Kayıtlar

Kasım, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İLTİBAS

Elbise de aynı kök. Kelimenin kökü, LEBİSE (لبس); mastar hâli ise libas = elbise; örten, örtü demek. Örtü, “çıplak gerçekliği” örter. Küfr de örtmedir, “gerçeği” gizlemedir; kâfir de örten demektir. Küfür ile emniyet (= emn = iman) arasında iltibas ve mirye = tereddüt vardır. Miryeden iltibasa; iltibastan da küfre geçilir. Tersinden gidersek, küfürden iltibasa/şüpheye, şüpheden miryeye (= tereddüde), miryeden (= tereddütten) imana (= emniyete) doğru gidilir... Dil de (anlamı) örter. Dilin örtüsünü tefekkür ve tefaqquh (= derin düşünce) kaldırır; her anlam katmanlıdır; çoğu anlam (düşünce), iltibas ve mirye içerir; iman, düşüncede iltibas ve miryenin bulunmadığı hâldir. (11/17.) Karanlık da örter. Karanlığın örtüsünü de aydınlık = nur/ışık kaldırır. Nurun da düzeyleri, dereceleri vardır. Nurun düzeyleri, dereceleri arttıkça “gerçeklik = hakikat” ortaya çıkar. "Allah, göklerin ve yerin nurudur..." (24/35.) Bizlerle “çıplak gerçeklik = hakikat” arasında sayısız elbise = perde va

İLGİ-BİLGİ

İlgi, bilgiyi besler. Bilginin yolu imana da şüpheye de çıkabilir. İmana çıkan bilgiye îkan = kesin = şeksiz-şüphesiz bilgi (= iman ya da felsefî tabirle indiyye); şüpheye çıkan bilgiye zan = kuşku (= inâdiyye ya da felsefî tabirle sofistaiyye = şüphecilik) denir. İlginin bilgi olması, kişiyi “tatmin = mutlu” etmez. Şüphede kalan bilgi, insanı rahatsız eder. (= İmana ulaşmayan, imanla buluşmayan bilgi, insana huzur vermez.) “ve men yü’min billâhi yehdi kalbeh...” = Kim, Allah’a (= varlığından şüphe etmediği Bir’ine) inanırsa, (ancak o zaman, onun) kalbi hidâyete (huzura) kavuşur. İmanı bulamayan birinin kalbi (aklı ve gönlü) deli danalar gibidir; nerede karar kılacağını, nerede duracağını bilemez!. Şüphe ile ilgi; ilgi ile bilgi arasındaki ilişki, düşünceyi besler (ama), iman olmazsa düşünce insanı yorar; düşüncesiz iman (= imansız düşünce ve bilgi) dogmatizm ve radikalizm üretir. İman, kesin bilinemeyen ‘bilgi’! olmasına rağmen, içinde aslâ şüphe barındırmaz, her bilgi onu güçlendirir

REFERANS ya da ATIF

Referans : Bilimsel açıdan, düşüncenin dayandığı kök = kaynak = temel düşünce; oraya atıf yapma = orayı referans gösterme, mevcut düşünceyi o kök düşünceye bağlama; düşüncenin oradan kaynaklandığını gösterme demektir. Ben, bilimsel referansı/atfı değil; dilin referansını merak ediyorum!. Dil, anlamlı ses (= söz) ve işaret (= harf, alfabe = yazı) dizgesidir; bir “göstergeler” sistemidir. Göstergede, gösteren ve gösterilen olur/bulunur. Gösteren, dildir (= söz ve yazıdır, âyet/işarettir); gösterilen ise, soyut-somut tüm “V/varlıktır.”!. Bunu din diline transfer edersek, şehâdet ve gaybdır. Somut dünyanın varlıklarının dilde “birebir” karşılıkları vardır; taşı, t, a ve ş sesi ve harfleri; eli, e ve l sesi ve harfleri, ... gösterir. Bunlar, kelimelerin düz, sözlük anlamlarıdır. Kelimeleri = dili, soyut (= gaybî) varlıklara bağlayan ise, onların metaforik ve sembolik anlamlarıdır. Kelimelerin sözlüklerdeki, gündelik dildeki ve bilimsel = akademik cümlelerdeki kullanımı, somut varlıklara ref

ÖLÜ İMAN!..

İmanın “ölüsü”! olur mu?!. İman, kişinin “içinde” bir iyilik isteği uyandırmıyorsa, olur. İman, kişiyi salih amele sevk etmiyorsa, olur... İman, İnanılan’a güvendir; bu güven de, O’nun dediğini yapmakta tereddüt etmemekle açığa çıkar = görünür. İmanın “canlı = diri” olduğunu gösteren belirti, iyilik= salih ameldir. O zaman, inanan kişiden iyi bir iş = salih bir amel ortaya çıkmıyorsa, onun imanı “ölüdür” ya da en azından “cansızdır”; kişide imanı “canlandıran”, salih ameldir; kişi ne kadar çok salih amel işlerse, imanı o kadar diri = canlı olur diyebilir miyiz?!. Bence deriz. Sizce?!...

ZAMANDA YOLCULUK!...

Kur'ân, bizi içinde bulunduğumuz ândan (zamandan ve mekândan), zamansal ve mekânsal olarak geriye de (ilk yaratılışa, ilk hâle de), ileriye de (âhirete = son hâle de) götürerek “dünyamızı = ufkumuzu” genişleten bir Kitâb'tır; başka hiçbir kitap bunu yapamaz. Kur'ân’ı “tarihî” (tarihte yazılmış! = indirilmiş) bir Kitâb olarak görmek ve buradan tarihsellik (= tarihselcilik) çıkarmak, Onu bugüne taşıyamamak ve Onu tarihle (= zamanla) sınırlandırmaktır; O her zamanın ve her mekânın Kitâb'ıdır.

SÖZ ve YAZI

Sözün ve yazının kendi başlarına bir varlıkları yoktur; onlara varlık verenler, söyleyenler ve yazanlardır. Buradan hareket edersek, sözün ve yazının doğruluğuna ya da yanlışlığına, o sözü söyleyenin; o yazıyı yazanın kendi doğruluğu ya da yanlışlığı etki eder, hatta belirler, diyebilir miyiz?!. Rahatlıkla diyebiliriz. Hz. Ebû Bekir’e, Efendimizin mi’râc’a çıktığı söylendiğinde O : “siz bunu Ondan duydunuz mu, O mu söylüyor?!” diye sormuş ve Ondan duyduysanız = O söylüyorsa, doğrudur; demişti. Sözü kimin söylediğine, yazıyı kimin yazdığına bakın; her söze, her yazıya inanmayın = kanmayın!. Medya çağında bu nasıl mümkün olacak?!. ‘Sohbet kültürüne’ yeniden dönülecek; insanlar (Müslümanlar) arasında yakın, samimî ve sıcak ilişkiler, dostluklar kurulacak, cemaat ve güven oluşacak!. Bu iş, uzaktan vaazlarla, internet yazılarıyla mümkün görünmüyor. 

TEFSİR

Tefsir, Kur'ân’ı yorumlama ve yorumlu okumadır. Tefsir, tefi’l babındandır, kökü FSR (= Fesr)’dir. Fesr, içi (= anlamı) dışa çıkarmak demektir. İlk iki harfi yer değiştirirsek, SFR (Sefr) kelimesine ulaşırız; sefr de, dışardan içeri girmek, dışardaki 'peçeyi = kapıyı' açmak ve içerideki anlama = içerdekine bakmak demektir. Dil (= söz ve yazı/metin) bize, anlamı “önce”! dışardan gösterir; içerdeki anlam, “çok farklı”! olabilir. İçi-dışı farklı olan, bu anlamlarda farklılık görürken; içi-dışı bir (ve aynı) olan, onlarda (iç anlam-dış anlam) bir farklılık görmez.

OKUMA

Okuma, yazarın kastettiği anlama ulaşmaya çalışmadır. Dil (= söz ve yazı), bu anlamı bize örtük (!) olarak aktaran araçtır. Hiçbir okur, “tam olarak” yazarın kastettiği anlama ulaşamaz ama yaklaşabilir. Bu durum, Kur'ân okumada da geçerlidir. Kur'ân’ın Mesajlarına “âyet” denmesi, bu yüzdendir. Âyet, Mesaj’ı “gösteren” işarettir. Kur'ân’da konuşan Hakk’tır = Hakikattir ama O, bu Hakikati bizim “örtük dilimiz” ile bize iletir, Kendini bize “açık etmez.”!. Anlama, dildeki örtüleri (perdeleri) kaldırmadır; ne kadar çok perde kaldırırsak, o kadar çok anlarız.

HAKİKAT

Hakikat, “ulaşılamayan, anlaşılamayan ve açıklanamayan” bişeydir. Her üç kavrama da kısaca değineceğim : Ulaşmak, anlamak (ya da anlaşılmak) ve açıklamak (ya da açıklanmak). Ulaşmak, amacı; anlamak, bilmeyi ve inanmayı; açıklamak da bildirmeyi ifâde eder. Anlama, “tamamen” subjektif; açıklamanın bilme kısmı objektif, inanma kısmı ise subjektiftir. Objektif, nesnel = herkesçe kabul edilebilir, genel mantık ilkelerine uygun olan; subjektif de öznel = kişisel olan demektir. Herkes, hakikati aynı şekilde anlamaz, dolayısıyla anlama, subjektiftir. Bu subjektivitenin herkesle kesiştiği (= objektiviteye yaklaştığı, toplumsallaştığı) yer de, dilde ortaya çıkar; açıklama da dille olur, dille yapılır ama dille yapılan hakikat açıklaması da büyük ölçüde subjektiftir; açıklayan, açıkladığını hem “tam” anlatamaz hem de anlayan “tam” anlayamaz.!. Dil, hakikati sınırlar. Dilde bu sınırı aşmak, bir üst dile (metaforik, sembolik ve meta-dile) başvurmakla mümkün olur. Din dili de yer yer metaforik ve se

HAYAT ALGISI

İki tür hayat algısı var : 1) Doğumla başlayan, ölümle biten, sonlu hayat.  2) Doğumla (yaratılışla) başlayan ama bitmeyen, sonsuz hayat. İlki, hayatı buraya ve şimdiye hasreder; ikincisi, öte dünyaya (ötede sonsuz bir hayatın daha olduğuna) inanır. İlki, materyalistlerin ve dehrîlerin hayatıdır; ikincisi Müslümanların hayatı. Materyalistler ve dehrîler : “Hayat, sadece bu dünya hayatıdır; doğarız ve yaşarız; bizi sadece zaman helâk eder; derler. Oysa onların bu konuda gerçeğe yaslanan hiçbir bilgileri (delilleri = huccetleri) yoktur, yalnızca zannederler.” (45/24.) Müslümanlar ise ötede bir hayatın daha olduğuna “İNANIRLAR”; çünkü onlar da bunu bilemezler; Bildiren’en güvenirler. İman, Rabbe (= hayatı yaratana) güvendir. Rab, güveni boşa çıkarmaz!. Materyalistler ve dehrîlerin bu konudaki kanıtı!, “atalarımızı getirin!” (kim gitmiş de gelmiş?!) demeleridir.  Hayat, âhirete iman (hesap) olmadan yaşanırsa, keyfîleşir. ‘Keyfinize göre yaşayın, hayata bir daha mı geleceğiz, geleceksin

KENDİ...

Üç noktanın olduğu yere bir çok harf ve kelime gelir. Kendi/m, kendi/n, kendi/lik; kendi kendine, kendi olmak, kendi kendine kalmak, kendine gelmek, kendi kendini yemek, kendi kendine konuşmak, ... Kendi, hem kişinin kendi/zâtî özüne = öz varlığına kendisinin, hem de bir başkasının işaret edebildiği, özne de nesne de olabilen bir ‘zamir’. ‘Kendi olmak’ dendiğinde, olan da olunan da kişinin kendisidir. ‘Olmak’ (= Kâne, Kâinât, Kün!.) fiili, bütün fiillerin babasıdır. Görmek fiilinde, gözün görüyor olması; düşünmek fiilinde, aklın çalışıyor olması; yaşamak fiilinde, canın/ruhun bedende olması, vs. vardır. Kendi kelimesinin Arapça karşılığı nefstir; zât da kullanılır ama zât daha çok kendini bilen kişi içindir. Nefsin de iki tür kullanımı vardır : 1) Nefsini = kendini, kendinden bilen, kendi kendini var ettiğini düşünen (existansiyalist). 2) Nefsini = kendini, bi başkasından bilen = var edildiğine (yaratıldığına, bir yaratıcının varlığına) inanan. Bir (1)’den iki (2)’ye geçmeden zât oluna

İNANMA ve ANLAMA

İnanma ve anlama; arada bilme var; en sonunda da yine inanma... İlk inanma, kabulü içerir; her kabul bilmeyi ve anlamayı gerektirmez; bilmeden, anlamadan da bişey (bir fikir) kabul edilebilir. Kabule merak eşlik ederse, kabul edilen şeyin (fikrin) doğruluğuna dair içimizde bir “sezgi” oluşur; bu sezgi de araştırma arzusuna dönüşür ve bilgi = bilme yoluna gireriz. Bilgi de bizi o şeyi (fikri, konuyu) anlamaya sevk eder. En zor olan kısım burasıdır = Anlama işi çook zor bir iştir; anlama olmadan tam teslimiyet (islam) ve tam güven (iman) olmaz. Tam anlama da tam teslimiyet de tam iman da insanın tek başına üstesinden gelemeyeceği çook zor işlerdir; bu konularda ilâhî inayet = yardım şarttır. Bu da, iyi niyet (= temiz kalplilik) ve samimiyetle (= ihlâsla) mümkündür. Modern psikoloji anlamayı, ön bilgi = sezgi, algı ve tam algı şeklinde üçe ayırır. Ön bilgide arzu, iştah uyanır; algıda bilme yönelimi oluşur; tam algı = Tam bilme anlamadır ama aslında hiçbir şey tam algılanamaz = bilinemez,

KİTÂB İÇİN GEREKLİ MALZEMELER

Kitâb için gerekli malzemeler : Düşünce (= Yazar), düşüncenin söze (sese) dökülmüş hâli  = yazı = harfler, kâğıt (porşömen, papirüs, deri. vb.), mürekkep, kalem; kalem ve mürekkep yoksa = kullanılmıyorsa, çakı (taşa, duvara yazı yazmak için kazıyıcı bir âlet). Kur'ân’daki Kitâb, bu malzemelere yazılı Kelâm = Sözler demek mi, yoksa Rasûl’ün (Rasûllerin = Nebîlerin) kalbine yazılmış = ilkâ edilmiş Sözler (= İlâhî Kelâmlar = Kelâmullah) demek mi?!. Her Nebî’ye ya Kitâb ya da Suhuf (= Sahifeler, Levhalar) indirilmiştir. (87/18-19.) Mûsâ (a.s.)’a Kitab (= Tevrat) indirilmesine rağmen, 7/145’de Ondan Levha diye söz edilir. “O Kitâb’ın levhalarında (hemen hemen) her şey hakkında tafsilâtlı açıklamaları yazdık.” denir. M. Hamdi Yazır, bu levhaların malzemelerine dair şu açıklamayı yapar : ‘Levhaların özü Cibril’in getirdiği zümrüt veya zebercet veya kırmızı yakut idi, yahut Allah’ın emri ile Mûsâ’nın yonttuğu bir taştan idi veya ahşap idi denilmiştir vs.’ der. (Elmalılı M. Hamdi Yazır. Hak

KİTÂB ÇARPSIN!...

Kitap çarpsın!. Bu sözü söyleme sebebimiz, Kitâb’taki “kutsal gücün” varlığıdır. Bu güç nereden gelir? Tanrı’dan. Tanrı’nın Sözünden. Tanrı’nın Sözündeki “gizemden”!. Tanrı’nın Sözündeki Güçten. Sözlerde güç vardır. Sözü söyleyenler onlara güç yüklerler ve o güçler de bizi etkilerler; bunu “en iyi yapan” Tanrı’dır. Özellikle geçmişte, (günümüzde de), animizm ve fetişizm (= büyü) bu güce yaslanır; “üfürükçülük = büyücülük” bu gücü “olumsuz yönde” kullanır. Tanrı bu gücü aslâ olumsuz kullanmaz, çünkü Tanrı insanların kötülüğünü = olumsuzluğunu istemez. Biz, “Kitâb çarpsın!” dediğimizde, Tanrı’yı şahit tutarak doğru söylediğimizi, kötü bişey yapmadığımızı tasdiklemiş oluruz. Kitâb’taki bu Güç, sıkıştığımızda = zor zamanlarımızda aklımıza gelir, normal zamanlarımızda bu gücü fark edemeyiz!. Normal zamanlarımızda da bu Gücü fark edersek, O Güç bizi “güçlendirir”. O Güç Tanrı’nın Gücüdür, Kitâb bizi O’na = O Güce bağlar, bize (Hakikat ve) Hikmet sağlar. O Kitâb insanları Hakk’a = Hakikate il

MUHÂTAPLIK İLİŞKİSİ

Sözlü diyalogda muhâtab karşımızdadır; yazıdaki muhâtab “gâibtir”!. Pekiî Kur'ân okurken “Muhâtabımız gâib midir” ?!. Hayır. Ama O Muhâtab, bize Kur'ân’daki her emri “birden” vermez = biz Kur'ân’ın her emrine “birden” muhâtab olmayız!. O Muhâtab, bizim gücümüz ve imkânımıza göre bizimle muhâtab olur = “Lâ yükellifullahu nefsen illâ vüs’ahâ ... ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkatelenâ bih...” (2/286.) Zengin değilsem, zekât vermem, hacca gitmem ama namazı (salâtı ve zikri) vb. emirleri de terk edemem, aslâ şirk koşmam... ne istersem, O’ndan isterim; O bana verince, verdiğinden (para, ilim vb.) veririm; hesabı unutmam; şirk koşanlarla (= O’na dost olmayanlarla) aslâ dost olmam, vs... Aksini yaparsam ve Kur'ân okumayı “normal bir yazı”! (= Metin/Mushaf) gibi! okursam, O’nunla konuşmamıza (= O’nunla sözleşmemize) bağlı kalmamış = O’nun muhâtaplığını boşa çıkarmış = “gâib ve muhayyel Bir’i” ile konuşmuş gibi!, O’nu “ciddîye almamış, yok saymış gibi!” olurum... Rabbini “ciddî Bir Mu

KİTAP, KUTSAL KİTÂB ve KUR'ÂN

Kitap, ketebe’den yazılı bir metni, yazılı sahifeleri, sözün yazıya dökülmüş ve ciltlenmiş hâlini ifâde eder. Söz’de, söyleyenle (konuşanla) dinleyen (konuşulan) aynı mekânda ve aynı zamandadır, karşılıklı diyalog hâlindedir; söze, karşılıklı jest ve mimikler etki eder; karşılıklı duygular yansır. Yazı’da, yazılan ve okunulan mekân ve zaman farklıdır; ayrıca yazı kurgu da olabilir; yazı duyguları da örtebilir = gizleyebilir ama sözde de yazıda da bir (ya da bir kaç) amaç vardır; dedi-kodu ya da karalama yapılmazsa, söz de yazı da boş yere, havaya = boşluğa söylenmez ve yazılmazlar; ya haber vermek ya bilgi vermek için söylenir ve yazılırlar. Yazıda, yazar/lar ölmüş de olabilir; ölmüş yazarın kitabını okumak, yazarı diriltmez ama okuru, ya yazarın yazdığı zamana götürür ya da yazarın yazdığı o metin yorumlanarak güne taşınır; ikisi birden de olabilir.  Normalde yazı = metin, sözü dondurur, öldürür. Okur, o ölü = donuk metni okuyarak “tekrar diriltir.”!. Normal kitaplar çok “önceden” yaz

