âhireti) da tamamlayıcı bir bütün olarak görür; haya

NAMAZ, HAYAT ve ÖLÜM

‘Namazı hayata taşımak gibi bir yükümlülüğümüz mü var; bunu nereden çıkardın?!. Kafana göre hüküm veriyor, dini (= âyetleri) kafana göre yorumluyorsun.’ denebilir. Bu yazı, bunu gerekçelendirmek için kaleme alındı. Önce, bu hükme (= karara) hangi âyetlerle vardığımı açıklayayım. Siz, âyetlerin tamamına bakın; ben burada, birkaç âyete vurgu yapacağım. Bunlar : A’raf, 205’deki âyetin sabah-akşam anlamına gelen “bil guduvvi vel âsâl” kısmı; İsrâ, 78’de, “eqım-ıs salât’e lidulûki-ş şemsi ilâ gaseqı-l leyl... = Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar salâtı edâ et/kıl!..” kısmı; Nur, 36’da bağlamda sözü edilen Allah’ın Nûru, sabah-akşam = “bil guduvvi vel âsâl” Allah’ın İsminin yükseltilmesine izin verdiği evlerdedir, kısmı; ve bu kalıbın bir benzeri “bükraten ve asîlâ”dır. Fetih, 9; Ahzab, 42 ve İnsan, 25’de geçer. Ahzab, 41 ile 42 (ve devamı, en azından 44’e kadar) beraber okunduğunda, “SÜREKLİ ZİKR”den söz edildiğini görürüz... ayrıca, Mearic, 23’deki “... alâ salâtihim dâimûn.” i