AKIL ve VAHİY

Bu başlığı, Felsefe-Din (Bilim-Din), Bilme-İnanma şekline de sokabiliriz.

Akıl, sorgular, arar, araştırır; Vahiy, bildirir, haber verir ve itaat ister. Bu itaatin sorgulanmasını istemez diyemeyeceğim, diyemem; dersem, vahyin akla değer vermediğini ve aklı önemsemediğini söylemiş olurum. Oysa, akıl da bir “vahiydir”! (= Allah’tandır), akıl olmadan vahiy anlaşılmaz.

Bilme, aklın işi; inanma, kalbin işi. Bilme, bitmeyen bir iş; inanma, “tamam denen, kabul edilen” bir iş. Bilmede, tatmin yok, durmak yok; inanmada var. (mı?)!. Bilme, şüphe ile var; inanmada şüphe olmaz.

Durum böyleyse, bu ikisi uzlaşmaz mı?!. Bunların bu özelliklerini çift değil de zıt görürsek, uzlaşmazlar; oysa onlar çifttir (= zevcdir); o özellikler de onların, çift (= zevc) olmalarından, birbirlerine destek olmalarından kaynaklanır.

Yer ile Gök gibi. Erkek ile Kadın gibi. Yer, göğe; kadın, erkeğe zıt değildir. Gök, yerin; erkek, kadının evidir. Eskiden, kadının beyi ölünce, ‘evim, evim’ diye ağlardı. Gök, yere; erkek, kadına tohum (su/yağmur) eker. Gök, yeri; erkek, kadını besler. Yer, ürün; kadın, nesil yetiştirir... biri olmadan diğeri olmaz. Bunlar çift değil de zıt olsalardı, biri ötekini kabul etmezdi, iterdi.

Akıl ile Vahy de (Felsefe ile Din, Bilme ile İnanma da) aynıdır, onlar da zıt kutuplar değil, “çift kutuplardır.”!.

İnanma var, akıl yoksa; hep donma vardır. Bu durum, insanı bi gıdım ileri (kemâle) taşımaz, hep yerinde saydırır.

Akıl var, inanma yoksa, hep şüphe, hep endişe vardır; buna insan dayanamaz, hasta olur. Kafayı yiyen = saçmalayan felsefecilerde, bidurup da dinlenebilecekleri, nefes/soluk alabilecekleri güvenli/emin bir alan = sabite yoktur.

İmanı olan, ama aklı olmayan adamların da (gelmekte olan) tehlikelerden haberleri yoktur; onlar kendilerini hep güvende (emniyette, emnde) sanırlar = hissederler = bilirler; oysa hiçbir zaman güvende (= emniyette) değildirler.

Kemâl arayan bir adamda, akıl da vahiy de (= bilme de inanma da, felsefe de din de) bulunmalıdır, olmalıdır; biri diğerini “tamamlamalıdır”!. Şimdi!, akıl vahyi nasıl tamamlar?!, gibi bir itiraz gelebilir; burada tamamlanacak olan vahiy değil, insandır. Akıl da vahiy de insanı tamamlamak, onu/insanı, insan-ı kâmil kılmak için vardırlar. Vahiy olmazsa, insan sürekli “yorulur, korkar, yalnız kalır”!; akıl olmazsa, içinde bulunduğu hâl onu sıkar, monoton kılar...

Bilinecek o kadar çoook şey var ki, onların hepsini bilebilmek, insan için mümkün değil. Her şey bilinmeden de doğru-isabetli bir karar vermek mümkün değil. Akıl, her şeyi öğrenmeye = bilmeye çalışır ama bilemez; bilen birini arar, onunla iş birliği, güç birliği yapar, yapmak ister... en sonunda da her şeyi Bilen Bir’i olduğuna güvenir = inanır, inanmak ister; inanacak = güvenecek Bir’ini bulamazsa, ya her şeyi anlamsız bulur ya da “çıldırır”!.

Bilme, akıl yürütme ile, aklı çalıştırma ile; inanma, bilen Bir’ine güvenme (= inanma) ile olur. Bilme, bizzat (akıl gözüyle) görme ve gözlemleme ile; inanma, (kalple) duyma (hissetme) ve haber alma (haber verene güvenme) ile olur.

“... lehüm kulûbün lâ yefkahûne bihâ, ve lehüm ea’yünün lâ yübsırûne bihâ, ve lehüm ézénün lâ yesmeúne bihâ; ülâike kelenâmi bel hüm edall...” = onların kalpleri vardır, fıkh/tefeqquh etmezler (= düşünmezler = akletmezler); gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler; onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağı!... (7/179)

Gözün görmesi; kulağın işitmesi, aynı anda (eşzamanlı olarak) akletmek = aklı harekete geçirmektir (çalıştırmaktır) Göz böyle çalışmıyorsa, gözün aklı, akıl gözüne; kulağın aklı, akıl kulağına dönüşmüyorsa, ortada bir akletme (fikretme, fıkhetme, düşünme) yoktur.

İnsan, her şeyi akledemez, her şeyi test (tecrübe) edemez ama akleden ve test (tecrübe) edenlerden öğrenir, onların bilgisine (tecrübesine), verdiği haberlere güvenir (= inanır).

...

Bir insan, bir yangında ateşin birilerini yaktığını görmüşse, bu ateş beni de yakar diye düşünür. O kişinin yaygın görmemesi mümkün, --- bu çağda, özellikle ateşin keşfinden sonra bu da = ateş görmeme de pek mümkün değil --- o kişi, en azından ateşin odunu yaktığını görmüştür; eğer o adam odun değilse, odunu yakan, beni de yakar diye düşünür = akleder ve ateşten uzak durmaya çalışır. Ateş, onu yakmışsa (= ateşi tecrübe etmişse) ileride de (cehennemde de) yakacağını bilir ve ateşten uzak kalmaya çalışır.

İnsan, kendisini kesinlikle ateşten uzak tutacak her şeyi, her durumu bilemez, bilemeyebilir ve kendisine kesin ateş değmeyecek = değmemiş Bir’ine = ateşin Var Eden’ine, O’nun verdiği = gönderdiği bilgilere güvenir = inanır; inanmıyorsa = kendinden eminse, ya kendinin her şeyi bildiğini varsayıyordur ya da şüphe içinde bocalıyordur. İlk şık mümkün değil, öyleyse ikinci şık kesin; bu da, bir insan için katlanılamaz bir durum.

İnsan, bilmeli; ama önce haddini bilmeli; = neyi, nereye kadar bilebileceğini bilmeli; bilemediğinde de Bir Bilen’e güvenmeli (= inanmalı), O’nun bildirdiklerine uygun yaşamalı, davranmalı; bu durum, akletme = bilme için de geçerli.

Biz, Tanrı değiliz; Tanrı’ya (veya Tanrı gibi olan birine) güvenmek zorundayız; kendimizi emniyete (= emn’e) almak için de (elimizden geldiğince lehimize ve aleyhimize olan şeyleri) bilmek zorundayız. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET