Kayıtlar

Ocak, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

AKADEMİ

İlk akademi Yunanistan’da Platon (= Eflâtun) tarafından kurulmuştur. Platon (= Eflâtun), Socrates’in öğrencisidir; Aristo da (= Aristotales de) Platon’un (= Eflâtun’un) öğrencisidir. Platon (= Eflâtun), soylu bir aileden gelir. Anne tarafı da baba tarafı da aristokrattır. Platon (= Eflâtun), hocası Socrates’in ölüme mahkûm edilmesi, onun Yunan demokrasisinden tamamen ümit kesmesine sebep olmuştur. Platon (= Eflâtun), devleti ‘filozof-kralın’ yönetmesini ister, işte bu amaçla akademiyi kurmuştur. Platon (= Eflâtun), Mısır ve İtalya’yı ziyâret etmiş; İtalyalı yöneticilerle de yakın ilişkiler kurmuştur. Onun görüşleri hem Mısır hem de Babil kültüründen (İbranîlik’ten, Yahudilik’ten) etkilenmiştir. Her ne kadar Yunan felsefesi “özgün bir felsefedir” dense de, bu sözün aslı yoktur. Yunan felsefesini, İbranî ve Yahudi kültüründen koparan Aristo’dur. Bugün bile, “özgün”! bilinen fikirler, mitolojik ve dînî kaynaklardan beslenir; mitoloji de dindir, ama bâtıl (= bozulmuş) dindir. Bütün “etkili

YARA

İnsana acı (= zarar) veren iki tür yara vardır : • Bıçak yarası. • Dil yarası.  Bıçak yarası, bedeni; dil yarası, ruhu yaralar. Bedenin çektiği acıyı da ruh hisseder. ‘Ruh diye bişey yok.’! diyenler, aslında kendilerine söylenen her türlü “kem (= kötü) sözden” etkilenmemeliler!. Bıçak yarası derin olursa, ruhu da etkiler, ruhun bedenden ayrılmasına (= ölüme) sebep olur. Dil yarası derin olursa, insan kahrından ölür. “El (bıçak) yarası (çabuk) iyileşir; dil yarası (kolay kolay) iyileşmez.” Kitâb, insana saygısından bize, güzel, tatlı, yumuşak, etkili ve doğru sözler (= kavlen ma’rûfen, kavlen leyyinen, kavlen meysûran, kavlen azîmen, kavlen belîğan, kavlen kerîmen, kavlen sedîden, ahsenü kavlen, kavlen sekîlen, le-kavlül fasl ) söylememizi emreder. Kitâb’ta kâle ve türevleri (kavl, söz söyleme, bişey deme) 1722 kez geçer.

İBÂDET

İbâdet, Rabbe abdlık, Rabbe kulluktur. Bu kulluğun dereceleri vardır. Kelimenin etimolojisinden yola çıkarak yavaş yavaş ilerlersek, ABD = (عبد) :  1)Rabbe hürmet etmek, 2) Rabbe saygı göstermek, 3) Rabbi Rab edinmek ve sahip olduğumuz her şeyi O’ndan bilerek sadece O’na tapmak/tapınmak, 4) O’nun verdiği her şeyi (= canımızı bile) O’nun için (= O’nun yoluna) vermek... Bizler, 1, 2 ve 3 düzeyinde Rabbe ibâdet ediyoruz ama iş, bitürlü 4’e intikal etmiyor/edemiyor. 1 ve 2, zaten fıtrî/doğal; insan, kendisini yetiştiren ana-babasına, hocasına bile hürmet ediyor, saygı gösteriyor. 3, bu hürmetin ve saygının ÖZEL BİRİNE hasredilmesi veya tahsis edilmesi, ama sadece “ritüel”! olarak, yâni âyin ve merasimlerde. Bu tapınma, hayatın tüm alanlarında kendini gösterirse, 4’e geçme, geçebilme imkânımuz olur ve ibâdeti (= dini) de sadece O’na hasreder = tahsis ederiz. O, zaten bizden bunu istiyor. 39/Zümer 3. âyet, buna işaret eder. Bu, aynı zamanda muhlis = ihlâs kelimesinin de karşılığıdır; bu keli

PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ

Parça, parçalanmayı veya bölünmeyi = bir bütünden ayrılmayı; bütün, bütünleşmeyi veya bir ve beraber olmayı imler. İnsanlık bir bütünse = tüm insanlar Âdem’in çocukları (= Âdemoğlu) ise, bu parçalanma/bölünme niye?!. Ortada bir parçalanma mı var?!. Dünyada, siyasal olarak 200’ün üzerinde devlet var; bu devletlerin içinde bir sürü parti (= siyasal görüş) var; iktidar partilerinin içinde bile görüş ayrılıkları var... Dünyada üç büyük semavî din (= Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm) var; bu dinlerin çok farklı yorumları (= itikadî ve amelî mezhepleri) var; cemaatleri var... Üç büyük semavî din dışında da bir sürü din var... sağ-sol ideolojiler ve bu ideolojilerin çeşitli yorumları (= fraksiyonları) var... Bütün bu parçalanmaların sosyolojik, ekonomik ve siyasal yansımaları var; sınıflı toplum = kast sistemi ve adâletsizlikler bu yüzden var. ... Tüm insanlığı = insanları, “tek bir çatı”! altında bütünlemek, bir araya getirmek mümkün mü?!. Tek Bir İlâh’a = Allah’a inanılırsa mümkün; inanılmaz

VARSAYIM

Var sayılan. Olup-olmadığı henüz belli olmadığı veya bilinmediği hâlde varmış gibi kabul edilen, var olduğu tahmin edilen, var olup-olmadığı deney ve gözlemle test edilen. Hipotez. Kuram. Faraziye. Önerme. Ön-erme, ön-yargı (= ön kabul) gibi bişey. Varsayım, bilimsel araştırmaların olmazsa olmazıdır. Varsayım ispatlanınca, (bilimsel) bilgiye dönüşür ve bilgideki/bilimdeki ilerleme, yeni hipotezler, kuramlar, faraziyeler, önermeler kurmak ve onları ispatlamakla mümkün olur. İnanç (= iman) bir önerme, (= bir hipotez, bir kuram veya bir faraziye) midir?!. Öyle ise : “Lâ ilâhe illâ-l Allah. = Allah’tan başka ilâh yoktur.” kesin yargısı, nasıl ispat edilmiştir, ispat edilmiş midir veya ispat edilebilir mi?!. Bu yargı (= Lâ ilâhe illâ-l Allah), “kişiye özel” bir yargıdır, kişi vicdanında ispat edilemezse (içerde ve dışarda) kaos kaçınılmaz olur. Dün (= Babil, Sümer  Yunan, vb.), bir sürü (= birçok) Tanrı varsayıldığı için, insanlık, Tanrılar düzeyinde de insanlar düzeyinde de kaostan (= iç v

YOLCULUK

“Nereden geldik, nereye gidiyoruz?!.” sorusu insanlığın temel, ontik sorusudur. Çoğu insan bu soruyu sorar ama buna esaslı bir cevap bulan (sanırım) azdır. Bu yazı, bu soruyu, bu sorudaki yolculuğu esas alacaktır. Düz mantık (= eğitilmemiş, terbiye olmamış zihinler), bu soruya “yolculuğumuz, topraktan toprağadır.” (= toprak andan toprak anaya), veya ‘doğumdan ölüme’ şeklinde cevap verirler. Bu cevap, buradaki (= dünya içindeki) yolculuğun başlangıcı ve bitişidir. Haa!, tabii ki de dünya dışı yolculuklar da var. Aya, uzaya yolculuk gibi, ama bu yolculuklar da yukarıdaki esaslı, ontik soruya bir cevap olmuyor. ... Ruhbilimciler (= psikologlar), teologlar, filozoflar hep bu sorunun peşinden koşmuşlar; hâlâ da koşmaktadırlar. Dinden başka hiçbir bilgi kaynağı bize doğum öncesi ve ölüm sonrasına dair esaslı/sahici bilgi verememekte; çünkü bu iki alan, bizce gaybın (= bilinmeyenin) alanına girmekte. Otto Rank, ki daha önce adı geçti, insanı doğuma kadar götürmekte (= ‘doğum travması’ kitabı)

ALIŞ-VERİŞ

Alış-veriş deyince, aklımıza para harcamak, para vererek bişeyler (mal ve hizmet) almak geliyor. Eskiden para yokken mal verip, mal ve hizmet alınırdı, bunun adına da trampa denirdi. Ben bu alış-verişi iki adım öteye taşıyacağım. İlk adım, nefes alış-verişi; ikinci adım, hayat alış-verişi (= doğum ve ölüm). O hâlde üç çeşit alış-verişten söz etmiş olacağız ama başarabilirsek, bu üçünü birbirine bağlayacağız. Normal ticarî alış-verişte, alan var, veren var; alınan var, verilen var. İki ayrı kişi (= alıcı ve satıcı) ve iki ayrı şey (para, mal ve hizmet) var; hem alma hem de verme var. Nefes alış-verişinde, alan da alınan da; veren de verilen de aynı kişi (ben veya sen) ve aynı şey (hava/nefes). Bu hava (= nefes) kimden alınıyor, kime veriliyor?!. Havadan havaya. Atmosferden atmosfere!... Bu, bizi tatmin edici bir cevap mı? Hayır. Üçüncü tür alış-veriş, hayat alış-verişi. Doğarken (daha anne karnında iken) bir hayat alıyoruz ve bu hayatı 70-80 yıl taşıyor = kullanıyoruz; sonra da veriyoru

DOĞUM ve ÖLÜM = HAYAT

Doğum, dünyaya geliş; ölüm, dünyadan gidiş. Psikolojide doğum, bir “travma” olarak işlenir. Otto Rank’ın ‘Doğum Travması’ adında bir kitabı vardır. Otto Rank, Sigmund Freud’un manevî oğlu idi, bu kitap yüzünden araları açıldı, “cins” kafadır, değeri bilinmemiştir. Otto Rank, doğum öncesi hayatı “ekmek elden su gölden”, rahat ve özlem duyulan bir hayat olarak görür, öyledir de. Adamların (= Freud ve Rank), doğum öncesi ve ölüm sonrası hayatla bir ilgileri olmadığı için, tüm “fantezilerini = yorumlarını” anneden ayrılmaya ve tekrar anne ile bir olmaya (= birleşmeye!) hasretmişlerdir. Otto, bu konuda Freud’tan biraz farklı düşünür; doğum sonrası hayata biraz ontik, biraz da nevrotik bakar; her şeyi libidoya indirgemez. Dinen, doğum öncesi hayatta hata ettiğimiz (= söz dinlemeyerek şeytana uyduğumuz) için, buraya düştük = hubût. Ölüme kadar, burada sınanacağız; elbet bu sınama kolay olmayacak; ya doğum öncesi hayata yeniden döneceğiz ya da o hayatı aslâ bir daha göremeyeceğiz; travma asıl

ÂQIBET = SON!...

Bu dünyada her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır. Bu hayatın buradaki başlangıcı doğum; sonu da ölüm. Ama, ölüm “son” değil, yeni ve sonsuz bir hayatın başlangıcı; o hayatın artık bir sonu yok. Doğum ile ölüm arasındaki bu hayat, ölümden sonraki hayatın tarlası. Burada ne ekersek, orada onu biçeceğiz; bu kesin. Bu hayat, zaman zaman fırtınalı ve boralı; zaman zaman da günlük-güneşlik; kederli ve neşeli. Hep kederli ve hep neşeli hayat, ötede. Burada, neşede ve kederde temkinli ve sabırlı davranmak, ötede kazandırırken; şımarmak ve isyan etmek, kaybettirir. Kazananlar için, artık üzüntü, yorgunluk, acı ve bıkkınlık (= usanç) yok; kaybedenler için ise, sevinç/neşe hayal. (Bknz. 35/35-36.) 39/Zümer Sûresi, 71-75. âyetlere baktığımızda da, cennetlik ve cehennemliklerin hâli “resmedilir”!. Cennetliklere : “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de tertemiz geldiniz!.” denirken; cehennemliklere : “Size daha önce Elçiler gelmedi mi?!. Girin ebedî kalmak üzere cehenneme!.” denir. İşte

DÜALİZM ve DİNAMİZM

Dinamizm, düalizm iledir. Düalizm ise, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, doğrunın-yanlışın (mavi kuvvetlerin-kırmızı kuvvetlerin, rakiplerin) varlığı ve çatışması demektir. Bu güçler ve çatışmalar olmasa burada hayat olmaz. Ötedeki hayatı “tam” bilmiyoruz. Diyalektik (= tez-antitez ve sentez) de bu çatışmaya dayanır. Işık da (= elektrik de) iki kutbun çatışmasıyla (+/-) oluşur. İnsanda da buna benzer iki kutup vardır. = taqvâ ve fücur. İnsan, akıl ve iradesi ile bu kutuplardan birini seçer; öbürünü reddeder. Bazen, belki de çoğu zaman, bir ona bir öbürüne meyleder. İstikrar, birinde karar kılma ve samimî olmadır. Kişi istikrarlı olsa bile, öbür kutup o kişinin yakasını ölünceye kadar bırakmaz ama istikrar (= samimiyet) arttıkça, öbür kutbun gücü azalır. Müslüman, taqvâ kutbunda istikrar (= samimiyet, ihlâs) sahibi olan adamdır. Bu samimiyet ve ihlâs onu Rıza’ya ulaştırır; onun için hayata dinamizm ve anlam katan da budur. Müslüman için öte dünyadaki dinamizm, buradaki bu samimiyetinin

SES-LENİŞ!...

Her şeyin bir sesi var; her şey, kendi “lisanı/sesi” ile işiten kulaklara konuşur. Konuşma, sesle/sesli olur. Yazma, sesi yazıya (harflere) dökme; okuma, yazıdaki sesi seslendirme, canlandırmadır. İnsanî düzeyde ses, ağızdan; yazı elden çıkar. Sesin de yazının da kaynağı “candır/ruhtur”!. Sesi, kulak duyar; yazıyı, göz okur. Kulağın duydukları, gözün gördükleri, kalpte “değerlendirilir”!. Kalp  temizse, doğru anlama; kirliyse, yanlış anlama gerçekleşir.  Her şeyin bir “ruhu” var. Bizler, hareketsiz ruhları fark etmeyiz; onlara “cansız” deriz, oysa müzik, cansız ruhlardaki sesleri seslendirme/canlandırmadır. Müzik (= mûz, mûsé), cansız (= sessiz = ruhsuz)! müzik aletlerine “can/ruh/ses” vermedir. Duymanın (= işitmenin), görmenin bağlı bulunduğu merkez, kalptir; “kalpsizler”!, “şeylerdeki sesi” duyamazlar, onlardaki dili anlayamazlar veyahutta yanlış anlarlar. “... Onların kulakları var, işitmezler; gözleri var, görmezler; kalpleri var, anlamazlar; onlar, hayvanlar gibidir, belki de daha

AUGUSTE RODİN

İlginç bir adam (= heykeltıraş) Rodin; insanın hayat yolculuğunu taşla/mermerle somutlar, cins bir kafadır. Onun ‘Durumm’a aldığım (attığım) sentör (= centaur) heykeli, insanın topraktan hayvana, hayvandan insana ve ruha dönüşmesini sembolize eder; onun bir diğer heykeli (= “Düşünen Adam”), Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesinde bulunmaktadır.  İnsanın içinde, insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran “bişey” var!; buna ruh veya düşünce denebilir. Bu ruhun (düşüncenin) evi, önce toprak, sonra ‘hayvan’, sonra ana rahmi, sonra beden, bedende iken ev, sonra da mezardır. “Tanrısal Ruh (= Tanrı’nın Ruhu)” ise, ma’betlerdedir. Bu yüzden ma’betler ihtişamlı (= muhteşem) yapılır, yapılmaktadır. Modern insan, sekülarizm ile “Tanrı’nın Ruhundan” bağını koparınca; bedenine, evine ve mezarına ihtişam vermeye, özen göstermeye başladı. Muhteşem evlerin ve anıt mezarların (Piramitler, Anıtkabirler, Türbeler) yapılması tesadüf değil; arayış yön değiştirdi. Beden/ler, yaşar

YAZMAK ve MECBURİYET

İkisi (= yazı ve mecburiyet) bir arada olursa; yâni, kişi, yazmak mecburiyetinde kalırsa, ortaya “düzgün bir yazı” çıkmaz. Bu, her şey için geçerlidir, ibâdet de (= kulluk da) buna dâhildir. Gönülden (= isteyerek ve severek) yapılan her şey, güzeldir ve iyidir. Mecburiyet (= cebr), ham adamları olgunlaştırmak içindir; olgun adamlar, cebrden hoşlanmazlar ve onlara herhangi bişey cebredilmez; onlar, dış şartları (= dışarının zorlamasını) okurlar ve yapılması gereken neyse onu kutsal bir göreve, gönüllü bir eyleme dönüştürürler. = Cebir ve İhtiyar/Özgür Seçim. Cebr-âil, Efendimizin içerisini/gönlünü (dışarıdan zorlayarak!! = mecbûren!!) imar etti, fethetti ve Onu “düzgün işler” yapmaya razı etti.

RÜZGÂR

Coğrafî olarak esinti, hava akımı. Ruhî olarak ilham. Vahiy Meleğine (= Cebrâil’e) de Rûh denir. O Melek, Elçilere “İlâhî Rüzgârları = İlhamları” (= Mesajları) üflerler.  Ben, ruhî ilhamdan (= rüzgârdan) söz edeceğim. Ruh, rîyh, içe üflenen rüzgâr veya nefes demektir. Yaratılan her varlığa, o varlığın “potansiyeline göre” bu rüzgâr veya nefes “üflenir”!. Hayat (= can), bu rüzgârın veya nefesin (dışardaki) “görünümüdür”!. Ölüm, bu emanet rüzgârın veya nefesin geri alınımıdır. İnsana üflenmiş bu rüzgârın, nefesin içinde akıl ve irade de vardır. İnsanda bu rüzgârın, nefesin yönlendirilmesi, akıl ve irade ile olur. Hayvanlarda bu akıl ve irade olmadığı için, onların hayatı içgüdüseldir. Şeytanlar, bu akıl ve iradelerini olması gereken (= istenilen) yönde kullanmazlar, oraya-buraya savrulurlar ve sonunda batarlar.  İnsan, aklı ve iradesi ile hem şeytanlaşır hem de melekleşir. Akıl ve iradesini İlâhî Akıl (= İlim) ve İrade yönünde kullananlar melekleşirken; bu aklı ve iradeyi İlâhî Akıl (= İ

EN YÜCE AMAÇ : ALLAH RIZASI

Amaç varsa, o amaca ulaştıracak araçlar da vardır. Bir yere gitmek için araç (= araba, tren, uçak vb.) kullanılırız. Yaşamak için bir ev; giyinmek için elbise kullanılırız. Bunlar maddî araçlardır. Araçların “manevîsi” de vardır. Sanat için sanatı; demokrasi (= demokratik bir yaşam) için demokrasiyi, (iyi bir) dindar olmak için dini “kullanırız.”!. Kullanılmayacak (= araçsallaştırılamayacak) tek “şey = amaç”!, Allah’tır, Allah’ın Rızasıdır; diğer tüm maddî-manevî “şeyler”, Allah için = Allah Rızası için kullanılabilir. Araçlarda Hiyerarşi Araçsallaştırılamayan Amaç = En Yüce Amaç unutulmadığı sürece araçlar, kısa süreliğine (= geçici olarak) amaç olarak görülebilir (= kabul edilebilir); buna araçlardaki hiyerarşi, araçların hiyerarşisi denir. Araçsallaştırılamayan Amaç = En Yüce Amaç bir ân bile unutulursa (= zikir!), şirk baş gösterir. Zikir, Araçsallaştırılamayan Amacın = En Yüce Amacın her dâim hatırlanmasıdır. 

ZİKİR EHLİNE SORUN!.

Bu ibâre/ifâde, 16/43 = Nahl Sûresi 43. âyette, “... bilmiyorsanız, zikir ehline sorun!.” şeklinde geçer. Kim/ler/dir bu zikir ehli?!. Genel kanı sûfîleri, tarikat/tasavvuf ehlini işaret eder ama bu zikir ehli, sadece lafzı tekrar edenler (= tesbih çekenler) değildir. Bu zikri, sadece sözlü/sözde/teorik olarak değil, aynı zamanda fiilî/fiilen de (pratik olarak da) yapanların, ahlâkı güzel olur; onların bilgisi sağlam/kavî olur; onlar, ilim (= söylem) ile ameli (= eylemi) ilişkilendirirler; onların ameli, ilmini; ilmi de amelini güçlendirir. Zikir, Esma-ül-Hüsna ile olur. Esma-ül-Hüsna, En Güzel İsimler demektir. İsim, varlığın adı; sıfat, o varlığı = ismi niteleyen özellik; fiil, o varlığın = ismin eylemi, yaptığı faaliyetler/işler. Esma-ül-Hüsna, hem en güzel İsimleri, hem en güzel Sıfatları, hem de en güzel Fiilleri içine alır. Zikir ehline, “tüm isimler öğretilmiştir. = “ve alleme âdem-el esmâe küllehâ...” (2/31.), onlar da o isimleri unutmamışlardır veya unutmamak için azâmî zihnî/

RUBÛBİYET & UBÛDİYET

Rubûbiyet, Rablik; ubûdiyet  abdlik = kulluk. Kul, teorik akıl yürütmesi (aklî delilleri) ile değil, ubûdiyeti (= kulluğu) ile Rabbinin varlığını ispat eder. Kelâm (ilmi), ubûdiyeti ihmâl ederek!, sırf teorik akılla Allah’ın Varlığını ontolojik, kozmolojik, teleolojik, vb. deliller ile ispatlama yoluna tevessül edince, Rabbe değil!, felsefeye (= kendine, kendi aklına) yakınlaşmıştır. Rabbe yakınlaşma (= kurbiyet), sadece ve sadece ubûdiyetle mümkündür. ... Rab, abdı (= kulu/nu) yaratan ve yaşatandır.  Rabbe kulluk,  Önce, Rabbi bilmekle, Sonra O’na itaat etmekle, İtaat de O’na güvenmekle olur. İlki, teslimiyet (= Müslümanlık); ikincisi, imandır. (= Mü’minliktir.) Hangisi öncedir?!. Müslümanlık mı, Mü’minlik mi; tartışılır; ikisi birbirini tamamlar. İçten (= hâlis) Mü’minlik olmazsa, tam teslimiyet (= Müslümanlık) olmaz. Mü’minlik, içerde; Müslümanlık, dışardadır.  Hucurat, 14’deki âyet, = “Bedevîlerin inandık demeleri karşısında, siz (henüz) inanmadınız, teslim oldunuz, deyin...”; deni

BU NASIL DÜNYA?!...

Fiziksel olarak dünya, hareketli bir küre, top gibi yuvarlak, kendi etrafında dönüyor; bu dönüşünü bir günde yapıyor ve bu dönüş, gece ve gündüzü meydana getiriyor. Kendi etrafında dönme, yerinde sayma demek, oysa bu küre (= dünya), sadece yerinde saymıyor; Güneşin etrafında da dönüyor, bu dönüşü de ona bir yıla mal oluyor ve onda yenilenmeye = mevsimlere sebep oluyor. Dünyanın kendi etrafında dönüşü, bizim gündüz çalışmamız, gece dinlenmemiz; Güneş etrafında dönüşü, ekin-ekmek, sebze-meyve yememiz, yeterince beslenmemiz için. Kitâb, ilk dönüş için “... yükevvirü-l leyle alen nehâri ve yükevvirü-n nehâra alel leyl...” der. (39/5.) Buradaki ‘yükevvirü’ya örtmek, sarmak, dolamak anlamı veriliyor. Aynı kök, Tekvir, 1. âyette de Güneş için kullanılır; oradaki anlam dürmek veya büzmektir.  ‘Yükevvirü’, kevvera’nın muzari kalıbı. Kevvera da kevera’dan (dönmeden) döndürme; alime’den alleme = öğrenme’den öğretme gibi. Bu fiilin isim formu/şekli de küre (كوره). Dönen bir küre varsa, onu döndüre

TEŞEBBÜH

Şibh’den türeme işteş bir fiil teşebbüh. İşteş (fiil), fiilde ortaklığı bildirir. Teşebbüh, birinin birine benzemesi. Hadisi hatırlayalım. “men teşebbehe bi-kavmin, fe-hüve minhüm. = Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” Biz, her sözü (âyetler dahil) genelde zahiren anladığımız için, buradaki benzemeyi (= teşebbühü) de zahiren anlıyoruz; işin aslını/özünü (= bâtınını) gözlerden kaçırıyor, ıskalıyoruz. Zahir (dış), bâtını (içi/özü); bâtın, zâhiri etkiler, şekillendirir, bilmiyoruz. Buradaki (= bu hadisteki) benzemeyi (= teşebbühü) de sadece giyim-kuşamla (saçla-sakalla) sınırlı tutuyoruz. Esas benzeme (= teşebbüh), anlayışta (= düşüncede). Anlayışta, düşüncede (= özde/içte, kalpte) benzeme (= teşebbüh) ve özenme olmazsa, dışta (= kabukta, giyim-kuşamda) benzeme (= teşebbüh = özenme) olmaz; oluyorsa, öz bozulmuştur. Ekonomik modelimiz (= ticaretimiz), savunma modelimiz (= savunma sanayimiz), siyasal modelimiz (= parti yapılarımız), eğitim modelimiz (= ilkokul, ortaokul, lise ve üniv

YAMUK OKUMA!...

Okuma, yamuk olursa, anlama ve anlaşılanla amel etme de yamuk olur. Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) okunması da buna dâhildir.  Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) niçin indirildiğini (= gönderildiğini) bilmeden ve Onu bütünlüğünden kopararak okursak, yanlış anlarız. Kitâb (= Kur'ân), bozuk düzeni düzeltmek, insanlar arasında adâleti sağlamak için indirilmiş = gönderilmiştir. Bu amaç, görmezden gelinirse, Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) âyetleri sakız gibi oraya-buraya çekilir, hedef saptırılır.  Bugün, Diyanet radyoda bir ilâhiyatçının Zâriyât Sûresi tefsirini dinledim. Sûre, (kısmen!) bütünlüğünden koparılarak tefsir edildi. İlk dört âyetteki yeminler sadece, doğa olaylarına hasredildi, toplumsal ve siyasal bağlamından (= hayattan) koparıldı. 5 ve 6. âyetler, gelecekte olacaklara, insanın başına geleceklere işaret eder. 7. âyette, bir (yüce) yemin daha edilir ve “siz görüş ayrılığı içindesiniz. Çelişkili sözler söylüyorsunuz..” (8. âyet) denir. Bu, meselenin bağlamını, yeminlerin kastını toplumsal

GÖĞSÜN AÇILMASI

Göğsün Açılması = Şerh-i Sadr. Şakk-ı Sadr da denir. İnşirah Sûresi bu olaydan söz eder. Şerh = açılma (= genişleme) demektir. Kitâb’ta 5 yerde geçer : Enam, 125. Nahl, 106. Ta-Ha, 25. Zümer, 22 ve İnşirah, 1. Kişide göğüs daralması (= can sıkıntısı = dert!) olmazsa, genişleme de olmaz. Kiminin göğsü, geçim sıkıntısından; kimininki de “kutsal dertten” daralır. Geçim sıkıntısını hâlledemeyenlerin “kutsal (= adâlet ve hakkaniyet diye bir) derdi” olmaz. İnsanları geçim sıkıntısına mahkûm edenler, onları hayvanlar seviyesine düşürerek, meydanda istedikleri gibi at oynatırlar. Göğüs niye daralır?!. İşlerin iyi gitmemesinden, çaresizlikten ve endişeden. Nahl, 106 hariç, yukarıdaki âyetlerin bağlamı, göğsün İslâm’a açılmasına ve ferahlamasına işaret eder. Kişinin göğsü (= sadrı) İslâm’a açılırsa, rahatlar; İslâm’a kapalı olursa, daralır, göğe tırmanıyormuş olur. (Bknz. Enam, 125.)  Kişinin göğsü (= sadrı) İslâm’a açılırsa, Rabbinden bir Nûr, onunladır. (Zümer, 22.) ... “Elem neşrah leke sadre

ZÂT

Zât : Kişi. Nefs. Öz. Kişinin “hakikati ve kendisi”. Bu kelime (= zât), Allah için de insan için de kullanılır. Allah’ın Zât ve Sıfatları; zât-ı muhterem gibi. Nefs, Allah için kullanılmaz. Allah, ‘inneHû âlîmun bi-zât-is sudûr’dur. O, gönüllerde olanı bilir. (35/38. 67/13.) Sudûr, sadrın çoğulu. Sadr, göğüs, sîne (= iç), gönül demek; kalp, yürek anlamı da var. Sadr-ı âzam, yüce reis, başvekil. ‘bi-zât-is sudûr’a, gönüllerde olan, anlamı veriliyorsa; olan, zât; gönüller, sudûrdur. Gönül, kap mı; o kapta olan da zât mı?!. Sudûr teorisinin kökü/aslı da sadr. Zâtın nefisten ve sadrdan farkı ne?!. Nefis, zâta üflenen nefes/rıyh, ruh. “ve nefahtu fîhî min rûhî.” (15/29.) Nefste, içerde/sadrda olan, iyisi ile kötüsü ile zât. Orada (= nefiste), taqvâ ve fücur var; (içerdeki!) zât, bunlardan birini seçiyor. (İnsan bütünlüğü söz konusu olunca, aslında için-dışın pek bir önemi kalmıyor.) İnsan olmak veya olmamak, bu seçimi yapmak ve ona göre yaşamaktır.  “ve nefsin ve mâ sevvâhé. feelhemehâ fücu

ŞARTLI KULLUK!...

Siz buna pazarlık(lı kulluk veya Müslümanlık) da diyebilirsiniz. Nedir, şartlı ya da pazarlıklı  kulluk?!. Bu, daha İslâm’a girmeden başlar. ‘İslâm’a gireyim, Müslüman olayım da, olunca ne alayım, alacağım?!.’ Böyle Müslüman olan, sonra (= İslâm’a girince, Müslüman olunca da) pazarlığa ve şart sürmeye devam eder. ‘Sen, Bana (sözgelimi) namaz kılmamı (zekât vermemi, ...) emrediyorsun; tamam kılayım da namaz sonunda Senden (duâda) istediklerimi vermiyor ve malımı artırmıyorsun!.’ Sana nasıl güveneceğim = inanacağım?!. ‘Ben, kaşıkla verirsem; Sen bana en azından kepçe ile vermelisin ki Sana güvenim tam olsun!...’ Bunların hepsi şartlı (pazarlıklı) kulluk. Rabbimiz Allah, böyle bir kulluğu bizden istemiyor, böyle bir kulluğa razı olmuyor. Akıl = ruh ve beden sağlığı başta olmak üzere bize her şeyimizi veren O; bunu bilen insan hiç pazarlık yapabilir mi?!. ... Bütün bunları düşünürken Mevlâ kelimesi aklıma (gönlüme) düştü. Mevlânın kökü VLY, bu kökten Dost = Velî ve mevâlî = hizmetçi türer.

PARÇALANMA

Bu parçalanma, bedenen/zâhiren değil, bâtınen. (= duyu, duygu, akıl ve kalben.) Duyu, duygu, akıl ve kalbin bedende belli bir “yerleri” vardır. Duyular : göz, kulak, dil, burun ve deride; duygu : kalpte; akıl : beyinde yerleşiktir. Kalpte yerleşik olan neyse, diğer bütün fonksiyonlar ona göre ve onun hizmetinde çalışırlar. Kalp, merkezdir; (ma’nevi) kalp krizi, bu fonksiyonların uyumsuzluğundan, parçalı, çatışmalı, düzensiz çalışmasından ve onların bu çalışmalarına kalbin onay vermemesindendir. Kalp, görmeye onay vermezse, bakma olur, görme olmaz. Kalp, işitmeye onay vermezse, duyma olur, işitme olmaz. Kalp, onay vermezse, dokunma olur, hissetme olmaz. Kalp, onay vermezse, bilme olur, anlama, idrak etme ve inanma olmaz... ve ortaya kâmil bir ahlâk da (= sâlih ameller de) çıkmaz. ... Tüm bu fonksiyonlar, dayanışma içinde ve uyumlu çalışırlarsa, gören, iyi (= güzel, doğru) görür; duyan, iyi (güzel, doğru) duyar; tadan, iyi (güzel, doğru) tadar (haz/keyif alır)... ve kişi, bunları kendine

İNZÂR

İnzâr : Korkutma. Uyarma. Kök, nezr. Nezr, uyanık olma ve adak veya kurban. “Biz Seni onlara uyarıcı (= nezîr) ve müjdeleyici (= beşîr) olarak gönderdik.” (2/119. 33/45 ve daha 128 yerde geçer.) Uyarma, gelecekte olacakları haber verme ve korkutmadır. Gelecekte olacak olanlar “kesin olarak bilinmezse”, bu uyarma havada kalır, âfâkî olur. Bir Elçi, (kesin) bilgisiz bir uyarı = korkutma yapabilir mi?!. Yapmaz, yapamaz. Öyleyse, bu uyarma/uyarı (= korkutma), kesin bilgiye dayalı bir korkutma. Gaybî yardım (= Vahiy desteği) olmazsa, akıl, kesin bilgiye ulaşamaz. Aklın bilmediği şeyler, bildiği şeylerden çook daha fazladır. Akıl, bildiği şeylerle bir “gelecek tasavvuru” kuramaz; bilmediği şeyler, mevcut bilgisini alt-üst edebilir, kurduğu paradigmayı çökertebilir. Gaybı (ve şehâdeti) Bilen, nasıl yaşanırsa, herkesin âkıbetinin ne ve nasıl olacağını önceden bildirmiş ve bizlere uyarıcılar (= Elçiler, Kitâb’lar) göndermiş; buna da din demiştir. O uyarıcıların (= Elçilerin) uyarılarına göre ya

BÖLÜNME

Bölünme : Bütünden ayrılma, hizipleşme. Bir bütün, ikiye ve daha çok parçaya, çook farklı şekillerde bölünebilir. İkiye bölünme, hak-bâtıl (= iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin) şeklinde; üç ve daha çok sayıdaki bölünmeler, ya ikiye bölünen bir tarafın içinden ya da iki taraftan küçük grupların birleşmesiyle olur. Ben, kendini hak görenlerin bölünmesinden (= mezhepler ve cemaatlerden) kısaca söz edeceğim. Mezhepler, itikadî (fikrî) ve fıkhî (içtihâdî) farklılıklardan; cemaatler, amelî (tasavvufî) farklılıklardan dolayı (hak olan) bütünden ayrılırlar!. Mezhebî farklılıklar, yorum/anlayış farklılıklarından veya zihnî farklılıklardan; cemaat farklılıkları, durum/yaşayış farklılıklarından olur/oluşur. Bu durum, aynı zamanda bir tür çeşitlilik ve zenginliktir; tek-tipleşmeyi önler, tatlı bir rekabete yol verir; iyidir de. Ama, Mezhepçilik ve cemaatçilik yapılırsa, mezhepler ve cemaatler arasındaki (geçiş ve diyalog) kapılar/ı kapalı tutulursa, ‘büyük hak bütünü’ içinde kalınmazsa, her mez

EFENDİ & KÖLE

Efendi ve köle, bu kelimelerin dindeki (Kitâb’taki, Arapçadaki) karşılığı Rab ve Abd. Meşhur efendi-köle diyalektiği, Hegel’in; Marx, bunu çok kullanır ve sistemini bu diyalektik üzerine inşa eder. Hegel ile Marx çağdaştır; Hegel, Marx’tan 40 yaş büyüktür.  Modern batı medeniyeti, kilisenin uygulamaları yüzünden efendiliği (rabliği) El-İlâh Olan Allah’ın elinden almak için, önce sekülerliğe, sonra da bilim ve teknoloji (= üretim ve tüketim) ile efendiliğe soyunmuş ama her düzeyde (aile, şirket, devlet-millet, milletlerarası) insanlar veya toplumlar arasında yaşanan efendilik (-kölelik) kavgasına bir türlü son verememiştir. İnsan, GERÇEK EFENDİ’Yİ = RABBİ, sadece ve sadece O’na kulluğu (= abdlığı) reddettiği için başı belâdan bir türlü kurtulmuyor ve bir çoook sahte efendiye kulluk yapmaya mahkûm oluyor. Sahte efendilik : GERÇEK EFENDİ = RAB varken, efendilik taslamaktır.

HESAP

Hesap, maddî-manevî kayıp-kazancı net bir şekilde görmek için yapılır. Maddî kayıp-kazanç için temel aritmetik bilgisi (= toplama-çıkarma, çarpma-bölme) yeterlidir, ama manevî kayıp-kazanç için aritmetik pek bir işe yaramaz. İnsan, ne için, ne kazanmak için çalışır veya yaşar?!. Madden : Ev, araba almak, yemek-içmek, barınmak; kısaca temel yaşamsal ihtiyaçları karşılamak için. Buna din, zarûriyyat diyor. Bu ihtiyaçlar karşılanmadan diğer ihtiyaçlara sıra gelmez ama ‘bu ihtiyaçlarda lükse kaçmak ya da benim başka şeylere ihtiyacım yok’ demek, hayatı ve ölümü anlamamak demektir. Bir de hâciyyât var. Hâciyyât, zarûriyyâtın kolay ve düzenli şekilde sağlanabilmesi için gerekli olan sosyal (yasal, kurumsal) düzenlemelerdir. Son olarak tahsîniyyât denen bir kategori daha var; burada da ahlâk ve estetik devreye girer. Bu üç ihtiyaç kategorisi, (genelde) buradaki yaşamı aşmaz, aşamaz; gayeyi (= maksadı = makâsıdı) bura/sı ile sınırlı tutar. İyi bir evde oturmak, iyi bir arabaya binmek, iyi yeme

SÖZ/ÜN ZULMÜ!...

Doğru söz, eyleme dönüşmezse “zulme”! dönüşür; yanlış söz zaten zulümdür. Sözün gücü ahlâktır, eylemdir. Söz, gücünü ahlâktan, eylemden alır. Doğru söz, kişiyi doğru ahlâka; yanlış söz, yanlış ahlâka sevk eder (etmelidir). Doğru söz, belli bir süre insanı sevindirir ama bu sevinç, ahlâka (= sâlih amele) dönüşmediği sürece anlamsız ve faydasızdır; belli bir süre sonra “kulak tırmalayan” bir niteliğe bürünür ve insanları “rahatsız”! etmeye başlar. Bunu, Gazze savaşında görüyoruz. İslâm ülkelerinin liderlerinden! doğru sözleri duyuyoruz ama bu sözlerin zulme engel olamadığını da görüyoruz. Sizce, bu da bir tür “zulüm”! değil midir?!. Öncelik Modern batı medeniyeti, sözü (söylemi) fiile (eyleme) öncelemiş, medya (= gazete, radyo, tv ve internet) ile söz (söylem) enflasyonu (balonu) yaratarak, eylemi ıskalamıştır. Hâlbuki doğru söz, eyleme (olguya, gerçekliğe) uygun düşen sözdür. Gerçekte, eylem, söylemden öncedir. Yapılmayan şey, söylenmemelidir. Ey iman edenler!, yapmadığınız şey/ler/i ni

İSLÂM'IN ve İMANIN ŞARTLARI

İslâm'ın Şartları Müslüman olmak, Kelime-i Şehâdet (= Tevhîd) getirmekle başlar. = Kişi, Kelime-i Şehâdet (= Tevhîd) getirerek Müslüman olur = İslâm’a girer. Bu, Müslüman olmanın = İslâm’a girmenin tek şartı değildir; dört şart daha vardır. Namaz kılmak = Salâtı ikâme etmek. Oruç tutmak. Zekât vermek ve Hacca gitmek. Bu dört şart, fiildir = eylemdir; sözle değil, eylemle (= amelle) yerine getirilir. Namaz, hem bireysel hem de toplumsal bir eylemdir; tek başına da cemaatle de kılınır = edâ edilir; cemaatle edâ edilmesi çook daha iyidir. İnsan, toplumda (= bir cemaatin içinde) eğitilir. Cemaat, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma demektir. Oruç tutmak, belli bir süre aç kalmak, açın hâlinden anlamak, nefsin (!) emrine girmemek, ihtiyaç kadar yemek-içmek ve ihtiyaç fazlasını vermektir. Zekât, kazanılan maldan verilir; bununla toplumdaki (= cemaat içindeki ve dışındaki) fakir (= muhtaç) insanlar gözetilir, desteklenir. (Zekât verilirken, fakirlere (= muhtaçlara) ve o malı bize veren Rab

BİLMEK ve OLMAK

Hakikatin bilgisine yaratılmış olan hiç kimse tam olarak ulaşamaz. Herkesin hakikati kendinedir. Bu, hakikatin kendisini izâfî/göreceli kılmaz; bizim hakikat bilgimizi izafî kılar. Kişi, bildiği kadar, bilgisi oranında olur; kimse, tam olamaz. Tam (= Samed) Olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bilmeden, olmaya giden yol da iradeden geçer. Her bilen de iradesini her zaman  doğru ve tam kullanamaz. (Cüz’î ve Küllî irade meselesi.) Lâ ve illâ Kişinin bişeyi reddi ve kabulü, hem içsel hem dışsal faktörlerden etkilenir. Red ve kabulü, içerde ve dışarda etkileyen biçook unsur vardır. Reddedilen ve kabul edilen “şey”!, hem içerde hem de dışardadır. = Dışardakine evet diyerek içeri alırız; içerdekine hayır diyerek dışarı atarız. Hiçbir ilâha evet demeyen, tüm ilâhlara hayır demiş olur. = Tüm ilâhlara hayır diyen, hiçbir ilâha evet demiş olmaz. Tüm ilâhların içinden sadece bir ilâhı seçmiş olan, ilâhlar arasından birini tercih etmiş (= demokrat davranmış), birine evet demiş, yetki vermiş, öbürlerini d

SÖZÜN AMACI

Sözün amacı, söz söyleyenin amacına göre değişir. • Eğlendiren söz, meddahlık ve şovmenlik yapmak içindir.  • İlmî söz, ilim adamı olmak veya olunduğunu göstermek içindir. • Dînî söz, din adamı olmak veya olunduğunu göstermek içindir. • Siyasî söz (= nutuk), iktidar olmak (= nutuk atmak) içindir. • “Edebî” söz, yazar olmak (= kitap yazmak) içindir. (Buradaki edeb, hayâ anlamında değil, edebiyat = yazın anlamındadır.) • Eylemle uyumlu veya tutarlı olan söz, yâni ahlâklı söz, sözün doğruluğunu, hem sözü söyleyene hem de muhatabına göstermek içindir. (Buradaki göstermenin de gösterişle uzaktan-yakından bir ilgisi/alâkası yoktur. Bu söz, samimî bir fiildir/kavildir, hâl dilidir; onun kaynağı teorik akıl veya ağız(dan çıkan kuru bir lâf) değil, pratik akıl (= eylem) veya tüm damarları (= organları) besleyen kalptir.) • İlâhî Söz, yönlendiren, yol gösteren (= hidâyet veren) Söz’dür.  Sözün etkisi, söyleniş ve algılanış amacına göre değişir. Her alandaki samimiyet, o alanlarda s

YAZAR

Author. Logosu çook iyi kullanarak yazı ve söz ile (okuyucular ve dinleyiciler üzerinde) otorite kuran. Logos, Yunanca, akıl ve söze karşılık gelen bir kelime. Batı medeniyeti, akıl ve söz medeniyetidir. Batı aklı, amel içermeyen teorik ve soyut bir akıldır; konuşur (= söyler, yazar) ama yapmaz; çoğu zaman söylediğine de (yazdığına da) “inanmaz”!. Batı aklının inançla arası iyi değildir. O yüzden tutarlı bir ahlâk üretemez; onun ahlâkı da değişkendir, görelidir. Doğu, ne yazık ki yaklaşık bin yıldır bu akla özenmektedir. Bu aklın, istikrarı ve ahlâkı yoktur. İslâm, aklı ahlâktan = amelden ayırmaz. Görme, akıl ile; duyma, akıl ile; yapma, akıl iledir... İslâm aklı, fiildir. Kitâb, aklı hep fiil formunda kullanır. Kitâb da, yazıyı/yazmayı bir otorite biçimi olarak görür. “Oruç size yazıldı. = kütibe aleyküm’s sıyâm.” (2/183) der. Kitâb’ta KTB (Kitâb) formu, 319 kez geçer. Bir Kitâb olan Kur'ân, İlâhî Otoriteyi temsil eder. ... Yazar, sadece yazarsa = yazdığını yapmazsa = yazdığı ile

OLMAK ve ÖLMEK

Hayat ve Ölüm. Olmak, bize göre “doğmak, bu dünyaya gelmek”; ölmek ise bu dünyadan gitmek. “Kün fe Yekûn.” Kün, Ol! emri. Fe, fe-i takibiye. Yekûn, O Emre itaat. Fe, bize göre belli bir zamanı içine alır; O Emri Veren için herhangi zaman/süre söz konusu değildir; O’nun Ol demesi ile Oluş hemen gerçekleşir; biz, sıramızı bekleriz. Kün, kâinatın (= kevnin) startıdır. Kâinatta, iradeli varlıklar hariç, hepsi (herkes) O Emre göre olur, oluşur. İnsanın nüve olarak oluşu da O Emre tâbîdir ama insanın o nüveye göre oluşu, kendi elindedir. İnsan, kendi olur, kendi elleriyle kendini insan veya hayvan (= sıradan bir canlı) kılar. Adem, henüz olmamış, oluşmamış insandır; ilk insan da Âdem’dir. Âlemlerin Rabbi, irade verdiği varlıklara, kendi kendilerini oldurmak için belli bir imkân ve süre (= ecel) vermiştir. O sürenin (= ecelin) sonunda, herkes ne olmuşsa, odur.  İnsan, kendi oluşunu, kendine verilen imkânlarla (= akıl ve irade ile) kendi yapar. (= Egzistansiyalizm) Kimse, ben bunu (bu sonucu)