TEAHHÜD

Teahhüd, ahit kökünden söz vererek üzerine “yük” alma; müteahhit, yük/teahhüd alan. Söz verme = yük alma varsa; söz veren ve verilen, yük alan ve veren olur ve bu söz ve yük, bir sözleşmeye (mîsaka) bağlanır.

Sözleşme (mîsak) ile ahitleşme aynıdır.

Misak, VSK’dan işi vesîkaya bağlamak.

Urvet-ül Vüskâ, sağlam kulp diye çevrilir, aslında sağlam belge, kesin kanıt, karşılıklı anlaşma demektir; vesæk da bağdır.

Misak/sözleşme, tarafları bağlar.

Misak ile, ahit ile taraflar karşılıklı teahhüd (taahhüt) altına girerler.

Herkes söz verdi, Yaratıcısı = Rabbi ile bir anlaşma yaptı. (7/Araf, 172.)

İnsanoğlu bu sözü/sözleşmeyi/ahdi unutur diye, Rabb, “hatırlatıcı Elçiler” gönderdi.

O Elçilerden de söz aldı. (33/Ahzab, 7.)

Taahhüdünü (ahdini, sözünü) yerine getiren “hak edişini” alacak; getirmeyene ceza var!.

...

Hadi ilk verdiğimiz sözü hatırlamadık, “hatırlatıcılara” (Elçilere) da mı kulak asmadık!. (39/Zümer, 71.)

Aklımızı da mı işlet(e)medik!.

Elçileri dinlemiş (işitmiş) ya da aklımızı kullanmış (işletmiş) olsaydık, işler çook daha başka türlü olurdu. (67/Mülk, 10.)

Sözleşmeye uymuş ya da uygun yaşamış olsaydık... verdiğimiz taahhüdü yerine getirmiş olsaydık... yani Sadece Rabbimize kulluk etseydik. O’nun emir ve yasaklarına (dinine/düzenine) uysaydık, dünyada da âhirette de “rahat ederdik”!.

Taahhütlerini yerine getirenler, dünyada da rahat ediyorlar mı?

İlk Müslümanlar verdikleri sözü tutunca hemen rahat mı etmişlerdi?!.

Yoo, aksine çook sıkıntı çekmişlerdi. Öyleyse bu nasıl iş?!. Hem taahhütlerini yerine getireceksin, hem rahat edemeyeceksin, hak edişini alamayacaksın!.

Samimiyetin test edilecek!.

“Muhatabına”! gerçekten inanıyor musun = güveniyor musun, güvenmiyor musun!.

Ara ara “Sözleşmenin Maddelerini = Allah'ın Sözlerini, Kur'ân’ı” okuduğumuzda “sadakallah’ul azim = Allah doğru söylüyor = Sözünde duruyor” diyoruz ya!, bakalım biz duruyor muyuz, test yapılıyor.

...

Rabbimiz Muhatabımız Allah bize her ân her zaman hak edişimizi ödüyor, sağlık-sıhhat, âfiyet, bunca nimet (hava, su, ekmek vs.), can veriyor, ki kulum sözleşmeye uysun, sözünü yerine getirebilsin...

Ama biz (sen, ben) O/ondan çook daha fazlasını istiyoruz; hak edişimiz “peşin, şimdi ve burada” verilsin diyoruz; âdeta O’na inanmıyor = güvenmiyoruz!. O diyor ki : Senin (sizin) için öte, buradan çook daha hayırlı = ve lel âhiret’ü hayrun leke minel ûlâ (93/Duha, 4.) ama biz “yooo ne olur ne olmaz, Sen bize yine de peşin ver, burada ver!.” diyoruz.

“Hayır!, siz çabuk geçeni (âcil olanı, dünyayı) seviyor (ona bağlanıyor); âhireti (geçmeyecek/bitmeyecek olanı) umursamıyorsunuz!. = kellâ bel tühıbbûn’el âcileh, ve tezerûne’l âhireh. 75/Kıyame, 20-21.)

...

Bu iman mı sizce!.

Bu Allah’a güven mi!.

Kendimizi kandırmayalım.

Böyle/bu şekilde davrandıktan sonra günde bin kere “sadakallah’ul azîm ya da Allah” desek ne çıkar?!.

Özür (af) dileyerek söylüyorum. “sakız çiğnemiş oluruz”, sözümüz ağzımızın içinde sakız olur, o sözler aklımıza ve kalbimize inmez ve bizde herhangi bir davranış (tutum/tavır) değişikliğine dönüşmez.

Amel yoksa, taahhüdü yerine getirmek yoksa “din adına lak-lak” da böyle bişey olsa gerek. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET