Kayıtlar

Ekim, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GERİLİM

Gerilim : Germe ya da gerilmeden isim. Germe ve gerilme, bir şeyi uçlarından farklı yönlere çekerek esnetme, genişletmedir. Fizikteki gerilmeyi ben, dine, din diline, dindeki anlayışlara (= yorumlara) taşımak istiyorum; bir de toplumsal gerilme var ama bu, bu yazının konusu değil, bilelim ki onun da temelinde dinî ya da ideolojik gerilmeler var. Her dil olduğu gibi din dili de gerilmeye müsaittir; dindeki farklı yorumlar (hermenötik ve mezhepler) buradan türer; “evrensel dinlerde” bu son derece normaldir. Çünkü “inen dini” “günün dinine” transfer etmek ancak bu şekilde mümkün olur. Ama, bu esnetmeyi yaparken “malzemeyi yırtmamak”! da gerekir. Dinî alanda yaşadığımız gerilimlere böyle bakarsak ve dinî yorumları “Değişmeyen Metin’e = Mushaf’a” göre ayarlarsak, sorun kalmaz. Bunun için “Değişmeyen Metin’in = Mushaf’ın” “ana ilkelerini = temel direklerini” iyi bilmek gerekir. Nedir onlar?!. Tevhîd = Ulûhiyet, Nübüvvet ve Meâd. Yâni Otoritenin Birliği, O Otoritenin bizimle ilişki biçimi ve

ORGANİK, MEKANİK ve ELEKTRONİK

Bu yazıda bu üç  kavramı merkeze alarak son yüzyılda yaşadığımız ekonomik, sosyal (toplumsal) ve siyasal değişimin kısacık bir izini süreceğim. Bu kavramlara dinamizm katan şey paradır.  Paranın olmadığı dünyada her şey organikti/r.  Organikten mekaniğe geçiş, para (burjuvazi) ile olmuş, oluşmuştur. Sizleri bilimsel (akademik) kavramlara boğmadan, pratik hayattan örneklerle köy ve şehir hayatını karşılaştıracağım. Köy, toprağa, vahşî doğaya bağlı (mahkûm) hayatın; şehir ise makinaya bağlı (mahkûm) medenî hayatın (medeniyetin) mekânsal adıdır. Köy, karyedir, taşradır; şehir, medînedir, ‘medeniyettir’; ‘kültür’ şehirde (medînede) doğar ve oradan yayılır. ‘Köylülük’, düne kadar medeniyet görmemişlikti. ‘Köylü milletin efendisidir.’ sözü, köylüleri şehirli yapmak, onlara medeniyet öğretmek için söylenmiş idi. Bu proje, ancak 1940’larda uygulamaya konabildi. Bu projenin daha önceki inkılaplarla bağı/bağlantısı kurulamazsa mesele anlaşılmaz. Proje ile köye “bilim” girdi, “teknik” girdi, batı

TUTKU

Aşırı istek sonucu insanı ele geçiren ama insanın onu ele geçiremediği duygu ya da duygulanım durumudur tutku. Bu duygu, kötü bir şeye musallat olursa, insan kötü; iyi bir şeye musallat olursa da insan iyi olur. Kötü duygular da = kötü duygulanımlar da = şeytan da; iyi duygular da = iyi duygulanımlar da = melekler de insanın içindedir. İnsan tutkuya kapılınca akıl devreden çıkar. Kötü duyguya kapılanlarda öfke, nefret, şehvet gibi nefsanî hazlar = arzular; iyi duyguya kapılanlarda da sevgi, merhamet ve adâlet gibi (ilâhî) hasletler ön plana çıkar. ‘Normal insanlar’ bir işe = bir şeye (bir kişiye ve de Tanrı’ya) tutku ile bağlanamazlar; tutku, “anormal insanların”! işidir. Normalliğin olduğu gibi, anormalliğin de iyisi ve kötüsü olur; sadece tutkuya kapılan insanlar, normal = sıradan insanlara göre “anormal = sıra dışı bir hayat”! yaşarlar. Aşk da tutku = tutulma ile başlar; mâşukta (âşık olunanda) kaybolma (mâşukla bir olma!) ile de ebedîleşir. ‘Tanrı aşkı’nın kaybı yoktur. “Tanrı’ya â

FARKINDALIK

O’na muhtaç olduğumuzun gerçekten farkında mıyız?!. Farkında olmama hâli, gınâ = istignâ = sahte zenginlik!, kendi kendine yeterlik, kendini beğenmişlik. Farkında olma hâli ise acizlik, kendi kendine yetersizlik ve kulluk. ... O, Rahmân ve Rahîm, bizi hep koruyup gözetiyor. Rahat edelim diye sırasıyla gündüzü ve geceyi sevk ediyor. “yükevvir-ul leyle ale-n nehâri ve yükevvir-un nehâra ale-l leyl, ve sehhara’ş şemse ve-l kamer. (39/5.) Yiyelim içelim diye gökle yere emrediyor. Gökten yağmur, yerden ma’mül gönderiyor. Çoğumuz bunu bilmiyor, bilenimiz de bunları yapan, Doğa diyor. Kulluk (= farkındalık) yoksa aslında “Allah”! diyenle Doğa diyen aynı şeyi söylüyor, sadece farklı harfler kullanıyor. Farkındalık, kullukta/kullukla kendini gösteriyor; gerçekten bilenler, O’na hem itaat ediyor hem de şükrediyor. 35/Fatır, 28, “innemâ yehşellahe min ibâdihil ulemâ.” Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar (O’na en çok saygısı olanlar, haşyet duyanlar), ulemâdır (âlimler = bilenlerdir) diyor. 

TANRI FİKRİ!

Tanrı Fikri ya da Tasavvuru. Nasıl bir Tanrı’ya inanıyoruz?!. Bu konuda iki kitap önerebilirim : Karen Armstrong’un Tanrı’nın Tarihi ve Etienne Gilson’un Tanrı ve Felsefe’si. Burada yazacağım görüşler büyük ölçüde oralardan esinli. İlk insanın Tanrı’sı “tek, mükemmel ve kemâl (= tam)”! idi; ilkel insanın Tanrı’sı ise çok, formel (= bir şekli olan) ve muhtemel! bir Tanrı’dır. Mükemmel Tanrı fikri = algısı bozulunca, Tanrı Elçileriyle “düzeltici vahiyler = bilgiler = Kitâblar” gönderiyor. Tarihte “bilinen ilk düzeltici vahiy” İbrâhim (a.s.)’a geliyor; O, Tevhîd’in babasıdır.  İbrâhim (a.s.)’dan sonra Kitâb’ta en çok ismi geçen Elçi, Mûsâ (a.s.)’dır. Mûsâ (a.s.), “bozuk Tanrı fikrini” düzelten ve İsrailoğullarına gönderilen bir Elçidir ama İsrailoğulları O Tanrı’yı “mülkiyetlerine geçirmiş”!, sahiplenmişlerdir. İsrailoğullarının Tanrı’sı Yahve = Yahova’dır. Yahve = Yahova, 1) Yâ Hû/ve, ya da, 2) Yaşayan O = Ölümsüz O, anlamına gelir. İsrailoğulları dışındaki ‘milletlerin’ ya Tanrı’sı yokt

KARŞILAŞMALAR

Dün, karşılaşma imkân ve vasıtaları çok fazla değildi ama yine de belli karşılaşmalar oluyordu; bugün, imkânlar gelişti, çok sık karşılaşıyoruz ama bitürlü “tanış(a)mıyoruz.”!. Bireyler karşılaşınca fikirler de karşılaşır; hele de yazı, tabiî okuyanlar için, fikirlerin karşılaşmasında önemli bir aşamaya işaret edilir. Çook eskilere gitmiyorum; batının “orta çağ” dediği dönemde (tüm konumlamalar, tanımlamalar batıya aittir ve batı, merkeze kendini koyar.), dinler ve bilimler de karşılaşmış; bilimler dinden; “dinler”! bilimlerden etkilenmiştir. Kiliseden etkilenme olmasaydı Rönesans; daha geride İslâm dünyası Yunan biliminden (felsefesinden) etkilemeseydi İslâm Felsefesi (Kelâm) doğmaz/oluşmazdı; İslâm dünyasındaki Yeni-Eflâtunculuk, batıdaki Yeni-Thomascılık (Hırıstiyan Felsefesi) bu karşılaşmaların sonucunda oluşmuştur. Bu karşılaşmayı yazıda/yazıyla önce, Din ve Bilim ya da Din ve Felsefe; sonra Din Felsefesi (İslâm, Hırıstiyan, Yahudi, Zen, Budist Felsefe/si vb.) şeklinde ifâde edebi

MAĞARA ARKADAŞLIĞI

Zihnim bir kaç gündür “arkadaşlığa” takıldı-kaldı. Bizdeki arkadaşlıklar, okul, asker, iş arkadaşlıklarıdır; emekli olunca bu, kahve-klüp arkadaşlığına dönüşüyor. Tanıdık, arkadaş ve dost... Bizim arkadaşlıklarımız aslında tanıdıklık = tanışıklık. Okul, askerlik ve iş, mecburî; oralarda bu insanlarla karşılaşarak tanışıyoruz, kafa yapılarımız uyarsa arkadaş oluyoruz. Emeklilikteki oyun arkadaşlığı ise “sıkıntı” kaynaklı!. Arkadaşlık üzerine düşünürken, iyi ve kalıcı arkadaşlık olmadan = kurulmadan dostluğun oluşmayacağına kanaat getirdim. Pekiî iyi ve kalıcı arkadaşlık nasıl olur, nasıl kurulur diye düşündüğümde de imdadıma mağara arkadaşları (= Ashab-ı Kehf) yetişti. Ashab, arkadaş; kehf, mağara. Mağaranın bendeki çağrışımı Platon, Hira ve Sevr’dir; Kehf’in mağara olduğu nedense aklıma gelmez/di ama şimdi geldiği iyi oldu. Platon’un mağarasını hariç tutarsam, iyi ve kalıcı arkadaşlıkların oluşumu için onun bişekilde mağara ile ilişkisini kurarım.  Hira, iyi arkadaş olmanın = iyi ashab

BULUT

Bulut : Meteorolojik açıdan, gökyüzünde yoğunlaşma sonucu oluşan su buharı; teknolojik olarak, veri depolamak için kullanılan yazılım. Bu yazı, her iki anlama da dokunacak ama isabet edip-etmediği kesin değil.  Gökyüzündeki bulutlar yağmur taşır, o bulutlar o yağmurların nereye düşeceğini bilmezler, Rableri onlara : “şu toprağa = şuraya!” dediğinde yüklerini bırakırlar. Bu yazılar da buluta yüklenmiş yağmurlara benzetilebilir. Bu yazıların hangi toprağa (= kime, âdemoğlu da toprak/tan) “rahmet” ve hangi toprağa “zahmet” olacağını yazan bilmiyor, bilemez; sadece onları bir bulut yazılımına yükler ve salıverir. Blog istatistikleri tüm dünyadan bloga girenleri gösteriyor (Senegal’den bile iki kişi blogu takip ediyor, toplam takipçi 5112; ilk sıra Türkiye; ikinci sıra Rusya) ama ne kadar okunuyorlar, nasıl etkileniliyor, okuyanların toprağında ne bitecek, bunu bilmek mümkün değil ama toprağa yağan fazla yağmurun zarar verdiğini bilmek mümkün.  Yağmur kararında yağarsa rahmet; fazla yağarsa

KİŞİLİK

Kişilik, psikolojinin en temel konusu; çoğu zaman kendilik ve kimlikle karıştırılır. Nedir kişilik ve nasıl oluşur?!. Bu konu, sayfalarca yazıyı hak eder ama ben bir kaç paragraf karalayacağım. Kişiyi kendi yapan ve ona karakter veren tüm özellikleridir kişilik. Nasıl oluşur? Anne karnında başlar kişilik oluşumu. Annenin beslenmesi, aile ortamı (huzur-huzursuzluk, yetimlik-öksüzlük), beslenme, çevre (coğrafya, iklim), eğitim, yaşanılan ve karşılaşılan her durum (ölümler, savaşlar vb.), kabuller, retler, gelir düzeyi, sevgiler, nefretler, inanç ve inançsızlık, ... kişiliğin oluşumunda etkilidir ama asıl kişiliği belirleyen kişinin tercihleridir.  Böyle bakarsak, herkes ayrı ve özel bir kişiliktir, biriciktir ama herkes kendini (kendi kişiliğini) “beğenmez, beğenmeyebilir”!; hiç tahmin etmediği biri, o kişiyi değiştirebilir. Kimseyi (hiçbir kişiliği) değersiz görmemeliyiz; “kötü gördüğümüz”! bir kişiden bile öğreneceklerimiz olabilir. Kimseden umut kesmemeliyiz; kimseyi de “küçük” görmem

TARİH

Tarih, bugünün geçmişe doğru izini sürmek, oradan buraya nasıl gelindiğini bilmektir. Her şeyin tarihi olur; tarihe “bütüncül, felsefî ve ilişkisel” yaklaşmazsak, “olup-biteni” anlayamayız. Bu yazı, bilim (bilimin = bilmenin) tarihine kısacık bir bakış atacak. Bilme, bilenler ve bilinenlerin etkileşimidir; bu iş sistematikleşince bilim olur. Bilim, olayları ve şeyleri (= hayatı) anlamaya ve açıklamaya yarar. Bu anlama ve açıklama, “bir hedefe = amaca” yönelik olmazsa, dağınık olur, her kafadan bir ses çıkar ve bu sesler kakofoniye döner. Bilimde ‘hakikat iddiası’ abestir; bilim, ‘ben hakikati buldum’ derse, artık bilim yapmanın anlamı = ma’nası kalmaz; en azından pozitivist bilim anlayışına (Descartes’e) kadar bu böyleydi; Descartes’la bilim modernleşti, kartezyen bir yapıya kavuştu; bunu da, çok daha geriden Aristo mantığı besledi; kesin doğru-kesin yanlış, siyah-beyaz ikili mantığı... (şimdilerde bu mantık, bulanıklaştı = fuzzy mantık.) Bu pozitivist bilim, siyasal ve toplumsal aland

FİİLLER

Fiil : İş ve oluş bildiren eylem. Amel. Hareket. Fiillerin kipleri ve çeşitleri olur. Kip, fiilin zamandaki hâlini/durumunu; çeşit, yapıdaki durumunu gösterir. Geldi, geliyor; buluştu, buluşacaklar, gibi. Buluşma fiili, müşâreket, ortaklık bildiren bir fiildir, en az iki kişi buluşur; etkenlik-edilgenlik de fiillerin çeşididir, türüdür; her eylem, zamanda ve zamanla yapılır. Bir sürü (neredeyse sonsuz) fiil vardır. Fiiller tek başına iş yapmaz, fâile = iş yapan = özneye ihtiyaç duyarlar. Fiiller, yapana nispet edildiğinde de bir çok çeşide ayrılırlar : Gözün fiilleri (görmek = bakmak). Kulağın fiilleri (işitmek = duymak). Elin, ayağın, aklın, kalbin fiilleri... (tutmak, yürümek, bilmek, düşünmek, inanmak, güvenmek...) Fiillerin arkasında bir “karar” bulunur; bu karar, ya bilgiye ya inanca dayanır ya da bilgi ve inanca dayanmadan “otomatik” yapılır; hayvanların ve robotların yaptığı fiiller otomatiktir. Bazı fiiller de geçişlidir, karşı tarafa geçerler; bazıları da dönüşlüdür, yapana ge

İNÂBE/T

İnâbe/t : Enâbe, yenîbu, inâbetün = inâbe/t.  39/Zümer, 54 : “Azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün (ve enîbû ilâ Rabbiküm) ve Ona teslim olun (eslimû leHû), sonra yardım göremezsiniz.” der. 39/55 : yine “Azap size ansızın gelip çatmadan önce Rabbinizin indirdiği en güzel mesaja = öğretiye (= vahye) uyun (vettebiû)”, der. Sonra, “Allah’ı “umursamadığımdan”!, Hakk’ı = hakikati küçümsediğimden (= Allah’a karşı yaptığım saygısızlıktan = alâ mâ ferradtü fî cenbillahi) dolayı yazıklar olsun bana!.” (39/56.) “Allah beni de doğru yola iletseydi, ben de muttaqîlerden olurdum.” (39/57.) “O azabı görünce, bir daha geri dönme imkânı olsaydı, kesinlikle iyi biri olurdum, demeyesiniz!.” (39/58.) ama bunu diyeceksiniz!. “O (Allah) da : Hayır!, iş işten geçti; size âyetlerim gelmişti; siz onları yalanlamış ve büyüklük taslamıştınız ve kâfirlerden olmuştunuz.” diyecek. (39/59.) ... Bizde ruhbanlık yok; inâbe almaya gerek yok, inâbe illâki bir şeyhle olacak diye de bir kural yok. (İnâbe alma : Bir t

METÂ'

Metâ’ : Alım-satımı yapılan (ticarete konu olan) ve kısa süreli ya da geçici fayda sağlayan mal, eşya, emtia. Eğlence, eğlenme. Dünyaya = dünya hayatına da metâ’ denir. Bu kelime Kitâb’ta 70 kez geçer. Fiil hâli : mettea’, temettea’, istemtea’ yaşatmak, geçindirmek, fayda sağlamak, vermek, yararlandırmak; isim hâli : geçim, eğlence, zevk ve eşya = emtia. Hadîd, 20 son cümle, “... vemel hayat-üd dünya illâ metâ’ul gurûr.” diye biter. Âyetin başı da dünya hayatını anlatır ve bu hayatı beş şeye benzetir : “Oyun (laib). Eğlence (lehv). Süs (zîynet). Övünme (tefâhur). Malda ve Evlatta Yarış (Tekâsür : çokluk yarışı). Bunu da yağmur yağınca bitkilerin = ekinlerin yeşermesine ve çiftçilerin sevinmesine, sonra o bitkilerin kuruyup çer-çöp olmasına benzetir. Âhiret için ektiğiniz bitkide = ekinde ise böyle bişey olmaz = olmayacak; orada şiddetli azap da Rabbimizden mağfiret de Rıdvân = Rızâ da vardır.” der. Geçimin = geçimliğin azı da çoğu da tehlikelidir, kararında geçimlik iyidir. Fazlanın ve

KURTARICI!...

Kurtarıcı! : Godot ya da Mehdî. Batıda da doğuda da herkes bir kurtarıcı bekliyor ama o kurtarıcı bitürlü gelmiyor. Gelmeyecek de. Ne yapılacak?!. Gelen “kurtarıcıların” (Peygamberlerin) izi takip edilecek. Bu iz, bugün kaybedilmek isteniyor. Bu izin kaybolmasını önlemek için bir arkeolog titizliği ile sabırla çalışmak gerekiyor. Zor zamanlarda insanlık (= her millet, her kavim) hep bir kurtarıcı beklemiştir ama beklenen kurtarıcı onların beklediği zamanda ve yerde/n gelmemiştir. O Kurtarıcı son defa Mekke’den gelmiş/çıkmıştır; Ondan sonra da bir kurtarıcı (Mehdî ya da Godot) gelmeyecektir. Gelecek “yeni kurtarıcı”!, O Kurtarıcı’yı takip edenler arasından çıkacak, (neredeyse!) Onun gibi yaşayacaktır.  Ondan yaklaşık 1500 yıl önce, Mûsâ ve kardeşi Hârun da birer kurtarıcıydı/lar. Mûsâ’yı Rabbi terbiye etti = yetiştirdi; Onu sarayda büyüttü, Hz. Şuayb’in eline teslim etti ve Tûr’da da Ona görev tevdî etti, kardeşi Hârun’u da Ona vezir etti... "Git Firavun’a da şu insanları kurtar!.&

EMİRLER

Emri, “otorite” verir; emirler, yap, yapma, git, gitme, ye, yeme, ... şeklinde olumlu-olumsuz verilebilir. Otorite, ilâhî de insanî de olur. İlâhî otoritenin emirleri din; insanî otoritenin emirleri de devlettir. Ben, bu yazıda dinin emirlerine ‘kuş bakışı’ bir bakış atacağım. Dinin bazı muhkem = kesin emirleri farz-ı ayndır; bazı emirleri de farz-ı kifâyedir. Farz-ı aynlar, herkese emir; farz-ı kifâyeler bir kısım insanlara emirdir. Namaz kıl!, zekât ver!, oruç tut!, yalan söyleme!, ... gibi emirler farz-ı ayndır; asânı at! (20/18), Firavun’a git! (20/24), ... gibi emirler de farz-ı kifâyedir. Pekiî farz-ı kifâye emirlerin bugünkü karşılığı nedir; onlar, o gün verilmiştir ve bitmiştir! diyebilir miyiz?!. Aslâ. Bugün, asânın ve Firavun’un karşılığını bulmalı ve bazılarımız da bu emirleri yerine getirmelidir!. Kim?!. Kimse getirmezse herkes. Farz-ı kifâye emirlerin yapılmasından ve yapılmamasından herkes sorumludur; cenaze namazını kimse kılmazsa herkes vebal alır, üç kişi kılarsa herke

KAZANÇ

Kazanç : Çalışmanın sonucunda elde edilen pozitif (+/artı) değer, kâr.  Kazancın (kârın) elde edilmesi için belli masraflar yapılır, emek/ler verilir ve belli riskler alınır. Risk yükseldikçe kâr düşer, zarar edilebilir. Risk, piyasada güvenin bulunmaması, ticaretin belirlenmiş kurallara göre yapılamamasıdır. Bu, işin ekonomik kısmı. Bunu düşünceye tahvil ettiğimizde, düşüncenin kazancı nasıl olur?!. Her kazancın arkasında bir düşünce varsa, bu kazanç da o düşüncenin yaygınlaşması ve ekonomiye, siyasete = hayata yansımasıyla gerçekleşirse, o zaman bu düşüncenin kazancı nasıl olur? Bunun da belli bir sürede (kısa, orta ve uzun vadede) gerçekleşmesi beklenmez mi? Bu süre (vade), zaman algımızla bağlantılıdır. Peşinciler, kazancı hemen (= çok kısa vadede) almak isterler; uzun vadedeki riskleri göze alamazlar. Uzun vadeli yatırımı göze alanlar, ısrarla beklerler ve bütün riskleri göze alırlar; çook uzun vadeli kazançlarda, çok büyük risklerin olduğunu düşünürsek; bu iş hiç de kolay değildi

ÇELİŞKİ

Çelişki : Zıt. Aykırı. Mugāyır. Tenâkuz. Muhalif... Dilde zıt anlamlı sözcükler, birbirine ne kadar zıt?!.  Çift ile zıtı karıştırıyor muyuz? Kadın-erkek, gece-gündüz, birbirine zıt değil. Kadın-erkek, insanın “iki yarısı”!; gece-gündüz, günün “iki yarısı”!. Pekiî helâl-haram, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, zıt mı; zıtsa ne kadar zıt? Zıt ne? Zıt, bizleri denemek için oluşturulmuş, bu dünyaya (yaratılmış dünyaya) ait bir kavram. Tanrı’nın (ortağı/şerîki de) zıddı (da) yok. Tanrı, hem bu dünyada, hem bu dünyadan aşkın = münezzeh. Bu dünyada olması/bulunması!, zıtlıktan münezzeh (= Samed) olmasıyla = bu dünyaya, bizim bilebileceğimiz başka bir dünyaya da ait olmamasıyla mümkün. O, biyerde bulunmaktan (= yer kaplamaktan = cisim olmaktan) münezzehtir. ... Kimi, Tanrı’nın zıddını şeytan olarak görür; şeytan, Tanrı’nın zıddı değildir. Pekiî şeytan kimdir, zıddı nedir?!. Şeytanın zıddı, olsa olsa melektir; çünkü şeytan ve melek, yaratılmış dünyaya ait varlıklardır. Melek, Rabbine itaat

YAZILARIN DÜZEYİ

Hocam, ‘o kadar sık/seri yazıyorsun ki, bu yazıları kim okuyor, kim anlıyor?’, diyerek iki ayrı soru, bir tek soruymuş gibi soruluyor. Okuyan herkesin anlaması iyi de, on kişi (hatta bir kişi bile) anlasa, bu da iyi; o bir ya da on kişi, umarım yarın başka bir ya da on kişiye ulaşır. Düzey “biraz yüksek” olabilir, bu yazılar da zaten “düzeyi yükseltmek” için yazılıyor. Açıkçası, herkesin anlamasını da beklemiyorum; anla(ya)mayanlar, niye anlayamadıklarını fark ederler ve “açığı” kapatmaya gayret ederlerse, bunun da bir kazanım olacağını düşünüyorum.

DİN ve DEVLET

Ben bu iki kavrama bilindik anlamından farklı bir yerden (noktadan) bakacağım. Din, düzendir (yasa, hukuk, şeriat, kuraldır.) Devlet, bu düzeni işleten kurumdur. Din de devlet de birer kurumdur; din devletin görünmez kurumu; devlet dinin görünen (teşkilatlı) kurumudur. Din, ilâhî de seküler de olabilir; böyle olunca, devlet de ona göre şekillenir. Din devleti (teokrasi); seküler (laik) devlet (demokrasi) gibi... ‘Devletin dini olmaz.’ sözü, son tahlilde, o devlette yaşayanların (o devlette yönetenlerin ve yönetilenlerin) dini olmaz sözüne varır; ki, bu saçma bir sözdür; laiklik de seküler bir dindir; önemli olan, dinlerin iktidar anlayışları, yönetim tarzlarıdır. Din vardır, başka dinlere saygısı ve hoş görüşü yoktur; din vardır, kendine güveni tamdır, başka dinlerden korkmaz, uygulamaları ile onlara örnek olur = meydan okur , onların gönüllerini kazanır = iknâ eder... Her devlet, bir din devletidir; her devleti ya “ilâhlar” ya da “o ilâhlara kul olanlar” yönetir. İlâhlar çok olur ve ç

DİL/İN EVRENİ

Evrende bir çook dünya olduğu gibi, dilin evreninde de bir çok dil vardır : Arapça, Türkçe, Farsça, Almanca, İngilizce, Rusça... Alfabeler ve kelimeler dillerin taşıyıcı malzemeleridir, anlamı taşırlar; anlam ise her dilde ortaktır. Farklı diller = farklı alfabeler, eşyanın, duygu ve düşüncelerin, sesler ve işaretlerle (harflerle) taşınmasıdır. Sesleri terbiye eden insanoğlu, daha sonra onları harflere hapsetmiştir. Bazı dillerde sesler harflerle (a, e, ı, i, ...); bazılarında harekelerle (üstün, esre, ötre) temsil edilir. Öğrenme olmadan öğretme olmaz; öğrenmenin de öğretmenin de merkezinde dil (= ses ve işaret sistemi) vardır. Davranış da bir dildir. Kitâb, önce sözsüz, sonra sözlü, sonra yazılı işaretlerle = âyetlerle bize gelmiştir. Sözsüz işaretler (= âyetler), Efendimize; sözlü işaretler (= âyetler) Onun ashabına; yazılı işaretler (= âyetler) de bizedir. Biz, yazılı işaretlerden (= âyetlerden = Mushaf’tan) = yazıdan, sözlü işaretlere (= âyetlere) = söze; sözden de sözsüz işaretle

ÜFLEME/K

Üflemek, nefes vermektir ve canlılık = hayat belirtisidir.  Nefes alıp-veremeyen canlı, ölüdür. Bir iş yapabilmek ve konuşmak (söz söylemek, emir vermek vb.) nefes (alıp) vermekle olur. Nefes alınmadan üfleme (nefes verme) olmaz!. Ama, Rabbin üflemesi, nefes almadan gerçekleşir!. Nefes alma, muhtaçlık demektir; Rabbin hiçbir şeye (nefese de) ihtiyacı olmaz. Bizim O’nun nefesine = üflemesine ihtiyacımız vardır, O bize hâlâ nefes üflemeye devam etmektedir. Üfleme, “olmuş-bitmiş” bir iş değildir. O, her ân bir iştedir = “... külle yevmin Hüve fî şe’n...” (55/29). Kimi bunu biliyor, kimi bilmiyor veya unutuyor; “fî tarihinde” üfledi ama ben unuttum diyor. Unutanlar, o nefesi boşa veriyor = çar-çur ediyor!. Unutmayalar, onun kıymetini bilmeye gayret ediyor.  Kanunî (Avnî), nefes alıp-vermeyi sıhhat olarak görmüş; “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demişti. Oysa nefes, aynı zamanda hayattır, hayat da El-Hayy-el Qayyûm’un bize verdiği emanettir. O, yarın bize bu emaneti nasıl kulla

TOPRAK

Toprak, yer kabuğunun kuruyarak = çürüyerek toz hâline gelmiş üst yüzeyi. Bu kuruma = çürüme, çok fazla olursa, toprak çölleşir, çölleşme oluşur ve toprak verimliliğini kaybeder. İnsan topraktan yaratılmış, “sonra” da ona ruh üflenmiştir. “Benim sadık yârim kara topraktır.” Âşık Veysel. İnsan, toprağın karnını yarıyor = ekiyor-biçiyor; hatta 50-100 katlı binalar, yer altından tüneller yapmak için derine, taâ derine iniyor; toprağın ciğerini/kalbini yarıyor!. İnsanoğlu toprağı çiğniyor, suratına tükürüyor, üzerine 'işiyor-sıçıyor'!. Bütün bunlara rağmen toprak, insanoğluna ekin-ekmek-aş (sebze-meyve) “vermeye”! devam ediyor. Aynı toprak, gökten inen suyu tutuyor, yutuyor ve bize bu suyu geri veriyor, içiriyor... ... “O gün kâfirler, keşke toprak olsaydım.” diyecekler. (78/Nebe, 40.) Sizce bu bir kurtuluş ve “sağlam bir gerekçe” mi?!. Toprak, yârimiz olsa, kurtulur muyuz?!. Şeytan, “benim yârim ateş” dedi, kurtuldu mu?!. “Yâri” = Rabbi, Allah olmayan, kurtulur mu?!.

OTORİTER OKUMA

Bir metin, yazarı tarafından 'kesin yargılı'! yazılabilir; yazarın kişiliği otoriter olabilir ve yazdıklarına da bunu yansıtabilir; bu tür yazılara da rahatlıkla ‘ideolojik yazılar’ denebilir; böyle yazılarda okuyucuya neredeyse hiç “seçme hakkı” tanınmaz. Kitapların biçoğu böyle yazılır. Roman ve hikâyelerde bile, arka planda belli bir ideoloji enjekte edilir. Bunu, sadece “okumayı bilenler = okuma-yazma bilenler”! fark edebilir. Okuma işi, çook dikkatli, çook uyanık yapılması gereken bir iştir. Dikkatli ve uyanık olmayanlar, yazarın yönlendirmelerine açık hâle gelirler. Ben buna da “otoriter okuma” diyorum. Bu okuma, otoritenin = authorun = yazarın verdiği gizli ya da açık komutlara “baş üstüne” diyen bir okumadır. İyi bir yazar = insan iradesine saygılı, vicdanlı bir yazar = author, elbette kendi düşüncelerini yazar ama o düşüncenin alternatiflerini sıralar ve tercihi okura bırakır. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum, sözü Kur'ân okumaya = kıraata getirmek istiyoru

VARLIĞIN ONTOLOJİK BÜTÜNLÜĞÜ!...

Varlığın Ontolojik Bütünlüğü, kesinlikle onun Tanrı ile birliği = Vahdet-i Vücud anlamında değildir; buna/bu fikre, Tanrı dahil değildir.  Böyle bişey (Varlığın Ontolojik Bütünlüğü) kabul edilebilirse!, ayrı ayrı görülen her varlık (: melekler, şeytanlar, cinler, insanlar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar; hatta kavramlar!) “bir ve bütün” kabul edilebilir. Secde kavramı da. Bildiğimiz kadarıyla ilk secdeyi melekler yapmıştı, o secdeden de iblis kaçınmıştı; kavramları da kendi aralarında bir bütün görürsek!, meleklerin o secdesiyle bizim secdemiz arasında da “bir bütünlük” görülmeli. Cinlerin de bir kısmı secde etmiş, bir kısmı da reddetmişti. (= cinlerin ve insanların Müslüman olanları da olmayanları da vardır; bitkilerin, ağaçların ve hayvanların hepsi secde eder = hepsi müslimdir ama herkesin = her varlığın secdesi = müslimliği kendine göre ve kendi çapındadır.) Böyle bakarsak, secdeyi daimî kılan insanlar, “melek gibi” olurlar, meleklere benzerler; çünkü melekler her emre secde ederler

HİZB

“... küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn.” (30/Rum, 32.) Hizipleşme, insanların bir fikir = bir düşünce etrafında buluşması ve o düşünceyi “savunmasıdır.” Buradan bakınca hizipleşme kaçınılmazdır; önemli olan, o düşünceyi “mutlaklaştırmamak”, âyette belirtildiği gibi o düşünce ile “övünmemektir.”!. Düşünceler zamanla “eskir”; eskimeyen “düşünce”! Vahiy’dir. Vahiy, iyi ve iyi niyetle yorumlanırsa, (insanî) düşüncelere (yorumlara) “ruh = canlılık = dinamizm” katar; ama!, ben vahiyden “sadece bunu” anlıyorum ve onda da ısrar ediyorum denirse, hizipleşme (= hizipçilik) kaçınılmaz olur. Yukardaki âyet bu tür hizipleri (= hizipçiliği = hizipçileri) muhatap alır, “her hizip/çi kendi yanındaki ile övünür = sevinir.” der. Buradan (böyle bir hâlden) taassup doğar; taassup da düşmanlık doğurur. Ama hizip sahipleri, bizim (benim) görüşüm/üz/den (duruşum/uz/dan) daha iyi görüş (duruş) olabilir der/ler/se, tekâmül = kemâl anlamında gelişir/ler. Eskiden (aslında şimdi de) Araplarda (Müslümanlarda) kab

DÜŞÜNCENİN KÖKENİ

Bence, düşüncenin kökeni ilhamdır. İlham, şeytanî de rahmânî de olabilir = Kötü düşünce şeytanî; iyi düşünce rahmânîdir. (Şeytan da ilham verir. “fe elhemahâ fucûrahâ ve taqvâhâ.” 91/Şems, 8. Hatta, 6/En’am, 121, “... inne’ş şeytâne leyûhûne ilâ evliyâihim...” = şeytan, dostlarına vahyeder; der.) Düşüncenin oluşması için, kişiye önce bir ilham (vahy!) gelir, sonra bu ilham, hayale dönüşür, sonra bu hayal şekillenir  tasavvura dönüşür, en sonunda da bu tasavvur söze ve yazıya dökülür. Konuşmayan ve yazmayan bir kişi de düşünür; düşünür olmak için illâki konuşmak ve yazmak gerekmiyor; konuşma-yazma, daha çok paylaşmak ve toplumsallaşmak içindir. Aslında düşündüklerini yaparak konuşanlar, daha etkili konuşurlar ve daha etkili yazarlar. Not : Vahyin Rahmanî mi, şeytanî (!) mi olduğunu AKIL ve İMAN belirler. Şeytanî vahye (!) inananların aklı şeytanî; Rahmanî vahye inananların aklı rahmanî çalışır. Şeytanî akıl, İlâhî Vahyi “kötü” görürken; Rahmanî akıl, şeytanî vahyi kötü görür. Şeytanın d

OKUMA

Kitap okuma, insana “önceden öğrenme” gibi bir avantaj sağlar; kitap okumayanlar da öğrenir ama onlar “yavaş yavaş ve yaşayarak” öğrenir; önceden öğrenen, ne yapacağını bilir; “o ân öğrenen”, şaşırabilir!. Kitaplar, yazarlarının önceden öğrendikleri metinler, onların tecrübeleridir. Kitapları  okurken bu durumu göz önünde bulundurmalıyız. Kur'ân da bir Kitâb'sa, ki Kitâb'tır, O da Rabbimizin "olacakları" bize önceden haber vermesidir = Nebe'dir.  O'na göre, öncenin olmadığını bilelim; bu önce bize göredir.

İHTİLÂF

“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” Hadis-i Şerif. İhtilâf, farklılıktır, ayrılıktır, anlaşmazlıktır ama aslâ zıtlık ve düşmanlık değildir. İhtilâfın olduğu gibi halef, halife ve muhtelifin de kökü HLF. HLF, peşinden gitmek/gelmek ve yerini almak, peş peşe, art arda bulunmak demektir; halef-selef. Burada bir zıtlık ve düşmanlık yoktur, yarış vardır. Düşmanlık olsa, “karşı karşıya geliş, karşıya geçiş ya da karşılaşma = mübâneyet” olur; ayrıca her karşılaşma = mübâneyet de düşmanlık değildir; bir çok karşılaşmalar = mübâneyetler yakınlaşmaya ve birleşmeye de dönüşür/dönüşebilir. Düşmanlık, karşılıklı çatışma ile olur; ihtilâf ise, ileri geçme ve geri kalma ile. Bu duruma fikrî düzlemde baktığımızda A şahsı, B şahsından farklı düşünüyor ama A, B ile çatışmıyor deriz. A ile B’nin, ana amaca/hedefe varmada = gayede herhangi bir “farklılıkları, ayrılıkları” yok = aynı gaye için çalışıyorlar ama ona varmak için farklı düşünüyorlar demiş oluruz. Eğer aralarında amaç farlılığı olsaydı, çatışırlar,

BESLENME KAYNAKLARIMIZ

Bedenin beslenmesi de zihinlerin beslenmesi de “gıdalarla” olur; gıdaların çeşitliliği gibi fikirler/düşünceler de çeşitlidir. Tek kaynakla (ekmek ve su ile, tek bir öğretmenle vs.) beslenme mümkün olduğu gibi, çok kaynakla beslenme de mümkündür ama tek kaynaktan beslenenlerin bedenleri de düşünceleri de zayıf olur. Kur'ân, “dışardan bakınca” tek kaynak gibi görünse de, içine girince, Onun çook zengin bir kaynak olduğu anlaşılır; ayrıca Kur'ân bize, “zehirli gıdaları” da haber verir. İyi beslenenler, kötü beslendiklerini düşündükleri insanları beslemezlerse = sadece kendileri beslenirlerse, “yiyici, yığıcı ve toplayıcı” olurlar.!. Bazı iyi beslenenler de, “fildişi kulelerinden” inmeden, kulenin balkonundan insanlara “besin = nutuk atarlar, kitaplar yazarlar; çook nadiren de, canları sıkıldığında “hava almak ve piknik yapmak” için onların arasına katılırlar.

EV HÂLİ

Ev, âile demektir. Çekirdek ailede, ana-baba ve çocuklar; geniş ailede, büyükbaba = dede, büyükanne = ebe, gerekiyorsa!, yetim ya da öksüz kalmış akrabalar bulunur. Ev, çekirdek toplumdur; evin üyelerini birbirlerine bağlayanın, “kan” olduğu söylenir ama ben kanın %100 bağlacı gücünün olduğuna inanmam; aileyi bir arada tutan, sevgi, (merhamet = rahmet) ve saygıdır ama bu sevgi ve saygının dayandığı çook sağlam bir temel de olmalıdır, değil mi?!. Sevginin kendi bir temel (değer) olamaz. Rahîm olan Allah, bence, annelerimizin rahimlerine (kanlarına) rahmetinden bir cüz “katmıştır” = “meveddeten fil kurbâ”! (42/23). Sevginin din dilindeki karşılığı, hub, vüd ve muhabbettir. İnsanlar arasında muhabbeti (hubbu, meveddeti, rahmeti, merhameti) yaratan, Vedûd ve Rahîm olan Rab’dir. Rabbin bu ikrâmının görmezden gelindiği birliktelikler (aileler, cemaatler, milletler) uzun süre yaşayamaz. “Rabbiniz size, Kendisinden başkasına kul olmamanızı, anne ve babanıza iyi davranmanızı emretti. Eğer ikisi

SÖZ!.

Ahid/Ahd, Va’d/Vaî’d ve Mîsaq. Ahid/ahd, verilen söz, yemin. Ahde vefâ, sözünde durma (= sözünün arkasında durma). Va’d, verilen sözün olumlu; vaî’d, o sözün olumsuz karşılığı, sonucu. Mîsaq, karşılıklı yapılan anlaşma, sözleşme. Ahdi, insanlar birbirlerine verdiği gibi Rab insanlara = kullarına da verir; va’d, vaî’d ve misâq da karşılıklıdır. “elem ea’hed ileyküm yâ benî âdem; ellâ (en lâ) tea’budu’ş şeytân, innehû leküm adüvvün mübîn; ve eni’budûnî, hézéa sırat’un müsteqîm. = yâ benî âdem! = ey âdemoğulları!, Ben size ahd = söz vermedim mi, şeytana kulluk etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır; sadece Bana kulluk edin, işte dosdoğru yol budur. (demedim mi?!.).” (36/Yasin, 60-61.) Mîsaq da karşılıklı söz vermedir, Rable yapılan sözleşmedir; orada, O’na : ‘Rabbimiz Sen’sin’, diye söz verdik. Ahd, Kitâb’ta 46 kez; misâq, 34 kez geçer; urvet-ül vüsqâ da, Rabbe verilen (bu) söze bağlılıktır; kopmayan, bizi O’na bağlayan sağlam bağdır. Biz, verdiğimiz sözde durursak, O da “durur.”!. O, aslâ

EV, KIBLE OLUR MU?

Dışarıdaki kıble kaybolursa ya da kaybedilirse, o kıbleyi buluncaya kadar, olur. Mûsâ (a.s.)’a “evlerinizi kıble yapın” (10/87.) denildiğinde dışarıda kıble yoktu. Kıble, toplumsaldır, kamusaldır; toplumsalı/kamusalı bireyler/fertler kurarlar. Toplumu = cemaati, bir arada tutan kıbledir; kıble onları bir yöne/bir amaca yöneltir; bireysel kıblesi ile toplumsal kıblesi aynı olmayanlar, çelişki yaşarlar. Bireysel kıble, evde oluşturulur. Evin kıble yapılması : Kıblenin belirlenmesi için evin seçilmesi ve kıblenin bulunması için evin karargâh olarak kullanılmasıdır. Karargâhın ilk anlamı askerîdir ama ben burada karargâhı karar verilen, karar kılınan yer anlamında kullandım; evin, savaşın yönetildiği = idare edildiği yer olması, belki kıblenin belirlenmesinden sonradır, belki de o zaman evin yerini camii alır. “Evlerinizi kıble edinin ve salâtı ikâme edin”, denmiş. (10/87) Salâtı ikâme ederken kıblenin ev olması, eve değer verilmesidir. Kıblenin mecazî anlamı, sığınılan, yaşanılan ve mukad

MÛSÂ (a.s.)'NIN STRATEJİSİ

Kitâb’ta en çok Mûsâ (a.s.)’ın hayatına ve mücadelesine yer verilir. Mısır’daki çocukluğu, gençliği, Medyen seyahati, oradaki 8-10 yılı, dönüşte, Tûr’da Rabbi ile görüşmesinden sonra Kendine ve kardeşi Harun’a görev verilerek, “Firavun’a git!. = izheb ilâ Firavn!.” (20/24.) denilmesi... Firavun, çook güçlü ve çook otoriter bir liderdir; astığı astık, kestiği kestiktir... onun korkusundan kimse, Mûsâ'yı (ve kardeşi Harun’u) dinlememekte, Firavun’un sistemini sorgulamayı göze alamamakta ve onun zulmüne razı olmaktadır. Yunus 83, Mûsâ’ya kavminden ancak bir kaç genç = bir avuç insan = “zürriyyetün min kavmihî” inandı, der. (Zürriyet kelimesi, hem soy hem zerre = az anlamı verir; soy da zerre bir hücreden = sperm hücresinden ürer/türer.) Bu bir avuç insan da, “muhalif olmaktan ve deşifre olmaktan” korkuyorlardı. Mûsâ onlara : “EĞER İNANIYORSANIZ, O’NA DAYANMALISINIZ (= FEALEYHİ TEVEKKELÛ), MÜSLÜMANSANIZ.” diyor. (10/84.) Onlar : “Tevekkül ettik...” diyorlar. (10/85.) Bu âyetten yola çı

KULE

“Ey Hâmân! bana bir kule yap, belki...”  “Belki şu Mûsâ’nın ilâhını görebilirim...” (40/36.) Tanrı, hep “yüksekte” aranmıştır. Evet O, YÜKSEK’tir = ALİYY-ÜL A’LÂ'’dır.  Bunun en bâriz göstergesi de İslâm dünyasında minâredir; bu yüzden, son yüzyıla kadar minâreden yüksek bir binanın yapılmasına izin verilmemiştir. Bugün, İslâm dünyası böyle midir?!. ... Hâmân, Firavun’un veziridir. Firavun da Mûsâ’nın ilâhını yükseklerde = göklerde aramaktadır. ... Minârenin asıl anlamı yüksek yapı değil, ışıklı = nurlu “fener = kule” demektir; deniz feneri gibi. Müezzin oradan seslenince, bu sesi herkes duysun, bu ışığı herkes görsün diye, minâre yüksek, ma’bedler de ihtişamlı yapılır. Hele bu gösteri/ş çağında buna daha fazla önem verilmesi beklenir. Tek tük de olsa yine gösterişli ma’bedler yapıyoruz. Hristiyanlığın en ihtişamlı ma’bedini = Sagrada Famila’yı, ki kutsal aile evi = ma'bedi demektir, o ailede Baba, Oğul/İsâ, Ana/Meryem ve Ruh-ul Kudüs yaşar, İspanya’ya gittiğimde görmüştüm. Biz

İMAN NEDİR?!.

İman, şeksiz-şüphesiz, tereddütsüz güvendir. Güven (iman) olmazsa, teslimiyet de (İslâm) olmaz. Mü’min, El-Mü’min olana güvenir; El-Mü’min de bu güvene i’timat eder. İman, El-Mü’min Olan Bir’inin varlığının kabulünü zaten içerir; var olmayana güvenilmez. Mü’min olmayanlar, öyle Bir’inin varlığından da emîn değildir; onlar, güvenilir olmayana (El-Mü’min olmayana) güvenirler; o da onları “satar.”!. Mü’min, “varlık sorununu” (ontolojik sorunu) halletmiş adamdır. İman, bu sorunu ortadan kaldırır; inanmayanlarda bu sorun bâkidir. İnanmayanlar, her ne kadar O’nun varlığını ispatlamak için ontolojik, kozmolojik vb. deliller ortaya atsalar da, Mü’min’de O’nun varlığı “apaçıktır = bedihîdir.”!. Mü’min, O’nu her yerde “görür/bulur.”!. Mü’min olmayan da O’nu her yerde arar ama bulamaz = bulduğuna da inanmaz ve ‘Bu, O değildir.’ der. Mü’min’in O’nu her yerde “görmesi/bulması”, ‘ifşâ edilecek bir hâl’! değildir. Geçmişte bunu kimileri ifşâ etmiş, ‘cübbemin altında, ene-l hakk’ gibi laflar etmiş ama

İSLÂM NEDİR?

İslâm : Allah’a teslimiyettir.  Bu teslimiyet, en mükemmel şekliyle Efendimiz döneminde yaşanmıştır; Onun vefatıyla, bu mükemmeliyet yara almış; sonra da (siyasî kaygılarla) Şiî İslâm ve Sünnî İslâm şeklinde ikiye bölünmüştür. Daha sonra bu siyasî kaygılara, kavmî hassasiyetler de eklenmiştir. Ana hatlarıyla = genelde Şiî İslâm, Ehl-i Beyt (sevgisi) etrafında Kûfe ve İran civarında; Sünnî İslâm da Ehl-i Sünnet etrafında Mekke ve Medine’de = merkezde şekillenmiştir. Türklerin İslâm’a girmeleri ve Bağdat’ta Büveyhîleri, Mısır’da da Fatımîleri  yenmeleri ile Sünnî İslâm, milâdî 11. yüzyıldan itibaren güç kazanmıştır. Sünnî İslâm, Medine merkezli Ehl-i Sünnet’e yakındır. “Emevî ve Abbasî İslâm’ı” ise, genelde “Arap İslâm’ı”dır. “Emevî ve Abbasî İslâm’ının” mevâlîlere = Arap olmayanlara karşı uygulamaları, “Şiî ve Sünnî İslâm’ını” doğurmuştur. Bugün, Şiî İslâm’ının bayraktarlığını yapanlar, İranlılar (= Persler); Sünnî İslâm’ın bayraktarlığını yapanlar da Türklerdir. İslâm’ı “orijinal hâliy

KİTÂB NEDİR?!.

Okuma = kıraat, kitâb okumaksa, kitâb nedir?!. Yazılan şeydir.  Yazı nedir?!. “Yaratılan”!dır. = Kelimâtullah'dır. = Kün! Emridir. Yazar, authordur, creatordür. Efendimize, “Sen Kitâb nedir, iman nedir, bilmezdin.” (42/52.) ve “iqra! = Oku!.” denildiğinde, ortada bizim anladığımız = bildiğimiz anlamda bir kitâb yoktu/r.!. Böyle bir durumda hangi Kitâb okunacaktı/r?!. Öncelikle “fiilen yazılan = yaratılan” kâinat kitâbı. Vahyedilen Kitâb = Kur'ân, bu kitâbın nasıl okunacağına ve okunanların ne işe yarayacağına dairdir. = “Bi İsmi RabbiK.” ... İnsanlar tarafından yazılan bir kitabı elimize aldığımızda, onu yazarından bağımsız düşünemeyiz; o kitab, yazarının düşünceleri = deneyimleridir. Ben bu durumu çok sonraları fark ettim; önceleri, elime aldığım her kitabı kâğıt üzerine yazılmış kargacık-burcacık harflerden (kelime ve cümlelerden) ibaret görürdüm; bunun “yanlış olduğunu” fark ettiğimde, elimdeki kitapların yazarlarının hayatlarını da merak ettim... ... Kâinat kitabında suyu o

OKUMA

Okuma, dille (söz ve yazı ile) yol yürümedir; dil (duyduklarımız ve okuduklarımız) burada bize rehberlik edermiş gibi gözükse de aslında arkadaşlık eder. Okuduğunuz her kitapla yol arkadaşımızı değiştirmiş (gibi) oluruz. Ben de, ilk okumalarımda (2000’e kadar) böyle düşünmüyordum ama 2000’den sonra, okuma (dil) üzerine düşünmeye başlayınca şunu hissetmeye başladım : 'Ne bu!, oyun mu oynuyorsun, sürekli arkadaş değiştiriyorsun, senin sürekli bir arkadaşın olmayacak mı, bu ayran gönüllülük ne zamana kadar sürecek!.'... 2015 (emeklilik) sonrasında kendime hiiç değiştirmeyeceğim bir arkadaş = yoldaş seçme kararı aldım : Kur'ân. 2015’ten sonra okuduğum diğer kitaplar, yolda yürürken karşılaştıklarım; yolda belli bir mesafe aldıkça, daha az kişi ile karşılaşıyorum; eskiden, belki de kütüphaneci olmam hasebiyle, bir sürü kişi yolumu keserdi; şimdi çok az kişi beni (de) oku! diyor; doğrusunu söylemek gerekirse ‘beni oku’ diyenleri kıramıyorum; çünkü onlar da benim bulunduğum yere f

SÛRE

Sûre : Arapçası Suver/un (صور). Fiil hâli Savvera (صور). Şekillendirmek, biçimlendirmek, tasvir etmek, sûretlendirmek. Sûr (صور), boru. Sûret, şekil, biçim. Kur'ân’ın bölümleri. 114 “parçasından” her biri. Kur'ân’ın “metin/sel” yapısı, “metin/sel” düzeni. Kur'ân’ın sûre bütünlüğü (de) vahye mi dayanır, yoksa içtihâdî midir?!. Kur'ân’ın toplanması = Mushaf hâline getirilmesi “sonradan” (Hz. Ebû Bekir ya da Hz. Osman zamanında) olduğu için içtihâdî diyenler çoğunluktadır; ben de bu görüşe katılıyorum. Uzun sûrelerdeki âyetlerin zaten peş peşe = ardışık inmediği söylenir, bu kesindir de, bu durum/hâl, kısa sûrelerdeki âyetler için bile mümkündür. Ben, Mushaf sırasında 96. Sûre olan Alak’tan örnek vereceğim. İlk beş (5) âyetin ittifakla ilk inen âyetler olduğu söylenir. 6 ilâ 8, 9 ilâ 12, 13 ilâ 19 arasında da siyak-sibak bütünlüğü ilk etapta göze çarpar; sanki bu âyetler grubu farklı ânlarda/zamanlarda inmiş gibidir ama yine de sûrenin tamamında bir “bütünlük” hissedilir.

YORUM BİLGİSİ

Hermeneutik. Bu bilim, başlangıçta, dildeki anlam farklılıklarını anlamak, anlamı netleştirmek için geliştirilmiş; sonra da, davranış bilimlerine = hayata = eylemlere taşınmış bir bilim. Metin çözümleme = yapısalcılık = metni çözmek için o metnin doğduğu ortamı (kültürü vs.) anlama da bu bilimden kaynaklı olarak ortaya çıkmıştır. Son dönemlerde Hans-Georg Gadamer bu işin başını çeker, onu Richard Rorty ve Jürgen Habermans, Paul Feyerabend, vb. takip eder. Bizler neredeyse her bilimin kökenini batıya (Yunan’a) dayandırırız; oysa Yunan, bu bilimi Tevrat yorumlarından = Mısır’dan (Yahudilik’ten, Talmud yorumcularından) almıştır. Orta çağda batıda daha doğru dürüst dil araştırmaları yokken, İslâm dünyası 8. yüzyıldan itibaren Kur'ân’ı daha iyi anlamak = Kur'ân’da tefeqquh sahibi olmak, Ondan uygun ve doğru fıkhî hükümler çıkarabilmek için Bağdat ve Kûfe Dil Okulları başta olmak üzere bir çok okul kurmuştur, İslâm dünyasındaki bu çalışmalar, Kur'ân’ı = dini daha iyi anlamaya yön