NEGATİF TEOLOJİ

Negatif Teoloji  ya da Viva Negativa. Teoloji, Tanrı hakkında konuşmayı ifâde eder. Teo, Tanrı; loji, bilim; Teoloji, Tanrı bilim demektir. Pozitif teoloji, Tanrı’nın Zâtî sıfatlarına; negatif teoloji de Subûtî sıfatlarına karşılık gelir. Zâtî Sıfatlar : Vucud, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyet, Muhalefetün lil Havâdis ve Kıyâm bi Nefsihî. Subûtî Sıfatlar : Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kelâm, İrade, Kudret ve Tekvin’dir. “Ve lem yekün leHû küfüven Ehad.” ve Muhalefetün lil Havâdis tam da bir viva negativadır.  Tanrı’nın İşitmesi = Semi’ kulakla değil; Görmesi = Basar gözle değil; Konuşması = Kelâm ağızla değildir... Bütün bunlar bizi viva negativaya = negatif teolojiye taşır. Neden? Çünkü dil sınırlar ama dil olmadan da herhangi bir bilgiyi paylaşamayız. Tanrı, dille “tam”! ifâde edilemez; çünkü O’nu, yarattığı şeyler ifâde etmekten (= tanımlamaktan, bildirmekten) acizdir; dili de O yaratmıştır; O’nu = Kendini tam anlamıyla sadece Kendi bilebilir. Onun için biz O’nu her ne zaman tanımlamaya (= anl

6K

Bu 6K, iletişimin 6K’sı : Konuşan, Konuşulan, Konuşma, Kod, Kontakt ve Kontekst. Konuşma ile kod arasındaki fark, konuşmanın mesaj/anlam taşıması; kodun dilsel ifâde = sembol (harf ve işaret) olmasıdır. Kontakt, konuşan ile konuşulanı birbirine bağlar; kontekst, bağlamdır, konuşmanın geçmişidir. Konuşan kişi ile konuşulan kişi mesajla = konuşma ile, kodu = dili (harfleri = sesleri) kullanarak, birbirleri ile duygusal ve düşünsel temas (kontakt) kurarlar; aralarındaki sorunları (bağlamı = bağı) çözmek = halletmek için konuşurlar. İletişim kuranlar (= karşılıklı feed-back’le = geri bildirimle = etki ve tepki ile), aynı duygu, düşünce ve bağlamda, aynı dili (= kodu) kullanmıyorlarsa anlaşamaz, kavga ederler. İletişimde iyi niyet (= iç/kalp temizliği), iknâ (= anlaşma) için en önemli unsurdur. Art (kötü) niyet, iknâ değil çatışma üretir.

DİL ve ANLAM

Şeyler zihne (= düşünceye); düşünce (= zihin) dile; dil ifâdeye = kelimelere dönüşmeden “anlama ve açıklama” olmaz. Şeyler dışardadır; şeylerdeki ‘ayrımları = farklılıkları = sınırları, “Yaratma” ile belirlenir ve her yaratmada bir “melek” görevlidir. Doğru anlama, dışarının içeri (= zihin) ile uyumu; doğru açıklama da dilin zihinle (= içeri ile) uyumu ile mümkün olur. Logos : Söz, Kavl, Kelime, Akıl, Düşünce, İlke ve Yasa anlamlarına gelir.  İlk Söz : “Kün = Ol.”!dur. Bu “Kün’ün” içinde “her şey” vardır. Varlık = kâinat, “Kün”! (= kevn) ile var olmuştur. Kâinat, “Rabbin Kelimesidir, Yahyâ da İsâ da.” (3/39 ve 45.) Tüm felsefe, logos’u şerh çabasıdır.  Anlama : Kişilerin, aynı zamanda şeylerin içinde olan “şey”!; açıklama : içeride olanın (= anlamanın) dışarı atılması = çıkarılmasıdır. Şeyler, kendi “hâl dilleri ile”; kişiler, hem “hâl dilleri hem de ortak dilleri (= lisan)” ile içlerindeki anlamı dışarı çıkarırlar; (insanlar söz konusu olunca da) ilkine düşünme; ikincisine ifâde etme