Kayıtlar

Aralık, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

DEFO

(Başka uygun bir kelime bulamadığım için bu kelimeyi kullanma durumunda kaldım, kusuruma bakılmaya!.) Defo, bir maldaki yapım/imalât hatası, kusur, bozukluk demek. Bu kelime (defo), endüstriyel/sınaî mallardaki hata için kullanılır; özür dileyerek ben bu kelimeyi insan için, ama insandaki “yaratılış kusuru”! için değil, insanın kendinin sonradan kazandığı ve özgür iradesi ile seçtiği o şeylerle kendini mükemmel kabul ettiği hususlardaki kusurları için kullanacağım; buna Müslümanlık da dahildir, İslâm değil; İslâm’ın kendisinde aslâ en ufak bir kusur/defo yoktur. Herkeste defo var; kiminde az, kiminde çok; defosu çok olan, az olanı kusursuz görür; defosu az olan da çok olanı beğenmez. Büyük defolar uzaktan da görülür ama küçük defolar için, iyice yaklaşmak ve dikkatli bakmak gerekir.  Rabbimiz herkese şah damarından daha yakın olduğu için herkesteki büyük-küçük her defoyu görür. O, bizi defosuz yaratmıştır, defosuz bir insan ve Müslüman olmamızı istemiştir ama biz ne yapıp-ediyor, bitür

HÂTİME

Sonsöz. Hâtem, son, mühür. Hâtem-ül Enbiyâ, Nebîlerin Sonu. Edebiyatta (konuşmada-yazmada), sözü tamamlama, sözü sona erdirme. Söz : Kelâm, logos. Logos : felsefede düşünce; dinde Tanrı Kelâm’ı (Kelâmullah). Kelime, kelâmın parçaları (!). ‘Tanrı’nın Kelâm’ı bitmez ve değişmez. “Lâ tebdîle likelimâtillâh.” (10/Yunus, 64.) “Dünyada geçici bir yararlanma vardır. Sonra dönüş/leri Biz’edir. Sonra da gerçeği yalanlayan nankörler olmalarından dolayı onlara şiddetli azabı tattıracağız/tattırırız.” مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ (10/Yunus, 70.) SadakAllah’ül Azîm. Azîm olan Allah doğru (söz) söyler. Rabbim!, sesli/sözlü, kevnî/fiilî indirdiği Kelâm’ına/Söz’üne  (Kur'ân’a ve kâinata) kulak vermeyi, itaat etmeyi = ‘semi’nâ ve etæ’na’ demeyi (teslim olmayı), temiz vicdanımızın sesini dinlemeyi, Kendi Söz’üne muhalif olan sözlere değer vermemeyi cümlemize nasip etsin. Âmin.

KORKU

Olabilecek tehlikeli bir durum karşısında duyulan his, endişe, kaygı. Tehlike, bizim tarafımızdan kontrol edilemeyen ve bize zarar vereceği bilinen şey. Bir soru. İnsanın en çok koruduğu ve kaybetmekten korktuğu şey nedir? Hayat, değil mi? Hayatı kaybetme ve onu tehlikeye atma korkusu, kişinin yaşadığı en büyük korkudur.  1) Burada yaşanan hayat, er-geç kaybedilecekse, 2) Kaybedilen bu hayat sonrasında yeni bir hayat da yaşanacaksa, 3) Bu hayatı erken ya da geç “kaybetme” arasında bir fark var mıdır? İntihar etmeyi kastetmiyorum. Bir “değer” için ölümü (ölmeyi) göze almayı kastediyorum. En yüce (en büyük) Değer, ölümü öldüren, her şeye hayat veren Değer’dir.  Öyleyse,  4) Müslüman (Allah’a gerçekten teslim olmuş) birinin ölümden korkmasına gerek var mıdır. Ölümden korkması gereken biri varsa, o da İslâm’ı benimsemeyen olmalıdır; onun hayatı hep “tehlikede” olacak, o, hayatını kaybetmekten değil “ölememekten” korkacak, ölse kurtulacak!. Sen misin dünyada Ben’im için ölümden kork

KAVRAM/A

Kavram, kavrama, kuşatma, kaplama, “istivâ”dır. “Er-Rahmân-u ale-l arşi’stevâ.” Arş, tüm varlığı kavrayan, kaplayandır. Rahmân, arşı kavrayınca, kaplayınca tüm varlığı da kavramış, kaplamış olur. Rahmân dışında hiç kimse, varlığı = arşı bu genişlikte, böyle/bu kapsamda kavrayamaz. Bizim kavrayışlarımız çoook sınırlıdır. Kavrayışta (kavramda), hem içerik hem biçim, hem dış (zâhir) hem iç (bâtın) bulunur/vardır. Rahmân, ‘hem Zâhir’dir hem Bâtın’dır hem Evvel’dir hem Âhir’dir.’ = “Hüve-l Evvelü vel Âhiru vez- Zâhiru vel Bâtın.” Rahmân dışındaki tanrılardan medet umanlar, Nietzsche’nin meşhur deyişi ile o ‘tanrıların alaca karanlığında’ yaşarlar ve kavrayışı kıt tanrılara taparlar; tek Tanrı’ya = Rahmân’a tapanlar ise ‘nur üstüne nur’ (“nûrun alâ nûr) üzere yaşarlar. Kavrama, anlamadır. Rahmân dışında hiçbir tanrı bizi anlayamaz. Rahmân dışındaki tanrılara yapılan duâlar da o tanrılarca anlaşılamaz. Kavrayışı kıt tanrılara tanrı diyenler, “Lâ ilâhe illâ Allah”ı da tam kavrayamaz, tam anlay

KÂHIR

İnsanın içine işleyen derîn üzüntüdür kâhır, aslâ kin değil. Kâhra uğrayan hep haklıdır; kîn ise, haksıza musallât olur. Kâhır, kişinin sevdiklerine karşı duyduğu derîn kederdir; sevdikleridir kişiyi kâhreden, “kâhr-amân” eden. Eğer kişi sevdiklerine gazap etmez, zarar vermezse “kâhr-amân” olur; gazap eder, zarar verirse kâhır kîne dönüşür. Rabbimiz Kâhhâr’dır, kindâr değil. Kâhra uğrayan, eninde-sonunda gâliptir; onu kâhra uğratan kesinlikle pişman olur; bu pişmanlık da onu “kâhr-amân” eder. Birini kâhra uğratmak, kâhra uğratanda er ya da geç kesinlikle derîn pişmanlık, vicdan azâbı, utanç ve mahcûbiyet duygusuna sebep olur/olacak; o kişinin bu vicdan azâbı, utanç ve mahcûbiyetten dolayı gözüne aslâ uyku giremeyecek, aslâ rahat nefes alamayacak!. Eninde-sonunda yaptığı işten, o kişiye çektirdiği kâhırdan dolayı “affını istemek” zorunda kalacak ve binebze olsun “rahat nefes almak” isteyecek ama “o nefesi” çok da kolay alamayacak, epey “azap çekecek”!; en azından yaşattığı kâhır kadar,

EL

El, Arapçada ‘yed’; ‘yemîn’, sağ el; ‘eyd’, güç, kudret; ‘yedâ’ iki el; ‘eydiyeküm’, elleriniz... demek. El, son tahlilde olumlu-olumsuz tüm yapıp-etmelerimizi (amellerimizi) yapan organımızdır. Veren de çalan da, birinin kuyusunu kazan da birini o kuyudan kurtaran da, kılıç tutan da kalem tutan da, iş yapıp kazanan da çalışanın alın terini çalan da, ..., eldir. Yemin ve biat/bağlılık sağ elle yapılır. Muaviye ve Amr b. As, Hz. Ali’ye biat etmemişlerdi ve biatin sağ elle yapıldığını bildikleri hâlde ‘sana sol elimizle biat ederiz.’ demişlerdi!. Rabbi Mûsâ’ya (bildiği hâlde) “sağ elindeki nedir Ey Mûsâ?” diye sormuştu. (Tâ-hâ, 17.) Yine Ona, “elini koynuna sok!” (Tâ-hâ, 20.) demişti. "feqteû eydiyehümâ = ellerini kesin"! Mâide, 38 âyetindeki hümâ zamiri iki ele değil, âyet başındaki særiq ve særiqât’a (erkek ve kadın hırsıza) gider. Ele hükmeden beyindir, kalptir; el, âlettir. ... ‘El kesmeyi’, (önce) akıllarını ve kalplerini “çelin/kesin!” şeklinde anlamak; ısrar ederlerse ge

ZİHNİYET

Zihniyet, hem düşünme tarzını hem zihin yapısını ifâde eder. Modern psikoloji, bebek/çocuk zihnini ‘tabula rasa’ (boş levha) olarak gördüğü için onu (zihni) istediği gibi şekillendirmek = eğitmek ister. Eğitim, ya bir zihniyet değişimi için = yeni bir zihin inşâ etmek için, ya da ‘mevcut zihniyeti sürdürmek’ içindir. Zihniyet, hayata olduğu gibi yansırsa, kişi iç ve dış tutarsızlık yaşamaz; zihniyet başka, hayat başka olursa içte ve dışta sorunlar yaşanır; kişi bunu bilerek yaparsa münafıklık yapmış olur. Bizler genelde zihinle beyni müteradif (anlamdaş/sinonim) kullanırız ama aralarında fark vardır; beyin, zihnin donanımı; zihin, onun yazılımıdır; donanım herkeste eşittir ama yazılımı bize, ya biz ya da başkaları (ana-baba, toplum, devlet/okul ya da medya) yükler.  İnsan donanımına en uygun yazılım İslâm’dır, İslâmî zihniyettir; diğer tüm yazılımlar donanımla uyumsuzdur; tüm insanlara o donanımı ‘kodlayan’ El-İlâh olan Allah’dır, o donanıma uygun yazılımın kodları/âyetleri O’nun Kitâb

RAHMET ve ZAHMET

Zahmet çekmeden rahmet gelmez!. Modern insan zahmeti çekmek istemiyor ama rahmet bekliyor!. Bir zahmetle karşılaşmışsa, hayata (Rabbine) küsüyor; bir rahatlık (rahmet) yaşıyorsa, o rahmeti ‘kendinden’ biliyor, Rabbini unutuyor. “Ne zaman Rabbi insanı sınayıp ikramda bulunur, nimet verirse, Rabbim bana ikram etti der; ne zaman da rızkını daraltırsa Rabbim bana ‘ihânet etti’ der.” (89/Fecr, 15-16.) “Bazıları da iş olsun diye (alâ harf, kıyısından köşesinden, öylesine) Allah’a kulluk eder; kendi yararına bişey başına gelirse mutlu olur; bir zahmetle/sıkıntı ile karşılaşırsa yön değiştirir (sırtını döner); o, dünyayı da âhireti de kaybedendir; apaçık kayıp budur.” (22/Hacc, 11.) Zahmetsiz rahmet beklemek, rahmeti kendinden bilmektir. Rahmet, zahmetin içindedir; zahmet olmasaydı (hep rahmet olsaydı), insan çok çabuk şımarır, rahmetin kıymetini (değerini) bilmezdi.

DÜŞÜNCE!

Düşünce, düşünce, kâğıda (ya da söze) düşer; düşmeden önce hayatın içindedir ve canlıdır. Düşünür, yaşamadığı düşünceyi yazar ya da söylerse “fikir üretir”; yaşarsa çözüm üretir; yazılanı (ya da söyleneni) herkes okumaz (ya da duymaz) ama yaşananı herkes görür, bilir; yaşayan, herkese örnek olur. Kitap, düşüncenin iki kapak arasına girmiş hâlidir. İlâhî Kitâb (Kur'ân), iki kapak arasına girmeden hayattı; âlemlerin Rabbinin yaşanan hayata müdahalesi, emir ve yasaklar ile hayatı düzenlemesi idi. Kitâb, iki kapak arasında, kağıtların üzerinde kaldığı sürece (iki kapağa ve kağıtlara bağlı olmaktan çıkarılmazsa) Mushaf’tır; Mushaf’ı okumak, Onu anlamak ve hayata aktarmak (hayat kılmak) için olmalıdır; ‘seslendirmek’ değil. ... Düşünce, kitapta düşünürün düzenlediği şekilde durur; gündelik-yaşanan hayatta bu düşüncenin “karmakarışık” ya da “düzenli ve uyumlu” olması anlamaya ve yaşanan hayata bağlıdır. Düşünceyi karmakarışık kılan şirkken; düzenleyen imandır; düşüncenin bu düzenine düşün

ÖLÜM, UYKU ve RÜYA

Buradan bakınca ölümü uyanılmayan, uzun süreli uyku; uykuyu kısa süreli, günlük ölüm olarak görmek mümkün. Bu kanaate varmama 39/Zümer, 42. âyet de yardım etti. “Allah, canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uykularında alır...” Rüya, uykuda görülen “uyanık-canlı” hayattır. Bu yazıyı yazmama ilham veren, önceki gün ölen bir tanıdığımın cenazesindeki duygularım ve o duyguların etkisi ile gördüğüm bir rüya. Ölen tanıdığım da benim gibi yetim büyümüş, dişiyle-tırnağıyla hayata tutunmuş, evlâtlarına da “hatırı sayılır” bir servet bırakmıştı. Cenaze namazı kılınırken onun yerine kendimi koydum (empati yaptım); bu empati beni etkilemiş olmalı ki gece rüyama girdi, rüyamda da bu empati sürdü. Rüyamda bana; “Seni, sadece Bana muhtaç ol! diye ‘yetim’ bıraktım ama sen Benim için değil, kendin ve evlâtların için çalıştın; “sana âyetlerimi okuyan ve bugünle karşılaşacağını söyleyen ve seni uyaran Kitâb ve Elçi de gönderdim...” (39/71.) ama sen, biraz daha çook param olsun diye habire çalıştın ve

MISIR'A VÂLİ TAYİNİ

Şam’da vâli Muaviye; Mısır’da vâli Abdullah b. Ebî Serh’tir. Ebî Serh, Mısırlılara zulmediyordu, Mısırlılar Halife Hz. Osman’a bir şikâyet mektubu yazdılar; Hz. Osman da ona (Ebî Serh’e) tehdit ve uyarı dolu karşı bir mektup yazdı; Ebî Serh, Hz. Osman’a o mektubu yazanı döverek öldürdü; bu sefer Mısırlı 700 kişi Medine’ye şikayete geldiler ve Hz. Ali’ye durumlarını arz ettiler, Hz. Ali, Hz. Osman’dan vâlinin azledilmesini istedi. Hz. Osman, bir adam seçin onu tayin edeyim dedi; Mısır’a Muhammed b. Ebû Bekir vâli tayin edildi. Muhammed b. Ebû Bekir bir grup Ensar ve Muhacirle Mısır’a doğru yol alırken süratle devesini kırbaçlayan bir köleye rastladılar, “nereye?” diye sordular, Mısır vâlisine dedi; gruptan biri (Ebü’l A’ver b. Süfyan es-Sülemî) onu tanıdı, üstünü aradılar, kırbasındaki mektubu buldular. Mektupta, “Muhammed b. Ebû Bekir ve yanındakiler sana gelince onları öldür ve getirdikleri yazıyı (Muhammed b. Ebû Bekir’in tayin belgesini) iptal et; sana emrim gelinceye kadar da görev

TANIMLAMA

Tanımlama, târif etmedir. Tanımlama, bilmeden farklıdır; târif, arefe’den; bilme, alime’dendir. Somut, maddî şeyler tanımlanır; tanımlama, bir şeyi ya da bir yeri temel özellikleri ile anlatmak, tanıtmak, târif etmektir; soyut, manevî “şeyler” ise bilinir. Ama, biz kavramları da tanımlarız, oysa kavramlar da aklî “şeylerdir”. İşin doğrusu, muhataplarımızı tanımlarız; bu muhataplarımız duyusal da aklî de olsa; kendimizi ise biliriz; bizi de başkaları tanımlar. ... Pekiî, “men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû.” sözünü nasıl anlamalıyız?!. Bu söz, ‘kim nefsini bilirse, Rabbini de bilir,’ şeklinde tercüme edilir, oysa bu sözdeki fiil de arefe’dir, alime (bilme) değil. İletişim (PR) okurken Tanıma ve Tanıtma’yı çalıştığım için, bilme olmadan tanımanın; tanıma olmadan da tanıtmanın mümkün olmayacağını biliyorum. Marifetullah (Allah’ı bilme); dikkat edin, buradaki bilme de arefe; kişinin Allah’ı târif etmesi değil, O’nu “içinde/kalbinde hissetmesidir.”!. “Kâinata sığmadım ama Mü’min kulumun

MUAVİYE SİYASETİ

Siyasette Allah korkusu (vicdan ve ahlâk) olmazsa, siyaset çook tehlikeli bir “meslektir”!. Siyasetteki Allah korkusu sorumluluğu ağırlaştırır; kimse bu sorumluluğun altına girmeyi göze alamadığı için siyasete talip olmaz. Siyasete talip olanlarda taqvâ (Allah korkusu) zayıfsa, hırs güçlüdür. İslâm tarihinde siyaset (= hilafet) hep sorunlu olmuştur. İlk halife (Hz. Ebû Bekir), Ensar’dan Benî Saîde ve Hz. Ali ile; ikinci halife (Hz. Ömer), yine Hz. Ali ve bazı Ensar ve Muhacirlerle; üçüncü halife (Hz. Osman) Şûra Heyeti içindeki tartışma ile; dördüncü halife (Hz. Ali), Hz. Aişe, Talhâ, Zübeyr, Muaviye, Abdurrahman b. Avf gibi yakın sahabîler arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen; 2, 10, 12 ve 4 yıllık sürelerle halifelik yapmışlar, daha sonra iş, saltanata dönüşmüştür.  Beşinci halife (= Sultan) Muaviye, Hz. Osman zamanda Şam Valisidir; Hz. Osman’ın son dönemlerindeki hoşnutsuzlukları duyunca Medine’ye gelir ve Hz. Osman’a üç teklifte bulunur. (Muaviye Hz. Ömer zamanında Şam’a vali yapı

BÜYÜK SORU

Herkes kendi ilgi alanına giren konularla ilgili sorular sorar. Soru sormayı ilk becerebildiğimiz ândaki dönemde; ki, bu dönem ilk çocukluk yıllarımızdır, “çocukça büyük” sorular sorarız ama o sorularımızı ebeveynlerimiz cevaplayamaz. Çocuğun böyle büyük sorular sorması, onun yabancısı olduğu dünyayı anlamak içindir. Çocuk henüz geldiği yeri “unutmamış” ve geldiği yerle buranın bağını koparmamıştır. Ebeveynlere dünya artık yurt olduğu, gelinen yer ile bağ unutulduğu için, çocukların soruları ‘çocukça’dır.  Çocuklara o soruları sorduran masumiyettir. Çocuklar, ilk tövbeden sonra henüz günah işlemedikleri için kirlenmemişlerdir.  Her günah, kirletir ve masumiyeti örter. Ne kadar çok günah işlersek o kadar kirlenir, perdeleniriz; gözlerimiz görmez, kulaklarımız duymaz olur; kalplerimiz katılaşır. Kitâb’ı anlama da buna dahildir. “lâ yemessuhû illel mutahherûn.” (56/79) ayetine buradan bakılabilir!. ... Düşünen insanlar için en büyük soru, ‘varlık nedir, niye vardır?.’ sorusudur. Varlığa v

KENZ

Tevbe 34’deki kenz, aklımı ‘Kenz-i Mahfî’ kavramına da götürdü. Buradaki kenz, malı (altını, gümüşü = parayı) biriktirerek, güya bir hazineye çevirme; Kenz-i Mahfî’(yi) ise tasavvuf, ‘hakikatin bulunduğu’ “sır âlemi, gizli hazine/defîne, mecâzen Hakk” olarak anlar ve açıklar. Bence Hakk, basara (kafa gözüne) gizli; akla a priori; basîrete (kalp gözüne) apaçıktır. İnsaflı/vicdanlı kafa gözleri O’nu şeylerde; akıllı olanlar şeylerin ‘arkasında’; kalbî ile görenler “gayb’da ve şehâdet’te” (âfakta ve enfüste) O’nu “görürler.”!. Mûsâ (a.s.), O’nu “ateşte”, kutsal vâdi Tuvâ’da görmüştü de düşüp bayılmıştı. O’nu göremeyenler, hep görmek isteyecekler... bilemeyenler, hep bilmek isteyecekler... O’nu göremeyince, bilemeyince, hiçbir şeyle (cennetle bile) yetinmeyecekler. Ama bu çoooook uzuuun zaman alacak!. Görenler, bilenler, O’nda mahvolacak!... Bu mahv, çoooook büyük bahtiyarlık olacak!. Ama hiç kimse, aslâ O olmayacak!. Bir ittihat (vahdet, birleşme) gerçekleşmeyecek!. O’nu görmek ve O’nu bi

NİSÂB

Nisab (sad ile), zekâtın ölçüsü olarak bilinir, yeter miktar demektir. Bu ölçü/miktar, neye göre belirlenir? Kişinin bir yıllık asgarî geçim standardına göre. Dört kişilik bir ailenin, evi yoksa, kira/barınma, bürünme/giyinme, faturalar, yeme-içme ve diğer temel ihtiyaçlarının yıllık miktarı, o ailenin nisabını oluşturur. Bir örnekle açıklayalım. Aylık tüm giderler 4.500TL ise 4.500×12=54.000TL. Evi varsa yaklaşık 30.000TL. Bu rakamı kişi sayısına bölersek, kişi başı yıllık 5.000-6.000TL arası bir rakama tekâbül eder. Bunu bardak metaforu ile anlatırsak, kişi, bir bardak su ile (6000÷12÷30=16TL), 16TL ile günlük asgarî ihtiyaçlarını karşılayabilir. Diyanet bu rakamı asgarî/alt limit fitre miktarı olarak bu yıl 28-30 TL olarak belirlemişti, üstünün sınırı yok. Biz ne yapıyoruz? Bardak doldukça sürahi, sürahi dolunca bidon, depo... gittikçe kabın boyutunu artırıyoruz. Sürekli yığıyor, depoluyoruz. Güya ileriye yatırım yapıyoruz. Saydıkça sayıyoruz, her sayışımızda Veren'e olan güveni

SEYR

Yürüyüş, yolculuk, sefer gibi anlamlara gelen seyr, yanına biçook kelime alır. Seyr-i sulûk, seyr-ü sefer, seyr gâh, seyre dalmak, seyre doyamamak, seyre çıkmak, seyir defteri gibi.. Seyr-i ilallah, Seyr-i mællah, Seyr-i fillah. Seyr-i anillah. Hiçbir tamlamanın anlamını vermeyeceğim; ben bu kısa yazıda, hakikat yolcusunun duraklarına (istasyonlarına) kısaca değineceğim. Yolculuğu biyerden biyere gidiş ya da geliş olarak maddî, dışsal bişey olarak algılayan ve anlayanlar için bu yazı saçmadır. Hakikat yolculuğuna çıkmak isteyenler içinse, bu yazının bifaydası olabilir. Her şeyden önce hakikat yolcusu dikkatli bir gözlemcidir; beş duyusunun (gözünün, kulağının, dilinin, elinin, burnunun) hakkını verir. Gören gözün gördüğü, duyan kulağın duyduğu, dokunan elin dokunduğu şeyleri anlaması için onları aklına havale eder. Bu havale, çoook anlık olur, cevap da anlık olarak alınır/verilir; bu süreyi biz aslâ ölçemeyiz. Aklına güvenerek ben şeyleri (her şeyi) biliyorum; kimsenin aklına ihtiyacım

SALÂH

Sulh’tan Salâh; üç anlamı var: 1) Doğruluktan ayrılmama. 2) Düzelme/İyileşme/İyi olma ve 3) Barış/Huzur. Ezandaki Hayye ale-s Salâh ( حى على الصلوة  ya da حى على الصلاة) = Haydin Salât’a/Namaz’adaki Salât’ın son harfi ‘te’nin (ة) ‘ha’ (ح) ile okunması. Bir de ‘Hayye ale-l Felâh’ (حى على الفلاح) var. (Çoğumuz ezandaki Salâh’ın ‘te’ ile mi ‘ha’ ile mi bittiğini fark etmeyiz bile.) Ezan bizi Salâh’a ve Felâh’a (namaza ve kurtuluşa) çağırırken aynı zamanda Sulha (iyi/doğru olmaya, iyilikten/doğruluktan ayrılmamaya ve böylece kamusal, toplumsal barışa/huzura) da çağırmaktadır. Allah’a ibâdet (namazı hakkıyla ikâme), bireyin kendi iç barışını (bireysel barışını) da toplumsal barışı da sağlar ve insanların hem dünyasını hem ukbâsını (âhiretini) kurtarır. Ey İnsanlar!, Haydin Salâh’a. (حى على الصلاح). Haydin Kurtuluşa. (حى على الفلاح) Salâh’ı (hem namazı hem sulhu) terk ettiğiniz için kıvranıyorsunuz!. Kurtuluş ve Sulh/Huzur istiyorsanız Haydin Namaz’a (Salât’a). (حى على الصلوة) “Allah-u Ekber

BÖLÜNME

En temelde varlık hayattır ve hayat bir bütündür, onun bilgisi de. Bu bütünlüğü biz anlayamadığımız için bölerek anlamaya çalışırız. Bu, aklın güçsüzlüğünden kaynaklanır. Salt akıl da insandan koparılmıştır; insan = akıl + kalp (duygu) + duyu (göz, kulak, ...) + ruh + el, ayaktır. Hayat (varlık) = Hakikattir; akıl bu hakikati teori (nazariyat) ve pratik olarak böler ve sadece teori ile ilgilenerek söz düzeyine indirger ve ağzında sakız eder. “Yâ Eyyühellezîne âmenû! Lime teqûlûne mâ lâ tefa’lûn. = Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyi niye söylersiniz?.” (61/Saff, 2.) Güneş örneğini vererek bu bölünmenin nisbîliğini (sahteliğini) anlayabiliriz sanırım. Biz, güneş doğunca, gündüz; batınca, gece oldu deriz; aslında güneş ne doğar ne de batar; gece ve gündüz, dünyanın güneşe göre konumuna göre nisbî olarak belirlenir; güneşte (uzayda) gece ve gündüz yoktur. Bilgi, Hakikat karşısındaki insanî nisbettir; Hakikatin Kendisinde nisbet olmaz, Hakikat bölün(e)mez.  Şeylerin bir numeni/özü, bir de f

BİLME/K, TANIMA/K ve YAPMA/K

İlk ikisi, İlim ve İrfan. Know ve Recognize. Understanding ve Gnostik; üçüncüsü kolay, fiil/eylem/make/do. Üçü birden = to be/olmak. Bilme, aklın işi; tanıma kalbin. Anlama bilme ile tanıma arasında köprüdür. Bişeye sadece aklımızı verirsek o şeyi biliriz ama anlamayız; anlamak için kalbin de devreye girmesi, empati yapması gerekir. Empatideki anlama, hâlâ kişiseldir; anlamanın toplumsal (kişilerarası, öznelerarası) olabilmesi için tanımaya geçmemiz lâzımdır. Anlamasız tanıma, kalpsiz bilme gibidir; kalpsiz bilgi, işin sonucunu, sosyal/toplumsal ve doğal etkisini düşünmez, yakıp-yıkar; modern bilim, kalpsizdir, ötekini (doğayı ve insanı) anlamaz; biyolojik-kimyasal, nükleer silahları çok kolay/rahat yapar, akla tapar; bilime kalbi (duyguyu, empatik olmayı) ancak inanç/iman verebilir; iman, (bilen) kişinin sorumluluk duygusu yüklenmesidir; bu duygu küçükten büyüğe doğru bir yol/aşama izler; taqvâ ile ilâhî sorumluluğa (bir tek İlâh’a sorumluluğa) ulaşır, urûc eder ve tekrar, yaratılmış

İSLÂM ve DEMOKRASİ

İslâm, ilahî orijinli bir din; demokrasi insan odaklı bir rejim. İnsan da ilâhî kaynağa dayanıyorsa İslâm ile demokrasi uyuşabilir mi? İslâm’daki şûrâyı demokrasi olarak görenler var; şûra, meşveret, danışma, bir meseleyi çözmek için görüşme demek. Görüşmenin, danışmanın tarafları olur ve taraflar bir (biçook) konuyu müzakere ederek uzlaşı arar; müzakerelerden uzlaşı da çıkabilir, çatışma da; çatışmanın çıktığı müzakereden demokrasi çıkmaz. Habermans’ın devasa kitabı ‘İletişimsel Eylem Kuramı’ diyalojik müzakare kuramını ele alır, müzakereye katılanların sayısı artınca “anlaşmanın/uzlaşmanın” zor olacağını söyler. Demokrasilerde herkesi bağımsız, özgür ve özel bir birey olarak gördüğümüzde, (böyle olması idealdir ama ne yazık ki çoğunluk kitledir, güdülür), herkesin her konuda (bir konuda bile) anlaşması mümkün değildir. Sürekli çatışma (doğal doğa durumu = vahşî yaşam, Hobbes) içinde yaşayan ve bir çare arayan insan, ortak yaşama geçmek için keyfinden (özgürlüğünden) bazı fedakârlıkla

GURBET

Gurbet, Arapçada iki şekilde yazılır; kaf ve gaf ile (قربة /  غربة); ilki yakınlık, ikincisi uzaklık demektir. Kurb’un (قرب) da iki şekli vardır: Kurb-u âm, Kurb-u hâs. Kurb-u âm, genel yakınlık; Kurb-u hâs, özel/hususî yakınlık.  Rab, herkese, yaratma ve rızık verme yoluyla genel yakın; bazı kişilere ise, hidâyet ve inâyet yoluyla özel yakındır. O, kimseye uzak değildir; O’nun gurbeti (غربة) yoktur.

İSLÂM ÜLKELERİ

Dünyada yaşayan yaklaşık 8 milyar insan/nüfus var ve bunlar 230 devlete/ülkeye bölünmüş, bu devletlerin/ülkelerin yaklaşık 60 tanesini İslâm ülkeleri/devletleri oluşturuyor; dünyadaki toplam Müslüman nüfus 1.7 milyar. (2.2 milyar Hıristiyan, 1 milyar Hindu; 500 milyon Budist, 150 milyon Yahudi, 1.2 milyar dinsiz, geri kalanlar yerel ve küçük dinler.) İslâm ülkelerinde en kalabalık nüfus Endonezya’da, 235 milyon; onu Pakistan takip ediyor 210 milyon; Türkiye, Mısır ve İran’daki durum birbirine yakın, yaklaşık 80-85 milyon, Arabistan 25-30 milyon. İslâm ülkeleri dışında yaşayan Müslüman sayısı toplam nüfusun yaklaşık %4’ü; Avrupa’da 70-75 milyon, Amerika kıtasında 4-5 milyon Müslüman var. Bu ülkeleri özellikle verdim, çünkü ülke yönetimleri ile İslâm arasındaki ilişkiye değineceğim. İslâm ülkelerinin yönetimlerinin İslâm’la ilişkisinden önce Müslümanların İslâm’la ilişkilerini 2010 yılında George Washington Üniversitesi akademisyenleri Rahman ve Askarî tarafından yapılan çalışmaya bakıla

MODA

Bir istikrarı olmayan, sürekli değişen şeydir moda. Moda, giyim-kuşamda, ev-arabada olduğu gibi yaşam biçiminde de görülüyor/yaşanıyor; modernizmi, kapitalizmi, modern olmayı moda belirliyor. Moda, sürekli, hiç durmadan yenilenen; modernist, kapitalist, sürekli kendini ve sahip olduklarını yenileyen, hiçbir şeyle yetinmeyen demek. Modern insan, hiç şeyle yetinmiyor; sürekli kendini yeniliyor ama nerede duracağını da bilmiyor. Bu, hırs ya da açgözlülük veya tatminsizlik demek. Bu hırs ve açgözlülük, kişilerde olduğu gibi şirketlerde de devletlerde de var/yaşanıyor; bu hırs ve açgözlülük insanı da dünyayı/doğayı da mahvediyor. Modern insan yiyiyor-içiyor ama yedikleri-içtikleri onu memnun etmiyor/doyurmuyor = şükretmiyor. Modern insan sürekli elbise, ayakkabı, ev, araba değiştiriyor; yine de tatmin olmuyor; aldığı elbiseler, evler, arabalar eskimeden yenilerini almaya devam ediyor, bu sürecin sonu hiç gelmiyor ve hayat sona eriyor... Bu durum, evliliklere/cinselliklere de sıçradı. Düşünc

ÖNEMLİ BİR NOKTA!.

Bir konu anlatılırken önemli bir nokta kaçırılırsa o konu anlaşılmaz. Bimeseleyi başka bimeseleden ayıran önemli bir nokta (fark) olur. Hayatımızda da önemli noktalar, hatta çook önemli nokta (dönüm noktası) vardır... o noktaya dikkat etmezsek o meseleyi anlayamaz, hayatımızdaki o noktayı (dönüm noktasını) önemsemezsek iflâh olmayız. Dinde, dini anlama ve yaşamada da önemli bir nokta vardır. Bence bu nokta, hem gerçekten/sahiden 'bir nokta' hem de yukarıda sözünü ettiğim noktadır. (İki nokta bir noktada buluşmuştur.) O nokta, rahîm (رحيم) ile racîmi (رجيم) ayıran binokta. Dikkatli baktıysanız o nokta hariç şekilsel olarak iki kelime aynı; farkı ve anlamı o nokta veriyor. Rahîm, şefkat, merhamet sahibi; racîm, lânetli, melûn. Rahîm, rahmetten; racîm, recm, taştan. Recm, taşlama, taşa tutarak öldürme; racîm, taşlanmış, taşla, mermiyle kovulmuş, vurulmuş. Recm, Arapçada taş, aynı zamanda mermi demek; rucum, göktaşı/meteor; rucmet, mezar taşı. (Bizim taşlarımız, mermilerimiz şeytan

ÇÖZÜM

İnsanı sürekli bir mücadele içinde canlı/diri ve tetikte/uyanık tutan, yaşamını tehdit eden düşmanları mı, yoksa yaşama arzusu mu? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz. İnsanın bunca çabası, yaşamak, yaşamda kalmak ve ölmemek için değil midir? Öyleyse insan, kendisini öldürmeye kast eden, yaşamını ve özgürlüğünü tehdit eden şeylerle/kimselerle savaşarak, mücadele ederek yaşıyor ama yine de ölmekten kurtulamıyor. İnsan hep savaşıyor; kendi içinde de, dışında da. İçindeki savaş, arzularının gücü ile duygularının gücü arasında. Arzuları, ye-iç, eğlen-gez-toz, vur-kır diyor; duyguları, âidiyet, yakınlık, dostluk, huzur arıyor... insanın dışındaki savaş da, bu arzuların ve duyguların ideolojiye dönüşmüş hâli, bireysellik/liberalizm ile toplumsallık/komünallik, ya da bir cemaate/topluma aidiyetlik (ait olma hissi). İnsanın içindeki ve dışındaki bu savaşı/çatışmayı (tüm çatışmaları) bitirecek ve onu ölümden kurtaracak olan, en güzel niteliklere/sıfatlara sahip (Esmâ-ul Hüsnâ) âdil bir ilâha teslimi

İHLÂS

İhlâs deyince çoğumuzun aklına “İhlâs Sûresi” gelir; bu sûre Ulûhiyette (Tevhîd’de) ihlâsı ifâde eder; dinde, imanda ve teslimiyette de ihlâs vardır. Dinde ihlâs, dini (emir ve yasaklar koymayı) Allah’a özgü/has kılmak, Allah’ın hâlis dini (dîn-ul hâlis) olan İslâm’ı/İslâmiyet’i kabul etmek, sadece Allah’a teslim olmaktır. İmanda ihlâs, Allah’a, Allah’ın dinine şeksiz-şüphesiz, şirksiz = tam güvenmek, ‘muhlisan leHu-d dîn’ (39/Zümer, 2, 11 ve 14) üzre olmaktır. Teslimiyette ihlâs, kayıtsız şartsız, itirazsız kulluktur, teslimiyettir. İlk insan ve ilk Peygamber Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’a kadar tüm ilahî dinlerde kesin değişmez kural şudur : “Sana da Senden öncekilere de şöyle vahyedildi : Andolsun ki eğer şirk koşarsan/ız, bütün amellerin/iz (çabaların/ız) boşa gider, mutlaka ziyan edenlerden olursun/uz. Yalnız Allah’a kulluk ed/in ve şükredenlerden ol/un!.” (39/Zümer, 65-66) “De ki : Ey cahiller! şimdi bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?.” (39/Zü

ARŞ

Önce Hayâlî Divânı’ndan iki beyt. “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler. O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” Cihanı süsleyen/bezeyen cihan içindedir (ama) ârâyı/aramayı bilmezler. Balıklar da derya/deniz içindedir (ama) deryayı bilmezler. Balıklar için arş, derya/denizdir; aslında biz de balıklar gibiyiz (balık hafızalıyız), evren/kâinat denizi içindeyiz, evreni ve evreni kuşatan arşı bilmeyiz/bilemeyiz, kuşatamayız. Sadece evreni/kâinatı değil, kâinatı/evreni tümüyle saran arşı kuşatan = istivâ eden, Allah’tır. “Er-Rahmân-u alel arş istivâ.” (20/Tâ-hâ, 5.) 39/Zümer, 75. âyet, “Meleklerin arşın etrafında/çevresinde döndüklerini ve Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün = hâffîne min havlil arşi, yüsebbihûne bihamdi Rabbihim.” der. Bu âyetteki üç kelimeye dikkat çekmek istiyorum. Hâffe, Havl ve Arş. Hâffe’nin isim anlamı sınır, kenar, kıyı; âyetteki bu kelime meleklerin sıfatı/özelliği ise ‘hafefe’ fiilinden sıfattır, hafefe dönme ve sarma demek. Tek bir melek tü

TAYY

Dürme, katlama. Tayy-ı Mekân : Mekânı katlama. Tayy-ı Zaman : Zamanı katlama. Tayy, 21/Enbiya, 104’de iki kez ‘nadvî ve ketayyî’; 39/Zümer, 67’de ‘madviyyat’ şeklinde geçer; Tâ-hâ, 12 ve Nâziyat, 16’daki Tûva’nın da “aynı” kökten olduğunu kuvvetle muhtemel görüyorum; Vav, Ya ve Elif med harfleri olduğu için Tûva (طوى) ve Tayy (طى) akraba iki kelimedir. Enbiya'daki ilk tayy, vav ve ya ile; ikinci tayy, sadece ya iledir ve Zümer, 67’deki “matviyyât” (مَطْوِيَّاتٌ)’da vav da ya da vardır. Nâziyat, 16’da “semâyı Kitâb sicillerini/tomarlarını dürer gibi düreriz.” (yevme nadvi-s semâe ketayy-is sicilli lil kütüb) buyrulur. Kitaplar eskiden rulo şeklinde idi, bugünkü gibi ciltli değildi. Tayy-ı Zaman, zamanı dürme/bükme, katlama. Tayy-ı Mekân, mekânı dürme/bükme, katlama. Kitâb’ta, zamanın dürülmesinden, bükülmesinden, katlanmasından söz edilmese de mekânın dürülmesinden, bükülmesinden, katlanmasından söz edilmektedir. Bu, Newton’un kütle-çekim yasası ve uzay-zaman bükülmesi teorisi, Heis

SADÂKAT

Sadâkat : Birine bağlanma, bu bağlılıkta döneklik etmeme. Sâdık, sıdk ile bağlı. Sıddîq, verdiği sözü kesinlikle unutmadığı gibi ihânet/sadâkatsizlik de etmeyen, özü-sözü doğru olan. İnsanın Rabbi dışındaki tüm bağlılıkları sağlam bağlılıklar değildir; bu, bazen bağlanandan bazen bağlayandan kaynaklanır; insanlar birbirlerine Allah adına, Allah adıyla (yeminle, nikâhla vs.) söz vererek bağlı olmayı va’dederler ama zamanla ihânet de ederler; sadece Allah vâ’dinden (sözünden) dönmez; iman, kişiyi Rabbine bağlayan manevî bağdır; bu bağ güçlü ise, buna “Urvet-ül Vüsqâ” denir; çürük ise bu çürüklük Rab’den değil kuldan kaynaklanır. İnsanın Rabbi ile kurduğu ilk bağ, “elest bezmi” olarak bilinen ilk mîsak/sözleşmeyle idi ama insan o sözleşmeyi/mîsakı unuttu; yine de Rab, her millete (kavme) hatırlatıcı (müzekkir) Elçiler gönderdi ama çoğu insan, onlara da kulak vermedi; verenler, o bağı imanla yeniden tazeledi. “Onlar, Allah’ı unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu.” (59/Haşr, 19.)

GENİŞ DÜŞÜNCE

Geniş vizyon sahibi olma, meselelere bir çok açıdan bakabilme anlamına gelir geniş düşünce; zıttı, dar görüşlülük, dar kafalılık, bağnazlık ve tutuculuktur. Ünlü dil filozofu Ludwig Wittgenstein, “Dilimin sınırları düşüncemin ve dünyamın sınırlarıdır.” der. Düşünce, dille genişler. Somut şeyler (ev, araba, altın/döviz, para/pul = mallar) dünyasından, soyut/mücerret kavramlar dünyasına adımını atamayanın düşüncesi dardır, o dar kafalıdır, bağnazdır. Küreselleşme ile mallar (emtia, finans) ve iletişim (bilgi, kültür -film, reklam, yaşam biçimi- vb.) evrenselleşti, etki alanını genişletti. Küreselleşmeye karşı değilim ama insanlar, sadece küreselleşmenin maddî olan yanına ilgi duyuyor; maddî olan her şeyini alıyor-satıyor ama, bu alım-satımın “manevî olanı” da kapsadığını bilmeden “vatan, millet, sakarya edebiyatı” yapıyor. Küreselleşme  bu hızla giderse, yarın ortada vatan, millet, sakarya (din, diyanet) kalmayacak; değer namına ne varsa değersizleşecek; çünkü küreselleşme değerleri de t

YAKINLIK

Yakınlığı, fiziksel, düşünsel ve ruhsal yakınlık şeklinde bir bütün olarak anlayamazsak, fiziksel olarak yakın olduklarımıza (akrabalarımıza) uzak, kalabalıklar içinde yalnız; düşünce olarak yakın olduklarımıza sadece düşünürken yakın olduğumuzu hissederiz ama, bişeye, birine hem fiziksel hem düşünsel hem de ruhsal olarak yakın olursak; âdetâ o şey, o kişi biz; biz de o şey, o kişi oluruz!. Bu durumun kişilerle olan kısmına ve ileri aşamasına “aşk” deniyor; aşkta fiziksel mesafe uzak olsa bile kişi âşık olduğuna yakın oluyor; oysa biz, yakınlığın şeylerle olan kısmını daha çok ön plana çıkarıyoruz; sözgelimi paraya, arabaya, eve, mala çook yakın duruyoruz, hep onları düşünüyoruz; çook aşırı gidenlerimiz ruhunu da onlara “satıyor.”!. ... “İnsanlardan bazıları, Allah’ın yanı sıra başka varlıkları O’na denk tutar ve onları Allah’ı sevdiği gibi severler. İman edenlerin Allah’ı sevmeleri ise her türlü sevgiden daha üstündür. Keşke zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a a

İNSAN-5

Daha önce insan kelimesinin ya üns/ünsiyet ya da nisy/nisyan kelimelerinden türediğini söyledim. Üns/ünsiyet, yakınlık; nisy/nisyan, unutkanlık demek. İnsan, hem yakınlık kurar hem unutur. Yakınlık, aynı zamanda Sıla-i Rahîm’dir. Sıla’nın (ﺻﻠﻪ صلى) mastarı/kökü (وصل), Vasala’nın fiil ve süreklilik hâli Salât’tır, Namazdır. (صلاة). Vasala, Yasılu, Vâsılun, Vâsıl olmak (ulaşmak) da aynı kök. Üns (ﺍﻧﺲ), ünsiyet (ﺍﻧﺴﻴّﺖ), alışma, alışkanlık, yakınlık. Yaklaşmadan yakınlık kurulmaz. ... Nesiye/nisyan, nesî, (نسى) unutmak. Nesiyyün, unutkan. “...nesullahe feensâhüm enfüsehüm... onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini (kendi nefislerini) unutturdu.” (59/Haşr, 19.) ... Allah’ı unutmayanlar, er-geç “ateşi görür”, “ânestü nâren”. Ânese (آنس) de Elif, Nun ve Sin, ins/insan ile aynı harfler; anlamı, cana yakınlık, samimiyet, ünsiyet, dostluğu sürdürmek. Ânese, Kitâb’ta dört yerde geçer. (Tâ-hâ, 10. Neml, 7. Kasas, 29 iki kez.) ... Unutan, yakınlık kuramaz; “o ateşi” göremez. ... Kasas

KOR

Kor, odunun ya da kömürün ateş haline gelmesi. Arapçası gabes. Mûsâ (a.s.), Medyen’den Mısır’a dönerken Tûva’da/Tûr’da gördüğü ateşten ehline/ailesine belki size de bir kor (gabes) ya da bir Hüdâ/Hidâyet getiririm dediği şey kor. Aynı âyette “o ateşe” hem gabes (kor) hem hidâyet nisbet edilir. O ateşte/ateşin içinde (minhâ) gabes (kor), üstünde (alennâri) hidâyet (hüdâ) vardır. (20/Tâ-hâ, 10.) O kor, içinize düşerse her yanınızı hidâyet kaplar; o ateş mukaddes bir ateştir; o vâdi (Tuvâ vâdisi) mukaddes bir vâdidir, o dağ (Tûr dağı) mukaddes bir dağdır; o dağda/o vâdide Mûsâ Rabbi ile görüşmüş/konuşmuştur. Odun gibi, kömür gibi yaşayan bizlerin ciğerlerini “kor” kaplamaz/kaplamıyor; bizler hayat yolculuklarımızı yaparken böyle biateş göremiyoruz; o ateşten bir kor alıp başkalarına taşıyamıyoruz. O ateşi görmek/görebilmek için en azından 8 ya da 10 yıl “Şuayb gibi”! birinden ders almak ve alınan bu dersi çobanlıkla hayata geçirmek gerekiyor. Her Peygamber çobandı; çobanlar, hayat sahibi

