Kayıtlar

Eylül, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ĞARİB

Garib, gurbetteki adam, yalnız adam ama her garib, gurbette değildir, “yalnız”! değildir; “kendi yurdunda”! da garibler vardır (orayı kendi yurdu bellemişse!); kalabalıklar içinde de yalnızlar vardır.  Dünya da başlı başına bir gurbettir ama ben, başka gariblerden söz edeceğim.  Kim onlar?!. Hiçbir yurda sığamayan, sığınamayalar. Bunlar iki gruptur : 1) O yurtta yaşayanlar, onun gibi düşünmüyor ve yaşamıyorlarsa. 2) O yurt, kalıcı bir yurt değilse; asıl yurt özlemi çekiliyorsa. Bu ikisi birbirine bağlantılı ama ben ilkinden söz edeceğim. Bunlar da iki gruptur : a) Yaşadıkları toplumdan uzaklaşarak, uzlete (halvete, inzivâya) çekilenler. b) Bedenen asgarî şartlarda o insanlarla birlikte olanlar ama ruhen ve fikren, onlar gibi olmak istemeyenler. Esas garib bunlar; çünkü en zoru bu. Çünkü bunlar, belki insanlara bifaydamız olur/dokunur diye kendilerini fedâ eden adamlardır. Onlar bilirler ki onların hayal ettiği dünya, bu dünya değildir; onların inandığı din, bu dünyada hâkim değ

AĞIT

Tarih boyu, insanoğlu sevdiği yakınlarının ve  krallarının ölümüne ağıt yakmış, üzülmüş, ağlamıştır; bu hâl, hâlâ geçerli. Ağıt, aynı zamanda edebî bir formdur; elbet, ben ağıt yakmayacağım ama bu ağıdın biraz da kendimize yakılmasını söyleyeceğim = önereceğim. Ölenin arkasından yakılan ağıt, ölen içindir. Ölüm, ölen insanı bir daha buraya getirmez; buradakiler bir daha onu göremezler ve ondan faydalanamazlar.  İnsanoğlu, sağlığında kimseye bir faydası olmayan insanlara da ağıt yakıyor, ağıt ediyor = ağlıyor; çünkü ölümün yüzü soğuktur. Ağıt yakmanın, ağlamanın, ölen insanla bir daha hiç görüşememe ile de bir ilgisi/alâkası var. Yeni bir hayata inananlar, günlerce ağıtlar yakmazlar (= söylemezler), ağlamazlar, kendilerini paralamazlar; “innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn”; siz bizden önce gittiniz; biz de bir gün geleceğiz ve yeniden görüşeceğiz, derler. Bazı insanlar (= dünya ölçeğinden bakarsak, çoğu insan) da, “yeni bir hayatın (= âhiretin) varlığını nereden biliyorsun, gidip de gel

ŞÜPHE = TEREDDÜD

Tereddüt (= şüphe) hâlinde olma, --- kişide güç varsa ---, ya bilgisizliktendir ya da iradesizliktendir. Öyleyse, insandaki bu tereddüt hâli (= kararsızlık), ya ilimle ya da iradenin güçlendirilmesi ile giderilir, izâle edilir. İlim var ama irade güçlü değilse; o ilim, güçlü bir ilim değildir = o ilim, iradeyi güçlendirememektedir; irade varsa (güçlü ise!), ilim yeterli değildir. Her iki hâlin ilâcı da ilimdedir. İlmi yeterli hâle getirmenin iradeyi (= karar vermeyi) güçlendirdiğini daha önce söylemiştim. İlimsiz irade tercihi yapmak, konumuzun dışındadır ve iyi bişey de değildir; böyle tercihler, çoğu zaman insana yanlış işler yaptırır; tesadüfen bu tercihler bazı doğru işlere yol açabilir ama onlar, insana istikrar = tutarlılık ve süreklilik kazandırmaz. Kişide tereddüt hâlinin oluşması, ilim eksikliğinden ve irade zayıflığındansa, o kişinin yapacağı tek şey, ilim elde etmek ve bu yolla iradesini güçlendirmektir. İlmini artırmayan insan, ya nefsinin arzularına (hevâ ve heveslerine),

YARATMA

Bu kavramı, insan için de Allah için de kullanıyoruz.  İkisi arasındaki fark ne veya nasıl?!. Allah’ın yaratması hakkında (az-çok) “fikir sahibi” olmayan biri, bu farkı fark edemez. Allah, varlığı (= her şeyi) “yoktan” (Kendisi hariç, hiçbir şey yokken) yaratmıştır; insan ise, şeyleri varlardan (= var olan malzemelerden) yaratır. Vardan yaratmayı anlıyoruz; pekiî “yoktan yaratma” nasıl olur?!. İnanca göre, Allah isteyince olur; ilme (= felsefeye) göre ise : Bir şeyin olması (= varlık kazanması) için, zorunluluk hâlini alması şarttır. Yâni, o şey, varlıkla yokluk arasında kalmaktan (= mümkün bir varlık olmaktan) çıkıp varlığa “meyl” etmeli, yönelmelidir; bu da, bir “tercih (= irade), ilim ve kudret” meselesidir. Yâni bir tercih edici (= müreccih), onu ne şekilde, nasıl ve ne zaman varlığa çıkaracağını bilmeli (= ilim) ve onu var edecek kudrete sahip olmalıdır. O şey, varlıkla-yokluk arasında kaldığı müddetçe, ne vardır ne de yoktur; = varlığı da yokluğu da mümkündür; onu, o mümkünlükten

İLİM, İRADE, KUDRET

İlim, İrade, Kudret, Bu sıfatlar, son tahlilde Allah’ın sıfatlarıdır ama ben, insana bakan yüzü hakkında konuşacağım. İnsandaki bu üç sıfat, birbirlerini tamamlarlar.  Bir insan ilim elde edecekse, ilmi murat etmeli (iradesine konu edinmeli) veya “irade kudretini” ilim elde etme yönünde kullanmalı. İrade kudreti dedim; kudret, bir şeyi hem yapmak/yapabilmek hem de yapmamak (yapamamak değil!) için kullanılan güç veya kuvvettir. Kişide bu güç varsa, bu gücü, yapmak, (ilim söz konusuysa ilim elde etmek) veya yapmamak (ilim elde etmemek) için kullanır. İşte bu seçim, iradedir. İrade de bir kudrettir. İlim elde edilince, o da bir kudret olur ve iradeyi besler. İlmin iradeyi beslemesi, insanı doğru karar vermeye sevk eder. İlimsiz irade kullanımına ben istek diyorum ve isteği de büyük ölçüde güdülere (= hevâ ve hevese) hamlediyorum. İlmin beslediği irade güçlüdür ve omurgalıdır. İlmin kendisi bizatihi güçtür ve o gücünü iradeye aktarır.  14/İbrâhim, 21. âyet, mealen, kıyamet gününde azabı gö

İKİ KANAT

Tek kanatla uçulamaz. Tek elle doğru dürüst bir iş yapılamaz. Aynen bunun gibi, ilimde de tek kanatla yol alınamaz. İlmin bir kanadı fizik (= zâhir ilmi, fenomenoloji); diğer kanadı da metafiziktir (bâtın, gayb ilmi, numenolojidir.) Mûsâ, “kanadını ikileme/k için, daha doğrusu iki kanadın (= denizin) birleştiği yeri bilebilmek = bulabilmek” için genç arkadaşı ile uzuun bir yolculuğa çıkmış; balık, onların duracağı yeri belirlemişti. (18/60-64.) Orada, kendisine “ledün ilmi” verilen bir kulla karşılaştılar. (18/65.) Onunla anlaştılar ve birlikte yola çıktılar. Yolda, deniz kenarında bir gemi gördüler; “o kul” o gemiyi deldi. Mûsâ, buna dayanamadı; “Sen ne yaptın?!.” dedi. “O kul” : Anlaşmamızı bozma!, dedi. Mûsâ : Tamam dedi. Yine yola koyuldular. “O kul” bu kez yol kenarında oynayan bir çocuğu öldürdü. Mûsâ : Bu çook acâib bi şey!... dedi. “O kul” : Bak bir daha olmasın; olursa, yollarımız ayrılır, dedi. Mûsâ : Bi daha olmayacak, söz; dedi. Bi kez daha yola çıktılar; çok acıkmışlar ve

BİLME = AKLETME TÜRLERİ

Akletme = Bilme Türleri  • Beyan : Söze dayalı bilme. • Burhan : Delile dayalı bilme. • İrfan : Sezgiye (ilhâma) dayalı bilme. • Vahye (= İlâhî Habere) dayalı bilme. Vahiy, hem söz (= beyân) hem de burhandır (= aklî delildir); Vahiy, delilsiz (hevâdan) konuşmaz. Geriye sezgi (= irfan) kalıyor. Aklını, vahye göre doğru kullanan/lar, doğru sezgiler alırlar ve irfan sahibi olurlar; yanlış kullananlar da saçmalarlar, ‘istidrac ehli’ olurlar, sallarlar.  Söze dayalı bilme, etimoloji, filoloji (= dil tahlilleri) ile. Vahiy Metnini = Mushaf’ı analizle. Delile dayalı bilme, gözlem, deney ve (aklî) kıyas (tümevarım ve tümdengelim dahil) ile. Sezgiye dayalı bilme, (olumlu-olumsuz) belli bir birikimle (!) mümkün. Vahiy ile bilme, “seçilmişlere = mustafâ olanlara has.”!. ... Aklın Sınırları Akıl, neyi, nereye kadar bilebilir?!. Soru bu. Akıl, Tanrı dışında her şeyi bilebilir. Kendini bile.  Aklın bilemeyeceği tek husus Tanrı’dır; o akıl, Tanrı’yı bilmeye kalkarsa = cüret ederse, tanrısalla

AKIL ve VAHİY

Bu başlığı, Felsefe-Din (Bilim-Din), Bilme-İnanma şekline de sokabiliriz. Akıl, sorgular, arar, araştırır; Vahiy, bildirir, haber verir ve itaat ister. Bu itaatin sorgulanmasını istemez diyemeyeceğim, diyemem; dersem, vahyin akla değer vermediğini ve aklı önemsemediğini söylemiş olurum. Oysa, akıl da bir “vahiydir”! (= Allah’tandır), akıl olmadan vahiy anlaşılmaz. Bilme, aklın işi; inanma, kalbin işi. Bilme, bitmeyen bir iş; inanma, “tamam denen, kabul edilen” bir iş. Bilmede, tatmin yok, durmak yok; inanmada var. (mı?)!. Bilme, şüphe ile var; inanmada şüphe olmaz. Durum böyleyse, bu ikisi uzlaşmaz mı?!. Bunların bu özelliklerini çift değil de zıt görürsek, uzlaşmazlar; oysa onlar çifttir (= zevcdir); o özellikler de onların, çift (= zevc) olmalarından, birbirlerine destek olmalarından kaynaklanır. Yer ile Gök gibi. Erkek ile Kadın gibi. Yer, göğe; kadın, erkeğe zıt değildir. Gök, yerin; erkek, kadının evidir. Eskiden, kadının beyi ölünce, ‘evim, evim’ diye ağlardı. Gök, yere; erkek, k

MİŞKÂT, MİSBÂH ve KEVKEB

Bu kelimeler, Nûr Sûresi 35. âyette geçerler. Bu âyet, Kur'ân’ın en zor, en sembolik âyetidir.  Mişkât, kandil; Misbâh, lamba; Kevkeb de yıldız demek. Kevbeb’in hemen peşinden kullanılan dürriyyün kelimesi kevkebi tanımlayan = tamlayan bir kelime olarak meallendirilmiştir, inci gibi parlayan bir yıldız (= kevkeb) şeklinde; oysa, cümleye gibi anlamını veren harf, ‘ke’, mişkâtin = kandilin başında (= ke-mişkâtin). O zaman kevkebün dürriyyün, (inci gibi!) parlayan = parlak o yıldız, kandili niteler, niteliyor. Bu kelimelerle ne anlatılıyor?!. Allah’ın Nûr’u. “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur.” deniyor ve bu Nûr, bişeye benzetiliyor ve o benzetme için de bu kelimeler (= Mişkât, Misbâh ve Kevkeb) kullanılıyor. Ne deniyor?!. O Nûr = O’nun Nûr’u, içinde lamba (misbah) bulunan bir kandil = mişkât (mi?); yoksa; içinde kandil = mişkât bulunan bir lamba = misbâh (mı?). Ne, neyin içinde?!. Lamba (misbah), sırça fânus içinde. = “el-misbâhü fî zücâce.” (zücâce = cam, sırça fânus) O zücâce de (s

İSLÂM FELSEFESİ

Bu, aklî bir çabadır; İslâm’ın (dinin) felsefesi olarak algılansa da Müslüman filozofların ya da filozof Müslümanların felsefesidir, onların omuzlarında yükselmiştir; bu, bir dini anlama çabasıdır. Bu çaba = bu felsefe, başta Kindî, Fârâbî ve İbn-i Sînâ olmak üzere bir çook (Müslüman) filozofun bize armağanıdır. Bu felsefe, akıl ile vahyi “uyumlaştırmaya” çalışan (aklî) bir çabadır; onlar, aklın da vahiy gibi “aynı kaynaktan” çıktığına/geldiğine inananlardır; onlar, akılla dini “çatıştırmazlar, çatışmamalı” derler; onlardan kimi aklı öncelemiş; kimi de vahyi öncelemiştir; büyük ölçüde de vahyi, akla rehber görmüşlerdir. İbn-i Sînâ, Nübevvetin aklîliğini ispatlamakla işe başlar. Vahiy (= Nebîler), aklın sapıtmaması, sapmaması, hidâyeti bulması için gönderilmiştir, der. Allah, merhametinin ve rahmetinin büyüklüğünden, Nebîlerini insanlar akıllarını isabetli bir şekilde kullansınlar = “Ulül Elbâb” (Salih kullar) olsunlar ve hidâyeti bulsunlar diye göndermiştir, der. ... Aklı kullanmak, fe

İBN TUFEYL'DE AKIL

İbn-i Sînâ’da akıl, İbn Rüşd’de akıl gibi başlıklar açılabilir ama ben, Endülüs filozofu İbn Tufeyl’in aklına hayranım; Endülüs’ten çok önemli adamlar, cins kafalar çıkmış : İbn Bacce, İbn Hazm, İbn Arabî, İbn Rüşd, daha bir çok isim. Tabîî ki bu adamları doğu (din) beslemiş; bunlar Farâbî’den, İbn Sînâ’dan, Mu’tezilîlerden, İsmailîlilerden, vs. etkilenmişler, beslenmişler; o dönemde akıl faalmiş, belli ki faal akılla irtibat kurabiliyormuş; şimdi öyle mi?!. ... İbn Tufeyl’in çook önemli alegorik-metaforik-sembolik bir hikâyesi var : Hayy b. Yakzan. Bu hikâyenin daha önce bir benzerini İbn Sînâ da yazmıştı, orada geçen Absal ve Salaman karakterlerini belki de o yaratmıştı. Hikâye, sıcak bir adada (ekvatorda) tek başına “topraktan” yaratılan ve yaşayan (onu besleyen bir ceylan, hayvan) bir adamın hikâyesi. Bu adam, dışarıdan ilâhî ve insanî (vahiy, kültür vs.) hiçbir etki almadan, tamamen aklını kullanarak doğayı ve kendini tanıyor, oradan ahlâka (iyi-kötü bilgisine) ve dine (yaratıcı v

BİL-KUVVE AKIL, BİL-FİİL AKIL

Bil-kuvve akıl, düşünme potansiyeli olan akıldır; bil-fiil akıl ise, eyleyen (= yapan) akıldır. Düşünce, iyi de olabilir kötü de. Düşünce, aklın bir fonksiyonudur. Kuvveden fiile çıkmayan akıl, hiçbir işe yaramaz  Söz söyleme (= konuşma) ve yazma, bil-kuvve aklın az da olsa bil-fiil olmasıdır; asıl bil-kuvve akıl, düşündüğü her şeyi yapan, yapabilen akıldır. Bil-fiil akıl, bil-kuvve aklı; bil-kuvve akıl da bil-fiil aklı besler; fiil, olumlu ise bil-kuvve akıl olumlu; fiil, olumsuz ise bil-kuvve akıl olumsuz beslenir. Bu, biraz da yumurta-tavuk hikâyesine benzer. Bu, Kant’taki ‘saf ve pratik aklı’ çağrışırsa da ikisi aynı şeye tekâbül etmez.  Bil-kuvve akıl, herkeste vardır ve herkese eşit bir şekilde verilmiştir. İnsanlardaki aklı farklı kılan, o aklın (= bil-kuvve aklın) kullanımıdır. Bil-kuvve aklını en mükemmel kullananlar, Peygamberler; en berbat, en kötü kullananlar ise şeytanlar = şeytanlaşmış insanlardır. Şeytan da akıl kullanmıştı; ‘ben ona (= Âdem’e) niye secde edeceğim = sayg

AKIL ve HAYAT

Akıl, hayat gibidir. Hayat, nedir?!. Herkeste olan “bişey”; akıl gibi; fark : aklın iradeli; hayatın ise iradesiz çalışmasıdır. Hayat da akıl da (sağlıklı) her insanda var. “Total hayat” bölünmüş de herkese verilmiş gibi!; akıl da öyle, o da “total akıldan” bölünmüş gibi!.  Elbet, buradaki hayatımızı çoğaltamıyor (= uzatamıyor) ama (az da olsa) aklımızı çoğaltabiliyor, başka âlemlere uzatabiliyor ve o âlemlerle bağ/bağlantı kurabiliyoruz. Sanki, bizdeki bu akılla “total akla” bağlayabiliyoruz. Sanki, burada aklımıza yüklediğimiz kodla (= olumlu-olumsuz yükle) öbür hayatta total hayatla da bağ/bağlantı kurabileceğiz. Akletmek, sadece kuru kuru düşünmek değildir, aynı zamanda amel etmektir veya aklettiğimiz şeyi yapmaktır. Aklın olumlu (= doğru) düşünmesi, vahyin rehberliği ile mümkün olur. Vahiy görmezlikten gelinirse, hevâmız, aklımızı esir alır. Hayatımızı yönlendiren, onu değerli veya değersiz kılan, (doğru ya da yanlış çalışan) aklımızdır.

SIRADIŞI BİR SEÇİM

Endişelenmeyin!, bu yazı, bir seçim yazısı olacak ama bilindik bir seçim yazısı (= siyasî bir yazı) olmayacak, sıra dışı ve tamamen bireysel bir yazı olacak. Bu seçim, milyarlarca insan için bitti; onlar öldüler ve seçimlerinin sonuçlarını gördüler; kimi kazandı, kimi kaybetti; bizim gibi hâlâ yaşayan milyarlarca insan için ise bu seçim devam ediyor. Bu seçimin kazananını-kaybedenini, kazanacak olanını ve kaybedecek olanını merak ediyorsanız, Vâkıa Sûresini (56. Sûre) okuyun. Bir seçimde en az iki tercih bulunur, onlardan biri tercih edilir ve tarafımız belli edilir. Bu iki tercih, en genel anlamıyla iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlıştır. İyiyi, güzeli ve doğruyu tercih edenler, kazanırlar; kötüyü, çirkini ve yanlışı tercih edenler ise kaybederler. Rabbimiz Allah, insana bu seçim hakkını vermiştir; verirken de iyinin, güzelin ve doğrunun ne ve nerede olduğunu söylemiştir. “innâ hedeynâhu-s selîbe immâ şâkiran ve immâ kefûrâ.” = Biz ona = insana, hidâyet yolunu gösterdik; o, ister şâk

DOĞUM = MEVLİD

Doğum günü/günleri, sadece (doğan ve hâlâ) aramızda yaşayan insanlar için mi kutlanır, yoksa aramızdan ayrılan (= ölen) insanlar için de kutlanır mı?!. Doğum günü, her doğan insan için neden kutlanmaz?!. Yaşayan insanların doğum günü kutlamaları şenlikli olur; pasta kesilir, tatlı yenir, mumlar üflenir, onlara ‘iyi ki doğdun!.’ denir. Aramızdan ayrılanların doğum günü ise üzüntüyle hatırlanır, onlar da keşke aramızda olsalardı denir. Her insanın doğum günü kutlanmaz; çünkü her insan hatırlanmaz.  Çok eşimiz-dostumuz, arkadaşımız varsa, her birine de doğum günü kutlaması yapıyorsak, onlar da bize yapıyorlarsa, her gün, yeni bir doğum günü kutlamasındayız demektir. Bugün şunun doğum günü, bugün bunun doğum günü, bugün onun doğum günü...  O, benim için özel. Onun doğum gününde ben de özel olmalıyım. (= Özel görünmeli, özel davranmalıyım!.) Doğum günü kutlamaları bir hatırlamadır, hatırlanmadır; unutulan, hatırlanır. Hayatımızda çook özel yeri olan biri, hiç unutulmaz, hep hatırlanır. Biz,

ŞARTLANMIŞLIK

Diğer adıyla koşullanma. Bu kavramı, modern psikolojiye kazandıran kişi, Ivan Pavlov’dur. Deneyi biliyorsunuzdur. Bu deney, zihnimin bir köşesinde, ama yazacaklarımı bu deneyle ilişkilendirmem mümkün değil!; ben en iyisi “çalar saat” metaforunu kullanayım.  Biz, (kendim dâhil), ibâdetler başta olmak üzere bir çok şeyi otomatik olarak yapıyoruz; ne yaptığımızı ve niye/niçin yaptığımızı bilmiyoruz. Yemek yemek istediğimizde = acıktığımızda, midemizde “zil” çalıyor; yemek yiyoruz. Orucu, (sadece) Ramazan geldiğinde tutuyoruz... Ezanı duyduğumuzda, (sanki) otomatik = reflesif olarak namaza kalkıyoruz; o namazı  niye/neden kıldığımızı bilmiyoruz. Bilsek, hep aynı şekilde yaşamayız ve o namaz, bizi biraz daha iyiye (= kemâle) taşır. “... inne-s salâte tenhâ an-il fahşâi vel münker...” (29/45.) Günde, beş vakit, kırk rekât namaz kılıyoruz; kırk kere Fatihâ okuyoruz; Fatihâ’da ne okuduğumuzu, diğer zammı sûrelerde, tekbir ve tesbihâtlarda ne dediğimizi bilmiyoruz. Biçoğumuz da saatini “beş vak

HARF

Dilde, kendi başlarına anlamları olmayan = anlamsız olan “ses” birimleri. Arapçada harflere, harekeler (hareketler!) ses verirler; diğer dillerin ise sesli harfleri vardır, sessiz harfler, ses vermek için onlardan yardım alırlar. Harfler, bir araya gelerek kelimeleri; kelimeler de cümleleri; cümleler de metni (metinleri) oluştururlar. “ve min-en nâsi men ya’budulle alâ harf... = insanlardan bir kısmı Allah’a bir “harf üzere” ibâdet ederler. (22/11.) Buradaki harf kelimesine : • Kalp ile değil dil ile (Abdülbâki Gölpınarlı. Bayraktar Bayraklı) • İmanla küfür arasında (Abdullah Parlayan. Muhammed Esed. Mustafa İslamoğlu) • Dinin bir ucundan (A. Fikri Yavuz) • Kıyıdan kenardan (Diyanet. Diyanet Vakfı) • Bir yar (= uçurum) kenarındaymış gibi (Elmalılı Hamdi Yazır. İbn-i Kesir) • Sınırlı ve somut bir amaç için (Seyyid Kutub) • Tereddütle (Ömer Nasuhi Bilmen) • Bir ucundan (Mevdûdî) anlamını vermişlerdir. ... Kelime Oyunu yazımıza atıf yapar, mülk kelimesini ters çevirerek ok

İLMİN ÜSTÜNLÜĞÜ

İlim, kendi başına ele alındığında hiçbir üstünlüğü yoktur. Şaşırmayın!. İlim, insanı daha üstün bişeye götürmezse, ona ilim denmez, dense dense ‘bilgi’ denir. İlim, insanı neye götürür?!. İlmin gayesi (= hedefi = amacı) nedir?!. Hidâyettir; o (= ilim), insanı Allah’a götürür, götürmelidir. Gaye (= hedef = amaç), gayeliden üstündür. İlim, araçtır; araç, amaca götürdüğünde anlamlı olur. Amaç, araçtan üstündür. İlim dahil her şey, bizi Allah’a götüren araçlardır; bu araçların içinde en üstünü de ilimdir. İlmi, bizâtihî amaç hâline getirmek de ilmi putlaştırmaktır. İlim elde etmek için, ilmin altındaki her şey, araç hâline getirilebilir ama orada durulursa, bu sefer ilim de bir puta dönüşür, dönüştürülür. Melekler, Elçiler, şeyhler-şıhlar, hacılar-hocalar da öyledir. Müşrikler bile! bunun farkındadır; “onlar, putlarına taparken, bunlar bizi Allah’a yaklaştırsın = yakınlaştırsın diye tapıyoruz.” (39/3) diyorlardı. Çağ, ilmi, pardon bilgiyi, putlaştıran bir çağ.  Dikkatli olmalıyız, neyi-ne

KELİME OYUNU

Kelime : Mülk (ملك) Bu kelimeyi, “keyfimize göre”! harekesiz okursak : Mülk, Melek, Milk, Melik şeklinde okuyabiliriz. Buna, isim ve fiil yapan bazı harfler ilâve edersek : Mâlik, Mülkiyet, Memlük, Temlik, Temellük, Memleket, Memâlik, Melâike. Melekût, hatta İstimlak kelimelerini elde ederiz. Kelimeyi ters çevirirsek : Kelime (كلم) şeklinde okunur; bunun lâm’ına, elif ilâve edersek, kelâm kelimesine; başka harfler ilâve edersek, mütekellim, tekellüm (= konuşma), kelîm (= yaralı) kelimelerine ulaşırız. Bu “oyunu” niye oynuyoruz?!. Etimoloji, anlamın ip ucunu verir, anlamın tamamını değil; anlamın bir kısmını gösterir. Kelimenin esas anlamını, cümle ve o cümlenin içinde olduğu metin verir; metne de anlam,  bağlamla (= içinde bulunulan durumla = hayatla) verilir. “LeHü-l Mülk = Mülk O’nun.” (dur.) cümlesinde, bir harf (= le), bir zamir (= Hû), bir kelime (= Mülk) var. Le, Arapçada tekîd = kesinlik bildiren harf; Hû, Allah’a giden zamir; Mülk, dar anlamıyla bişeylerin (dükkân, ev, araba, a

EBÛ BEKİR ZEKERİYYÂ RÂZÎ

Bir de Fahreddin Râzî var. İkisi de “akılcı” ama Zekeriyyâ Râzî, akıl varken, Nakle (= Vahye) ihtiyaç kalmaz diyen bir akılcı.  Akıl varken = dururken, Vahyi inkâr etmek, --- buradaki inkâr, görmemezlikten gelmek, yok saymaktır; dînî/fıkhî anlamda reddetmek, inkâr etmek değildir. Ben, Zekeriyyâ Râzî’yi böyle bir ithamın altına sokamam; haddim değildir. --- aklı ilahlaştırmak = akla olağanüstü (= yaratıcı) bir güç vermek = aklı da aklın yarattığına inanmaktır, ki bu, bizatihî aklî bir iş = çıkarım değildir. Bizdeki akıl, İlâhî Akıl ile uyumlu çalışırsa, bi işe yarar; çalışmazsa, kimyasal-biyolojik silahlar yapar, Kâbil gibi, Neron gibi, ... kan döker. Neron, sanata, edebiyata düşkündü, olimpiyat sporcusuydu; öz annesini ve iki karısını öldürdü, Roma’yı yaktı; Hıristiyanlara yapılan zulümlere, işkencelere sessiz kaldı. Şeytan da akıllıydı; aklını Vahye uygun kullanamadı; bu aklıyla insanı (= Âdem ve eşini) de kandırdı; onlara, “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ = Rabbimiz!, biz kendimize (= nefsi

TAQVÂ, İLÂHÎ TAKVİYEDİR.

Doğru-düzgün bir söz --- hele de mu’ciz (= muhatabı âciz bırakan) bir Söz --- söylemek (= kelâm etmek), etkin/etken = faal bir akılla mümkündür. Aklı karışıkların, sözleri de karmakarışık (= edğâsü ehlâm gibi), saçma  ve tutarsızdır. Vahiyde tutarsız sözlerin (= ı’vec) olmaması, aklın terbiyesi (= hidâyeti) içindir. = Vahiyle muhatap olanın aklı terbiye olur, doğru fıtratını ve istikâmetini bulur.  Kur'ân okumak, Yaratıcı ile sohbet etmek, konuşmak (= mukâbele); hidâyet (= doğru istikâmet ve tutarlılık) için O’ndan “akıl”! almak, aklımıza ekstra takviye sağlamaktır.

AKIL ve NAKİL

Vahiy, özel ilhamdır. Özel bir ikramdır. Akıl gibi. Akıl da herkese özel bir ikramdır; herkes onu besler, büyütür ve geliştirir. Nebîlere, vahiy doğrudan yol gösterir ve ilham verirken; bizlere, onlara inen vahiyler ilham verir ve yol gösterir. Nebîler de bizler de bu ilhamları yine bizlere ikram edilen (= verilen) akıl (ve kalp) ile anlar ve uygularız. Kalp, derin akıldır; akıl, sürekli doğru çalışırsa = hep doğru istikamette olursa = yönünü/kıblesini bulursa, (sürekli) kalbetmez = yön değiştirmez; kalpte (de) taht kurar, istikrarını bulur; bildiğine kesin inanır ve inandığını da bilir hâle gelir. (= Akleden Kalb = Kalb-i Selîm = Akl-ı Selîm = Lüb = Ulül Elbâb.) Rabbimiz Allah, her insana özel özenmiş = en güzel, en donanımlı şekilde var etmiş = yaratmış, ama (bu nankör) insan, bu donanımı heba etmiş; çook az insan bunun kıymetini bilebilmiş. Bu durum, 100. sûrede (= Âdiyât) peş peşe yapılan beş yeminden sonra lekenûd kelimesiyle ifâde edilir ve insanın kendi de buna şahittir (= bunu

AKILSIZLAR, DELİLER ve VELİLER

Akılsızlar :  A1) Aklını kullanmayanlar. A2) Aklını kötüye kullananlar. Akılsızların aklı vardır. Bunlar, kendilerine verilen aklı kullanmadıkları için, onları başka akıllar kullanır; onların kendileri koyun gibi güdülürler. Onlar, akıllarını kötüye kullandıkları için hep yanlış yaparlar ve ceza/bedel öderler. Akıllarını kötüye kullananlar söz ve yetki sahibi olursa, ortalıkta fitne ve fesat olağan hâle gelir. Deliler : D1) Kendilerine doğuştan akıl verilmeyenler.  D2) Kendilerine verilen aklı sonradan alınanlar. Kendilerine doğuştan akıl verilmeyenlerin hiçbir sorumluluğu (= mükellefiyeti) yoktur; onlar şeklen insandır ama esasında insan olarak değil başka bir mahlûk/yaratık (?!) olarak yaratılmışlardır. Bu yaratıklara “mecnûn = cinlenmiş” deniyor. Cinlerin bir kısmı Müslüman; bunlar da doğuştan Müslüman.  Kendilerine verilen aklı sonradan alınanlar ise, a) Aklını kötüye kullananlardan olabilir; bu, onlara bir ceza olabilir. b) Aklına turbo takılanlardan, takviye yapılanlardan o

BEN

Dünkü ben ile bugünkü ben, aynı ben mi?!. Hem aynı ben, hem de farklı ben. Bugünkü ben, dünkü ben’i, ya geri, ya da ileri götürür ya da (bu pek mümkün değildir ama) yerinde saydırır. Dünkü ben ile bugünkü ben, şeklen bile aynı ben değildir ama çocukluk resmimize bakınca, “bu, benim” deriz.  Ya, olumlu veya olumsuz deneyimlerimizin (= tecrübelerimizin) bizi değiştirmesi, dönüştürmesi?!... İnsan, burada bile, ma’nen (belki de rûhen) ileriye veya geriye gittiğini bilebiliyor = görebiliyorsa, böyle bir durum, ötede neden mümkün olmasın?!. Her insan ben’i için, her doğan gün, saat, dakika bir kemâl vesilesi sayılmalı; insanın günü, gününe eşit olmamalı; her günkü ben, aynı ben olmamalı; böyle bir hayat, burada bile çekilmiyor, sıkıcı oluyor. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” (Hadis-i Şerif)

BİR İTİRAZ!...

Allah’a akıl izafe etmem, “hoş” karşılanmamış!. Yaratılış (ve sudûr) teorisi hakkında yazan, neredeyse tüm filozoflar ve mutasavvıflar, faal akla veya ilk akla atıf yaparlar. Sudûr teorisi, neredeyse tamamen buna (= ilk akla) dayanır ve Allah, önce aklı yarattı denir. Ben, bu aklı kast ediyorum.  Ayrıca, Zümer, 43. âyette, “(Onlar) yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?!. (diye sorulur ve onlara şöyle söylememiz istenir) onlar (= şefaatçi edindikleriniz), hiçbir şeye güç yetiremeseler ve akledemeseler = akıl erdiremezlerse de mi?!.” Bu, Allah’ın aklediyor (?!) olduğuna delil kabul edilemez mi?!. Bu yapılan itiraz bence geçersiz; ayrıca yapılan suçlamaları üzerime alınmıyorum; sadece anlamaya ve anladıklarımı dilin imkânları ölçüsünde açıklamaya çalışıyorum; o kadar.

AKIL ve İMAN

“İnanıyorum, çünkü saçma.” Bu söz, 160’da doğmuş, 225’de ölmüş, büyük kilise “babası” Tertullian’a = Tertullianus’a ait. Bu sözü, “biliyorum, çünkü saçma.” şekline çevirsek, anlamı : ‘saçma olduğunu biliyorum’ demek olur, o zaman bu söz, saçma olmaktan çıkar; ama “inanıyorum, çünkü saçma” sözünün ne inançta ne de akılda bir temeli yoktur. İnanç, saçma bişey olamaz. Bu da gösteriyor  ki, her inanan, her sözünü temellendiremiyor ama yine de inanıyor,  inanmaya devam ediyor; ama her bilen = her aklını kullanan,  söylediği sözü (en azından aklen) temellendirmeye çalışıyor. Yanlış anlaşılmasın, aslâ “inanç = inanmak saçmadır.” demek istemiyorum ama akılla inancın arasını ayırınca (akılsız fideizm tercih edilince de), saçma bir inancın, saçma olmasa da donuk = ölü bir inancın tuzağına düşülüyor.  Umarım, genelleme yapmadım ve inancı aklî olarak gerekçelendirmedim. Çünkü, inancı aklî olarak gerekçelendirmek, herkesin kendine = her aklın kendine aittir = kişiye özeldir.

ARAÇSAL AKIL

Bu kavram (= kullanım) Frankfurt Okuluna ait. Bu okulun iki önemli teorisyeni Adorno ve Horkheimer : Aydınlanma sonrasında oluşan modern dünya, aklı, ilerlemenin bir aracı olarak kullanmaya başlamış ve böylece onu araçsallaştırmıştır, derler. Akıl, önceden (= aydınlanma öncesinde) bir mitti; o, araçsallaştırılarak yine bir mite dönüştürüldü; çünkü ilerlemenin (= sanayileşmenin) sonucunda insan, yaptığını sorgulamayı bıraktı ve ahlâken geriledi; ne oluyoruz, ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz, sonumuz ne olacak?!, gibi sorular sormayı unuttu... = aklı araçsallaştırarak terk etti. Oysa akıl, bu tür sorular sorarak var olur ve “nesnelliğini”! korur. Benzer durum, din anlayışımızda da (sakın yanlış anlaşılmasın, dinimizde değil!) var. Cârî din anlayışımız da aklı araç olarak görüyor. Araç nedir?!. Bizi, bir yerden bir yere götüren veya bişey yapmamıza yarayan âlet; otomobil veya keser (bıçak) gibi bişey. Otomobil (akıl) araçsa, onu kullanan kim?!. Araç, kendi başına gidilecek yere gidiyor mu;

İMKÂN MESELESİ

İmkân, mümkünler dünyasında mümkün, olası; mümkün, olabilir de olmayabilir de demek; olması ile olmaması eşit olana mümkün diyoruz.  Biliyorsunuz, V/varlık üçe ayrılır : Zorunlu. Mümkün ve Mümtenî. Varlığı zorunlu olan, sadece Hak Teâlâ’dır. Hak Teâlâ dışındaki tüm varlıklar, mümkün varlıklardır; mümtenî varlıklar ise, (aklen) imkânsız varlıklardır; yuvarlak kare gibi. İmkân için, bir kâbiliyet (bilgi, güç, vb.) ve irade şarttır; ki biz, bir çok mümkün (varlık) arasından istediğimizi (= irade ettiğimizi) seçip, onu bilebilelim, yapabilelim, ortaya çıkarabilelim... Aklen ve fizîken imkânsız (= mümtenî) olan bişeyin olması (= bilinmesi, yapılması) mümkün değildir. Ama Zorunlu Varlık için hiçbir şey imkânsız değildir, O’nun için her şey mümkündür.  O Zorunlu Varlık, bizim için de bazı şeyleri (yapmayı, bilmeyi, vs.) mümkün kılmış ve onları yapmanın, bilmenin, yok etmenin, vs. imkânını bize vermiş/bahşetmiştir. Dün, bilinemeyen, yapılamayan şeyler, bugün biliniyor, yapılıyor. ... Elin imkâ

SÖZÜN EN GÜZELİ

Kitâb’ta bunun karşılığı Ahsen-el Hadîs’tir. Ben bu yazıda bu âyeti (Zümer, 23) ele alacağım. Önce âyetin meali : “Allah, sözün en güzelini (= ahsen-el hadîs), birbiriyle uyumlu, tutarlı, benzer (= müteşâbih) ve ikişerli olarak (= mesânî bir şekilde/yapıda) Kitab’ta indirdi. Onların  = Rablerinden korkan kimselerin (O’nun Kitâb’ını okurken veya O’nu zikrederlerken) derileri(nin tüyleri! = cülûd) ürperir!. (= teqşairru). Sonra da o derileri (= cülûdühüm) ve kalpleri (= kulûbühüm) yumuşar!. (= leyn/telînu). İşte bu, Allah’ın hidayetidir.!. Allah, dilediği kimseyi hidâyete erdirir; dilediğini de sapıklıkta bırakır; kimi sapıklıkta bırakırsa, artık ona kimse hidâyet veremez = yol gösteremez.” Kelime analizleri : Çok kelime var, ama ben üç-beş tanesi üzerinde duracağım. Meselâ,  Ahsen-el Hadîs bunlardan biri; bir diğeri : Teqşairru. Kitâb’ta sadece burada geçer; kökü, iqşerra veya qaş’era; anlamı, ürpermek, titremek, hatta üşümek olarak çevriliyor. Bir diğer kelime : Leyn/telîn. Bu kelime K

TEORİK ve PRATİK AKIL

Nazarî (= Teorik) ve Amelî (= Pratik) Akıl. Nazarî akıl, bilgi; amelî akıl, eylemdir. Eylemin doğru olması, aklın doğru çalışmasına bağlıdır. Kant da, hemen hemen aklı böyle (veya buna benzer?!) bir sınıflandırmaya tâbî tutmuştur ama o, pratik akla (= ahlâka = inanca) yer (zemin) bulmak için bilgiyi (= teorik aklı) inkâr etmek zorunda kaldım, (da) demiştir. Akıl, eylemi (olumlu ya da olumsuz olarak) besler; akıldan yoksun eylem, güdüseldir = tepkiseldir = hayvânîdir. Salih (= doğru) eylemin (= salih amelin) arkasında, doğru işleyen bir akıl (= akl-i selîm) ve doğru işleyen bir kalp (= kalb-i selîm) vardır. Bu da doğru bilgi ve iyi niyete tekâbül eder.  Bunu dinî dile tercüme edersek, doğru (teorik) bilgi ve iyi niyet, imana (= ihlâsa); bunun iradî bir amele dönüşmesi ise sâlih amele karşılık gelir. = “æmenû ve amilu-s sâlihât.” İman, teorik akıl; amel, pratik akıldır, ahlâktır. Ahlâkın doğruluğu, bilginin ve niyetin doğruluğuna bağlıdır. Bilgi yanlış, niyet de kötü ise, ortaya doğru bi

TAVIR-TUTUM

Tavr : Hâl, devre ve evre demek. Tutumu da yaklaşık aynı anlamda, davranış karşılığında kullanıyoruz; ama davranış (= eylem), bir tavrı, bir tarzı öngörür = varsayar. Tavvera, bişeyi (gelişmek)-geliştirmek, (ilerlemek)-ilerletmek manasındadır; tavr/tavır da bu hâlin görünürdeki (= fenomenal) durumudur. Tavrın, tarzın ve tutumun, iradî ve iradî olmayan yanları vardır. Bunların iradî olmayan = dışsal yanlarına “evrim = tetavvur” denebilir; iradî yanları ise, bize aittir, bizim sorumluluğumuzun alanına girerler. Biz insanlar, biz (insan) olana kadar, elimizde olmayan sebeplerle belli bir süre “evrim” geçirdik!. Bu “evrimden” sonra bu hâle geldik; ama bu hâlimiz hâlâ “tam” değil, tam olmak için çabalıyoruz. Bu tamlığı yakalamayı, Darwin’in anladığı evrimsel süreçleri yaşayarak geçirirsek, birbirimizi yeriz. O ne diyordu?!. ‘Doğada doğal seleksiyon (= seçilim) vardır; güçlü olan, ayakta = hayatta kalır; zayıf olan, ölür, yok olur, kaybolur.’ Eğer, tavır ve tutumlarımızı buna göre belirleyec

HÎYN

Hîyn, zamanî (= zamanla ilgili) bir kavram. Zaman nedir?!. Yaratılışın içinde olduğu, yaratılışa kaynaklık eden “bişey”!. Yaratılan her şey, zamana tâbîdir, zamansaldır. Bu zamanlılık, kesintisizlik (= sermedîlik = ebedîlik) ve kesintililik (= geçicilik = muvakkatlık) şeklinde vukû’ bulur. Kesintisiz (= sermedî = ebedî) zamana dehr denir; kesintili, muvakkat, geçici zamana da hîyn.  İnsan Sûresi 1. âyette, “hîyn-un min-ed dehr” (= dehrden hîyn) tabiri geçer. Dehr, harf-i tarifli, ma’rifedir; hîyn, nekradır. Bu, hıyn’ın bilemezliğine; dehr’in bilinebilirliğine işaret gibi görünse de, dehr, hıyn’den daha “büyük ve daha uzun” zamandır, bizce hiç bilinemez; ama onu (her ikisini de) Allah bilir. Hıyn’ın en kısa zaman aralığı ân’dır; sonra uzar gider, saniye, dakika, saat, gün, yıl, asır, milenyum, ... olur. Âyetteki hîyn, evrim biyologlarına göre milyonlarca yıla tekabül eder. İnsanın, insan olması için çook uzuuun bir süre geçmiştir. Dehr ise, bölünemeyen kesintisiz zamana karşılık gelir.

ÖLÜM

Ölüm : Vefat. Meyt ya da Mevt olma hâli. Vefat, teveffâ’dan isim; teveffâ, bir şeyin (= hakkın) tamamını almak, geriye hiçbir şey bırakmamak. Vefâ, sözünde durmak; veffâ, tam vermek. Meyt ya da Mevt, ölmek = mevta olmak. “Allah, nefislerin mevtleri (= mevt/ölüm zamanları) geldiğinde onların canlarını(n tamamını) alır, öldürür; henüz ölüm zamanları gelmemişse onları(n da canlarının bir kısmını!) uykularında alır (= öldürür). Kesin ölümlerine hükmettiklerini tutar; diğerlerini (= kesin ölümlerine hükmetmediklerini = ecelleri henüz gelmemiş olanları, belirlenmiş o mühleti = eceli doldurmaları için) bırakır. Kuşkusuz bunda düşünenler için önemli dersler (= mesajlar) vardır.” (39/42) Bu âyeti nasıl anlayacağız?!. Uyku, yarı/m ölüm. Uykuda, ‘bizde olanların tamamı’ alınmıyor. Ölüm gibi uyku da bize (her gün) geliyor ve her gün uykuda bizden “bişeyler” alınıyor. Bizde, ‘ne var ne yok; gün içinde ne yapmışız ne yapmamışız, bakılıyor!. Uykuda, bilincimiz yok ama nefesimiz (= nefsimiz = canımız)

TAHFİF

Tahfif : Hafife alma, muhatabı hafif görme. Aslında, aklımdaki daha ağır bir kelime (= Tahkir = hakir/küçük görme) idi, ama yazıyı biraz hafifletmek istedim. Bu yazıyı yazmayayım diye de çok zorlandım. Bilen biliyor; 7-8 senedir Whatsapp ve blogdan paylaşım yapıyorum. Paylaşım yaptığım bazı insanlar beni üzüyor. Onların üsluplarını düzeltmek için epey uğraştım (= sabrettim) ama nedendir bilinmez; dediğim dedik, diyorlar ve kendilerine çok güveniyorlar. Bunlara bu “özgüveni”! veren şey, sanırım unvanları. Çünkü onların isimlerinin başında (Prof. Doç. Dr. Müftü. Öğretmen. Yazar gibi) bazı unvanları var. Geçmişte de (3-4 yıl önce), hem isminde unvan hem de yüzünde uzunca bir sakal taşıyan biri beni çok üzmüş ve onunla iletişimimi kesmiştim. Bu tip insanlar zannediyorlar ki, bilgi unvanda (veya sakalda)!. Ben, bilginin akılda olduğuna bile inanmıyorum!. (Akıl da sakal gibi bişey!; onun soyut hâli.) Geçmişte Kârun da, bilginin akılda (kendinde) olduğunu sanmış ve ben bu aklım (bilgim) sayes

İBLÎSİN = ŞEYTANIN VA'Dİ

İblis kelimesinin, Arapça’ya İbrânice’den geçtiği söylenir; Latince’si diabolos’tur; Türkçe karşılığı ise şeytan; şeytan da şetana (شطن)’dan Arapça. Şeytanın kovulmadan önceki adının iblîs; kovulduktan sonraki adının şeytan olduğu (da) söylenir ama ben bu ayrıma katıl(a)mam; çünkü 7/20’de, insana (= Âdem ve eşine) cennette vesvese verenin şeytan olduğu söyleniyor; ben bu yazıda, bu âyetin son kısmını konu edineceğim. Şeytan : “Rabbiniz (Âdem ve Havvâ kast ediliyor) sizi o ağaca yaklaşmaktan niye/niçin men etti, biliyor musunuz?!. = mâ nehâkümâ rabbükümâ an hâzihi-ş şecera?!.”  (Cevabı yine şeytan veriyor.) “İki melek olmayasınız ve ebedî yaşamayasınız diye!. = illâ, en tekûnâ melekeyni ev tekûnâ min-el hâlidîn.” (7/20) Ve yemin ediyor. “fe kâsemehümâ, innî lekümâ lemin-en nâsihîn.” (7/21) = Yemin ederim ki ben size doğruyu söylüyorum. (= nasihat ediyorum)!. Şimdii... Biz bu nasihate kulak vererek mi yaşıyoruz da, “o ağaca” (= günaha) sürekli yaklaşıyoruz?!. Günah işleye işleye mal, mak

İLK MUHALEFET

Efendimizin vefâtı ile hilâfet (= halîfe seçimi) bir “mesele” olmuştu. Ensar, halîfe bizden olsun demiş; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ‘halîfe Kureyş’tendir.’ diye buna itiraz etmişlerdi. Bu tartışma, Efendimiz daha ebedî istirahatgâhına tevdî edilmeden (= defnedilmeden) başlamıştı. Ehl-i Beyt (= Hz. Ali, Hz. Fatıma) ve amca Abbas, Efendimizi defin işlemleri ile meşguldü.  Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesi (= Ona biat edilmesi) Hz. Ali’ye danışılmadan (= Onunla istişâre edilmeden) olmuştu. Hz. Ali, altı ay, Hz. Ebû Bekir’e biat etmedi; Hz. Fatımâ, ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir ile konuşmadı. (Hz. Fatımâ, Efendimizin vefâtından altı ay sonra vefât etmiştir. Hz. Ali de altı ay sonra Hz. Ebû Bekir’e biat etmiştir.) Hz. Ali’nin bu biatı, Ebû Süfyan’ı kızdırmıştır; Ebû Süfyan tülekâdandır; tülekâ, Mekke’nin Fethi ile Müslüman olanlara denir. Hz. Ali ile Ebû Süfyan arasında geçen konuşmayı aktarıyorum. “Nasıl oluyor da emirlik (= halîfelik) bizde değil de Kureyş’in en zayıf kolunda, Teymoğulların

KUR'ÂN'I NASIL OKUMALIYIZ?!.

Kur'ân okumaktan maksat, anlama (ve yaşama) ise Kur'ân başka türlü; sevap kazanma ise Kur'ân başka türlü okunur. Kur'ân’ı sevap kazanmak için okuyanların anlama derdi yoktur, en azından ben öyle düşünüyorum. Onlar, Kur'ân’ın, sadece Ramazanlarda, sıkıntılı günlerinde (= cenazelerinde), ölülerin arkasından, mezarlarda, Cuma akşamları okunmasının sevap olduğuna inanır ve o sevabı hem kendileri alır hem de ölmüş geçmişlerine dağıtırlar. (Sizi gidi tüccar kafalılar!.) Hatta Âdem’den beri gelmiş-geçmiş tüm Müslümanlara da verirler. (Ceplerindeki üç kuruşu vermezler, o daha değerlidir!.) Nesilleri kesilmiş, isimleri unutulmuş, bana da bir Fatiha yok mu diye bekleşen tüm insanlara bağışta bulunurlar!... bunlar hakkında çok şey söylerim ama söz israfı olur, burada kesiyorum.  Gelelim öteki okuma şekline. = Anlamak, dolayısıyla da yaşamak için okumaya. Bikere bu okuma için iyi niyet ve samimiyet (ilk) şarttır; bunun fizikî göstergesi abdesttir. Abdest, sadece dış temizliği s

ULAŞILABİLİRLİK

Ulaşılabilirlik : Availability, accessibility. Likâ. İnsanî dünyada, insanlar arası ilişkiler hiyerarşiktir. Hiyerarşi, piramidaldir; piramidin en tepesindeki insana, piramidin altındaki insanların her zaman ve bir ânda ulaşmaları mümkün değildir. Bu tür insanlar, genelde farklı zamanlarda da piramidin altındaki insanların (hepsinin) kendilerine ulaşmasını istemezler. Bazı insanlar için, piramidin en üstündeki insanlar (hatta ortasındakiler bile) ulaşılamazdır; onlara illâ da ulaşmak istenirse araya adam (= aracı = şefaatçi) koymak zorunlu hâle gelir. Allah’a ulaşmak böyle değildir; çünkü Allah, insanlarla piramidal = hiyerarşik bir ilişki kurmaz. O, insanlara şah damarlarından daha yakındır. = “yehûlü beyne-l mer’i ve kalbih...” (8/24.) Öyleyse, niye herkes (= biz) O’na ulaşamıyor/uz?!. • O’nun kapısını çalmayı bilmiyor/uz.  • O’na iyi niyetle yaklaşmıyor/uz.  • O, Bana, Benim dediklerimi (= emir ve yasaklarımı) yaparak gelin = yaklaşın, diyor; biz, yapmadan yaklaşmak istiyoruz.

KONUM

Konum, konudan değil, konmadan; konulan, konumlanılan, konuşlanılan yer (mekân) demek. Konum belirlemek için, enlem ve boylam bilinmelidir. Enlem, konumun yatay; boylam, konumun dikey durumudur; konum, enlemin ve boylamın kesiştiği noktadadır.  Dikey konuma tûlî; yatay konuma da arzî durum denir. Tûl, boy; arz, en, genişlik, demektir. Her ne kadar bu ölçümler, arz, yer, arazî (= dünya) için olsa da, dünya dışı (mekân) için de kullanılırlar. Dünya dışı mekânın dikeylik = hiyerarşik durumu, nâsut, melekût, ceberût, lâhut ve “En Yüce Makam = Arş” şeklinde nitelenir ve Allah (= Rahmân), arşa/arşı istiva etmiştir. (Er-Rahmân’ü alel arş-istevâ. 20/5), denir. Ayrıca her makamın kendi içinde yatay (= arzî) durumunun da olduğu söylenir; Allah’ın Makam’ı, tüm alt makamları kuşatır = istiva eder. Çünkü tüm alt makamların varlık sebebi, O’dur. Sebep, sebeplinin (= ı’llet, ma’lülün) üstündedir; ma’lül, ı’lleti bilemez (= kapsayamaz) ama ı’llet malülü bilir (= kapsar). Böyle bakınca, alttaki varlık

YALNIZLIK

Yalnızlığın ingilizce karşılığı loneliness. Bilinçli yalnızlık ise, uzlet veya halvet. Yalnızlık, modern insanın, özellikle yaşlıların kaderi (= hastalığı). Yaşa göre yalnızlığı kategorize edersek : • Çocuk (ve bebek) yaşlarda (0-7 yaş arasında) insan, ebeveyni ile; • Okul çağında (7-22 yaş arasında) okul arkadaşlarıyla  • İş/çalışma çağında (22-60 yaş arasında) iş arkadaşlarıyla beraberdir. • 60 yaşından sonra yalnızlık artar. Çoluk-çocuk insanı arada bir arar; okul ve iş arkadaşlarıyla ender görüşülür. Bugün gençler bile yalnız. Onlar, bu yalnızlıklarını internet (= sosyal medya) ile gidermeyi deniyorlar.  Yaşlılar da çareyi internette (= sosyal medyada) görmeye/bulmaya teşneler.  Ama, internet bu yalnızlığı gideremiyor; insan, insanın “sıcak nefesini” arıyor.  Yalnızlık, (modern) insanı hasta ediyor, bunalıma (= depresyona) sokuyor. Modern psikoloji, çareyi sosyalleşmede (= sosyal aktivitelerde) görüyor ama o yaşta insanların sosyal aktivite yapabilme gücü (ve iradesi) kalmı

ZULÜMÂT

Fizikî gece ile gündüz, karanlıkla aydınlığa; ma’nen zulümât ile nûra eş mi, eşit mi?!. Fizîken gece, ışığın olmaması, var olanları (varlığı) gözün görmemesi; gündüz de bunun tersi, ışık sayesinde gözün, “görülebilenleri” görmesi, ortalığın aydınlanması. Ma’nen gece : (manevî = iç) körlük ve zulümât = hidâyetsizlik; ma’nen gündüz : için (= iç dünyanın, aklın ve kalbin) aydınlanması ve kişinin doğru yolu bulması = hidâyet. Ma’nen kör olan biri, gündüz de yolunu bulamaz, hep yanlış yapar. Kişi ma’nen aydınlanmışsa (= hidâyeti bulmuşsa), onun için gece de aydınlıktır; (sözgelimi o kişi) kimse görmüyor diye günah işlemez, teheccüde kalkar. (Teheccüd, ma’nen geceyi/karanlığı, gündüze/aydınlığa çevirmektir.) Zulümât, ma’nevî karanlık; Nûr,  ma’nevî aydınlıktır. “Allah (ve melekleri), Mü’minleri zulümâttan aydınlığa çıkarır...” (2/257. 33/43) Zulümât, kötülük ve zulümdür; Nûr, iyiliktir. “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35.) Allah, mahzâ = pür Nûr’dur. Pekiî, bu kötülük(ler) (= şeyt

EMÂNET ve İHÂNET

Emânet : Güvenilir (Mü’min) bir kimseye geri alınmak üzere teslim edilen “şey”!. İhânet : Teslim edilen o “şeye”! hâinlik etme. Hâinlik ne?!. Noktalı ha ile olan hâinlik, hıyânettir (خيانة); bu, sözünden dönme, kendisine verilen emaneti kötüye kullanma, vefâsızlık (= hâinlik = saygısızlık) etme anlamına gelir. Bu kalıp (HVN) Kitâb’ta 16 kez geçer. İsim olarak hâin, havvân ve hıyânet şeklinde; fiil olarak da hâne, yehûnu/tehûnu ve tehtânûn şeklinde; bazı âyet sonları da, ‘Allah, hâinleri sevmez.’ = “inne-l Allah’e lâ yuhıbbül hâinîn.” şeklinde biter. Yumuşak he ile yazılan ihânet (اهانة) ise; hakaret etme, küçük görme anlamındadır. Bu kalp (HVN) da, Kitâb’ta 26 kez geçer. Çoğu, mühîn = alçaltıcı anlamında cehennemi niteler. Önemsiz, kolay ve kolaylık anlamında heyyin; alçaklık, alçaltma, hakaret etme anlamında hûn/ün ve mühân/ün; mütevâzi anlamında hevn/ün,hevn/en; daha kolay, (daha basit, daha az!) anlamında ehven ve Fecr 16’daki ehân/en şeklinde. Bu/son ehân/en, küçümseme (= Rabbim be

HARF ve KELİME ANALİZİ

Bu, Kelime-i Tevhîd’deki harf ve kelimelerin kısa analizi. Lâ : Olumsuzlama, yok sayma ifadesi. Arapçada buna benzer iki harf (= kelime) daha var : leyse (ليس) ve ğayr (غير). Leyse : Leyse, isim cümlesinden önce gelir, haberi nasbeder (nasb etmek demek : nişan almak, atamak, hareke ve mevkî olarak üstün tutmak, demek); isim cümlesi, mübtedâ ve haberden müteşekkildir. “leyse kemisliHî şeyün.” (42/11) ve “ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.” (53/39) âyetlerinde olduğu gibi. “leyse kemisliHî şeyün.” cümlesinde, Hî = Hû zamiri, ki Allah’a gider, diğer hû’lardan (kişilerden) üstün tutulmaktadır. “ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.” cümlesinde de, insanın çalışmasına, çabalamasına vurgu yapılmakta = çalışmaya, çabalamaya (= amele, eyleme) nişan alınmakta, insan için bu öne çıkarılmaktadır. Ğayr : “... ğayr-il mağdûbi aleyhim ve led-dâllîn.” (1/7) = Ğadab ettiğin (= kızdığın) ve kesin olarak (= le) dalâlette (sapıklıkta) olanların yoluna DEĞİL. SübhâneKe’deki ‘ve lâ ilâhe ğayrüK.’ = Senin DI

KELİME-İ TEVHÎD'DEN BEN NE ANLIYORUM?!...

Kelime-i Tevhîd, ne diyor? “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” = Allah’tan başka ilâh yoktur; diyor.  Önce yok/luk. Yok, (iç ve) dış dünyada varlığı bulunmayan “şey”!. Her şeyin dış dünyada varlığı var mı?!. Bazı zihinsel şeylerin (= mâhiyetlerin, her bilginin) dış dünyada varlığı yok. Meselâ, sayı olarak 1 (2,3...), şekil olarak üçgen (kare, dikdörtgen...) vs... zihin, (dış dünyada) olmayan şeyleri de tasavvur eder. Kelime-i Tevhîd’deki “lâ”, hem dış dünyada olan (= reel olan), hem de zihindeki = içerde bir tasavvur şekkinde olan tüm şeyleri olumsuzlar (= selb eder); ne reel (= gerçek) ne tasavvurî (= zihnî) olarak içerde ve dışarda (herhangi) bir ilâh yoktur; sadece ilâh, Allah vardır (= illâ-l Allah); der; Allah dışında başka bir ilâha, içerde ve dışarda “yer”! vermez ve “alan”! tanımaz. O, hem içimizdeki hem dışımızdaki (= âfak ve enfüsteki = varlıktaki ve mâhiyetteki) tek ve yegâne İlâh’tır; ama, O’nun varlıktaki ve mâhiyetteki = âfaktaki ve enfüsteki “konumu, yeri = makâmı”!, ‘kişiye özel’d

TANRI HAKKINDA KONUŞMAK!...

Tanrı, hakkında konuşulabilir mi?!. Konuşulabilir ama hiçbir konuşma Tanrıyı “tam tanımlayamaz”!. Tanrı, Kendi hakkında konuşur. Sözgelimi Ben = Ene” der, “İnnî” der. Kendini “Esmâ ve Fiilleri” ile tanıtır ama bu dil düzeyine indirilmiş “inzâlî” bir tanımlamadır. Dil, Tanrı’yı metaforlarla (= benzetmelerle) bize tanıtır; benzetmeler, “gölge/ler” gibidirler. Tanrı, Ben görüyorum (= El-Basîr’im), der; biz O’na/O’nda bir göz tasavvur ederiz. Sen (siz), Bizim gözlerimizin önündesin/iz.” (= “... fe inneke bi aeyuninâ...”, der. (52/48.) “... ve ardu cemîan kabdahuhû yevmel kıyameti vessemâvâtu madviyyâtun biyemînih... = Kıyamet gününde yer ve semâlar O’nun sağ elinin kabzasında = avucundadır...” (39/67.), der... Biz O’na “el” izafe ederiz. Buradan antropomorfik (= insanbiçimci) bir Tanrı tasavvuruna gideriz. Diğer yandan O, Ben, yaratılmış hiç bir şeye (= varlığa) benzemem = leyse kemisliHî şey’im; Samed’im, Ehad’im; lem leyid velem yûled, velem yekün lehû küfüven Ehad’im; der. Bu, bir taraf

SOYUTLAMA

Soyutlama, somut olan şeyleri zihnî düzeye taşıma, zihinde var etmedir. Somut olan şeyler, dış dünyada madde ve form (= şekil = sûret) olarak, birlikte var olurlar; soyutlama, bunları maddelerinden ayırarak yapılan biiştir. Varlığın, haricî varlık ve zihnî varlık diye ikiye ayrılması böyle bişeydir. Kimi, haricî varlığı asıl kabul eder, kimi de zihnî varlığı; aralarındaki fark, somutluk ve soyutluktur. Kimi, sadece haricî varlığa (asıl) varlık der; kimi de zihnî varlığa. Zihin (= biz) olmasa, haricî varlık da olmaz, yoktur. Aynı durum, tersi için de geçerlidir = haricî varlık olmazsa, (bizim için, bizce) zihnî varlık da (biz de) olma(yı)z, yok olur/uz. Ama Tanrı için böyle bişey söz konusu değildir, olamaz. Hiç bişey olmasa O yine vardır. = O olmasa, hiç bişey de olmaz/dı. ... Tüm somut “şeylerin” maddeleri dört şeyden (= anâsır-ı erbâ’dan = su, ateş, toprak ve havadan) ve türevlerinden oluşur. Ağacın maddesi odun = tahtadır; sûreti (= şekli, formu) ise “bellidir”!. Biz, (zihnen) ağacı

ÖZNE-NESNE-YÜKLEM

Özne : Arapça adıyla fâil, iş yapan. Özne, nesne üzerinde iş yapar. Nesne ise, üzerinde iş yapılandır. Yüklem de bu işin kendisidir, nesneye yüklenen = hamledilen iştir. Yaratılmış olan özneler, hem iş yapar hem de onların üzerlerinde iş yapılır; yâni, yaratılmış özne, kimi zaman (belki de çoğu zaman) nesne (de) olur. Ali kitap okuyor, cümlesinde, Ali, özne; kitap, nesne; okumak = okuyor, yüklem. Kitap, Ali’den bahsediyor, cümlesinde ise, Ali özne değil, nesne. Ali hastalandı (uyuyor), cümlesinde de, Ali özne değil, nesne. Görülüyor ki, (yaratılmış, tam ve mükemmel olmayan) Ali, bazen fâil = özne; bazen nesne olabiliyor. Duyulur dünyanın en yetkini olan insanda durum böyle ise, gaybî (= duyulara hitap etmeyen) dünya için de büyük ihtimalle böyle. Bunun tek ve yegâne istisnası, hep ÖZNE = FÂİL olarak kalan, üzerinde hiçbir operasyon yapılamayan (= EHAD ve SAMED Olan) ve tek İlâh olan, Allah’tır. Allah, her şeyi nesne olarak kullanabilir ve onlar üzerinde eylem yapabilir. = Yaratır, yaşa

KAPİTALİZMDE İMTİHAN

Buna, modern insanın ve Müslümanın imtihanı da diyebiliriz.  Tüm dünya, kapitalizmin girdabında; Müslümanın imtihanı da bu dünyanın içinde. Bu dünya, Müslümanı da diğer insanları da üç şeyle imtihan ediyor.  1. Para. 2. Cinsellik. 3. Makam-Mevkî-Unvan.  Başat unsur para; cinsellikte de makam-mevkîde de para ön planda, başat unsur.  Para ile imtihan : • Sadece (çok) para (kazanmak) için yaşanırsa = çalışılırsa, • Para, her kapıyı açar, diye inanılırsa = gayr-i ahlâkî işler para (= rüşvet) alarak veya vererek yapılır veya yaptırılırsa, • Para için olmadık taklalar atılırsa, • Kazanılan paranın (en azından) zekâtı verilmezse, • Aşırı tüketime (ve israfa) yönelinirse,  para ile olan imtihan kaybedilmiş olur. Cinsellik ile imtihan : • Güzel veya yakışıklı diye, fırsat buldukça harama uçkur çözülürse, • Nikâhsız yaşama, porno vb. yayınlar özendirilirse,  • Aile çökertilirse, Makam-Mevkî ve Unvan ile imtihan : • Ehliyet ve liyâkata önem verilmezse, • Adam kayırma = n

MÂRİFETULLAH

Mârifetullah, Allah’ı bilme (= alime) değildir, tanımadır (arefe). Allah’ı, sadece Allah = Kendi bilebilir. Mârifetullah tamlaması, Kitâb’ta geçmez. Allah, akılla bilinemez ama “tanınır, varlığı hissedilir ve O Varlık’a huşû duyulur.”!. Dilde, bilene özne; bilinene nesne denir. Özne, nesneye “hükmeder”; nesne, özneden “aşağıdadır.”!. Böyle bakınca, Tanrı bilinemez, çünkü nesne değildir. O, herkesi ve her şeyi bilir; kimse O’nu bilemez. O’nun bu ve daha başka özelliklerinden (= Esmâ-ül Hüsnâ) dolayı biz O’na “saygı = huşû duyar” ve kulluk ederiz. Ma’rufa, bilinen anlamını veren, urf/örf (gelenek!) ile aynı kaynaklı olmasındandır. Allah’a ya da bir ilâha inanma duygusu, tüm insanlık tarihi için bir örftür, inançsız insan yoktur. Tevhîdî inanç, tüm mükemmel özellikleri (= Esmâ-ül Hüsnâ) tek bir ilâha (= Allah’a) vermek; şirk, bu özelliklere (= Esmâ-ül Hüsnâ’ya) başkalarını da ortak kılmaktır. Bu, bilmek değil; bir tahsistir. Kimse, Allahı gereği gibi takdir edemez. = “ve mâ kaderullahe ha