Kayıtlar

Aralık, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

NİÇİN/NEDEN İNANIYORUZ?!.

Niçin İnanıyoruz?!. • Anamız-babamız b/öyle inandığı için. • İnanç bize bir istikâmet verdiği için. Birinci tür inanç, emeksiz mirastır. İkinci tür inanç, ihtiyaçtır. Miras da bir ihtiyaç, diyenler olabilir ama emeksiz mirasın değeri olmaz = bilinmez. Ben, ikinci tür inanç hakkında iki satır yazacağım. Kanaat de bir inançtır; inanç da bir kanaattir ve bir sürü kanaat ve inanç olur, vardır. Kanaat : zan, fikir, kanı, doxa. Benim inançtan kastım, onun sistemli bir dünya (= hayat) görüşü hâline dönüşmesi ve insan yaşamını şekillendirmesidir. Sistemli dünya görüşü, dünyada bulunuşun ve varoluşun anlamına dairdir. Böyle bir dünya görüşü, dünya, hatta tüm varlık, kuşatılmadan anlaşılamaz, bilinemez. Bunu sadece âlemi istivâ eden (= kuşatan) bilebilir ve bize bildirebilir. Buna ilmin gücü yetmez. Bunu din (= Vahiy) söyler. İnanma, Vahyin (= Allah’ın) söylediğine güvenmedir. Bilme, yalpalar; böyle bir inanmada ise istikrar vardır; bu istikrar da inanana istikrar verir. Bundan başka bir çar

BEN ve SEN

Ben, dört şekilde şekillenir :  1. Kendini büyük gören (= megaloman) ben.  2. Kendini küçük gören (= aşağılayan) ben.  3. İki uç arasında gidip-gelen ben.  4. Sen’deki duruma göre vaziyet alan ben. Buradaki Sen : Benim gibi sen ve Tanrı’ya atıf yapan Sen (= Martin Buber) şeklinde iki çeşittir. Benim gibi sen’ler de bana benzer, benim gibi “istikrarsızdırlar.”!. En iyi ben, ‘Tanrı Olan Sen’e göre ben’imi ayarlayayım!.’ Din (= İslâm) bunu, aşağıdan yukarıya (= sonsuza) hem ben’im gibi ben, hem "Sen’in gibi ben"! olan Hz. Muhammed (a.s.)’da (ve diğer Resullerde/Elçilerde) modellemiştir. Ben, Tanrı ile bağlantısını, bağını koparır ve O’na saygı duymaz, kulluk yapmazsa, ya kendini küçük görür ya da megalomanlaşır. Kendini küçük gören (= aşağılayan) ben’in, işe yarar bir iş (= salih amel) yapması ve kimseye bir faydasının dokunması mümkün değildir.  Kendini büyük gören (megaloman) ben’in de, eninde-sonunda tanrılaşması mukadderdir. Tanrı’ya kul olan ben ise, her geçen gün,

VAROLUŞ SANCISI

Siz buna 'Varlık Sancısı' veya 'Çağın Bunalımı' da diyebilirsiniz.  Bu çağda, böyle bir bunalım yaşanmadan var olunamaz ve nasıl yaşanacağı da bilinemez. Ama çağın insanı, istisnaları hariç, bu bunalımdan bir türlü kurtulamıyor. Modern bilim ve felsefe bu bunalıma çare üretemiyor. Bunalan insanlar, psikiyatristlere gidiyor. Psikiyatri (psikoloji, kişisel gelişim dahil), modern insanı kendi içine hapsediyor, çare yine sende diyor; felsefe ise insanı dışa, bir bilinmeze doğru savuruyor. (= ifrat ve tefrit.) Umut, dinde. Din, insanı bu varoluş (= anlam) bunalımından inşiraha çağırıyor. Gönlün, İslâm’a yönelmesi, inşirahtır. İnşirah, rahatlama, ferahlık, için/gönlün açılması, genişlemesi ve sıkışıklıktan/sıkıntıdan (= ruhsal bunalımdan) kurtulmasıdır. İnşirah için bunalım bir ön şarttır. Çağ, bunalımı yaşıyor ama İslâm’dan (= Tevhîd’den) uzak durunca, bu bunalımdan bi türlü çıkamıyor. Bilim (psikoloji) ve felsefe, dinin yerini tutmuyor. ŞRH fiili Kitâb’ta beş yerde geçer. (

YÜK

İnsan, hayatı (ve ölümü) bir yük olarak görür ve bu yükün ağırlığını taşıyamayacağından korkar, kaçar... Kaçmak istemeyenler de o yükün çook ağır ve taşınmasının çook zor olduğunu  bildiklerinden, o yükü başkaları ile paylaşmak isterler. O yükten kaçış da o yükü sırtlanış da insan için gerçekten zordur. Kaçış, insanlıktan kaçıştır. Kaçanlar, 2023 Nobel Edebiyat Ödülünün sahibi Jon Fosse gibi düşünenler; o yükü sırtlananlar da her devirde Rasuller ve sâlih kullardır.  Oysa kaçış, bir kurtuluş değildir; insan olmaya razı isek, o yük, eninde-sonunda bize yüklenecektir. Yük yüklenmekten kaçanlar, insan (= kul) olmaya razı olmayanlardır. ‘Yükü hayvanlar yüklenir = yük hayvanlara yüklenir.’, demeyin!. Hayvanlara yük yükleyenler bizleriz; hayvanlar o yükün farkında = bilincinde değillerdir. İnsan, bilinçle (= yükün bilincinde olarak) yük yüklenir. Bu yük, maddî bir yük değil, halifeliktir = yöneticiliktir = sorumluluktur. Bu yükü yüklenenler, maddî yükleri, yüklerinin bilincinde olmayan ‘hayv

ÜFÛL

Üfûl : Batma, gözden kaybolma, yok olma, ölme... “... batanları sevmem!. = ... lâ uhibbu-l âfilîn.” (6/76-78) Kelimenin kökü, EFELE = EFL = افل. Âfilîn, batanlar, gözden kaybolanlar, yok olanlar, ölenler... El-İlâh (= Allah), batmaz, gözden kaybolmaz, yok olmaz, ölmez... O, ölümsüzdür = Hayy-ul Qayyûm’dur. ... Kelimelerle başım dertte!. ... “O, kurumayan Kaynak’tır.” “Çoook mükemmel İlâh’tır. = Es-Samed’dir.” (112/2) “El-Kevser’dir.” (108/1) “El-Ber’dir.” (52/28). O’na Birr (= iyilikle) ile ulaşılır. (2/177) Bizi O’na ulaştıran, “len tebûr” (35/29) ticarettir. O’na ulaşan helâk olmaz. Bûr (بور), helâk olma demektir. (25/18. 48/12) Biz, O’na ulaşınca, O’nda yok olmaz, helâk olmayız; hep/her dâim yeniden ve mükemmelen var olur, diriliriz. O’nda yok olursak, “biteriz, batarız!”!. O, bizi bitirmez, batırmaz; bizi Kevser’inden sürekli ve sonsuzca besler ve var kılar.  Bitersek, batarsak, sevemeyiz, sevilemeyiz!. Sevecek ve sevilecek Bir’i yoksa/olmayacaksa, hayat anlamsızlaşır. O, bizi boş,

İDOL

İdol, birini kendimize rol-model veya örnek alma. Gençliğimde benim idolüm = rol modelim rahmetli Ali Şeriatî idi; şimdi Efendimiz. Muhammed-ür Rasûlüllah demek, Muhammed (a.s.)’ı rol-model veya örnek almaktır; O, tüm insanlar için “üsve-i hasene” = en güzel rol-model, örnektir. Kişi, rol-model, örnek aldığı kişilere benzemek, onların yaptığı gibi yapmak, onların yaşadığı gibi bir hayatı yaşamak ister. Zamanla, rol-model, örnek aldığı kişilerde bazı eksiklikler, kusurlar olduğunu fark edince de hayal kırıklığı yaşar. Efendimiz bu konuda aslâ aşılamayan ve aşılayamayacak bir örnektir. Rabbimiz Onu bizim için seçmiş, bize rehber = örnek olarak göndermiştir. Onun hayatını ne kadar iyi (güzel) öğrenir ve taklit edersek, o kadar iyi (güzel) bir insan oluruz. Onu güzel ve iyi yapan, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Rabbim Allah.”, demesi ve Allah’a = Rabbine kayıtsız-şartsız itaat (= kulluk) etmesidir. Efendimiz, Kelime-i Tevhîd’in (= Şehâdet’in) ete-kemiğe bürünmüş = somutlanmış hâlidir; Hz. Muhamme

EVLÂ LEKE FE-EVLÂ!...

Evlâ leke feEvlâ!. = Anlamı : Tam senin yaşantına göre, tam sana yakışan bir sonuç!. Bu ifâde, 75. Kıyamet Sûresi 34 ve 35. âyetlerde te’kidli (= peşpeşe) geçer; bağlam, olumsuzdur. Sûreyi 24. âyetten itibaren okursak, “yüzler vardır ki asıktır. İnsan o gün bel kemiğinin kırılacağını (= başına çoook kötü bir şeyin geleceğini) anlar. Can boğaza geldiğinde. Bir kurtarıcı! yok mu?! diye feryat edildiğinde (= bizi bu durumdan kim kurtaracak dendiğinde?!). İşte insan, o zaman bilir ki ayrılık zamanıdır. Bacağı bacağına dolaşır. İşte o ân sevk, sadece Rabbinedir.” (24-30.) Niye böyledir?!. O, daha önce, ne (hakikati) tasdik etti (doğruladı) ne de salât etti. (namaz kılmadı = o hakikate uygun hareket etmedi = kafasına göre yaşadı.) = “felâ saddake velâ sallâ.” (31) Sûre, Mekke’de inmiştir (iniş sırası 31. sıra); sûre indiğinde bildiğimiz anlamda namaz daha farz kılınmamıştır. (Buradaki sallâ, Allah-u A’lem, düzgün = ahlâklı iş yapma = hakikate/tasdike uygun yaşamadır.) Aksine o, yalanladı ve

VEKİL ve DOST

Vekil, işimizi görmek üzere, o işte bizi temsil etsin diye vekâlet verdiğimiz kişi; dost (= mevlâ), bizi samimiyetle seven ve bize güven veren kişi. Çoğu işimizde birilerini vekil tayin ederiz. Bir derneğe, bir örgüte, bir millete üye oluruz; oralara başkan, milletvekili tayin eder/seçer ve onlar, oralarda bizim haklarımızı korusun isteriz.  Vekil tayin ettiğimiz kişiye güveniriz ve onu dost biliriz ama çoğu zaman tayin ettiğimiz vekiller bizim haklarımızı “tam olarak” korumazlar, koruyamazlar. Biyerlere sendika başkanı, milletvekili olarak seçtiğimiz kişiler bizden çook daha fazla haklara sahiptirler. Sözgelimi bir işçi ortalama 30-40.000 TL maaş alırken; bir sendika başkanı 60-70.000, bir milletvekili 100-150.000 TL maaş alır; vekillerin sosyal hakları da bizden çook daha iyidir. Bizim hakkımızı korusun diye vekâlet verdiğimiz insanlar, önce kendi haklarını korurlar; sonra da göstermelik olarak bizim haklarımızı ‘koruyormuş gibi’! yaparlar ve konuşurlar. Bunları niye yazdım?!. Son as

SÜLEYMAN (a.s.)'IN ATLARI

Sâd, 33’de Süleyman (a.s.), atların bacaklarını ve boyunlarını mesh etmeye/sıvazlamaya başladı (= kesmeye), denir. A. Fikri Yavuz meshi, kesmek olarak anlar ve öyle çevirir. Süleyman (a.s.)’ın at (= mal) sevgisi, Ona Allah’ı unutturan bir sevgidir, O, atlarla “oyalanmaktadır”; (Bu sevgi, beni Rabbime ibadetten = kulluktan alıkoydu. A. F. Yavuz.) Bu yüzden onlarla ilgimi/ilişkimi “kestim”; artık onlarla o kadar ilgilenmeyeceğim, der. Diğer meal sahipleri, onlar (= atlar = mal) bana Rabbimi hatırlattığı için onları/atları bu kadar seviyorum, şeklinde meal verirler. Bu da doğru. 34. âyette, önüne konulan ceset Ona ölümü hatırlatır ve tövbe eder. Neden?!. Malla (= atlarla) çok fazla oyalandığı için. 35. âyette istediği mülk, “maddî mülk/mal” değildir. Nitekim, rüzgârların, zincirlere bağlanmış yapı ustası yabancıların (= şeytanların) emrine verilmesi bunu gösterir. O, başlangıçta (nisbeten) atlara bağlıyken; şimdi kendisine bağlı bir sürü güç (= rüzgârlar, karıncalar ve şeytanlar) var, olm

NANKÖR

Âdiyat 6. âyetteki (= İnsan, Rabbine karşı kesinlikle çook nankördür. = “inne-l insâne liRabbihî le-kenûd”; le-kenûd kelimesine nankör anlamı verilmiş.  Peşindeki âyet (100/7), “kendisi de buna şahittir.”, der. Nankör, Farsça bir kelime; nan, ekmek; kör, kör; (verilen) ekmeğe (= her şeye) karşı kör, demek. İnsanın “kendisi de buna şahit”se bunun bilincinde = bile bile nankörlük ediyor. 2/152. 11/9. 14/34. 17/27. âyetlerdeki küfre (= kefûr, keffâr) de nankörlük anlamı veriliyor. Kenûd ile kefûr, aynı anlama gelmemeli; kenûd, farklı bir ‘nankörlük’ olmalı ama ben bilemedim. Beş (5) büyük yeminden sonra bu âyetin gelmesi, bize çook önemli bişey söylemeli. Gerekçe : insan malı çook şedîd/şiddetli bir şekilde (= “innehû lihubbi-l hayri leşedîd.”) sevdiği için nankör. (Buradaki hayr, mal; hayır yapmak değil. Sad, 32’de de aynı anlam var. Süleyman a.s.’ın at sevgisi Ona Rabbini unutturmuştu!.) İnsan, malı seviyor, malı Veren’i unutuyor; ben kazandım diyor. Kefûr, keffâr (= kâfir), malı Veren’

KORKU

Korkunun kaynağı, sevdiğimiz bişeyi veya birini kaybetmektir. İşimizi, paramızı; eşimizi, sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız. Kendimizi kaybetmek (= ölüm) ise en büyük korkumuzdur. Pekiî Allah korkusu, Allah’ı “kaybetmekten”! mi kaynaklanır?!. Hayır. O’nun ilgisini ve sevgisini kaybetmekten kaynaklanır. O’nun ilgisini ve sevgisini kaybetmezsek, O bize tüm sevdiklerimizi ve bizi/kendimizi (= alır, sonra) geri verir; kaybedersek, tüm korkularımız gerçekleşir.

HÂKİMİYET ve EMNİYET

Hayatta hep hâkimiyet peşinde koşarız ama hâkim oldukça korkularımız artar. Neden?!. Hakîm olmayı, sahip olmak olarak gördüğümüz için. Sahip olduklarımızı korumak için, korumalar tutarız ama korumalara da güvenemeyiz... En büyük korkumuz da ölüm korkusudur. Ölüm geldiğinde, elimizde olan her şeyimizi alır, kendimizi bile. Bu dünyada insanın en büyük, en temel derdi, korku ya da emniyetsizlik = hiçbir şeyden emîn olamamadır. Bu dünyada en çok korkanlar da krallardır. ... Bu korkuyu yenmek, ancak ve ancak iman (= emn) ile mümkün. İman, İman Edilen’e güvendir; O (= İman Edilen), iman edeni güvende kılar. Ölüm (bile), O’na güvenle teslim olmadır.  O’na güvenle teslim olanı O, her şeyden ve herkesten emîn kılar. Çünkü, kâinatın tek ve yegâne hâkimi O’dur; diğer tüm hâkimler korkaktır.

ÂİDİYET

Âidiyet duygusu fıtrîdir. Kişi, çocuklukta, anne-babaya (= aileye) bağlıdır, bağımlıdır (= âittir); ergenlikte, bu âidiyete “meydan okunur”! ama işin içinden bi türlü çıkılamaz; ya bir gruba, cemaate, millete (devlete) veya kültüre bağlı kalınır; olgunlukta, bütün bu âidiyetleri âdil bir şekilde düzenleyen bir Rab bulunur, ya da anarşizme (= şirke) savurulur.

DERİN PSİKANALİZ

Psikanalizin kurucusu, Sigmund Freud; merkezinde “Baba ihaneti = Oidipus kompleksi” var.  Hıristiyanlıkta Baba, Tanrı; oğul ise İsâ; aralarındaki ilişkiyi de Ruh-ul Kuds kurar. Hıristiyanlıkta oğul, Baba’ya ihanet etmez ama Freud, bu ihaneti nereden bulup-çıkarmıştır?!. Bence, babasız büyümesinin bunda büyük payı vardır. Freud, psikanalizi “doğurmuş” ve onu oğlu (olarak gördüğü) Jung’a emanet etmek istemiştir, ama Jung, ona ihanet etmiş, Freud’un psikanalizini tamamen olmasa da kısmen değiştirmiştir. ... Hayata psikanalizm perspektifinden bakarsak, hepimiz bişekilde Bir’ilerine ihanet ettik; şimdi o ihanetimizin bedelini ödüyoruz. Ya sürüneceğiz ya da özür dileyeceğiz.

ISTIRÂB = IZDIRÂB

Kişinin çektiği maddî-manevî acı, üzüntü, keder, dert.  Maddî ızdıraplar geçici; manevî ızdırap ise kalıcıdır. Manevî ızdırabı, ontolojik = varoluşsal anlamı (= hayatın anlamını) bulamayanlar çekerler; onlar, kendilerini bu dünyaya fırlatılmış, sahipsiz ve çaresiz bireyler olarak görürler. Manevî açıdan “öyle ya da böyle bir anlamı ucundan yakalamak” için, elimizdeki TEK İMKÂN dindir. Çünkü, din dışındaki hiçbir bilgi = bilginin imkânı VARLIĞI bütünüyle kuşatamaz. Doğru dinin Sahibi olan İLÂH, tüm VARLIĞI yaratmış ve tüm ARŞI kuşatmıştır. O İLÂH’ın bildirmesi olmasa, tüm keskin zekâlar ve parlak filozoflar bir araya gelseler, kendilerini ve başka kişileri bu manevî ızdıraptan kurtaramazlar; Tanrı’yı öldüren Nietzsche, bunun en görünür ve en bilinen örneğidir. Nietzsche, Tanrı’yı öldürdü = Tanrı için yaşamayı reddetti ama bir at için veya çook acınacak bir şekilde öldü. Gerçek Tanrı inkâr edilirse, kişinin tanrısı at (ot) olur, ata (ota) dönüşür. Nietzsche, üstün insan = ubermensch peşi

KENDİMİZE BAKMAK

Başkalarına bakarız; kimine imrenir (= aşağıdan bakarız), kimini hor, küçük görürüz (= yukarıdan bakarız) da neredeyse kendimize hiç bakmayız.  Kendine bakmayı, ekonomik açıdan, iyi beslenme, iyi barınma-bürünme olarak değil; psikolojik açıdan, kendini tanıma-anlama anlamında kullanıyorum. Bedenimizden başlayalım. Üç gün banyo yapmazsak, kokuyoruz. Yediğimiz-içtiğimiz şeylerin posalarını çıkarıyoruz. Hastalanıyoruz. Kaygılanıyoruz. Korkuyoruz. Kaygı ve korku, büyük oranda geleceğimizle ilgili. Ölüyoruz. Tüm yapıp-etmelerimiz, ölümle ya anlamsızlaşıyor ya da değer kazanıyor; ölümle, burada kazandığımız (= sahip olduğumuz) çoğu şeyi terk ediyoruz. Ölümden sonra bir yaşam varsa!, çoğu şeyi de bambaşka bir şekilde fark ediyoruz (= edeceğiz). Bunu, ölmeden önce fark edenler, burada yaptıkları çoğu şeyi terk ediyorlar ve ötede işlerine yarayacak işleri yapıyorlar. “Ölüme Yakın Deneyim” yaşayanlarda (= öldü sanılıp sonra dirilenlerde/geri gelenlerde) bu durum daha net görülebiliyor. Onlar, o

ZİKİR = HATIRLAMA

Zikir = Hatırlama : 1. Zikir (= hatırlama), zaman zaman unutulan, ara ara (= ara sıra) akla gelen (= hatırlanan) şey/ler içindir. 2. Hiç akıldan çıkmayan (= unutulmayan) şey için, zikir = hatırlama söz konusu değildir.  3. Bazı şeyler de bir kere yaşanır; bir daha hiç hatırlanmaz. ... Allah’ı zikir = hatırlama, biz unutkan kullar için çoook büyük oranda birinci kategoriye dahildir. İkinci kategori çoook az kişiye nasip olur. Üçüncü kategoride (de) zannımca çoook az kişi vardır. Dünyanın hayhuyu veya içine daldığımız yaşam meşgaleleri bize Rabbimizi unutturur. Günde beş vakit kılınan namaz (müezzin, ezan), bizi bu unutkanlıktan çekip-alır, almalıdır, en azından günde beş kere bize Allah’ı hatırlatmalıdır. Dâimî namaz (70/23) ise, her dâim O’nu hatırlama ve her işi O’nun Rızası için yapmadır. ... Avamın anladığı zikir, tesbih çekme; havassın anladığı zikir, birinci hâlden ikinci hâle geçmedir. Tesbihle eğer sadece “kuru bir isim” tekrarı yapılıyor, bu eylem/iş, kalbe = bilince işle

KİME GÜVENEBİLİRİZ?!.

Bebekken annemize, biraz büyüyünce babamıza, sonra da soyumuza-sopumuza, milletimize, devletimize ve ümmetimize güveniyoruz. Başımıza öyle hâller geliyor ki, ne anamızın-babamızın ve soyumuzun-sopumuzun, ne de milletimizin ve devletimizin elinden bişey gelmiyor. Gazze’de olduğu gibi sadece Rabbimize güvenmek mecburiyetinde kalıyoruz. Dışarıdan bakınca, Rabbimizin de bize “bişey yapmadığını” (yapamadığını!) görüyoruz!; ya çook acele ediyoruz ya da şaşı görüyoruz = körüz. Var mı, güveneceğimiz başka biri?!. Güvenme, inanmadır. Rabbimiz bizi “yarı yolda” komaz; yeter ki acele etmeyelim, sabredelim; ölümü de bir felâket (bir yok oluş) olarak görmeyelim.

ÖLÜMÜ GÖRMEK!...

Çoğu kadın ve çocuk, 20.000’in üzerinde insanın şerefli/şerefle ölümü bile, bizi “uykumuzdan” uyandıramadı, yine sıradan/olağan hayatlarımıza döndük. Onların bu şerefli ölümleri bile, bizi bu yaşadığımız berbat hayattan kurtaramadı. Sanıyoruz ki bizim yaşadığımız bu hayat, şerefli bir hayat!. Yaşadığımız bu hayatın ne menem bi hayat olduğunu biz de ölümü görünce anlayacağız. Böyle bir hayat yaşamaya devam ettiğimiz sürece, vallahi de billahi de şerefli bir ölümle ölemeyeceğiz. ... “Aslında bütün mesele (= bütün hayat), şerefli bir ölüm içindir.” Necmeddin ERBAKAN “Nasıl yaşarsak, öyle ölürüz. Nasıl ölürsek, öyle dirilir/haşr oluruz.” Hadis-i Şerif.  Şerefle ölmek, herkese nasip olmaz; şerefle ölmek, şerefli bir hayat yaşayanlara hastır; şerefiyle ölenleri, şerefsizler öldürürler; safını belli edemeyenler de olup-bitenleri seyrederler. *** Aylardır binlerce masum ve mazlum kadın ve çocuk ölüyor, öldürülüyor. Rab, “mazlumların yanında durun, onlara yardım edin!.” diye emrediyor. Ve bunu

İÇİMİZDEKİ BOŞLUK

İçimizdeki boşluk, hiç dolmayacak; içimizde hep = her zaman bir boşluk olacak = kalacak ama bu boşluk, kimilerinde azalacak, kimilerinde de artacak. Biz, Samed değiliz; eksik varlıklarız, öyle de kalacağız ama hep = her zaman Es-Samed Olan’a muhtaç olacağız.

SON KİTÂB: KUR'ÂN

Bugün, biri WhatsApp’ıma, ömrünü tefsire vermiş Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün ‘Dinci Dedikodu Kültürü’ adını taşıyan videosunu gönderdi; videoyu dikkatle dinledim, sonra da zihnime böyle bir yazı (yazmak) düştü.  Bence, videonun anahtar kavramı “dinci zibidilik”. Öztürk, “yaratıcı” biri, bu yüzden de sözleri tepki çekiyor. Sizler de bu yazıyı bir “tepki” olarak görebilir, okuyabilirsiniz. Öztürk, “büyük sorularla, sorunlarla” uğraşıyor ama bitürlü işin içinden çıkamıyor.  Neden?!. Çünkü, Kur'ân’ı tarihe hapsediyor; Kur'ân, ‘geleceğe dair pek bi şey söylemiyor’ diyor ve yanılıyor.  Tamam, Kur'ân tarihin belli bir döneminde inmiş bir Kitâb, ama “son sözünü söylememiş” bir Kitâb. Onun Sözünün ucu açık, geleceğe dair yönlendirmeleri = çook açık işaretleri de var. Bunlar görülmezse, Ona da bir “tarih kitabı” muamelesi (= tarihsellik) yapılır, yapılıyor. Kur'ân, geçmiş tarihe dair gerçek bilgiler (= bildirimler) de verir, indiği tarihin gerçeklerine de değinir, gelecekte olacak

TOHUM ve TOPRAK

Tohum da toprak da kirlendi; temiz tohum ve temiz toprak bulmak güçlendi. Herkes bi ekim (kültür) yapıyor ama elindeki tohum ve toprak temiz mi, buna hiç dikkat etmiyor. Âdem babamızın toprağı ve tohumu temizdi; o toprağı ve tohumu bizler kirlettik. Elçiler, kirli toprağı ve tohumu temizlemek için gönderildiler.  En son, Hz. Hüseyin, o toprağı Kerbelâ’da kanı ile temizledi. Kendimizi temizlemeden, bizim kanımız bu toprağı temizleyemez. Bizi temizleyecek olan da “kutsal dert ve kutsal rahmettir.”!. Bu rahmet, su da olabilir ateş (= güneş) de; ben, ateşten/yanmadan yanayım. Yanmadan temizlik olmuyor, olmayacak, öyle görünüyor; (temiz) su da (yeryüzüne inince) kirleniyor.

HAKLI OLMAK & GÜÇLÜ OLMAK

Haklı olmak, her zaman güçlü olmak; güçlü olmak da her zaman haklı olmak anlamına gelmez/gelmiyor. Filistin haklı, ama güçlü olmadığı için daha çok haksızlığa (= zulme) uğruyor. Haklılık, güçsüzlükle birleşince, öfke doğuruyor; bu öfke de haklıyı haksız duruma düşürüyor.  Filistin meselesinin 60-70 yıllık tarihine baktığımızda %99 Filistin haklı; ama meseleyi 7 Ekim 2023’le başlatırsak, İsrail haklı!. 7 Ekim 2023, Filistin’in, pardon Kassam Tugaylarının 70 yıllık öfkesi. Bu öfke, “güçlü İsrail’i” haklı duruma düşürdü ve Filistin halkına üç aydır sürekli öfke kusmasına yol açtı. “Öfkeye öfke. Kana kan. Dişe diş...” Haklı, güçsüzse sabreder. Sabır, öfkeyi yenmek ve Allah’tan güç elde etmek için gayret etmektir. Haklı, akıllı olmak, akıllı hareket etmek zorundadır; haklının, haksız güçlüye fırsat vermesi kendi aleyhinedir. Haklı, güçlü olana kadar sabreder, sabretmelidir. Bu sabır, aslâ bir sinme değil, bilenmedir. Haklı, ancak güç elde edince = güçlenince, haksızın karşısında durabilir v

SOYUT & SOMUT

Somut : Gözle görülen, elle tutulan, maddî. Soyut : Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, zihnî, manevî.  İkisi arasındaki ilişki üç şekilde olur. 1. Soyutu somutlamak. 2. Somutu soyutlamak. 3. İkisi arasındaki ilişkiyi/bağı koparmak. Sevgi soyuttur; onu somutlamak, sevdiğimiz biri üzerinden mümkün olur. Sevdiğimiz biri somuttur; soyut sevgiye onun üzerinden ulaşırız. İkisi arasındaki bağı kesmek ise, sevgiyi de sevdiğimizi de bilmemektir. Konuyu dine de taşıyabiliriz. Yaşanmayan din soyuttur (= kuru bilgidir); din, dini yaşayanlar = dindarlar (= dînî hayat) üzerinden somutlanır. (= hayat olur.). Tanrı’nın soyutluğu da böyledir. SOYUT Tanrı, O’na inananlar üzerinden somutlanır!. Her inanan, kendi Tanrı’sını (= O’nu) kendi hayatında somutlar!. Tanrı’sız hayat, bayat; çünkü donuk, ölü. Somutu soyutlamak, kemâldir.  Soyutu somutlamak, izmihlaldir. Din, soyuttan (bizim somut düzeyimize = hayatımıza) somuta iner. = soyutu somutlar, buna da inzal (= inme), der. Bu inzal (= iniş), bizi yuk

DUYURU = ÇAĞRI

Herhangi bir duyuruyu halka (= ahâliye, insanlara) yetkili otorite (= âmir), çeşitli yolları (= vasıtaları) kullanarak yapar. Eğer bu otorite resmî bir otorite ise, bu vasıta Resmî Gazete ve Basın-Yayın (= televizyon, gazete-dergi) ve internet; dînî bir otorite ise, müezzindir. Sözgelimi, askerlik çağına gelmiş gençler için celp dönemi çağrısı gibi çağrılar, birer duyurudur ve bu şekilde yapılır. Bir iş için ihale açılacaksa, gazetelere ilânlar verilir, vb. Bazı duyuruların ise yaptırımı vardır; duyuruda belirtilen ilkelere (= kurallara) uyulmazsa, cezaî işlemler uygulanır. Kamu düzeni için bu ilkeler/kurallara uyulması şarttır. Dînî alanda en bilinen, en yaygın duyuru (= çağrı) ise ezandır. Bu çağrı, günde beş kez, yüksek sesle tekrarlanır. Dünyada hiçbir duyuru, bu kadar sık tekrarlanmaz.  Ezan, ne der, neye çağrıdır ve yaptırımı nedir?!. Ezan, namaza (ve Allah’a) çağrıdır ve burada (= bu dünyada) herhangi bir yaptırımı da yoktur. Ezan, Allah’ın en büyük olduğunu, Allah’tan başka kim

ÖLÜM KORKUSU

Ölümden kim korkmaz ki!, can tatlı. Gerçekten de ölümden korkmayan “adam” var mıdır?!. Bence vardır; varsa, kimdir ya da kimlerdir?!. Ecelin, “tam belirlenen zamanda” geleceğini bilenler; bir ân/bir saniye bile geriye, bir ân/bir saniye bile ileriye alınmayacağına inananlar. Ölümden korkanlar (= tatlı canını sevenler), ölüm korkusundan çoğu görevi yerine getirmiyorlar, getiremiyorlar. Sanki onlara rahat koltuklarında ölüm hiç gelmeyecek ve bu dünyaya kazık çakacaklarmış gibi!. (Bknz. 4/78. 62/8.) “Korkunun ecele faydası yoktur.”

HAYIR

Hayır : 1. Olmaz. Yok. Lâ.  2. İyilik. Hayır-Hasenât.  Ben ikincisinden söz edeceğim ama sanki, birincinin ikinci, ikincinin de birinci ile bir ilişkisi (= hiç yoksa bile bir teğet noktası) var gibi!. Her ikisinin de Türkçede yazılışı ve okunuşu aynı. Arapça hayrın = خير’ın, lâ,  yok, hayır anlamı yok. Tehayyür (تخير) = seçim/seçme de aynı kök. Vâkıa, 20. âyette, “ve fâkihetin mimmâ yetehayyerûn = seçtikleri (= beğendikleri) her çeşit meyve.” Kalem, 38’de de “inne leküm fîhi kemâ tehayyerûn = seçtiğiniz (= beğendiğiniz) her şey sizindir.” şeklinde cennetliklerden söz edilirken bu kök kullanılır. İhtiyar (= seçim/tercih yapma) da bu kökten. Yaşlılara da ihtiyar diyoruz; herhâlde onlar, gençlerden daha iyi seçim yapıyorlar. Ne zaman camiiye gitsem, cemaatin geneli ihtiyarlardan oluşuyor!. Batıkent’te sıra dışı bir camii var = Köroğlu Camii, oraya dün ikindi namazına gittim; 1,5 saf insan vardı, her hâlde en genci bendim; düşünün, ben bile 60 yaşındayım. Bence, hayır (= iyilik) yapmad

FE-VEYL-ÜL ...

Fe-veyl-ül lil Musallîn!... Yazıklar olsun o musallînlere (= namaz kılanlara)!. Bu ifâde (= âyet), Mâun Sûresi 4. Âyette geçiyor.  Bu âyet  : • Dini yalanlayanlardan = yalan sayanlardan, • Yetim(ler)i hor görenlerden, itip-kakanlardan, • Yoksulu, yoksulları doyurmayanlardan, söz edildikten sonra geliyor; bu âyetten sonra da onların kim oldukları (= ellezîne ismi mevsulu ile) açıklanıyor : • Onların kıldıkları namaz, namaz değil. (= sahte namaz)!; onlar, o namazı gösteriş için kılıyorlar. • Her türlü hayra = iyiliğe de engel oluyorlar. ... Bu kısa sûre, bize çook şey söylüyor; en önemlisi de her namaz kılanın dindar olmadığını da söylüyor.  Bütün bunları (bu dört şeyi) yapanlar, aslında dini yalan sayanlardır; gerçekte onların ‘dinleri minleri’ yoktur. Bu sûre, bize de bişey söylüyor mu; yoksa, bu sözlerin bizimle ilgisi yok da tarihte yaşamış birilerine mi söylendi = tarihte mi kaldı?!. Biz de namaz kılıyoruz da!.

BALIK

Balık, mitolojilerde ve dinlerde “simge” olarak da kullanılır. Kitâb’ta beş yerde geçer. (Araf, 163. Kehf, 61 ve 63. Saffat, 142 ve Kalem, 48.) Hemen hemen tüm mitolojilerde (Türk, Yunan, Hint, vb.) balık, bereketin, bolluğun ve kutsallığın sembolü olarak görülür. Yaşam, suda başlamıştır; balık da suda yaşar. Balığın yaşadığı su (= göl, nehir, deniz, okyanus) temizliği ve enginliği = sonsuzluğu; denizler ve okyanuslar, deryayı (= büyük âlemi); nehirler, bu deryaya kavuşmak için çırpınmayı sembolize ederler; göller ise, “durgunluğu ve tembelliği”; durgunluk, ölüm demektir. Denizlerdeki ve okyanuslardaki dalga, bize hareketi/canlılığı gösterir; denizler ve okyanuslar bazen çook kızarlar; hele de tusunami!. Neyse, ben balıktan söz edecektim.  Balık, deniz canlısıdır ve bir çoook çeşidi vardır. Mezopotamya kültüründeki (= mitindeki) su tanrısı Enki (= Ea) bir balıktır. Balığın nazara iyi geldiği söylenir; ayrıca bu kültürde Tanrılara balık ikram edilir. Yunan mitolojisindeki güzellik tanrı

GIDA

Gıda, Kitâb’ta ğadâ (غداء) olarak geçer. (18/62.) Hemzenin olmadığı ğadâ (غدا) ise, yarın, yarın gelecek olan (= kıyamet ve hesap) sabah, erkenden demektir. ... Mûsâ, genç arkadaşına (= fetâ) : yorulduk, acıktık; hadi gıdamızı getir de şu aç karnımızı doyuralım, der. Uzuun bir yolculuk yapmışlardır. Niye, nereye gidiyorlar?!. İki denizin kavuştuğu buluştuğu yere. Nedir bu iki deniz?!. Kimilerine göre Kızıldeniz ile Akdeniz veya Yemen Denizi; kimilerine göre de Zâhir ve Bâtın. Şehâdet ve Gayb; ikisi de doğru. İşte, bu ikiyi birlemeye gidiyordu Mûsâ, genç arkadaşı ile.  Bu Mûsâ, Hz. Mûsâ mı, ben bilmiyorum; bilen varsa, lütfen yazsın ama yazısını doğru gerekçelendirsin. ... Hayat yolculuğu için gıda şarttır; gıda almadan bu yolculuğu yapamayız ama gıdayı sadece boğazdan giren şeyler olarak görürsek, nereye gideceğimizi bilemeyiz; beynimizi de beslemeliyiz ki yolumuzu,  doğru yöne (= kıbleye) çevirebilelim. Bilgi de bir gıdadır. Helâl gıda, sadece yenilen-içilen şeyleri değil, bilgilenile

DİN ve MİLLET

Kitâb, bu iki kavramı neredeyse müteradif kullanır. Din, millet; millet, din gibidir. Kitâb’ta din 101; millet 16 yerde geçer. Din, isim olarak geçtiği gibi iki yerde de tedeyyün ve medînûn şeklinde de geçer. Millet, çoğunlukla İbrâhim adı ile birlikte (2/135. 3/95. 4/125. 6/161. 12/38. 16/123. 22/78.); tek başına, bağımsız olarak kullanıldığında da yaşayan ya da önceden yaşamış bir kavme atıfla kullanılır. (milletehüm, milletenâ, milletül âhire/son din, 38/7 gibi.) Şehristanî’nin kitabı ‘Milel ve Nihal’deki milel, milletler değil, dinlerdir; nihal de dinî akımlar ve mezheplerdir. Pekiî, din ile millet (dinler ile milletler/milel) arasında ne fark vardır?!. En temel ve bariz fark : din, indirilen, va’zedilen; millet, bu dinden anlaşılan ve anlaşılana göre paylaşılandır. Din, Kitâb’ta yazılı olan ilkeler ve bilgiler toplamı ise; millet, insanların bu bilgileri anlamaları ve birbirleri ile paylaşmalarıdır. Bir adım daha atıyorum. Millet, dinin bu anlamadan (= yorumdan) doğan, kurumsal ve

MİLLET OLMAK

Millet olmak, aynı değerler etrafında bir-leşmek, bir olmaktır. Değerler dedim; tek değer değil, bir çook değer; ama bu değerleri bir arada tutan TEK BİR DEĞER olmazsa, değerler arasında da çatışma çıkar. Değerlerin “mükemmelliği”, milletleri de mükemmel kılar. Din, dil, kültür, coğrafya (= vatan), ortak yaşam (= mefaat), ortak soy (= kan) birer değerdir; önemli olan, bunları uyumlu bir şekilde bir arada tutan “EN ÜST DEĞER’in” ne olduğudur. O ÜST DEĞER, çökerse, diğer tüm değerler de çöker. ... Üst değer, dil olabilir mi?!. Bir çook dil var. Kültür, olabilir mi?!. Bir çook kültür var. Üst değer, coğrafya (= vatan) olabilir mi?!. Herkesin bir vatanı var, bir çook vatan var. Ortak yaşam, ortak soy, üst değer olabilir mi?!. Ortak yaşamlar da ortak soylar da farklı farklı; bunların köküne inersek, ortaklar ama fiiliyatta bu ortaklık mümkün değil; artık insanlar dağınık, gruplar ve cemaatler hâlinde yaşıyorlar. Bu dağınıklığı toparlayacak olan TEK DEĞER, DİN ama bu DİN, milletler üstü, evr

DİN, İSLÂM'DIR.

Bi çook din var ama kayyım/hakikî din (= dîn-ül kayyım, dîn-en kıyamen), İslâm’dır. “Lâ ilâhe illâ-l Allah” diyerek, İslâm’a giren = İslâm Dinini kabul eder, ve o Dinin İlâh’ına = Allah’a teslim (= Müslüman/Müslim) olur. Her Müslüman/Müslim (= dindar), aynı “şart ve imkânlarla” (= tâkat ile : kuvvet ve derman ile) Müslüman/Müslim olmaz; her Müslüman/Müslim aynı kulluğu (= ibâdeti) yapmaz/yapamaz ama bu adı (= Müslüman/Müslim adını) çok rahat bir şekilde alabilir. Din, Allah’a ibâdettir = kulluktur; abdin Rabbini bilmesi ve O’nun emrini dinlemesidir. Her kul (= abd), Rabbinin katında aynı yerde/düzeyde değildir; ama bunu, bizler bilemeyiz. Rabbin her emri de aynı düzeyde değildir; emirlerin zor olanı ve kolay olanı vardır ve bu emirler prototip olarak İslâm’ın şartları dediğimiz ibâdetlere gizlenmiştir. İslâm’a girişin şartı ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır, buna yukarıda değindik. İkinci şart, namazdır ve namaz, bu emirlerin en kolay olanıdır. Bir ritüel ve prototip olan (şeklî) namaz, fikrî

DİKKAT!...

Elâ!... (2/17. 39/5.) Bu ifâdeye “iyi bilin!” anlamı veriliyor; doğru, yanlış değil, ama bence bu ifâdenin gerçek anlamı : dikkat edin, dikkatli olun, uyanık olun!, olmalı. Dikkat neden gerekli?!. Hele de bu çağda o kadar dikkat çeliciler = dağıtıcılar var ki, insanoğlu bi çook şeyi dikkatsiz = düşünmeden yapıyor; dolayısıyla da tehlikeyi fark edemiyor. Modern şeytanlar, önümüze o kadar sinsi tuzaklar kuruyorlar ki, çoğu zaman biz onları tehlikesiz! sanıyoruz. Meselâ, bozguncuları, ıslah ve ihyâ ediciler olarak görüyoruz. “Dikkat edin! (= elâ), onlar fesatçıdır ama/lâkin siz farkında değilsiniz.”  (2/17.)  Oysa “onlar, biz ıslah edicileriz, derler.” (2/16.) “Onlara : insanların inandığı gibi siz de inanın dense; biz bu süfehânın (= ahmakların, geri zekâlıların) inandığı gibi mi inanacağız?!, derler. Dikkat edin! (= elâ), asıl ahmak (= beyinsiz) onlardır ama onlar bu ahmaklıklarını bilmezler.” (2/13.) “onlar, inananlarla karşılaştıklarında (biz de) ‘inandık’ derler; ama şeytanları ile b

DİN

“leküm dînüküm, ve liye Dîn.” (109/6.) Biiir sürü din var.  Her dinin de bir (veya birkaç) ilahı var. İslâm Dininin İlâh’ı ise Allah'tır. Biz, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” derken, diğer ilâhların dinlerini (= düzenlerini) reddederek, Allah’ın Dinine giriyor, O’nun İlâh’lığını kabul ediyoruz. İlahlar, din (= düzen) kuran, ve insanlara o düzenleri dayatan varlıklardır. Müslüman (= Allah’a teslim olan bir insan), “Lâ ilâhe illâ-l Allah” derken, ben diğer ilâhların kurduğu düzeni kabul etmiyorum; onlar ilâh filan değil, onlar âdil bir düzen kuramazlar, kurdukları düzen bana huzur veremez; ben, yegâne İlâh olan Allah’ın kurduğu düzeni (= Dini) = O’nun İlâh’lığını kabul ediyorum, demiş olur. Kâfirûn Sûresi, Allah’ın Dinini = İlâh’lığını kabul etmeyen kâfirlerle kesin bir kopuşun ifâdesidir; bu kopuş, karşılıklı olarak, te’kidli ifâdelerle vurgulanır ve sonunda da “sizin dininiz size (= sizin olsun); benim dinim bana (yeter) = leküm dînüküm, ve liye Dîn.” denir. ... Allah’ın dini (= düzeni) dı

MÛSÂ (a.s.)'A NE VERİLDİ, NE DENDİ?!.

Mûsâ (a.s.)’a “Tûr’daki O Görüşmede” ne verildi, ne dendi?!. “Kâle : Kad ûtîte sü’leke Yâ Mûsâ. = Allah : Ey Mûsâ Sana istediklerin verildi.” (20/36.) Ne verildi, ne dendi?!. 1. Bilgi verildi. Ne yapması gerektiği öğretildi = Vahy. = Levhalar. 2. Elindeki âsâ (= araç) güçlendirildi. O âsâ ile önceden sadece davarlarına yaprak silkeliyor, ona sadece kendi dayanıyordu ve buna benzer (kişisel) işler yapıyordu. O âsâ, daha sonra sihirbazların sihrini yutacak; Kızıldeniz’i yaracak, kayadan su çıkaracak. 3. Kalbindeki kuşku (= korku, şüphe) giderildi. “Elini koynuna sok!. vedmum yedeke ilâ cenâhıke...” (20/22.) ki, 4. Elin güçlensin = Eli güçlendirildi. = tehruc beydâe min gayr-ı sûin âyeten uhrâ.” (20/22.) 5. “Kardeşi Harun, Ona yardımcı olarak verildi = vecalnî vezîran min ehlî; Hârûn’e ehî.” (20/29-30.) 6. “Göğsüne genişlik verildi = Rabbi-şrahlî sadrî.” (20/25.) 7. “İşi kolay kılındı = ve yessirlî emrî.” (20/26.) 8. “Dilindeki düğüm çözüldü, sözü anlaşılır kılındı. = vehl

ATEŞTEKİ HİDÂYET

“... Ev Ecidu Ale-n Nâr-i Hüdâ.” (20/10.) Bu ifâdeyi/cümleyi tüm mealler, “yahut/veya ateşin yanında/çevresinde bir yol gösterici bulurum.” diye çevirmiş. • Nâr = ateş, harf-i tarifli = bilinen bir ateş. • Nâr, alâ (على) ile kullanılmış; alâ, yanında/çevresinde değil, üzerinde/üstünde demektir; yol gösterici, ateşin üzerinde/üstünde mi olur?!. Bence orada kimse yoktur. • Hüdâ, Kitâb’ın kilit (= temel) kelimelerindendir; nekradır. Bu kelimeye yol gösterici anlamı veriliyorsa, bu yol göstericinin kim olduğu (= kimliği) bilinmemektedir. • Mûsâ (a.s.), bildiğimiz anlamda yolunu kaybetmiş biri değildir; o yolu O, daha önce Mısır’dan Medyen’e giderken (= kaçarken) kullanmıştı. Buradaki Hüdâ (= hidâyet = yol gösterme), manevî yol gösterme, Mısır’a gidince ne yapacağını bilme/bildirme/öğretme, Mûsâ (a.s.)’ın endişesini (= korkusunu) gidermedir. Mûsâ (a.s.)’ın ateşi, “hidâyet ateşi” idi; bizim ateşimiz ise hastalık ateşidir. Onun “hidâyet ateşi” orada (= Tûr’da = Kutsal Vâdi Tuvâ’da) ko

YANAN ÇALI

Mûsâ (a.s.), bu çalıyı Medyen’den dönerken, Tûr Dağında gördü. Medyen’den niye ve nereye dönüyordu?!. Medyen, Hz. Şuayb’ın memleketi; Hz. Mûsâ da Onun damadı; Hz. Mûsâ, orada 8-10 yıl kaldı, bu sürede ciddî bir eğitim aldı. Ailesi ile memleketine (= Mısır’a) dönerken gördü, bu çalıyı. Mûsâ (a.s.), kendince, kendine iyi niyetle bir görev (= misyon) tayin etmişti. Orada (= Tûr Dağında) bu görevi “tescillendi”!. Buna, bu çalı (= bu çalıda yanan ateş) sebep oldu. Aslında o ateş, Mûsâ (a.s.)’ın içinde de yanıyordu; yoksa o ateşi “göremezdi”!. Ailesine, “Durun = Bekleyin!. Ben bir ateş gördüm, size de ondan bir “kor” getireyim.”, dedi. (Bknz. 20/10.) Durmak, vakfedir. Vakfe, arafattır; Arafat, vakfedir. Vakfe, içe bakış, içe dönüş, düşünüş, kendini tanıyıştır. Orada, Ona seslenildi. “İnnî Ene Rabbük... = Ben Senin Rabbinim...” (20/11.) ‘Ehyeh aş’er...’ (Tevrat-Çıkış, 3/14.) Tevrat’taki Tanrı, Yahve’dir; Ehyeh, Yahve’dir; bu ifade de ‘Ben, Benim’ demektir. Tanrı (= Allah), o çalı ile Mûsâ (a.

AKIL NE İŞE YARAR?!.

Akıl Ne İşe Yarar?!. • Dış dünyayı tanıyarak yaşamda kalmaya = Conatus; ve iyi yaşam sürmeye. Conatus : Var olmaya çalışmak. • Akla sahip olan kişinin, kendini = kendi Ben’ini tanımaya.. • ... (aşağıda değinilecek) Dış dünyayı tanımak : • Tek tek şeyleri ve olayları tanımak = bilmek = Bilim yapmak. • Tek tek şeylerin ve olayların bütünlüğünü tanımak = bilmek = Felsefe yapmak. Kişinin kendi Ben’ini tanıması : • Psikoloji & Psikiyatri • Nöroloji & Nöro-Biyoloji & Nöro-Psikoloji & Nöro-Felsefe. Dış dünyadaki şeylerin ve Ben’in “sahici bir gerçekliği = hakikati” olmadığı söyleniyor (= sanılıyor) ve her şey “epifemomenal illüzyondur.” deniliyor. Epifenomen : Gölge. Gölge, bişeyin gölgesidir. Neyin?!. Yaşamda kalmak, iyi yaşam sürmek ve Ben, ölümle “anlamsızlaşıyor”!, gölge ortadan kalkıyor. Öyleyse : Ölene kadar, akıl sahibi kişinin, bu “Gölgenin Kaynağını”! bilmesi ve tanıması gerekiyor.  Yukarıdaki ... bunu ifâde ediyor. Yâni, aklın en önemli işi (= görevi),

EV

Hayatımız, ev ve iş arasında geçiyor. İşi/mizi, biz organize edemiyoruz; peki evimizi?!. Evlerimiz de “işgal” altında!. Bu işgali, fiilî bir işgal olarak düşünmeyin lütfen. Evlerimizde “istediğimiz gibi” hareket edebiliyor muyuz, sorusunu kendimize soralım. Sözgelimi, Evlerimizin iç ve dış dizaynını biz mi yapıyoruz = evlerimizin iç ve dış mimarı biz miyiz?!. Evlerimiz, dinlenme mekânlarımız mı, yoksa “kültürel saldırı” mekânları mı?!. Tv dizi ve programlarının izlendiği, internete bağlanılan, dvd, film gibi popüler kültür ürünleri ile endüstriyel-ticarî ürünlerin depolandığı mekânlar mı?!. Evlerimiz bizim mi?!. ... Kitâb’ta ev (= beyt) kelimesinin geçtiği yerlere baktım; beyt, Beytullah ve Ehl-i Beyt ile beraber 73 yerde geçer. Yunus, 87’de “evlerinizi kıble yapın = ve'calû büyûteküm kıble” denir. Nahl, 68’de arının bal yaptığı kovana, ev denir. Nahl, 80’de (huzur ve sükûn bulmanız için) evlerinizi dinlenme ve barınma yeri yaptık denir. Nur, 27 ve 29’da evlerin mahremiyetinden, bi

DALDAN DALA

Bu ifâde, sizin zihninizde, bir ağacı mı, yoksa benim yazılarımı mı canlandırdı?!. Ben, ikinci ihtimali düşünerek bu kısa notu kaleme alıyorum. Yazılarımın arkasındaki! “gövdeyi” göremiyorsanız, haklısınız!. Ben, bütün bu yazıları bir “gövdeye, hatta ağaca” istinâden yazdığımı düşünüyorum; zihnimde ağacın bütünlüğü var; ama haklısınız! ağaç, dallarıyla da bir görüntüdür. Ağacın bütünlüğünü, sözlerimle, dallarından başlayarak betimlemeye (= biçimlemeye) çalışıyorum; bütünü, tek seferde tanımlamaya (= biçimlemeye, betimlemeye) gücüm, = dilimin gücü yetmiyor ama aklımız bunu yapabilir. Aklımız tüm evrenin prototipi; onda trilyonlarca hücre (= imkân) var; bu hücreleri nasıl “şekillendirirsek” (= biçimlendirirsek) öyle, o şekilde görürüz. 

GAYB

Gayb : Görünmeyen. Bilinmeyen. Zıttı : Şehâdet. Şehâdet : Görünen. Bilinen. Görünme-Bilinme, şekle = biçime = sûrete bürünme. Görünmeme-Bilinmeme, şekle = biçime = sûrete bürünmeme. Biz, bedenle görünüyoruz; ruhumuzun bir şekli = biçimi = sûreti yok; belki de var ama biz bilmiyoruz!.  Bizim için, bütün gaybî varlıklar da böyle. Bazıları, bu gaybî varlıkları görebiliyor/muş!. Efendimiz, Cebrâl’i görmüştü. ... Biçimleşme (= biçimlenme = sûretlenme), yaratmadan sonradır. Yaratma, biçimli ve biçimsiz tüm varlığı kapsar; biz, biçimli varlıkları görür; biçimsiz varlıkları göremeyiz. (Bknz. 7/11.) Bu âyette, “sizi yarattık, sonra biçim verdik...” denir; demek ki biçim verme, yaratmadan sonradır; Allah (bize göre) tüm biçimli ve biçimsiz (= görünen-görünmeyen = şuhûdî ve gaybî) varlıkları yaratandır. Biçimsiz varlıkları bizim havsalamız (= aklımız ve muhayyilemiz) kavrayamaz. ... Materyalistler (= maddiyyûn), aklımın ve muhayyilemin (= havsalamın) kavrayamadığı varlıklara inanmam diyenlerdir.

KİBİR

Kibir : Büyüklenme, kendini muhatabından büyük görme, dolayısıyla da muhatabını küçümseme veya onu görmezden gelme. Kibrin kaynağında ne var?!. • Bilmişlik ve • Asalet = Soyluluk = Aristokrasi = Asabiyet = Mülkiyet. Vakurluk ve kibarlık anlamındaki asaletin, buradaki asaletle uzaktan-yakından ilgisi yok, ikisi taban tabana zıt. Kibri besleyen asaletin kaynağında da kan (= asabiyet, kavmiyet, milliyet); kültür (= yaşam biçimi, giyim-kuşam) ve para (= maddî zenginlik) var. En tehlikeli kibir, bilgiden kaynaklanan kibirdir. Bilginin hakkı verilirse, bilgi insanı vakur, alçakgönüllü, kibar, olgun yapar; verilmezse, şeytanlaştırır. Şeytan da Rabbine kendince bilgi ile karşı çıkmıştı. = “ebâ vestekbera”! Ben ondan üstünüm; o topraktan, ben ateştenim; ateş, topraktan üstündür, demişti. Melekler de : Sen bilirsin, biz Senin bize bildirdiğinden başka bişey bilmeyiz, Sana itaat ederiz, demişlerdi. (Bknz. 2/30-39. 7/11-25.) Kibir, kendini beğenme; kendinden başkasını küçük görmedir. Bir insan

GAYE

Bişeye, B/birine odaklanma, aynı zamanda o şeyi, O/onu amaç = hedef = gaye olarak belirlemedir. Amaç = hedef = gaye belirlemeyi, en ilkel düzeyde avcının, avına tüfeğini/okunu doğrultması olarak da düşünebiliriz. Amaç, avlanmak ise (= karın doyurmak veya avla övünmekse), tüfeğin/okun hedefi avdır (= tavşandır, geyiktir, vs.)... Karın doyunca, hedef (= gaye) değişir. En ideal hedef, ulaşılması en güç olan hedef hâline gelir ve artık tüm eylemlerimiz bu hedefe yönelik olur. Ara hedeflerde oyalananlar, “ağır”! adamlardır. Ağır adamların kafası ağır çalışır. Ölümü gören, öleceğini bilen adamlar, acele ederler ve ara hedeflerde oyalanmazlar, bir ân önce ideal hedefe yönelmeye gayret ederler. Ara hedefleri de biraz açayım. Ünlü olmak, kudretli olmak, zengin olmak, bilgili olmak, yönetici olmak, vs. İdeal hedef bulunmamışsa, ara hedefler, kişiyi epey oyalar; bulunmuşsa, tüm ara hedefler hedef olmaktan çıkar, birer araca dönüşürler, o ideal hedef için kullanılır hâle gelirler ve hepsi ideal he

İRONİ

Kelime, Fransızcadan dilimize geçmiş, bizde mizah ile karşılanıyor; mizahta güldürü/gülmece ve nükte/latîfe var, ironide ise ince alay. İroni de bitür bir söz sanatıdır.  İronide : Muhatap değişebilir. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!.” Söylenen söz = kelime, farklı bir anlamda kullanılabilir. Sözü söyleyen, başkasının sözünü farklı bir bağlamda söyleyebilir. Çok zordur ama bu üç hâl aynı ânda olabilir.  İroni, sözdeki muğlaklığın, müphemliğin (= belirsizliğin) bitür göstergesidir. İroniye, açık konuşmanın her zaman mümkün olmadığı durumlarda başvurulur. ... Sözü söyleyen, kimseden çekinmiyorsa (korkmuyorsa), sözünü açık-seçik (= mübîn) bir şekilde söyler. Kur'ân’da ironiye (= ince alaya) başvurulmaz; Allah, muğlâk, müphem, kapalı konuşmaz, kimseden korkmaz, O’nun Sözü/Kelâmı olan Kur'ân, Mübîn bir Kitâb’tır. (15/1. 5/15.) Elçi Muhammed (a.s.) da, apaçık bir uyarıcıdır. = Nezîrun Mübîn. Şeytan da, apaçık bir düşmandır. = Aduvvün Mübîn. Mübîn nedir?!. İki şeyin = doğru

EŞİTLİK

Eşitlik, eş-it olma durumu. İki veya ikiden çok şeyin, sosyolojik ve siyasal anlamda insanların, birbirleri ile nicelik ve nitelik olarak aynı (= benzer) olması. Bir binada bütün tuğlalar bile aynı = eşit değil; o tuğlalar, binada yerlerini almadan (belki?!) eşitler ama duvar ustası onları örerken bazılarını kırıyor, küçültüyor... İnsanlar arasında eşitlik, hiç mümkün değil. Niceliksel olarak, kimi uzun boylu, kimi kısa; kimi erkek, kimi kadın; kimi zengin, kimi fakir, ilâ ahir... niteliksel olarak da durum aynı. Kimi akıllı (= âlim, bilgili), kimi akılsız (= câhil); kimi kanaatkâr, kimi açgözlü; kimi güleryüzlü, kimi somurtkan, ilâ ahir... Bu farklılıkları ancak ve ancak “bir üst değer” eşitler, eşitleyebilir. Bu, somut, ortak bir menfaat de olabilir, ortak vatan/yurt gibi; soyut bir değer de olabilir, aynı kültür, aynı dil, aynı din gibi. Burada da “değerler hiyerarşisi” devreye girer; insanlar ya ara değerlerde ya da “en üst değerde” eşitlenirler; ara değerler kendi aralarında çatış

ÖZGÜRLÜK

Bu kelimenin yanına eşitliği de koymak lâzım ama yerim dar. Bu kelimeleri (= özgürlük ve eşitlik) en çok solcular (= sosyalistler) kullanır.  Bu yazı, İslâm’da özgürlük var mıdır, varsa, nereye kadar vardır, sorusunun kısa tahlili olacak. İrade (= küllî ve cüz’î irade) meselesi İslâm Kelâmının (= felsefesinin?!) ana konularındandır; bence hâlâ bir çözüme kavuşmuş da değildir. Allah’a teslimiyetle (= Müslüman olmakla; Müslüman olmak, Allah’a = Allah’ın dinine teslim olmak, demektir.) modern (ilmî) anlamdaki özgürlüğün uyuşması mümkün değildir; hele de bu özgürlüğü mutlak düzeye taşımak hiç/aslâ mümkün değildir. Özgürlüğe dinden bağımsız bakanlar bile, onun tarifini şöyle yapıyorlar : Bir başkasının emrine (= gücü, hükmü altına) girmeden kişinin istediğini yapması. Toplumsal yaşamda bu nasıl mümkün olabilir?!. Olmaz, olamaz. O zaman da işi (= tarifi) daraltıyorlar, diyorlar ki : Bir başkasına zarar vermediğim sürece istediğimi yapabilirim. İnsanın her yaptığı iş veya söz, bir başkasına =

YÜRÜYÜŞ ve YATIŞ

Yürüyüş, hareketi, eylemi; yatış, hareketsizliği, eylemsizliği imler/söyler. Bu anlamı genişletirsek, yürüyüş, çalışmaya (bişey, biiş yapmaya); yatış da emekli olmaya (bişey, biiş yapmamaya) karşılık gelebilir. Hayat, büyük oranda bir yürüyüş; zaman zaman da dinleniş veya yatıştır. Gündüz yürünür; gece yatılır. Yatmayı sevmeyip “gece yürüyüşü” (= İsrâ) yapanlar ve teheccüde kalkanlar da vardır. Herhâlde onların yolları çok uzun ki, bir ân önce menzillerine “varmak”! istiyorlar, bu yüzden uzun süre yatmıyorlar. Ama ben, çok yol yürüdüm diye yol ortasında yatıyorum!. Yoo hayır, şimdiye kadar yanlış yolda yürüdüğümü fark ettim, yol (makas) değiştirdim, bu yüzden çok yol yürüyorum, emekliyim ama günde 10-15 saat çalışıyorum, yorulunca yatıyorum. Yürüme, sadece bedenin yaptığı bir eylem/iş değil; düşüncenin yürüyüşü de olur. 2015’teki emekliliğimden sonra günde en az iki saat yürüyorum, 5-6 saat okuyorum, 1-2 saat yazıyorum, uzun niyazlar ediyorum, vs.; yürürken beyin kaslarımı da çalıştırm

HÂL

Çok kullandığım ve sevdiğim kelimelerden biri hâl. Bildiğim üç anlamı var : Şimdiki zaman. Durum (insanın içinde bulunduğu psikolojik mod/mood, ruh hâli) ve Sebze-meyve satılan pazar. İlk iki anlam, birbiri ile bağlantılı, zaman anlamındaki hâl de içimizde. Zamanı, geçmiş/mâzi, hâl/şimdi ve gelecek/istikbâl şeklinde üçe ayırırız. Geçmiş zaman da geçmişte hâl idi; gelecek de hâl olacak; zamanda, hâl esastır. = Dem bu demdir. Bu ânın = şimdinin kıymetini bilmek lâzımdır.  Geçmişteki hâlimizle şimdiki hâlimiz arasında olumlu bir fark varsa, hâlimiz (2. anlam) olumluya doğrudur; olumsuz bir fark varsa, işlerimiz (= hâlimiz) kötüye gidiyor demektir. Her hâldeki hâlimiz (ilk hâl, zamanı; ikinci hâl, durumu bildirir), özeldir; ya güzeldir ya da çirkin. Güzel olmasını istiyorsak, her hâli (= ânı) güzel geçirmeliyiz. Hayatımız, hâllerimizin birikimidir. Hayatımızda istikrar ve tekâmül arıyorsak, bir önceki hâlimiz bir sonraki hâlimizden daha iyi ve her hâlimiz de birbirleri ile tutarlı ve uyuml

ŞÜKÜR

Şükür, nimeti Veren’e teşekkürdür. Şükrün değeri, en çok nimetin yokluğunda fark edilir; bolluktaki şükür, ‘bizim açımızdan’ (?!) yokluktaki şükür kadar değerli değildir. ... İyice acıkmadan sofraya oturuyoruz; sofradaki nimetlere çok kolay ulaşıyoruz, doyunca da elhamdulillah diyoruz ve bunu şükür zannediyoruz. Asıl (= esas) şükür, yokluktaki = yoksulluktaki şükürdür. Günlerce aç-susuz kalmışız; elimize bir kaç bardak su, bir kaç dilim ekmek geçmiş!; bu suya ve ekmeğe bizim gibi muhtaç başka insanlar da var; ve biz o suyu ve ekmeği onlarla bölüşüyor, paylaşıyoruz. İşte asıl/esas şükür, bu paylaşımdadır, sözde ve sözle değil. Oruç, bunun temrinidir. (Temrin: Alıştırma. Egzersiz.) Oruç, elimizde bol ve hazırda bir çook nimet varken, onlar yokmuş gibi yaşamak ve onları yoksullarla (= yoksunlarla) Allah için paylaşmak ve acıkınca da nimetin gerçek tadını almaktır. (Bizim sadece midemiz acıkıyor; zihnimiz (= aklımız) ve kalbimiz sürekli tok!.) Ne yapıyoruz oruç ve Kur'ân ayı Ramazan’da

HİZMET

Dînî anlamıyla hizmet kelimesi, en fazla kirlettiğimiz kelimelerin başında geliyor; seküler anlamıyla hizmette ise herhangi bir kirlilik (= sorun) yok; herkes, birilerine hizmet etmeye devam ediyor; iş, dine (= Allah’ın dinine) hizmete gelince, işler epey karışıyor. Allah’ın dinine hizmet için çok çeşitli resmî (diyanet) ve gayrı resmî (= dernek, vakıf vb.) kurumlar (kuruluşlar) kuruyoruz. Bu kurum ve kuruluşlarda hizmet edenler, dine (= Allah’ın dinine) hizmet ettiğini düşünüyorlar (= sanıyorlar); oysa, buralarda çalışanların büyük bir çoğunluğu, buraları kendine hizmet ettiriyor. Nasıl?!. Nasıl olduğunu siz biliyorsunuz, ama yine de ben iki çift laf edeyim. Buralar, çoğu insan için hizmet yerleri değil, ‘para kazanma ve yükselme’ yerleri. Bu (tür) insanlar, vicdanlarına sorsunlar, bir-iki ay maaş almasalar, buralarda dururlar mı?!. Buralara verdikleri ile buralardan aldıklarını iyi hesap etsinler; aldıkları (maaş, prestij/ünvan vb.), verdiklerinden fazla ise, dinin sırtından kazanıyo