MURÂKABE

Murâkabeyi nefs muhasebesi, kişinin kendini bilmesi olarak da anlayabiliriz. Murâkabe, rekâbetten, iç denetim/gözetim, öz-eleştiri demek; rekâbeti biz, ekonomik bir terim olarak “yarışma” diye anladık, oysa o (rekâbet), aynı zamanda kişinin nefsi ile ruhunun (taqvâsı ile fucûrunun) yarışmasıdır; murâkıp, denetçi demektir. Er-Rakîb, Allah’ın İsimlerindendir ama Allah’ın Er-Rakîb olması, El-Hafîz olması, O’nun Kendisini değil yarattığı herkesi ve her şeyi denetlemesidir. Murâkabe kelimesine derûn kelimesi eklenince, “derûnî murâkabe” şeklinde kullanılır; anlamı, içe derîn bakış demektir ki bu, içteki en küçük bir ayrıntıyı dahi “görmeyi” gerektirir; böyle bir murakabe perdelerle kaplı, gâfil bir kalple/gönülle yapılamaz. Kalpteki/gönüldeki perdeler nasıl kalkar? diye sorulursa, düşüncede iyi niyete, amelde/işte/davranışta salih gayrete (= salih amele) bakan Rabbimiz, kişinin kalbindeki/gönlündeki perdeleri kaldırır ve onun kalbini/gönlünü İslâm’a açar; “kimin gönlü/kalbi İslâm’a açılmışs

KİMLİK-3

Ulus devletlerde vatandaşa kimlik veren, onun kim olduğuna dair son sözü söyleyen devlettir; kişinin kendi, kendine bir kimlik veremez; devletin verdiği kimlik dışındaki tüm kimlikler (diplomalar, belgeler, pasaportlar vb.), sahtedir; devlet, vatandaşının ne olmasını istiyorsa vatandaş odur; devlete onaylatılmamış hiçbir belgenin (mesleğin) geçerliliği yoktur; o devletin egemenlik alanı olan sınırlar içinde doğan herkes (misafir değilse), o devletin vatandaşı/uyruğudur. Doğunca, kişiye kimlik veren devlet olduğu için insan, “doğmadan önce” bişey değildir, hiçbişeydir; ancak devlet insana bir kimlik verince, insan biyere, bitopluma, bikültüre ait olduğunu bilir. Devletin verdiği kimliğin insanın doğmadan önceki “kimliği” ile bir bağlantısı/ilişkisi yoktur. İnsanın doğmadan önce bir kimliği var mıdır? diye sorulursa; derim ki, doğmadan önceki kimliğini araştırmayan ve o kimliğini elde etmek için çabalamayan, gerçek bir kimlik sahibi olamaz. ... İlahî adâletten (dinden) uzaklaşılınca düny

EVLİLİK

İki karşıt cinsin nikâhlı birlikteliğidir evlilik, ama ben bu kavramı, ulus ve devletin evliliği ile ilgili kullanmak ve ‘ulus devlet’ kavramına bi nebze değinmek istiyorum.  Ulusla devletin evliliği/nikâhı, 1789 Fransız ihtilâlinden sonra resmîleşmiştir. Ulus, milletin etnisite hâline gelmiş hâlidir; eskiden millet = din demekti ve din çook daha büyük şemsiye idi; şimdilerde aynı dini kabul edenler bin bir millete = ulusa bölündü. Eskiden savaşlar din/ler adına olur; din içi savaşlar (mezhep savaşları) pek nadir görünürdü. Son yüzyıllarda maalesef batıda da bizde de din içi savaşlar görülmeye başlandı. Batıdaki bu savaşlar çok uzun (116 yıl) sürdü, adına bile yüzyıl savaşları (1337-1453) dendi. Doğunun mezhep (din içi) savaşları, ilâhî hâkimiyetin yerini kişisel hakimiyete = siyasete bırakmasıyla oldu; şimdilerde, bu savaşların üstü küllendi gibi görünse de alttaki kor hâlâ canlı; ulusal-ekonomik-siyasi görünen savaşları körükleyen de aslında bu kor/din; sekülerizm de bir din. ... Ulu

TRAJEDİ ve KOMEDİ

Tiyatro, Yunan/Batı sanatı; bizde tiyatro yoktu; tiyatro, batı kültürü ile bize girdi. Biz, eskiden hayatı sahiden yaşardık, şimdi taklit ediyoruz. Trajedi, tiyatro hayatın üzücü/üzüntülü yanı; komedi ise neşeli/gülünç yanı. Hayatı sahici/gerçek yaşayamayanlar, tiyatroya başvurur ve bu hayat, bazen trajediye bazen de komediye döner. Tiyatro, taklit hayattır. Şimdilerde yaşanan sanal hayatı da hesaba kattığımızda (bu da batının icadıdır); batı, batılıları da bizleri de sahici/gerçek hayattan gittikçe uzaklaştırıyor; ne hayatın ne de ölümün gerçekliğine vâkıf olabiliyoruz; hayatla da ölümle de (âdetâ) oyun oynuyoruz ve niye geldiğimizi (yaratıldığımızı) unutuyoruz.

DERS ALMAK!

Firavun, İsrailoğullarının nesli çoğalmasın (tahta vâris olmasınlar) diye erkek çocuklarını öldürüyordu, Mûsâ (a.s.), küçük bir çocuk/bebekken Rabbimiz anasına : “O'nu bir sandığa koy, denize (yemm) bırak. Benim de düşmanım, O’nun da düşmanı O'nu alsın. (Ey Mûsâ!), “Senin Gözümün önünde iyi yetişmen için, üzerine Kendimden bir mehabbet/muhabbet bırakmıştım.” buyurur. (20/Tâ-hâ, 39.) Biz, dışardan bakınca çoook şeyi = çoğu şeyi göremiyor, anlayamıyoruz; anlayanlar/görenler, kendilerine “Hikmet” verilenlerdir. “Kime Hikmet verilmişse, ona çoook hayr verilmiştir.” “O, Hikmeti dilediğine verir. Kime Hikmet verilmişse, ona çoook hayr verilmiştir. Bunu ancak Ulu-l Elbâb (aklı sadece hayra çalışan basîret sahibi) olanlar anlar.” (2/Bakara, 269.) Rabbimiz, birini yetiştirecekse, onu düşmanının elinde de yetiştirebilir; bu işi seçtiği Peygamberi Şuayb (a.s.)’a da havale edebilir...

İNNÂ LİLLÂH....

“İnnâ lillAllah-i ve innâ ileyHi râciûn.” (2/Bakara, 156.) Bu sözü, biri vefât ettiğinde söyleriz, oysa bu söz, her zaman söylenmesi ve içselleştirilmesi gereken bir sözdür. İnsan, burada gurbettedir; binevî sürgünde. Gurbette ve sürgünde olduğunu bilen; burada, hiçbir yerde kendini “evinde/yurdunda” hissedemez; o, burada yersiz-yurtsuzdur. Burayı asıl/temelli yer-yurt edinenler, “ahlede ilel ard” olanlar, burada ebedî yaşayacağını düşünenler = yere çakılıp-kalanlar, dünyaya dört elle sarılanlar, yere yapışık yaşayanlardır. (7/Â’raf, 176.) Bu sözü içselleştirenler ise, burada rahat edemeyenler, burayı bir han olarak görenler ve “yolcu” olanlardır; “hancı” olanlar değil. Onlar için, O’na kavuşmadan rahat yoktur. “O’ndan geldik, O’na gidiyoruz.” Geldiklerini unutanlar, geldikleri yeri yurt edinirler. Aslında biz göçmen bir milletiz, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmişiz, burayı “yurt” edinmiş, burada kalmışız ama Orta Asya’ya nereden geldiğimizi ve buradan nereye gideceğimizi pek düşünmüyoru

