İSLÂM ve DEMOKRASİ

İslâm, ilahî orijinli bir din; demokrasi insan odaklı bir rejim. İnsan da ilâhî kaynağa dayanıyorsa İslâm ile demokrasi uyuşabilir mi? İslâm’daki şûrâyı demokrasi olarak görenler var; şûra, meşveret, danışma, bir meseleyi çözmek için görüşme demek.

Görüşmenin, danışmanın tarafları olur ve taraflar bir (biçook) konuyu müzakere ederek uzlaşı arar; müzakerelerden uzlaşı da çıkabilir, çatışma da; çatışmanın çıktığı müzakereden demokrasi çıkmaz. Habermans’ın devasa kitabı ‘İletişimsel Eylem Kuramı’ diyalojik müzakare kuramını ele alır, müzakereye katılanların sayısı artınca “anlaşmanın/uzlaşmanın” zor olacağını söyler.

Demokrasilerde herkesi bağımsız, özgür ve özel bir birey olarak gördüğümüzde, (böyle olması idealdir ama ne yazık ki çoğunluk kitledir, güdülür), herkesin her konuda (bir konuda bile) anlaşması mümkün değildir.

Sürekli çatışma (doğal doğa durumu = vahşî yaşam, Hobbes) içinde yaşayan ve bir çare arayan insan, ortak yaşama geçmek için keyfinden (özgürlüğünden) bazı fedakârlıklar yapmak zorunda kalmış; toplum ve devlet buradan doğmuştur. Toplum, inisiyakî, doğal ve gönüllü birliktelik; devlet zorunlu birlikteliktir; toplumdaki düzeni de devlet sağlar, bu düzen için kural/yasa koyar (yasama); bu yasaları uygular (yürütme); toplumun evi olan vatanı da korur; devlete bu yetkiyi toplum verir.

Verilen yetki, herkesin ayrıntıda anlaştığı bir yetki değil, muğlâk ve müphem bir yetkidir; bu yetkinin uygulamasında ciddî sorunlar çıkar; yetki kullanılırken orantısız güce, şiddete başvurulur, uzun süreli haksız cezalar verilir vs... burada hukuk (yargı), denge ve denetlemeyi sağlamak için bağımsız bir kurum olarak vardır; onun bu bağımsızlığı yasaya (yasamaya) bağımlılıktır, keyfîlik değildir.

Yasalardaki isabeti halkın seçtiği temsilciler bilebilir/sağlayabilir mi, bu isabet herkesi memnun edebilir mi? Hayatların ve hayatlara etki eden tüm doğal unsurların uyumu yakalanmadan bu isabetin sağlanması mümkün değildir; bu isabeti bilen bir Tanrı’ya dayanmadan, O’nun gösterdiği genel (ahlâkî) ilkeleri kabul etmeden bunun mümkün olamayacağına iman, bizi İslâm’a götürür. Tanrı’nın genel (ahlâkî) çerçevesini çizdiği, ayrıntılarda her toplumun kendine özgü düzenlemelerini yaptığı bir toplumsal ve siyasî düzen de bizi demokrasi ile tanıştırır. Bu, İslâm’ın demokratikleştirilmesi de değildir, demokrasinin İslâmîleştirilmesi de değildir; burada İslâm (Tanrı iradesi), belirleyici; demokrasi ise renklendiricidir.

“Allah’ın gökten su indirdiğini görmüyor musun? Onunla rengârenk ürünler çıkardık. Ve dağlarda da beyazlı, kırmızılı ve çeşitli renklerde, siyah ve simsiyah katmanlar oluşturduk. İnsanlardan, hayvanlardan ve diğer canlılardan da çeşitli renkte olanları vardır. Allah’ın kullarından yalnız ilim sahibi olanlar haşyet ederler. Kuşkusuz ki Allah, Mutlak Üstün Olan’dır, çok Bağışlayan’dır.” (35/Fatır, 27-28.)

Allah, tüm insanları tek-tip yaşama/ya mahkûm etmez; aralarındaki farklılıkları zenginlik ve çeşitlilik olarak görür ama hepsini “ortak bir amaç/hedef = kulluk” için motive eder. Bu, kesrette vahdet, vahdette kesrettir. Kesrette vahdeti, vahdette kesreti, ilahî alanda (teolojik alanda, vahdet-i vücud’da) değil, insanî alanda aramak; demokrasiyi, kesretin; kulluğu da vahdetin göstergesi görmek/bilmek çook daha isabetli bir yaklaşım olur kanaatindeyim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET