Kayıtlar

Mart, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

MÛSÂ'NIN GÖRDÜĞÜ ATEŞ

Klasik tefsirler bu ateşi normal ateş olarak anlar ve yorumlarlar. Mûsâ, ailesi ile Medyen’den Mısır’a dönerken soğuk bir günde (çölde soğuk!) dönüyormuş, üşümüşler; bir ateş görmüş; ailesine demiş ki : “Siz durun (burada bekleyin), Ben bir ateş gördüm, size o ateşten bir kor getireyim.” (de ısınalım!.).  Herkesin başına gelebilecek, böyle normal bir olaya Kitâb yer vermiş, öyle mi?!. Kitâb, bize bunu mu anlatır/söyler?!. O, (hâşâ) bir “hikâye Kitâb’ı” mıdır?!. İlgili pasajın tümüne dikkatli “bakın”!. Oradaki “diyalogları” dikkatli “okuyun”!. İnsana soğukta ayakkabılarını (nalınlarını) çıkar = “fa’hla’ na’leyk” denir mi, bunu Allah der mi?!. ‘Al şu ateşten bir kor da, git ısın.’ demez mi?! Ama öyle de demiyor, ne diyor? “Ben Seni Kendime seçtim; vahyettiklerimi (iyi) duy, (iyi) işit = (iyi) anla!.”, diyor. ... Her şeyi bilen Allah, Mûsâ’nın elindekinin âsâ olduğunu da bildiği hâlde, “Elindeki nedir Ey Mûsâ!.”, diye sorar mı?!. Yolcu bir “Adam’ın” silahı mesâbesinde olan âsâsı için, “at

MUHASEBE

Hesap yapma işi. Hesap yapılınca kâr-zarar ortaya çıkar. Akşam dükkânı kapatınca, bi Z Raporu almak; haftada bir gün (örneğin cumaları) haftalık rapor oluşturmak; günlük ve haftalık raporları aylıklara, aylıkları yıllıklara dönüştürmek ve bunları bir “kitab” hâline getirerek ara ara bakmak/okumak iyidir, kişiye iyi gelir diye düşünüyorum. Yıllar önce sordum kendime; Ey aptal kafa!, önemli gördüğün/önem verdiğin ve sende emeği olan şahsiyetleri merak ediyorsun, hayatlarını neredeyse didik didik ediyorsun da kendi hayatını = kendini niye merak etmiyorsun?!. Başkalarını, başkalarının hayatlarını bilmek, kendini bilmek değil ki; kendini bilmek için kendi olmak şarttır. Kişi kendi olmadığı sürece başkalarının hayatlarını taklit eder; niye kendini bilmek için uğraşmıyorsun?, dedim; ondan sonraki tüm çabalarım (okumalarım) kendime bakmaya yönelik oldu, bir ayna görevi gördü. Kendini bilmek için kişinin kendi hakkında bilgilere sahip olması gerek. Bu bilgiler ya hafızada = hatırada ya da bi ki

DUYGU ve BİLGİ

Duygudan önce duyu var. Duyularla dış dünyadan verileri alır, onları tanır ve yorumlarız. Duyular kabuğ(u/a) dış(ı/a) görür, duyar, koklar, tadar, dokunur; akıl = gönül onların arkasındakileri merak eder; onların/şeylerin arkasında olup da görünmeyen şeyler, bizim (de) içimizde olan, yine görünmeyen şeylerdir. Şeylerin sadece dış yüzü ile yetinenler, arkasını (!) merak etmeyenler, çok fazla yol alamazlar. Merak, bir duygudur ve bu duygu peşinden bilgiyi sürükler; merak etmeyen bilgi elde edemez. Ama herkes farklı şeyleri merak eder; dolayısıyla da farklı şeyler bilir. Herkes her şeyi merak etmez, bu yüzden her şeyi de bilemez. Kimi falancaların ya da takımların maçı kaç kaç bitti diye merak eder, kimi de falanca kiminle evlendi diye... Kimi de nereden geldiğini, nereye gideceğini... Bunu ben de merak ediyorum ama burada bir başka merakımdan bahsedeceğim. Kehf Sûresi 60 ila 72. âyetler arasında anlatılan Mûsâ-Hızır (= İlim verilen kul) hikâyesinde Mûsâ “iki denizin” (gayb-şehadet, zahir

DUÂ NEDİR?

Biz bişey yapmayalım, sadece isteyelim, tüm isteklerimiz yerine gelsin; bu mu duâ?!. Bizdeki “İlâhî Nefha” neden var, niye var? Biz isteyelim, “O yapsın”!, öyle mi?!. Sözlü duâ, fiilî duâya dönüşmedikçe, hiç bir duâmız kabul olmaz.  “Gören göz, işiten kulak, tutan el, akleden kalp” bize niye verilmiş?!. Biz niye gönderilmişiz bu hayata?!. Sadece “emretmeye”! = duâ etmeye mi?!. *** Duânın düz kelime anlamı çağrı, istek, dilek-temenni; dinî anlamı Rabbi yardıma çağırma. Bizler, Rabbimizi zorda kalınca (sıkıntılı ânlarımızda, bunalınca) çağırıyor, b/öyle zamanlarda O’na duâ ediyoruz; rahatken (keyfimiz yerinde iken), “O” aklımıza hiiç gelmiyor!. (Gelenlerden özür dilerim.) Duâ, çaresiz ve zorda (zor durumda) kalınca mı yapılır? Kişi duâya önceden hiç hazırlık yapmaz mı? “Çağırdığı ile” önceden tanışmaz, “muhabbetini” artırmaz mı?!. Evimize “basit bir misafiri” bile çağıracağımız zaman hazırlık yapıyoruz, değil mi? Rabbimizi (!) çağırırken ya da çağırmadan önce ne yapıyoruz? (Rabbimizi mi,

ADAM OLMAK

Adam, Âdem’in dildeki bozulmuş hâli. Adam olmak, taâ ilk başta Âdem olmaktı. Âdem, isyan edince = söz dinlemeyince = ‘ayvayı yiyince’ adamlıktan düştü ama hemen pişman oldu (tövbe etti) ve Müslüman (teslim) olarak tekrar adamlığına kavuştu. Her Adam = Âdem, söz dinlemediği = isyan ettiği için (buraya) düşmüştür. Hepimiz Benî Âdem’iz = Âdemoğluyuz; adamlıktan düştüğümüz için buradayız.  Tekrar adam olmaya çalışıyoruz. Herkesin adamlıktan nasibi var; ama kimi başka nasipler peşinde; önceliğini başka nasiplere vermiş, daha adamlığa sıra gelmemiş.  Adam olmayan, Müslüman olamaz. Müslüman olmayan da adam olamaz. Adamlık, Müslümanlıktır; Müslümanlıktır da adamlık. Adam olamayan biri, Müslümanlığı/Müslüman ismini üzerinde bir ‘etiket’ olarak taşır. Adam olan birinin adı “Müslüman” olmasa da (Allah-u A'lem) Rabbi onu adam bilir, adam görür. Rabbimiz, adamlığını bozmayan Âdem’leri bize Elçi olarak göndermiştir ve “Adam görün!” demiştir.

HASRET, GURBET ve VUSLAT

Hasrete özlem de deniyor; özlemekten. Hasret, gurbette sevgiliden ayrı kalındığı için sevgiliyi özlemek; vuslat da sevgiliye kavuşmak. Niye gurbet? = Gurbete niye düştük?  Ekmek parası abi!; memlekette iş mi var? Çoluk-çocuk aç!. Mecburen düştük gurbete. Neye hasret? = Gurbet öncesi hâle. Memlekete!. Adam, doyduğu yeri değil doğduğu yeri memleket biliyor; genelde sevgiliyi de doyduğu yerden ediniyor ama yine de memleket hasreti diyo.  Onun memleket hasreti (benimki gibi), nostalji. Gurbette filan da değil; ‘doyduğu yeri’ memleket edinmiş; hasret çeken adam “doyar” mı?!; o, “esas/asıl memleketi = geldiği yeri” unutmuş; artık “alamancı” olmuş, “alaman değerlerine” göre yaşıyor.  Şimdi her yer gurbet, her yer aynı; dünya küresel köye döndü. Köydeki hayat da şehirleşti; köydekiler de şehirdekiler de para için çalışıyor, kazandığı parayla da ‘küresel köyün bir parçası olmak için’ AVM’lere, sinemalara, stadyumlara, kırlara koşuyor; herkes tüketememenin be gezememenin hasretini çekiyor; kendi

PİŞKİNLİK

Pişkinliğin bini bin para!. Kelimeyi, zorluk ve tecrübelerle pişerek olgunlaşmak karşılığında düz anlamıyla değil; vurdumduymazlık, aymazlık anlamında mecaz anlamıyla kullandığımı fark etmiş olmalısınız. Adam zulmediyor, sabır tavsiye ediyor. Yalan söylüyor, yanlış (din) öğretiyor, doğruluktan bahsediyor. Haram yiyor, “elhamdülillah” diyor. Yan gelip yatıyor, “vermedin”! diye sitem ediyor. Zulm sistemine hizmet ediyor, sistemden şikâyet ediyor.  İçi dışı şirk kokuyor, Müslümanım diyor.  Siz çoğaltabilirsiniz, ben keseyim. Diyanet bu Ramazanın temasını “doğruluk” olarak belirlemiş; bence “tutarlılık” çook daha uygun. Kendi içinde tutarlı olmayan doğru olamaz; kendi kendimizi kandırmayalım; Rabbimizin içimizi-dışımızı (samimiyetimizi) bildiğini unutmayalım; pişkinlik yapmayalım.  Hiç olmazsa bu Ramazanda kendi kendimizi hesaba çekelim.

SHR

Sehar (سحر) : Tan vakti. Fecr. (Çoğ. ) : Eshâr (اسحار) : Seher vakitleri Sehır (سخر) : Alay etmek. Eğlenmek.  Sihir (سحر) : Efsun. Büyü. Büyülenmek. (Çoğ.) : Eshâr (اسحار) : Sihirler. Sæhır (ساحر) : Büyücü. Sihirbaz. Seher ile Sihirin çoğulu aynı Eshâr. Sahur (سحور) : Sahur = (طعام السحور) Seher (سهر) : Geceyi uykusuz geçirmek, uyuyamamak. Suhr (سحر) : Akciğer. Sehhera (سخر) : Emrine vermek. Boyun eğdirmek. Kullanmak. Teshîr (ﺗﺴﺤﻴﺮ) : Büyü yapmak. Teshìr (ﺗﺴﺨﻴﺮ) : Ele geçirmek. Emri altına almak. Zaptetmek. Müsahhar (ﻣﺴﺤّﺮ) : Büyülenmek. Büyü ile aldanmak. Müsahhår (ﻣﺴﺨّﺮ) : Ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. Mashåra (مسخرة) : Maskara. Gülünç. Komik. .... “Onlar seher vakitlerinde bağışlanma dilerler/di.” وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ (51/Zariyat, 18.) “Onlar sabreden, dürüst olan, gönülden bağlı olan, infak eden ve seher vaktinde bağışlanma dileyenlerdir.” الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَارِ (3/Âl-i İmrân, 17.) ... Seherle

FELSEFÎ AKIL

25 Mart’taki “Kahr/aman” yazımda Kayserili Âşık İbrâhim Tennurî’den bir kaç beyit alıntılamıştım.  Kimdir bu Tennurî? Sultan Fatih’in (II. Mehmet) hocası, İşrakî Felsefenin kurucusu Şehâbeddin Suhreverdî’nin (732/1234) torunu Akşemseddin’in Bayramiyye tarikatini Kayseri’de devam ettiren mutasavvıf ve felsefeci.  Akşemseddin’in şeyhi de Hacı Bayram Velî. Hacı Bayram Camiinin altında/bodrumunda onun hücresinin olduğu söyleniyor. Hacı Bayram Velî, Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat’la iyi tanışırmış; Akşemseddin de oğluyla (Fatih Sultan Mehmet’le) bu sayede tanışmış.  İstanbul’un Fethinde (1453’te) Akşemseddin’in yüksek katkısının = motivasyonun olduğu biliniyor. Fetihten sonra Payitahtta çook yüksek makamlar elde edebilecekken, Bolu’nun bence en harika ilçesi Göynük’e kaçar/yerleşir ve orada vefat eder (vefat tarihi : 1459); gittim Göynük’e; çook otantik bir kasaba, tarih kokuyor. Tasavvufta akıl = felsefe olursa, yol ve yön kaybolmaz; olmazsa, tasavvuf çook şarlatan çıkarır. Meşşâî

RAMAZAN

Ramada (رمض) kök fiilinden mastar. Ramada, aşırı sıcak/ta kavrulma, yanma. Ramd, kılıcı keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövme demek. Aşırı sıcakların yaşandığı çöl ortamında bu ayda oruç tutmak (aç ve susuz kalmak), yanıp kavrulmaya ve keskinleşmeye “işaret” (âyet) olmasın!. Arap aylarından olan Ramazan, bizim Ağustos ayımız gibi aşırı sıcakların yaşandığı bir aydır; üstüne üstlük bu ayda Müslümanlara aç ve susuz kalma (oruç tutma) emredilmiş, farz kılınmıştır. Muhtemelen inanmayan Araplar, “olacak şey mi bu!. Bu Müslümanlara Tanrı’ları eziyet ediyor, zulmediyor ” demişlerdir. Allah-u A’lem, bu ayla Allah, Müslümanların dayanıklığını test etmek istemekte ve “oruç Benim için”! demektedir. Oruç tutan adam da, günlük/rutin işlerini yapmaya devam eder, yatmaz. Üstelik gece de “fazladan”! ibâdet eder (terâvih). İşte böyle bir “zorluk ayında”! inmeye başlamıştır Kur'ân; zorlukları kolay kılmak için. (“inne meal usri yüsrâ.”). Kolaylık, zorlukta; zorluktan çıkar. Zorluğa

MUKAŞKIŞETEYN

Mukaşkışeteyn, Muavvizeteyn ya da Ihlaseyn. Kafirûn ve İhlas sûrelerine mukaşkışeteyn, bu sûrelere ıhlaseyn de; Felak ve Nas sûrelerine de muavvizeteyn dendiğini biliyoruz. Mukaşkışeteyn, kaşkaşe fiilinin kırık tesniyesi. Anlamı : Kişiyi şirkten uzaklaştıran, kişiden şirki “kışkış” eden; muavvizeteyn, kişiyi şirkten koruyan, kişiden şirki uzaklaştıran; ıhlaseyn, kişiyi ihlâslı (hâlis) Mü’min yapan ikili/ler demek. Kâfirûn Sûresi de, İhlâs da, Felak ve Nâs da “qul” ile başlar. ‘Qul/de (söyle onlara) ki, Ey kâfirler!...” Bu hitap, hayatın içindeki bir mücadeleye atıftır. Kâfirlerle bir mücadele vardır. Kâfirler biteklifte (uzlaşı teklifinde) bulunmaktadır ve ilk âyet : “Ben sizin taptığınıza (ilâhınıza) tapmam (ibâdet etmem).” diyerek teklifi reddetmektedir. Ne teklif etmişlerdi. Vazgeç bu dinden (Tevhîd davasından); bu kadar “katı olma, dik durma”!. Uzlaşalım. Biraz sen bize uy; biraz da biz sana uyalım. Bak o zaman neleer elde edersin; zengin olursun; en güzel kadınlar senin olur, topl

EV

Ev : Kalınacak mekân.  Emekli oldum; şehir hayatının gürültüsünden, stresinden bıktım; köye bir ev yapayım dedim, bir türlü nasip olmadı, yapamadım. Köyde, şehirde olduğu gibi “kiralık evler” de yok. İnsanın işi-gücü olmayınca şehir insana dar geliyor, insanı sıkıyor; aynı dünya gibi. Köy de dünya değil mi? Elbet dünya ama dünyada “tebdil-i mekân = mekân değişikliği”, insana iyi gelir diyorlar; ben de bir tebdil-i mekân yapayım dedim; bir türlü hazırlıkları tamamlayamadım; bitürlü köye ev yapamadım. Neden? Param olmadığından değil. Köy evini de, dünya evi gibi “geçici bir mekân” olarak gördüğümden. Öyle gördüm de “âhiret evine” hazırlık yapabildim mi? Hayır, onu da yapamadım. Anlayacağınız, “evsizim = homeless”. Bu evsizlik başka türlü bir evsizlik.   Şehirde bir evim var ama o evde de rahat değilim. Rahatsızlığım, hem şehir hayatından hem de bir türlü huzurla/rahat kalabileceğim bir evin hazırlıklarını yapamamaktan, tamamlayamamaktan. Köyü şehre göre daha rahat bulmam, doğaya (doğama)

HIRS

Hırs : Gözün doymaması.  Göz doymazsa gönül de doymaz. Göz doyar mı? ‘Daha daha daha...” ne zaman demez? Gönülle bağ/bağlantı kurabilirse, demez. Gönülle ne zaman ve nasıl bağ/bağlantı kurar? İnanınca = Mülkü Allah’ın bilince. Mülk sahibi olmanın esasen bir yanılsama olduğunu anlayınca.  Sahip olduklarını kim götürebiliyor? Salih amelden başka ne götürülebiliyor? .... Dünyanın 2/3’ü (üçte ikisi) sularla kaplı. Bu suların çook büyük kısmı deniz/okyanus suyu. Su, insan için çook hayatî. Hayatî olan bişeyin çoook büyük kısmı niye tuzlu? “İnsan içmesin, hırsa kapılmasın”! diye!. Bu suyu içen, içtikçe içer ama doymaz/susuzluğunu gideremez. Muhterisler (açgözlüler), deniz suyu içen ama susuzluğunu hiç gideremeyen adamlara benzerler. Rabbimiz tokgözlüler (gözü malda, parada değil de iyilikte olanlar) için yeterince tatlı su yaratmıştır. Onları "altından ırmaklar akan cennetlerde" ağırlayacaktır.

HAYATÎ!...

İnsanda = insan bedeninde her organ önemli ve hayatîdir ama en hayatî, en merkezî organ kalptir, kalp çalışmazsa hiçbir organ beslenemez. Kalpten sonra beyin/akıl. Beyin/akıl çalışmazsa, insan ne yaptığını bilemez. Tüm organlar, kalbi ve aklı (beyni) korumak zorundadır. “Akleden kalb”/kalb, imanın da merkezidir. Kalpte iman olur da beyin/akıl olmaz/çalışmazsa, o iman “taklid’e”;  akıl çalışırsa o iman “tahkîk’e” dönüşür. Akıl ve kalp = tüm beden, “dışarıdan alınan” gıda ve hava ile beslenir. Gıdasız (imansız!) “bikaç gün = dünyada”! yaşanabilir ama havasız/imansız üç dakika dahî yaşanamaz. “Dışardaki hava”, “nefestir.”, nefes, “nefhadır.”!. Bu “nefha”, bize her “ân” üfürülmekte/verilmektedir ama çoğumuz onu (O’nu) “reddetmekte, geri vermektedir.”!. “Verince de/verirken de şükür, alınca da/alırken de şükür.” diyenler maalesef çook az. (Not: Çok ince bir okuma yapmalısınız.)

AKÂBE

Akâbe (عقب), zor, dar, sarp geçit/boğaz anlamında. Bu kökten, âkibet, ukbâ, ukb/ukûb, ıkâb, ıkbâl, akîbe çoğulu a’kâb (ökçe) kelimeleri türer. Zor ve dar bir geçitten (dünyadan, belki de sırat köprüsünden) geçiyoruz, tıkış tıkış. Önceden (cennetten) düştüğümüz (hubût) gibi yine çoğumuz “düşecek”!. Çook daha aşağıya (ceheneme) inecek!; çoğumuzun âkıbeti (ukbâsı) çook daha kötü olacak!. (Hafazanallah.) “... vel âkıbetü lil müttaqîn.” (28/83. 11/49. 7/128. 20/132.) İyi âkibet = son, Mütteqîler içindir; ötekilerin sonu kötüdür. Mütteqînin kökü, taqvâ. Taqvâ, “korku ile karışık saygı. Sorumluluk.” “Kimse”, “sarp yokuşa = akâbeye” (90/Beled, 11-12.); tâlip değil,  tâlip olan da dayanamıyor, kaçıyor!. Yolun sonu “görünüyor”!. Âkıbetimiz hayrola!.

BİLGİ HAMALI

Hamal, başkasının yükünü taşır; kendi yükünü taşıyana hamal denmez. Kendi işine yarayan “yük”, kişiye ağır gelmez. Geçmişte üretilen bilgi, bugün kişinin işine yaramıyorsa (anlaşılıp uygulanmıyorsa) kişiye yüktür. Bilgi, sorun çözmek için üretilir; taşınmak (=aktarılmak ve ezberlenmek) için değil. (Buradaki taşıma, paylaşma anlamında değil.) Bilginin sorun çözebilmesi için anlaşılıp uygulanması gerekir. Bilgi anlaşılsa ama uygulama imkânı/şansı olmasa yine kişiye yüktür. Mevcut eğitim sistemimiz ilkokuldan üniversiteye büyük oranda gençlere bilgi değil ezber = yük yüklüyor. Bu gençler öğrendiklerinin kaçta kaçını uyguluyor?!. Neredeyse hepsi anlayıp-sorgulamadan ezber yapıyor. Dinî bilgide de durum farklı değil. Hafızlık yapanların %1’i bile ezberlediği “Metni” anlamıyor. Dün yaşananları (tarihi) tarihlerine varıncaya kadar ezberliyoruz ama ‘o yaşananlar (tarih) bugün bize ne diyor’, demiyoruz. Bilen insanlar değil, bilgi hamalları yetiştiriyoruz. Şahsen ben, çoğu insan gibi, ortaokuld

ACELE ETME/YİN!

"Acele etme/yin!." Bu Emir = bu Söz Rabbimizden bize, bana, hepimize. 21/Enbiya, 37, 16/Nahl, 1 : “İnsan “aceleden” yaratılmıştır (acelecidir); yakında ayetlerimi göstereceğim; acele etme/yin!.”  “Allah’ın Emri geldi-gelecek!, acele etmeyin! (Onun çabuk gelmesini istemeyin!)...” ‘Ne zaman bu.’? demeyin. Sabredin.  İnkârcılar da azabı çabuk istiyorlar. Sana “meydan okuyorlar”. O azap onlara hiç farkında olmadan, ansızın gelecek... ve onları kuşatacak. (29/Ankebut, 53-54.) Onlara, işte acele istediğiniz azap bu azap!, tadın! denecek. (51/Zariyat, 14.) “Hayır siz âcil = acele olanı seviyor, ebedî olanı (âhireti) hiiiç umursamıyorsunuz.” (75/Kıyamet, 20-21.) (Burada) acele ediyorsunuz; aceleci davranıyorsunuz. İnananınız da inanmayanınız da “aynı”!. Hepiniz acelecisiniz!. İnananınız “imanını artırmaya”; inanmayanınız da inanmaya gayret etsin!. Kimse gelip-geçici olanı (dünyayı), öncelemesin = aşırı sevmesin de “zor güne” (hesap gününe) ve âhirete hazırlık yapsın!. (aman hâ! o gün

DOGMA

Dogma, sabit/değişmez inanç = fikir diye çevriliyor; nasslara da dogma gözüyle bakılıyor. Nass, kesinlik içeren (ilâhî) söz demek ama o ‘kesinlik’, içinde bulunulan şartlara ve zamana göre şekillenir; dünün kesinliği, bugünün kesinliği ile örtüşmez. Hayatta Rabbimizden başka değişmeyen = yenilenmeyen hiçbişey yoktur. Dogma taşsa, Nass su gibidir. Nass (dolayısıyla Allah). her hayatın can suyu iken; dogma hayatları taşlaştırır. Her doğan güneş, yeni bir güneştir. “Allah her ân yeni bir ‘iş’tedir = külle yevmin Hüve fî şe’n; göklerde ve yerde olanlar (her ne isterlerse) O’ndan isterler.” (55/Rahmân, 29.) ama çoğu “çokluk dünyasında” kaybolduğu için “Asıl Adresi” bulamaz. Her gün yeniden doğarız ama bu doğuşumuz dünümüzü/geçmişimizi silmez, yok etmez. Her nefes alış-verişimiz yeni bir hayattır. Nefes alır da veremezsek, verir de alamazsak ölürüz; biz “farkında olmasak”! da nefes alırken de verirken de “Hû” deriz; El-Hayy-el Kayyûm olan Rabbimizi tesbih ederiz; kainatta Rabbini zikretmeyen

HİKMET

Hikmet = hakikat önceden bulunmuş ve bir yere gizlenmiş hazır, sabit ve somut bir hazine olsaydı, bizler her yeri delik-deşik eder, define arar gibi arar, bulurduk. Hikmet = hakikat böyle bişey değil, herkesin kendinin arayıp bulacağı bişey. Dün onu bulanlar ‘kendileri için’ buldu, bize de ‘şöyle/şu şekilde’ bulduk dediler; hakikati bize teslim etmediler = vermediler; verselerdi bugün biz onu niye arıyor olalım!. Dünde yazılanlar ve söylenenler, dünün hakikati ve hikmetiydi, bugün kayboldu/yok oldu, onu bizim yeniden aramamız ve bulmamız gerekiyor. Hakikati = hikmeti donuk, statik, altın/pırlanta gibi maddî bişey sanmayalım, ‘kazma ile’ de aramayalım; aksine yıkık duvarları/gönülleri (18/Kehf, 77) yapma ile arayalım. O, çook büyük ihtimalle kırık kalplerin, yıkık duvarların (!), haksızlığa uğramış gariplerin ve gönüllerin yanında; eskiden yazılmış kitaplarda ve ‘mübarek bilinen ağızlarda’ değil.

AHSEN-İ TAKVÎM

Ahsen, hesen’in ism-i tafdili, en güzel. Takvîm : 1-Zamanı düzenleyen sistem. 2-Kıyâm’dan düzenlemek, tanzim etmek, kıymet belirlemek. Kıyâm : Dosdoğru, dik (omurgalı) bir şekilde ayakta durmak, ayağa kalkmak, sürünmemek. Ahsen-i Takvîm’in zıttı, esfel-i sæfilîn. Her iki ifâde de (tamlama da) Tîn Sûresinde geçer. İnsan, fıtraten ahsen bir şekilde düzenlenmiş, yaratılmıştır. Tîn Sûresi dört (4) yeminden sonra, “Biz insanı ‘en güzel bir şekilde’ = kıvamda yarattık; sonra onu esfel-i sæfilîne çevirdik.” der. İki hâldeki fail de Biz’dir. İnsanı yaratan Allah’tır da, onu tekrar esfel-i sæfilîne çeviren de Allah mıdır? Düz anlamla ve kısa yolla bakarsak, evet. Allah’ın insanı durup dururken hem ahsen-i takvîm üzre yaratıp hem de esfel-i sæfilîne çevirmesi “saçma” değil mi? Bu “saçmalığı” mantıklı kılmak için düz (sathî) okuma değil derin okuma yapmamız gerekiyor. İnsan dışında, insandan önce de her şeyi yaratan Allah’tır. İnsan her şeyin “sonunda, en son ve en güzel” yaratılmıştır. Onun yara

SABR

Sabır, doğru olanda ısrar edip aslâ vazgeçmemektir. Öyleyse, doğru olanın ne olduğunu bilmeden sabretmek, sabır olmaz; doğru değişince sabır da değişir/değişebilir. Doğru olanı bilmek, nasıl mümkün olur? Doğru söyleyeni dinleyerek. Kim bu? Allah. Rabbimiz ve O’nun Elçileri.  Allah’ın, Rabbimizin söylediklerini (Kur'ân/Kitâb) ve Efendimizin sözlerini (Sünnet/Hadis) “can kulağı ile dinler, bozulmamış/kirlenmemiş aklımızla kavrar, kalbimizle/gönlümüzle anlar” isek, doğruyu bulabiliriz. Dinleme, duyusal; kavrama, zihinsel; anlama duygusal ya da ruhsaldır.  İnsan, duyu, duygu, akıl, kalp ve gönül varlığıdır. Fizikî bir rahatsızlığı olmayan tüm insanların duyuları (beş duyu) aynı çalışır ama akılları (kavrama yetenekleri) aynı çalışmaz. Okuma ya da öğrenme zihni güçlendirir aklı çoğaltırken anlamayı artırır. Anlamadaki artış duygulara olumlu etki eder. Anlama az ya da kıt olduğunda, olumsuz duygular (ânî tepkiler, öfke, nefret gibi); anlama artınca olumlu duygular (hoşgörü, merhamet gibi

AKLI ÖTELEMEK

Aklı ötelemek, hayatı ötelemektir. Eflâtun (Platon), aklı ideler/idealar (öteler) âlemine öteledi, Hegel de tarihe. Böyle yaparak her ikisi de aklı, insandan, insanî tecrübeden kopardılar. Bizim dini (İslâm’ı) anlamamız da büyük oranda idealist ve tarihsel; gerçekçi (realist!) değil. İslâm’ı tarihte yazılmış kitaplarda, o kitapları yazan akıllarda arıyoruz; o akılları kendi aklımızmış gibi görüyoruz. El-Kitab farklı. El-Kitab (Kur'ân), bizi aklımızı kullanmaya, Kitâb’ta olanları hayatımızla tecrübe etmeye teşvik eder. Kitâb, dün (tarihte) yaşanan olayların aynısıyla bugün bir daha yaşanamayacağı için, “bugün yaşadığın hayatı Benim (Kitâb’ın) ilkelerime göre yaşa = tecrübe et!.” der. Kitâb’ı anlamak, Onu bugüne taşıyarak mümkün olur; bugün, düne (tarihe) taşınmaz; bugün yaşanınca zaten dün (tarih) olur; tarih (dün), bugün olmaz; dünkü tecrübe aynen bugüne taşınamaz; bugünkü tecrübe düne (tarihe) taşınır; hep böyle olmuştur. “Kitâb da dünün Kitâb’ı.” demeyin!, O, her günün Kitâb’ı. O

RAMAZAN GELDİ

Ramazan’a hürmetim vardır; ona değer de veririm; neden olduğunu bilmiyorum; içinde yaşadığım kültürden (gelenekten, atadan-dededen) kaynaklanıyor olmalı. Yaklaşık 10 yıl, özelde; 20 yıl da devlette çalıştım; Ramazan gelince onu iyi karşılamak, iyi misafir etmek (onunla iyi vakit geçirmek) için yıllık izinlerimi hep Ramazan gelince aldım. Önceleri Ramazan gelince ne yaptım? Oruç tuttum. Ramazan gelmeden önce yaptığım sabah kahvaltısını daha erken bir saate çektim, öğle yemeğini iptal ettim ama akşam kendime mükellef bir sofra kurdum. Ramazan gelmeden günlük masrafım bugünün parasıyla 100 TL ise, Ramazan gelince 200 TL’ye çıktı. Ramazan bana masraflı/masrafla geldi. Gündüzleri yattım, uyudum. Geceleri televizyona baktım. İlk 5-6 yılda namaz bile kılmadım; zaten o gelmeden de kılmıyordum, Cuma’dan Cuma’ya, Cuma namazına gidiyordum. Ramazan gelince beni Teravih namazına götürdü; dedim ki ona, ya Ramazan!, bu namaz çook uzun, ayın başında, ortasında ve sonunda üç kere kılsam ve hızlı kıldır

KAHR/AMAN

Kahr çekmeyen kahraman olamaz. Kahrın (kahırın), üzüntü, keder anlamı yanında baskı, cebir ve galibiyet anlamı da vardır. Kahrı herkes çekemez; kahra herkes dayanamaz; böyle olunca da herkes kahraman olamaz. Kahramanın ille de galip gelmesi/olması gerekmiyor; mağluplar da kahraman olabiliyor. Mukaddes bildiği değerler için korkusuzca dövüşen, büyük fedakârlıklara katlanan, büyük kahırlar çeken adamlardır kahramanlar. Hz. Hüseyin kahramandır. Hz. Hamza kahramandır.  “Hakikî Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.” M. Akif Ersoy Akif’in kastı, herhalde kâhır çeken Müslümanlar; sefâ süren Müslümanlar değil. “Sizden öncekilerin başına gelen sıkıntı ve zorluklar, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?!. Onlara dokunan sıkıntı ve zorluklarla onlar öylesine sarsıldılar ki Rasul ve Onunla birlikte olan Mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214.) Ne kadar yakındır?  “Âşık olunca” çoook yakındır. Bir âşık’tan birka

ÜLFET

Ülfet : Alışma, kaynaşma, ahbaplık kurma. “ve ellefe beyne kulûbühüm = kalplerini birleştirdi.” (8/Enfal, 63.) Kalplerin birleşmesi (kaynaşması) ne ile olur? Aynı değerleri (ideallere) kabul etmekle. Enfal 63. âyette kalpleri birleştirilenler, Müslümanlardır. Bu Müslümanların zamanla kalpleri ayrıştı; bölündüler (ferraqû dînehüm ve kânû şiyeâ, 30/32.) ama adları yine Müslüman kaldı. Neden? “Miras paylaşımında anlaşamadılar.”!. Mirası emânet değil ganimet gördüler. Ülfet, fedakârlık ve sorumluluk olmadan kurulamaz. Fedakârlık, ferâğattir; sorumluluk, üzerine alınan göreve âzamî dikkat, sadakat ve o görevi yaparken çekilen meşakkattir. Bizler, bir görev için yeterince zahmet çekmeden o göreve kısa yoldan ulaşma, köşeyi dönme peşindeyiz. Bu da ehliyeti, liyakati ortadan kaldırıyor, fırsatçılığa, insanlar arasında ülfetin değil nefretin oluşmasına yol açıyor. Hakkâniyet (adâlet) olmadan ülfet oluşmaz. Adâletsizlik nefret üretir. İlk Müslümanlarda ferâğat da ehliyet ve liyakat de dinî mensu

DÜŞÜŞ

İslâm, ontik anlamda ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem’le; klasik anlamda son Peygamber Hz. Muhammed ile başlar. İslâm’ın tarihini tarihçiler, Hz. Muhammed’den başlatırlar. İlk dört halifeye Hülefâ-i Raşidîn derler; sonrakiler râşit/reşit değildir ama halifedir; onların halifeliği babadan oğula geçen saltanattır, sultanlıktır. Sultan, (siyasî) güç demektir; bu güç İslâm tarihinde sadece siyasî alanda = devlet katında oluşmamış (karşımıza çıkmamış); büyük oranda tasavvuftaki “silsile, zincir” de bu şekilde oluşmuştur. Şeyh “elini”, oğluna ya da damadına vermiş, erkek müritlere oğlanlar ya da damatlar; kadınlara da kızlar ya da gelinler mürşit olmuştur. Bugün de bu meratip (rütbeler, mertebeler) bozulmuyor. Bu rütbeleri kan çekiyor. O damarlarda asil kan/lar dolaşıyor!. O kan “kirletilmek”, başkalarına verilmek, başkaları ile paylaşılmak istenmiyor!. Aslında paylaşılmayan rant. Râşit halifelerden sonra Ömer b. Abdülaziz gibi bir kaç istisna dışında siyasî saltanatta (sultanlıkta) da, d

ARAMA/ARAYIŞ

"Bağrı yanık olanlar"!, Tanrı’ya konuk olur. Tanrı’ya konuk olanlar da hakikate tanık olur. Başka yerlerde hakikat arayarak oyalamayın! Başka yerlerin hakikati arık ve çürük olur.

YANMA/K!

Her duyma, her okuma = her görme, bilme değil. Her bilme de tanıma değil. Her uyanmanın uyanma olmadığı gibi. Yanmadan uyananlar, uyanmış sayılmaz. Yanmadan okuyanlar, okumuş/bilmiş sayılmaz. Yanmadan tanıyanlar, tanımış sayılmaz. İçinde biyangın (ateş) olmadan bilenler, tanıyanlar, bilmiş ve tanımış sayılmazlar. ... Mûsâ o ateşi (yangını) görünce, “bildi ve tanıdı.” Rabbi Ona : “İnnî Ene Rabbuk, ... İnnî Enellah... = Benim senin Rabbin, ... Ben Allah’ım... sadece Bana ibâdet = kulluk et!.” “Namazı (salâtı) ikâme ederek sadece Beni zikret!.” “Hakikate inanmayanların, bencil arzularının/tutkularının (= hevâ) tutsağı olan hiç kimsenin (kendin de, kendi dışındaki tağutlar da), seni Benden alıkoymasına izin verme!; yoksa kendine yazık etmiş (kendi değerini düşürmüş) olursun.” dedi. (20/Tâ-Hâ, 12, 14 ve 16.) ... “O ilahî ateşten” zerre kadar nasibi olmayanlar, bildiklerini sanırlar ama bil(e)mezler; tanıdıklarını sanırlar ama tanı(ya)mazlar; uyandıklarını sanırlar ama uykudadırlar. O ateşle

ÖZNELLİK & NESNELLİK

Nesnel, öznenin dışında olanın olduğu gibi = objectif algılanması(?!). Öznel, öznenin dışında olanı öznenin algılaması = subjectif algılama. Objenin = nesnenin algılanması için, bir algılayana (özneye) ihtiyaç vardır; algılayan olmazsa nesne yoktur. Benim için var olanlar = nesneler, benim varlığıma bağlıdır; ben yoksam hiçbir şeyi bilemem/algılayamam, hiçbir şeye de sahip olamam... Benim dışımdaki nesnellikten bana ne?!. Ben, nesnelere öznel bakmak istiyorum, onları öznel (kendimce) algılıyorum. Beni nesnellikle kandıramazsınız; beni nesnel dünyadan (âlemden) ayıramazsınız. Nesneleri kendinize yönlendirmek (onlara kendiniz sahip olmak) için sahte bir nesnellik icat edemezsiniz!, buna bilim kılıfı/maskesi geçirmiş olsanız da beni kandıramazsınız!. Özneleri (özneyi = beni) kaldırınca/yok sayınca bu nesneleri kim bilecek, onlara kim sahip olacak?!. Siz. Bilme ve sahip olma (edinme), özne ile (bilen biri ile) olan bişeyse, bilinen (nesne), bilmeye konu olduğunda öznelleşir; ancak onu kims

NEDEN, NİÇİN?

“Velâkinne ekseran nâsi lâ yæ’lemûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) bilmez/bilmeyecek.” (12/Yusuf, 21.) “Velâkinne ekseran nâsi lâ yeşkürûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) şükretmez/şükretmeyecek.” (12/Yusuf, 38.) “Velâkinne ekseran nâsi lâ yæ’lemûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) bilmez/bilmeyecek.” (12/Yusuf, 40.) “Ve mâ  ekseran nâsi velev haraste bimüminîn. Sen ne kadar istersen iste, insanların çoğu inanmayacak!.” (12/Yusuf, 103.) “Velâkinne ekseran nâsi lâ yæ’lemûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) bilmez/bilmeyecek.” (30/Rum, 30.) “Velâkinne ekseran nâsi lâ yü’minûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) inanmaz/inanmayacak.” (40/Mü’min, 59.) Velâkinne ekseran nâsi lâ yeşkürûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) şükretmez/şükretmeyecek.” (40/Mü’min, 61.) “Velâkinne ekseran nâsi lâ yæ’lemûn. Kesinlikle insanların çoğu (ekserisi) bilmez/bilmeyecek.” (45/Casiye, 26.) İnsanların çoğu inanmayacak, bilmeyecek, şükretmeyecek de, bu insanların bilmesi, inanm

TAHSİL

1. Okuma = İlim tahsil etme. 2. Bu ilmi  başka bir şeye (sözgelimi paraya) tahvil ederek tahsil etme/alma. İlki, rüşte ermek için çalışma; ikincisi, bu kazancı (bu kazanç rüştse bu rüştü paraya) alacağa dönüştürmek için çabalamadır. Günümüzde ilim tahsili büyük oranda iyi bir meslek sahibi olmak, çook para kazanmak için yapılıyor; eskiden böyle değildi.  Nasıldı? Eskiden ilim tahsili, sadece rüşte ermek ve erdirmek ve de rüştü artırmak (!) için yapılırdı. Bugün ise biz rüştü, akıl bâliğ olma (18 yaşına gelme) olarak anlıyoruz. Bu fıkhın/hukukun rüşt anlayışıdır; doğrudur, yanlış demiyorum; eğer bir insan bişeylerle mükellef (sorumlu) tutulacaksa bu, elbet belli bir yaştan başlamalı, ilelebet süremez ama 40-50 yaşına geldiği hâlde hâlâ rüştle tanışamamış o kadar çook insan var ki!. Rüştü geliştirmek ise herkesin işi değil; bu, çook az insana nasip olan bişey. Bu, ilim tahsilini meslek (kazanç kapısı) olarak görmeyenlere has bişey; yaşla ilgili bişey de değil. 18-20 yaşlarına gelmiş

İMDAAT ÇIĞLIĞI!

Çook ciddî ve hayatî bir tehlike (ölüm boğulma vb.) karşısındaki güçlü bağırış. Arapçası sarh (صرخ) ya da ğavs (غوث). Tasavvuftaki ğavs, kendisinden medet (yardım) umulan; ğavs kelimesinde hem tehlikenin kendi/si hem de o tehlikeden kurtuluş anlamı vardır; tasavvuf ikinci anlamı kullanılır ama yanlış ğavs seçilirse tehlike çook büyük olur. Ben burada sarh’tan söz edeceğim. Sarh (صرخ), Kitâb’ta beş (5) yerde geçer. İkisi İbrâhim 22. ayette, biri Kasas 18., biri Fâtır 37., biri Yasin 43. âyetlerde. Kasas 18’deki dünyevî azap sonrası, Fâtır 37’deki de uhrevî azap sonrası feryat ve imdat çığlıklarıdır. Yasin, 43 : “Dilersek onları (sizi) boğarız, imdatlarını/zı (feryatlarını/zı) duyan da olmaz; onları (sizi) kimse de kurtaramaz.” der. İbrâhim, 22 : “Ne zaman ki hüküm gerçekleşti, şeytan onlara şöyle diyecek : ‘şüphesiz ki Allah’ın vaktiyle yaptığı uyarıların hepsi gerçekleşti. Ben de size va’dettim. Benim verdiğim sözler (va’dler) boş çıktı. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm de yo

KURUMSAL AKIL

Kuramsal, teorik olan akıl, kurumsal da olur mu? Kuramsal aklı, kuramsal ve kurumsal yapılara (sözgelimi devlete/devlet kurumlarına, siyasete/siyasî kurumlara ve dine/dinî kurumlara ve topluma) devredersek, olur. Olur ama bu aklın sahibi olmaz!. Bu akıl, her kademedeki insana düzenli ya da düzensiz (âdil ya da değil) dağıtılır. İstenmeyen bir sonuçla karşılaşılınca da kimse kendi aklına toz kondurmaz, suçu üzerine almaz, herkes birbirini suçlar. Suç, bir futbol topuna döner. Top taca çıkınca da (siyasî, dinî, kültürel vb.) iktidarlar (akıllar) değişir. Bu, bilimde (bilimsel) paradigma (anlayış); dinde anlayış/yorum/görüş (mezhep) değişimi şeklinde tezahür eder. Neden? Çünkü bireyler kendi akıllarını yeterince kullanmaz ve başkalarına devrederler. Bu devir, siyasette oy şeklinde, dinde (ve devlette) tâbiyet (uyma) şeklinde olu(şu)r.  Devlet aklı (= siyaset/siyasî akıl) da; ruhban aklı (= imam, müftü, şeyh, fetva kurumu) da; uzman aklı (= bilim adamlarının aklı) da (= tüm kurumsal akılla

ENDÎŞE/M

Din hakkında çok yazınca (konuşunca) ve konuştuğumuzu (yazdığımızı) yapmayınca, dini söze döker, söylemleştirir, eylemden (amelden) koparırız. Oysa dinde amaç, eylemdir, salih ameldir = doğru davranıştır. Ölümün ve hayatın yaratılması, kimin daha ahsen (en güzel) amel (iş/davranış) yapacağının belirlenmesi içindir. (67/Mülk, 2.) Amellerde (davranışlarda) bir güzellik (hüsn ve ahsen) sıralaması varsa, bu sıralama milyarlarca insanı içerdiği için çoook milimetrik olmalı. Herkes kendine sormalı : Ben bu sırada yer almak ve öne geçmek için mi yoksa başka sıralar (!) için mi yaşıyorum?!. Muhasebe (= özeleştiri) bu. Bu, yaptığımız işi (iyi niyetle) sorgulamak, kendi içimize bakmak, içimizdeki ölçüyü (vicdanı/fıtratı) bozmamaktır. Bu ölçünün bozulduğunu nasıl anlarız? Kulluk bilinci kaybolup da kişisel bir çıkar elde etmeye başlayınca. Bu çıkar, ille de maddî olmak zorunda değil, ma’nevi (itibar/saygı, hürmet, vb.) de olabilir. Kulun beklentisi Rabbindendir; insanların övgüleri de yergileri d

DİLDE ÖĞELER

İsim. Fiil. Sıfat. Zarf. Zamir... İsim : Varlıkların (var olanların) adı. Bişey var olmazsa (yoksa) adı da olmaz. Ad (isim) koyma, aynı zamanda adlandırılan varlığı tanıma, onurlandırma ve onun varlığı ile şeref duyma anlamına da gelir. Ad (isim), Arapça sema ile özdeş ve kardeştir. İsim verdiğimiz kişileri (şeyleri) yüceltiriz. En yüce İsim, Allah İsmi’dir; diğer isimler O’nun İsm’ine göre (O’na yakınlık ve uzaklıklarına göre) sıralanır, hizaya girerler. “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Ve alleme âdeme-l esmâe küllehâ...” (2/Bakara, 31.) Öğreten, yaratan, aynı zamanda yarattıklarına isim koyandır!. O, yarattığı varlıklara isim koymasa (= yaratmasa = bilmese!), o isimleri bize öğretebilir mi?!. İsim koyma, isimlendirilen varlığı tanıma, onurlandırma ve onun varlığı ile şeref duyma ise, Allah, yarattıklarını “tanımış, onları onurlandırmış ve onların varlığıyla şeref duymuştur!” denebilir. İsimsiz somut varlıklar (varlıkların isimlendirilmeden önceki halleri), ‘bizce ya yoktur ya d

SAKIN/IN!

Sakın/ın!, uyarı sözü/emri. Sözün özü/kökü sak. Sak (olma), uyanık, tedbirli, bilgili ve tetikte olma. Sak yatmak, hemencecik, çabucak uyanabilecek (hazır) şekilde yatmak. Sakın!, sak’tan emir. Hem kendini koru (tedbirli, uyanık ve tetikte ol) hem de o işi/şeyi “yapma!” anlamında. Arapçada, Kitâb’ta “veqıye” kökünden “ittikâ ya da takvâ” kelimesi Allah’tan korkma anlamı yanında günah işlemekten de sakınma, “ittikû/vettekû/vettekı = sakın/ın!” şeklinde geçer. “Rabbinize karşı gelmekten (günaha girmekten) sakının!.” “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının!.” “Allah’a döneceğiniz gün için tedbirli (hazırlıklı) olun!.” (vettekû yevmen türcûne fîhi ilallah, 2/281.) Cenb’den ictinâb da sakınma. (Cenb, kenar, yan. Cenûb, güney. Cünüb/cenâbet, pis. Bu pislik “şuursuzluk hâli” sonrası oluşan ve boy abdesti ile temizlenilen bir pislik.) İctinâb da ittikâ da sakınma ise fark ne? İttikâ, Yüce Gücün azametinden, O’nun Rızasını kaybetmekten sakınma = korkma; ictinâb, şüpheli ve tehlikeli old

OKUMA-YAZMA

Yazma/k, yazı ile dokunmak; okuma/k, bu dokunmayı hissetmektir. Yazarın yazıları kimi okuyucuya bırakın dokunmayı hiç değmez bile. Belki göz ucuyla okumaya değme; akılla okumaya da dokunma diyebiliriz. Sözde de (söylemede, konuşmada da) aynı durum geçerli. Kon-uşma, sözle kulağa kon-ma; yazma, göze dokunmadır. Gözden kalbe (akla) bir yol varsa, yazı, okuyana “dokunur”, okuyanın üzerinde bir etkisi olur/görülür. Konuşma/k için kişilerin meşgûliyetlerden sıyrılıp bir yere “konmaları” gerekiyorsa; okuma/k ve yazma/k için de kişinin ya da kişilerin okunanları (yazılanları) ilmek ilmek kendi düşünce tezgâhlarında dokumaları gerekiyor; öteki türlü okuma, dokuma değil bakıp-geçme, yazı üzerinde durmama, düşünmeme, yazıyı önemsememe anlamına gelir. İyi okuma yapmayan zaten iyi yazma yapamaz. İyi okuma, yazma olmasa da zihinde düşünce dokumadır; bu dokuma, her zaman kilim (yazı) hâline kolaylıkla gelebilir, çünkü içerde her şey hazırdır. İlk emrin “Oku!” olması sizce tesadüf müdür? O emir titiz

NE VAR, NE YOK?

Hem gündelik dilde hem de felsefî dilde çook sık kullanılan bir soru bu. Bu sorunun gündelik dildeki karşılığı olup-bitenler/yaşananlar hakkında muhataptan “haber” almaktır;  felsefî dilde ise bu soru, çook temel hatta en temel “varlık” sorusudur, ontolojiktir, ontiktir. Her felsefî soru, bir ontolojiye dayanır ama felsefe, bitürlü ontolojide anlaşamaz; daha doğrusu ontolojiyi parçalar, bütünleyemez. Ontolojik bütünlük, tevhiddir; felsefe, tevhidin yanından bile geçemez; çünkü varlığı “bir bütün” olarak kuşatamaz. Varlığı bir bütün olarak kuşatan, sadece Allah’tır; O, “arşa istivâ etmiştir.” Bizler, ilâhî bilgiden = vahiyden yardım almazsak = vahyin rehberliğini kabul etmez de kendi aklımıza güvenirsek, ki felsefe bunu yaptığı için kuşatıcı değildir, her ne kadar en kuşatıcı bilim, felsefedir dense de, varlığa bütüncül = tevhîdî bakamayız, parçalı bakarız. İşte bu parçalı bakışla varlık, kabaca üçe ayrılır. (Varlığın Arapça karşılığı Vücûddur.) Vacib-ul Vücûd. Mümkün-ül Vücûd. Mümten-i

ANLAM NEREDE?

'Anlak'ta.  Anlak nerede? Akıl ve kalpte = Akleden kalpte. Türkçede akleden kalbe, gönül (könül ya da köngül) deniyor. Akıl, tek başına gönüldeki anlamı çekip-çıkaramaz; kalbin yardımına ihtiyaç duyar. Tek elle çoğu şey yapılamaz; iki el gerekir. Kalp, akılla, iş ve güç birliği yapınca gönlü yurt edinir/ler. Dışarıda/n aklın yurdu beyindir; kalbin yurdu da yürektir; içeride/n ise ikisi gönülde birlikte, kardeşçe ikâmet eder/ler. Anlam, gönüldedir.  Dilin (dîl’in) bir anlamı da gönüldür ama gönül anlamındaki dil = dîl, kalbin ve aklın yurdu gönülden beslenir. Zihindeki (anlaktaki) aklın iki vechesi (yüzü, görüntüsü) vardır. İlki, us karşılığı ratio/rasyo; ikincisi, intellect karşılığı ök. Öke, akıllı, bilge ve dahî anlamında.  Felsefede akıl üçe ayrılır. Akl-ı Maâş : Mâişet peşinde koşan akıl. Akl-ı Meâd : Yaratılışı ve ondaki Hikmeti kavrayan akıl. Akl-ı Küll : İlâhî Akıl. (Akl-ı Mutlak ve Akl-ı Evvel de İlahî Aklın diğer adları/adlandırmalarıdır.) Yaratılmış her akıl tikel (ya

OKUMAK

Arapçada karae’den kıraat. Emir kipi Oku = İkra!. Kelimenin kökü, og; g, k’ye dönüşmüş. Kökün mahrecine = sesin çıktığı yere dikkat edin!. Boğazın tam ortası; çıkmakta zorlanan bir ses. İkra’ da hemen hemen aynı yerden çıkan bir ses. Mahreç, çıkan sesin (ya da başka bişeyin, anlamın!) çıkış yeri. Çıkan şey (burada ses), mahreçten (bir çıkış yerinden) çıkar ama onun (burada sesin) çıkmadan önce bulunduğu yer nerededir?!. İçerde mi dışarda mı?!!!. Dışarı çıkma olur da dışardan çıkma olur mu? Dış, iç olursa olur. İçi-dışı bir olan için, iç-dış olmaz denebilir mi?!. Sözcüklerle oyun oynadığımı düşünüyor olabilirsiniz ama ben, “önemli görülüp arananın = anlamın”! içerde mi dışarda mı aranması gerektiğinin peşindeyim. Siz böyle bir “aramanın” peşinde değilseniz, benim peşime takılmayabilirsiniz. Okumak, metindeki anlamı bulup-çıkarmak ve onu “kendi evimize” çağırmaktır. Anlam, kolay çıkan bişey değildir; onu çıkarmak için “ciddî bir okuma” yapmak gerekir. İlk emirde (İkra’da/Oku’da), böyle b

KİRA

Mülkü (sahipliği), başkasında olan bir gayrimenkulün kullanımının belli bir süreliğine bir başkasına ücretle verilmesi. Îcar. Sözü dolandırmadan konuya gireyim. Bu mülk (yer-gök, hava-su, bedenlerimiz vs.) ), kimin? İnananlar, Allah’ın; inanmayanlar, “kimsenin” ya da “bizim = kim sahipse onun” diyeceklerdir; ‘kim sahipse onun’ cevabını inananlar da verebilir. Mülkün sahibi yoksa, o mülk târumâr edilir; varsa, sahibine kira verilir; sahibi bizsek, biz o mülkü, çalışarak elde ederiz... Yeri-göğü, havayı-suyu, bedenlerimizi vb. çalışarak mı elde ediyoruz?!. Pekiî, bunların kirasını veriyor muyuz?!. Mülkün Sahibinin kiraya ihtiyacı yok ki!!. Elbette yok. Ama bizim O’nun Mülkünde “bedavadan oturma ya da o mülkü gasp etme” hakkımız var mı? Yok. Öyle ise bişekilde! o mülkün “kirasını” vermeliyiz. Mülkün Sahibi, “kirayı” para olarak değil de kulluk olarak istiyor. “Kulluk yapın = Benim dediğime göre yaşayın, sizden “kirayı almış, Bana olan borcunuzu ödenmiş” kabul ederim.” diyor. Kulluk, O’nun

ANLAM/A ve DİL

Anlam, derinde ama kuyu değil; derûnda, deryâ-denizde olan; dil, o anlamı “o deryâdan/derinlikten” çekip-çıkaran ve insanların istifadesine sunan toplumsal araç/bakraçtır. Her toplumun dili (= aracı-bakracı), anlama/ya olan gereksinimi oranında zengin ya da fakirdir. Türk Dili = Türkçe, Türklerin Dilidir, bu dil, Orta Asya’da şekillenmiştir, ilk Türk yazıtlarından kabul edilen Kutadgu Bilig’deki yaklaşık 3000 kelime-kavramın dağılımı büyük oranda Arapça-Farsça (400 Arapça, 130 Farsça), birazı Uygurca (Kutadgu Bilig yazıldığında M.1069/H.462, Uygurlar Budist’tir.), birazı Çince, Sanskritçe ve Soğdca'dan oluşur ve bunların toplamı 100’ü geçmezmiş. (Kaynak : Nuerjiamalı Maımaıtıaılı. Kutadgu Bilig’in Söz Varlığı. Yüksek Lisans Tezi, İstanbul YTÜ, 2013.) Türk Dilinde anlama/ya ulaşmak “uyanmak” sözcüğü ile karşılanır. Uyanmak sözcüğü zamanla ses değişikliğine uğramıştır; aslı od-unmak, od, ateştir; odunmak, kişinin “içinde ateş yakması” demektir. Odun, kendini bilmeden, anlamadan yanma