ÖĞRENME = BİLME

Kişi ya kendi kendine öğrenir ya da ona biri/leri öğretir. Öğrenilen şeyi öğrenen kendi oluşturmadığı için kendi kendine öğrenme de aslında öğretmedir. Âdem’e (bize) “isimler ve Kur'ân” öğretildi. “ve allemel Âdem-el Esmâe küllehâ...(2/31.) ... allemel Kur'ân...(55/2.) ” Öğrenilen (bilinen) şey kuşatılan şeydir. Biz, bizden ‘aşağı şeyleri’ öğrenir = kuşatırız; ‘yukarı şeyleri’ kuşatamayız = öğrenemeyiz. Allah, her şeyi kuşatır. = “vesia kürsiyyüHu-s semâvâti vel arz/d... O’nun Kürsü’sü semâvâtı ve yeri kuşatmıştır...” (2/255.) Eskiden üniversitelerde bilim dallarına kürsü denirdi; kürsü (sahibi hoca), ait olduğu ilim dalını ‘nispeten’ kuşatırdı. Hiçbir hoca, tüm kürsüleri kuşatamaz; sadece kendi alanına giren konuların künhüne ‘nispeten’ (tam değil) vâkıf olur. Bilenler, bunu bilir; bilgiçlik taslayanlar ise şımarır. Okuma (da), bir öğrenmedir. Okuma, inzâl edilen ve yaratılan Kitâb’ları (Kur'ân ve kâinat) okumadır. “senuqriuke felâ tensâ illâ mâ şællah... Sana okuyacağız =

TANRI MİSAFİRİ

“Tanrı” her yerde ise ki öyledir; her yerdekiler, ‘Tanrı Misafiri’ değil midir? Öyledir ama bu, kendilerini Tanrı’ya misafir olarak geldiklerini bilenler içindir; Tanrı aklında/gönlünde olmayanlar için değil. Bilenler, her yerde ‘Tanrı Misafiri’ olduklarını bilirlerse, Tanrı Huzurunda “yanlış” yapabilirler mi?! Bilmediğimiz, tanımadığımız birinin evimize/hanemize misafir gelmesine ‘Tanrı Misafiri’ dememizi biz, bizim Tanrı’ya misafir olmamızın “iade-i ziyareti” gibi gördüğümüz için! söyleriz; o misafire “iyi” davranırsak, Tanrı da bize “iyi” davranır. Şöyle de söylenebilir : Tanrı, bize “iyi” davrandığı için biz de ‘Tanrı Misafiri’ne “iyi” davranırız; tersinden söylersek, Tanrı’dan “kötülük” gördüğümüzü düşünür de ‘Tanrı Misafiri’ne kötü davranırsak, bu, Tanrı’nın kötülüğünden değil bizim kötülüğümüzdendir; Tanrı kimseye kötü davranmaz, biz kötü olduğumuz (Tanrı’ya kötü davrandığımız = O’na saygı duymadığımız) için kötüyüzdür; Tanrı’dan aslâ kötülük sâdır olmaz, Tanrı kimseye ihânet et

4 TERİM

Tam, Tüm, Bütün ve Her. Bu kelimeler mantık terimleridir; anlamları özel ve genel (tikel ve tümel) kullanımlarına göre değişir. Tikel varlıklar için Tam: Eksiksiz bütün. Tüm: Parçalanmamış bütün ama onda bizim bilmediğimiz ya da fark etmediğimiz çook küçük bir parça eksik olabilir. Tam = Tüm?!. Bütün: Eksiği olmayan tam ama bütünü tam bilirsek?! Her’in tek başına tikeli yoktur. Tümel (çok olan ve genel olan) varlıklar için Tam: Bir kümenin, makinanın eksiksiz tüm elemanları/parçaları; ‘sınıfımız tamdı.’ gibi. Makinadaki ve sınıftaki parça/sayı, azala da bilir arta da bilir. Tüm: Bir şeyin, varlığın tamamı; tüm paramı harcadım. Üç kuruşum kalmış olabilir, genelleme yapmış olabilirim. Tüm evren hareket halindedir. Evrenin içindeki biri, bir taş vb. ölü/cansız, hareketsiz olabilir.  Bütün: En geniş genelleme için kullanılır. Bütün insanlar ölümlüdür. Ölmeyen insan olmaz ama bu ölüm, buradaki hayat için geçerlidir. Bütün insanlar iki ayaklıdır ama tek ayağı, üç ayağı olan insanlar da olur/

ATIK

Atık, sanayi ile, sanayi toplumu ile gündemimize girdi. Katı (tıbbî) atık, sıvı (kimyasal) atık = çöp vs. Sanayiye geçişten 150-200 yıl sonra insanlar da atık oldu. Eskinin gözde meslekleri gözden düştü, yeni mesleklere sahip olamayanlar da atık oldu; buna, ünlü sosyolog Zygmunt Bauman ‘Iskarta Hayatlar’ der. Seri üretim (sanayi), ürettiği ürünleri küresel piyasalara sununca, yerli/klasik üretim öldü, zanaatkârlar işsiz kaldı; tarıma da sanayi (traktör, biçer vb.) girdi, işgücü vasıfsızlaştı. Bu vasıfsız işgücü göçe zorlandı ama ‘kalkınmış’ hiçbir ülke bu insanları topraklarına sokmadı; onlara çöp/atık muamelesi yaptı, hâlâ da yapıyor. Tehlikeli ve zehirli (katı ve kimyasal) atıklar nasıl ülkelere sokulmuyor, bişekilde imhâ ediliyorsa, vasıfsız işgücü de tehlikeli (ve zehirli) görülüyor ve ülkelere sokulmuyor; zehirli görülenler, özellikle Müslüman olduklarını söyleyenler. Özellikle Müslümanlar, ‘bu sistemin zehirli atıkları’ ama inadına onlar bu sisteme entegre olmak istiyorlar ve kay

KİMLİK-2

Efendimizin sağlığında Araplarda kabilecilik (asabiyet) çok yaygındı, insanlar kimliklerini (âidiyetlerini) kabilelerinden alıyordu. İslâm gelince kabile üstünlüklerine son verdi, insanları ırk/kabile çatısı/şemsiyesi altında değil de çok daha kuşatıcı “Tevhîdî İman/İnanç, Din ve Taqvâ” çatısı/şemsiyesi altında birleştirdi; bunu büyük oranda başardı ama yine de tehlike tam bertaraf edilememişti ki Efendimiz Veda Haccında “hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır.” dedi. O’nun âhirete irtihalinden sonra ümmet yine biçook parçaya ayrıldı; bu ayrılıkların temelinde yine kabilecilik (asabiyet, milliyetçilik) yatıyordu. İki büyük grubu (ve de mezhebi) oluşturan Türk ve İran milleti de aslında aynı atanın çocuklarıydı. Zerdüşt kralı Feridun’un (Fereydun’un) üç oğlundan ikisi Tur ve İr’e, (üçüncüsü Salm’a) ‘ân’ çoğul eki eklenerek Turan = Türkler ve İran = Persler/İranlılar oluşmuştur. (Salm da Salmânları, Arapları.) İslâm, Âdem’in oğullarını (Habil ile Kabil’i ve de bizi) birleştirmek ist

KİMLİK

Kimlik, kim olduğumuzun ifadesidir, bir resmî kağıt/belge değil; kişiye verilen resmî belge/kâğıt “kamusal kimliktir”; bu kimlik, insanın toplumsal, kültürel ve cinsel kimliğini belgeler ama bu belge/kimlik kişinin kim olduğunu aslâ tam belgeleyemez. Kişinin kimliğini, kendinin belirlemesi asıldır ama insanın toplumsal, siyasal, kültürel ilişkileri; bir cemaate (STK’ya) aidiyeti, insanın hem kimliğini oluşturur hem de insanı o cemaatin (STK’nın) kurumsal kimliğine hapseder, cemaatin (STK’nın) kimliğine bağlar. Kimliği/kişiliği güçlü olanlar, bu bağlardan (hapis hâlinden) kurtulurken; zayıf olanlar, kendilerini oraya ait hissetmeye devam ederler. Siyasal kimlik, bir siyasî partiye (görüşe); toplumsal kimlik, bir toplumsal yapıya (örf, âdet ve yaşam biçimine); kültürel kimlik, bir anlayışa aidiyettir; bu aidiyetler bir yönüyle insanı sınırlar. İnsan, ‘beni kimse sınırlamasın!’ derse, anarşi, kaos, kargaşa ortaya çıkar, kimse kimseyle anlaşamaz, ortak iş yapılamaz. Toplum insanı, insan da