Kayıtlar

YILLIK MUHASEBE

Her yıl işletmeler (şirketler), kâr-zarar hesabı yapar = gelir-gideri hesaplarlar ve bunu mîzana dökerler. Tabiî bunun için bir önceki yılın elde varının, yeni kurulmuşsa, kuruluş sermayesinin bilinmesi gerekir. Aynen bunun gibi olmasa da, benzer bir hesabı kişi kendi için de yapmalı; bir önceki yılla, bu yıl arasında nereden nereye gelmiş, gerilemiş mi, ilerlemiş mi, bilmeli. Bu, nasıl yapılabilir?!  İki türlü : Bireysel ve toplumsal.  Bireysel hesap, kişilik özellikleri ve kazanımları açısından. Öfke kontrolü, bilgi/bilinç düzeyi. Sağlık, yaşlanma, kendi ile barışık olup-olmama, içinde bir boşluğun bulunup-bulunmaması, vs. Buddha, üç şey üzerinden hayatını sorgulamıştı : Hastalık. Yaşlılık ve Ölüm. Toplumsal hesap, yakın çevre (= eş-dost, akraba) ve uzak çevre (= millet, devlet) ile ilişkiler üzerinden ve eğer inanılıyorsa, inanılan Tanrı ile ilişkiler bakımından. Yakın ve uzak çevreme nasıl davranıyorum, hâl ve hareketlerimle (sözlerimle) onları kırıyor muyum, onlar bana bi şeyler s

BOŞ

'Boşa kürek çekiyormuşum. Kendimi boşuna yoruyormuşum...' Sadece şirk ile ölenin yaptığı işlerin boşa çıkacağına inanırım. Rabbim, cümlemizi şirkten korusun. Şirke düşülmediği sürece hiçbir işin/amelin boşa gideceğini düşünmüyorum.  Kasıt, bu yazıların kime ne faydası var; kimse okumuyor (okusa da anlamıyor) deniyorsa : Benim ilk amacım (zaten) bu değil, bu işi üzerime vazife edindim, vazifemi yapıyorum; bu anlamda da hiç kimseden herhangi bir karşılık (= bedel/ücret ve teşekkür) beklemiyorum. Bu yazılar, kimde nasıl sonuç verir, kişileri nasıl etkiler, onu da bilmiyorum. Hidâyet, Allah’tan. Allah’ın izni ile belki bu yazılar, birilerinin “uyanmasına” (= hidayetine) vesile olur. Ben, iyi niyetle ve özveri ile belli bir gayret sarf ediyorum, o kadar. Bu işi de severek yapıyorum. Şunu da söyleyeyim : Kendim ve yazıların etkisi hakkında kısa vadeli düşünmüyorum; çoook uzun vadeleri de hesaba katıyorum. Bu vesile ile bir hatıramı anlatayım; belki bunu daha önce de yazdım. 7-8 yaşla

SUHUF

Suhuf, sahifenin çoğulu, sahifeler. Kasıt, ilâhî bilgilerin yazılı olduğu “küçük Kitâb’lar”. Kelime, “inne hézâ lefi’s suhuf-il ûlâ, suhuf-i İbrâhim’e ve Mûsâ” şeklinde A’lâ Sûresinde geçer. (87/18-19) Bağlam nedir?!. Yaratan, yaratılanlara düzen veren, onlara hidâyet bahşeden, otlağı çıkaran, sonra onu kupkuru kılan Rabbini yücelt! = tesbih et!. Sana Onu (Kur'ân’ı) okuyacağız, Sen de O’nun izin verdiklerini unutmayacaksın. O, açığı da gizliyi de bilir. Senin için (Onu) kolaylaştıracağız. Zikir (= hatırlatma, öğüt) fayda verecekse öğüt ver!. = hatırlat!. = zikret!. Saygısı olan = korkan, öğüt alır. Ona şâkî olan (= uzak duran = yabancılaşan) Ondan uzak durur. O (onlar), ateşe yaslanacak. (Onlar orada) ne ölebilecekler, ne de yaşayabilecekler. Rabbinin İsmini hatırlatarak ve namaz kılarak (fesallâ) arınmayı başaran kurtulacak. Ama siz böyle öteyi düşünerek değil de sadece buraya yatırım yapıyorsunuz. Ebedî olan âhireti ihmal ediyorsunuz. Bu, önceki sahifelerde de, İbrâhim ve Mûsâ’nı

PİŞKİN

Ekmeğin, pidenin pişkin olması yanında insanın da pişkin olmasından söz edilir. Kelime insanla ilgili kullanıldığında “biraz” olumsuz anlam kazanır; hem deneyim (= alışkanlık) hem de yüzsüzlük (= pişkinlik) anlamına gelir. Burada, ikinci anlam ele alınacak. Bir insan nasıl pişkin olur?!. Deneyimine (gücüne?!) güvenerek suçlu (kabahatli, hatalı) olduğu hâlde suçunu (kabahatini) kabul etmemekte ısrar ederse. Suç (kabahat, hata), başkasını/başkalarını olumsuz etkileyen sonuçtur. Tüm dünyada enflasyon, dar ve sabit gelirli kesimleri olumsuz etkiliyor. Zenginler de enflasyonu fırsat bilip, bunu fırsata (= büyük kazançlara) çeviriyorlar. Bu enflasyonun sebebi kim, ne?!. Küresel kriz.  Küresel kriz neden çıkıyor, bu ayrı bir tartışma ama bu konuyla alâkasız da değil.  Küresel kriz, tüm dünyada %5-6 enflasyona sebep olurken, bizde %70-80, hatta 100-150 enflasyona yol açıyor.  Demek ki bizde bir hata var, suçlu biziz ama bu suçu kimse üzerine almak istemiyor. Bu suçu biz, kucağımızda bulduk, çö

İSRAF

İki çeşit israf var : Kişinin kendinden, kendi malından israf, kamu malından israf. Kişinin kendinden, kendi malından israfı : Kısaca çok yeme, çok konuşma, çok uyumadır. Çok yeme, içmeyi, giymeyi, hasılı maddî tüketimlerin tümünü kapsar. Çok konuşmaya yalan karışır (= karışabilir); bazen susup-düşünmek iyidir. Çok konuşmak, bilmişlik işareti olarak da algılanabilir; kişi, çok konuşarak kendini bilmiş de gösterebilir. Çok uyumak, tembellik getirir; çok uyku kalbe de zarar verir. Sorumsuz (ve şuursuz) adamlar çok uyurlar.  Kamu malı israfı : Milletin vergilerini (emeklerini) rantabl = verimli kullanmamak; bu vergiler ile yapılmış yapıları (park, bahçe, bina, yol, köprü, hastane, okul, vs.) hor kullanmak. Doğayı hor kullanmak. Doğa (= hava, su, toprak) da kamu malı = hepimizin malıdır. Havayı, suyu, toprağı kirletmek, doğayı hor kullanmaktır. Havayı kirletmek, katı yakıtlarla ve biyo-kimyasal gazlarla, bombalarla; suyu kirletmek, kimyasal fabrika atıklarını ve kanalizasyonları derelere,

BİR ÂYET, BİR HADİS

Âyet, Zümer, 42. “Allah, ölümleri anında ruhları bedenlerden çekip alır. Henüz ölüm vakti gelmemiş olanların ruhlarını ise uyudukları sırada (uykularında) alır; sonra ölümüne hükmettiği kimselerin ruhlarını berzah âleminde tutar (onlara geri vermez); diğerlerini de belirlenmiş bir süreye kadar yaşamaları için serbest bırakır (onlara geri verir).” Hadis : Âlimin uykusu (bile!) ibadettir. Bile, bana ait. Not : Bu sözün hadis olup-olmadığı tartışmalıdır; kelam-ı kibar diyenler, Gazali’ye atfedenler de var.  Bu kısa not, bu âyetten ve bu hadisten söz edecek. Âlimin uykusu niye ibadettir?!. Önce şunu belirteyim, buradaki âlim, ilmiyle âmil âlim; kitap yüklü âlim değil. İşte o âlim, uyanıkken Rabbinin Emrine karşı çook hassastır, O’na karşı kusur etmemeye, O’nun Emrine muhalif olmamaya (= başka ilâhlara itibar etmemeye) çalışır; bunun için yorulur. (Bknz. Nasb. 94/7.) O âlim, dinlenmek ve yeniden yorulmak için uykuya yattığında da kendini Rabbine emânet eder; Rabbi ona kendini geri verirse,

İMTİYAZLILAR

İmtiyaz, genel kitleden/ahâliden = herkesten ayrı olarak birilerine veya belli gruplara belli ayrıcalıklar ve özel haklar vermek. Kurum ve kuruluşlarda, (eskiden, şimdi de var mı, bilmiyorum; vardır da bu isimle mi anılıyor?!) özelikle gazetelerde imtiyaz sahibi olur/du. Bu kişi, yönetim kurulunu, gazetenin genel yayın yönetmeni seçer, gazetenin yayın politikasını belirler/di. Her şeyin olduğu gibi imtiyazın da dereceleri vardır. Seçim (birini seçme, ona), bitür bir imtiyaz vermedir. Allah da insanlar (ve melekler) arasından bazı kullarını seçer. (Bknz. 22/75.) Ama bu seçim, sorumluluk verilen, seçilene ekstra yük/sorumluluk yüklenilen bir seçimdir; ayrıcalık (kolaylık, imtiyaz) verilen (onlara rahatlık verilen) bir seçim değildir. Onlar bu seçimle, kolay bir geçime, sıkıntısız bir hayata kavuşmazlar; “sıradan insanların = herkesin” yaşadığı hayatın şartlarında yaşarlar; hastalanırlar, acıkırlar, yorulurlar, yokluk yaşarlar, üzülürler, korkarlar, vs... ... Benim bu yazıda sözünü edeceğ

RABBİN "GELMESİ"!

“ve câe rabbüke vel melekü saffen saffâ” = Rabbin ve melekler/i saf saf geldiğinde. (89/22.) Bu âyette/ki Rabbin gelmesine, Rabbin Emrinin (buyruğunun, fermanının, gadabının/gazabının) gelmesi gibi mealler/anlamlar veriliyor. Metinde, Emri (buyruğu, fermanı, gadabı/gazabı) çağrıştıran anlam, bağlamdan çıkarılıyor. Metnin bağlamı, “şımarık insan”!, bu insanın kıyametteki hâli ve cehennemin ona getirilişi. = “ve cîe yevmeizin bicehennem” (89/23.) İşte o gün anlayacak bu şımarık ve nankör insan, asıl gerçeği; şimdi anlamıyor. (Bknz. 89/23.) “Fakat bu anlamanın ona bir faydası olmayacak.” (89/23.) Ne diyecek o gün, biliyor musunuz?!. “Keşke, önceden (bugün için) bişeyler yapıp gönderseydim.” (89/24.) ... Rab, nereden gelir; O, her yerde değil midir?!. Buradaki “gelme”, burada (bu dünyada) Rabbi “uzak biyerlerde” zannedenler için. Oysa Rab, her yerde, her zaman hâzır ve nâzırdır. Onlar, Rabbi bitürlü bulamıyorlar!. Nur, 39’da geçen, “ve vecedella ındehû” ifadesi de bunlar (= bu kâfirler = “

MÜLK KİMİN?!.

Bu soru, bu formda 40/16’da hesap günü sorulacak!; o gün sorulacaksa, niye Kitâb’ta böyle bir soru sorulmuş ve sanki bize ‘kıyamet sahnesi olmuş gibi” canlandırılmış?!. Bu dünyadaki mülkiyet ilişkilerimizi doğru kuralım, diye. Mülk, Allah’ındır. “Yâ Mâlik-el Mülk, El-Mülk’ü lillah.” Bu sözü sağa-sola, arabalarımızın arkasına, odalarımızın, bürolarımızın duvarına asıyoruz veya yazıyoruz.  Ama, mâlik olduğumuz mülklerden garibanları kovuyoruz. Ne demek istiyorsun Hocam?!. Bu toprak, benim özel mülküm, bu ev, bu araba benim. Tamam senin de, temelli senin değil ki, geçici bir süre senin; yâni sana emânet. Sen, ben, hepimiz, Allah’ın Mülkünde misafiriz; yüzsüz/arsız misafirler gibi burası benim, bizim diyoruz. Yetmezmiş gibi, gelen misafirleri kovuyoruz. Haâ, misafirler yüzsüzlük yaparlarsa o başka, ona söyleyecek bir lafım/sözüm yok ama sakın hâ!, onları kovarken, kendi mülkümüzden kovduğumuz düşüncesine kapılıp da rahatlamayalım. Bu durum, kurumsal yapılarımız için de geçerli. Adam, bir p

YARIŞ, REKÂBET

Her alanda bir yarış var. Bu yarış, çook büyük oranda zengin olma, ünlü olma, üstün olma, yönetici olma, kısacası kazanma yarışı.  Biz yetişkinler yarıştığımız gibi çocukları da yarıştırıyoruz. (LGS. ÖSS.) Neden?!. Öne geçsinler, öne geçelim, diye. 1776’da Adam Smith, ‘Ulusların Zenginliği’ kitabını yazdığında, öne geçmeyi (rekabeti, yarışı) kapitalizme armağan etti vs açgözlü insanların oluşmasına yardım etti. Artık açgözlülük (= çok kazanma), kapitalizmin yakıtı haline geldi. Siyasetin yakıtı da bu. Ben kazanayım, ben yöneteyim... köşe başlarını ben tutayım, fırsatlara ilk ben sahip olayım... tabiî bu kadar büyük iş, tek başına olmaz, ekip gerektirir, ekibimi de ben belirleyeyim/seçeyim... İnsanları o işi ya da bu işi yapmaya, o işte ya da bu işte diğer insanlarla rekabet etmeye sevk eden temel motivasyon, maddî kazanç (= para/mal, makam, ün-şan-şöhret) olduğu sürece, o işlerde/ki rekabet azmanlaşır, kişilerin ahlâkı bozulur; kişiler, daha çok kazanmak için gayr-i ahlâkî işlere (rüşv

SEÇİM

Seçim: Seçme. Birini, bişeyi ötekilere tercih etme. Seçtiklerimiz, hem kendi/bireysel hayatımıza dair hem de toplumsal-siyasal hayatımıza dairdir; insan, seçimleri (iradesi) ile insandır. Seçimlerimiz, hem bireysel-kişisel ahlâkımızı, dolayısıyla hayat tarzımızı/yaşam biçimimizi hem de toplumsal/sosyal-siyasal yaşamımızı belirler. Etkiler, demiyorum; belirler, diyorum. Bu yüzden doğru seçim yapmak, doğru yaşamanın olmazsa olmazıdır. Doğru seçim, doğru bilgi ile olur. Bizim nasıl davranacağımızı, kimi ve neyi seçeceğimizi, biz değil de bizim adımıza başkaları seçerse; biz, bizim adımıza seçim yapana irademizi teslim etmişiz, demektir. İlki, bireysel davranış ve yaşayışla ilgili; ikincisi toplumsal/sosyal-siyasal yaşayışla. Her ikisi için de medya (geniş anlamda eğitim ve kültür endüstrisi) kullanılıyor. Nasıl yaşayacağımızı, neyi tüketeceğimizi (satın alacağımızı), nerede, nasıl tatil yapacağımızı, çocuğumuzu hangi okulda okutacağımızı, ne giyineceğimizi, sizce bizler mi seçiyoruz?!. Ge

TÖVBE-İSTİĞFAR

Ramazan, tövbe/tevbe ve istiğfar ayıdır. Tövbe, pişmanlık demektir. Pişman olmak için kişinin hata yaptığını (= günah işlediğini) bilmesi ve Rabbi Allah’tan af dilemesi gerekir. İnsanlara karşı yapılan (= yaptığımız) bir hatadan dolayı niye Allah’tan af diler ve O’na tövbe ederiz?!. İnsanların (ve âlemlerin) Rabbi (= Sahibi) O’dur da ondan. Pekiî, tövbemizde samimî isek, (ve de) affedildiğimizi düşünüyorsak, hata yaptığımız = haklarına girdiğimiz insanlara karşı bişey yapmayacak mı, onlarla helâlleşmeyecek miyiz?!. Elbette ki helâlleşeceğiz. Kul hakkı, kula aittir. Allah’ın affetmediği iki şey (günah) vardır : şirk ve kul hakkı. Özellikle kamu hizmeti verenler kul hakkı konuda çook hassas olmalılar; çünkü herkesle helâlleşmek zordur. Tövbe, bu iki şeyin (= günahın) bilincine vararak deriiin pişmanlık yaşamak ve yapılan hatalardan ve günahlardan dönmek; istiğfar da, Allah’tan af = bağışlanma dilemektir.  Kişi, şirkten (müşriklikten) vazgeçer ve kul haklarını öderse (= insanlarla helâlle

GECE

Gece, Güneşin battığı, ortalığın karanlığa gömüldüğü zaman dilimleri. Ortalıkta Güneş yoksa, her yer karanlıktır, gecedir. Karanlık, zulumâttır. Güneş, nurdur/ışıktır, nur/ışık saçar; doğduğunda hiç ayrım yapmadan herkesi ve her şeyi aydınlatır. Güneş varken karanlıkta olan yerler de vardır. Mahzenler, zindanlar... Sahi Güneş hiç doğmasa = her zaman gece olsa, her yer, her zaman elektrikle aydınlatılabilir mi; ya da hep karanlıkta yaşanabilir mi?!. Körler yaşıyorlar. Buradaki kör-ler, kafa gözü görmeyenler, gözü Güneşle (ışıkla) temas kuramayanlar ama vücuduna Güneş ulaşanlar. Bir de başka türlü kör-ler var; onların kafa gözleri Güneşi görür, Güneşin sıcaklığını vücutları hisseder ama bu sıcaklığı (akılları ve) kalpleri hissetmez; onlar, kendi varlıkları ve bu kâinatın varlığı hakkında düşünmezler ve bir Yaratıcının varlığına da inanmazlar, tam bir gece (= karanlık, zulumât) hâlini yaşarlar. İşte, insanlığın böyle bir gece = karanlık yaşadığı dönemde (çağda, câhiliyede), bir ‘Leyle-i K

HALK OYUNA BAŞVURMA

Halk oyuna başvurmanın iki yolu var : Seçim ve Referandum. Hafta sonu seçim var; yerel yöneticileri seçeceğiz. Seçimle genel (= merkezî) ve yerel (= mahallî) yöneticiler seçilir. Referandum ise, genel (= merkezî) yönetimin (= hükûmetin) kritik kararlarda halkın görüşüne (reyine/oyuna) başvurmasıdır. Geçmişte Özal, siyasî yasaklar kalksın mı kalkmasın mı diye; yakın zamanda Erdoğan, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçilsin mi geçişmesin mi diye, referandumlar yaptılar. Seçimde, önümüze adaylar (partiler) çıkar; referandumda, kritik kararlar. Bu Pazar yapılacak seçimle birlikte referandum da yapılabilirdi. Neyin referandumu?!. Ülke, Gazze’ye (= Filistin’e) duyarlı bir ekip tarafından yönetiliyor. Emînim, bu ekip karar vermekte zorlanıyor, kıvranıyordur. Erdoğan’ın yerinde ben olsaydım, bu seçimle birlikte Gazze’ye askerî harekât düzenleyelim mi, düzenleyelim mi, referandumunu da yapardım. Bu, hem dünya kamuoyu açısından hem de Erdoğan’ın samimiyeti açısından çoook ses getirirdi

YETÎM

Yetîm: Babasız çocuk. = Babası ölen çocuk. “Normal” bakınca, ilkine, Hz. İsâ (a.s.)’ı; ikincisine, Hz. Muhammed (a.s.)’ı örnek verebiliriz.  Yetimin bir anlamı da az/nâdir bulunan, demek; dürr-ü yetîm = az/nâdir bulunan inci. Kelime, Kitâb’ta, çoğulu yetémâ ve Kehf 82’de geçen iki yetim (= yetîmeyni) ile birlikte 23 yerde geçer. Yetimlere ikram etmek, onları itip-kakmamak (kahr), koruyup-gözetmek (évà) Allah’ın emridir. (Bknz. Duhâ.) Nasrânîlerde (Hıristiyanlarda), yetim sevgisi o kadar “aşırıya” varmış olmalı ki Yetim İsâ’ya sonunda bir Baba bulmuşlar. Müslümanlarda yetim, ‘Yetim Muhammed’ (a.s.)’in biyolojik yanından/yönünden dolayı değerlidir; ama O, sadece bu açıdan değil bir çook yönden değerlidir = yetimdir. Rabbi Onu, sadece Kendisine muhtaç olsun diye yetim bırakmıştır. Bugün dünyada çoook yetim var ama artık Onun gibi bir yetim yok. Yetimler, ‘Onun gibi’! yetiştirilsin diye bizlere emânet.

Mİ'RAC

Mi’rac, urûc’tan (belki oruc da buradan esinlenilmiş?!) yukarı çıkmak, yükselmek anlamında; yükseğe merdivenle (şimdi asansörle) çıkıldığı için merdiven anlamı da var. Merdiven veya asansörle yukarı (katlara) çıkmayanlarımız yoktur; zenginlerimiz, yüksek katları tercih ediyor. Çok katlı binalar (rezidanslar) moda oldu. Bodrumlarda, kotlarda ‘garibanlar’ oturuyor. Ama mi’rac böyle bişey değil. O, ma’nevî  bir yükseliştir. Ona, normal merdiven veya asansörle çıkılmıyor, çıkılmaz. Efendimizin Mi’raca çıktığı “âletin”! adına Burak deniyor, Muhakkikler bu Burak’ı, ahlâk olarak okuyorlar, anlıyorlar. Namazın Mü’minin mi’racı olması, namaz kılan Mü’minin, iyi bir ahlâkî yaşam için ne yapması gerektiğine dair ahlâkî (= İslâmî) ilkeleri (= tâlimatları) Rabbinden alması ve bunları (bireysel ve sosyal/toplumsal) hayatında uygulaması (ferdî ve cemaatle kılınan namazlar!) olarak görmek, okumak ve namazı bu şuurla (bilinçle) kılmak içindir. Namaz bu şuurla kılınırsa, zannımca ‘her gün bir basamak’ ç

ÇÖKÜŞ YAPILARI

Eskinin muhteşem mimarî yapıları, ma’betleri. Genelde bu yapılar, imparatorlukların zayıfladığı dönemlerde yapılmıştır. Sultan Ahmed Camii 1610 ila 1618 arasında I. Ahmed tarafından; Dolmabahçe Sarayı 13 yılda (1843-1856) Abdülmecid tarafından yaptırılmış. Arada 250 yıl var demeyin; bu 250 yıl, 600 yıl yaşayan bir devletin yaşlılık/güçsüzlük (hastalık) dönemi olarak görülmeli. Bir de kurumsal yapılar var. Bunlar, sivil-asker bürokratik yapılar.  Osmanlı İmparatorluğu, kapıkulu sistemi ile yönetiliyordu. Bu sistem değiştiğinde, devlet ‘hastalık mikrobunu’ kaptı. Kapıkulu, ikiye ayrılıyordu: İç oğlanlar (= saray bürokratları) ve Dış oğlanlar (= yeniçeriler = asker bürokratlar). Bunların ikisi de devşirmelerden oluşuyor idi. Önce, yeniçerilik ‘sıradan’ ahaliye açıldı, eğitimleri ihmal edildi, içerdeki bütünlüğün bozulmasına (= mezhebî farklılaşmalara) göz yumuldu, sayı da astronomik bir şekilde artırıldı. 1600’lü yıllara gelindiğinde yeniçeri sayısı 20.000’den 100.000’in üzerine çıktı. İç

TAHIYYÂT

Namazlarda ilk iki rekatın ve dördüncü rekatın sonunda okuduğumuz duâ. Kelimenin başında harf-i tarif var = Et-Tahıyyât = El-Tahıyyât. Namaz, bize mi’raçta farz kılındı. Mi’raç, Efendimizin Rabbi ile “görüşmesi, buluşması”!, Mü’minin de mi’racı. Tahıyyat öncesinde secdeler var. Secde, Rabbimize en yakın olduğumuz ve “fiziken (ve rûhen) mahvolduğumuz”! ân. Secdeden doğrulunca Rabbimiz bize bir güç-kuvvet veriyor; oturuyor (ka’ide) ve Rabbimize ‘Et-Tahıyyât-ü lillah-i = Esas/Asıl Hayat, Allah içindir.’ diyoruz. ‘Ve’s Salavât-ü vet-Tayyıbât. Yardım/Destek ve Saflık/Temizlik de.’ Salavât için, 26 Temmuz ve 20 Mart’ta bloga yazdığım, ‘Salât, Salavât ve Salâ ile Namaz bize neyi yükler?’ yazılarıma bakabilirsiniz. https://bilmekisteyenlericin.blogspot.com İlk sözü Rabbimiz Efendimize (= bize?!) veriyor: ‘Et-Tahıyyât-ü lillahi ve’s Salavât-ü vet-Tayyıbât’ diyor/uz. Sonra, Rabbimiz: “Es-Selâm-ü Aleyke Eyyühe’n Nebiyyü ve Rahmetullah-i ve Berakâtüh. = Selâm, Allah’ın (= Benim) Rahmeti(m) ve Bere

FÜTÜVVET

Kelimenin kökü fetéa. Kehf, 60 ve 62. âyetlerde geçen kelime. Orada, Mûsâ’nın birlikte yola çıktığı genç yol arkadaşına fetéa denilmiştir. Bu genç, Mûsâ’ya iki denizin birleştiği (mecmeal bahreyn) yere kadar arkadaşlık (= fütüvvetlik) etmiş, Mûsâ’yı yarı yolda bırakmamıştır. Mûsâ’nın amacı (= hedefi) neydi; O, iki denizden ne/yi anlıyordu, ...?!. Bu denizler hangileriydi, Akdeniz’le Ege mi; Kızıldeniz ile Akdeniz mi, ...?!. Dünyada sadece iki deniz yok ki; ayrıca iki denizin birleştiği bir çok yer de var. Bunlar, bizim bildiğimiz denizler olmayabilir mi?!. Olmazsa/değilse, meselâ ne/ler olabilir?!. Hakikatin iki ucu : Zâhir ve Bâtın, olabilir mi?!. Mûsâ’nın o iki denizin birleştiği yerde karşılaştığı “o kul” ile yaşadığı üç olayın iç yüzü ve dış yüzünden bu hükmü çıkaramaz mıyız?! Yine de bilemedim. Yahu ben, fütüvvetten = arkadaşlıktan söz edecektim; söz nereye kaydı!. Bence, o genç (= fetéa/feta), Mûsâ’ya arkadaşlık etti, ama Mûsâ, “o kula” arkadaşlık edemedi = sabredemedi. Sizce?!.

KELİMELER-KAVRAMLAR

Kur'ân’ı (= İslâm’ı) anlamada dil (= dilbilimsel yöntem), belli bir yere kadar iş görür, sonra tıkanır. Dil, kelimeler ve kavramlar üzerinden iş görür; Müslümanlık, kelime ve kavram değil, yaşamdır. Yaşamın samimî (= içten) ve huzurlu olabilmesi için, içerde bir inancın (= imanın = güvenin) oluşması ve bu inancın (= güvenin) dışarıda/n sarsılmaması lâzımdır. Dışarıda olup-bitenler, bizdeki (iç) güveni (= imanı) sarsıyorsa = olup-bitenleri açıklamakta zorlanıyorsak, dil (= kelime ve kavramlar, Allah dışında kimse) bize yardım edemez. Hidâyet Allah’tandır; ama Allah, hidâyetini arayanlara gönderir. Hidâyet için kişi dil ile (vaaz edenlerle = konuşanlarla, yazanlarla = kitaplarla) epeyce bir boğuşmalı, sonra da Allah’tan hidayetini dile(n)meli. Ağlamayana meme/mama yok.

BİRAZ MATEMATİK

Matematikte kümelerin kaçıncı sınıf konusu olduğunu unuttum ama küme mantığını unutmadım. İnsanları anlayış (düşünce ve inanç) olarak tekbir kümenin içine dahil etmek oldukça zor; bir sürü din (düşünce, ideoloji) var; bunların herbiri kendi içinde birer kümedirler ve aralarında ilişkiler bulunur, olur; hele de bu internet çağında insanlar, fizikî gettolarda yaşasalar da fikrî gettolarda yaşamıyorlar, birbirlerinden kolay etkileniyorlar. Bu “etkileşim çağında” sadece iki küme (A ve B) olduğunu varsaysak; A kümesine Müslümanlar; B kümesine Müslüman olmayanlar (kâfirler) desek; bu iki kümenin etkileşiminden oluşan bir kesişim alanı muhakkak olur, olacaktır. Bu alanda olanlara, kalanlara ne diyeceğiz; A’dan bakarsak, Müslüman-kâfir; B’den bakarsak, Kâfir-müslüman mı?!. Merak etmeyin, Kitâb bunlara A’dan baktığında Fâsıq; B’den baktığında Hanîf diyor. Bir de, bu iki kümenin gerçek elemanı ol(a)mayan, oralarda devamlı dur(a)mayan mürâîler var; bunlara da münafıq diyor. Tabiî bu, iki kümeden

SEVİYE

Kimse, kimsenin Müslümanlık seviyesini ölçemez. Bir kimse “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyorsa, Müslümandır. İnsanların Müslümanlık seviyesini ölçme yetkisi sadece ve sadece  Allah-u Teâlâ’ya aittir. Müslüman olmayı (= Müslümanlığı), bir daireye benzetirsek, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyen herkes, bu dairenin içine girer; kişiyi dairenin merkezine doğru yaklaştıran da sâlih amelidir. Geçmişte (Haricîlikte) olduğu gibi, insanları tekfir etmeyelim; Haricîler de kendilerini çok dindar insanlar olarak görüyorlar, kendilerinden olmayanları tekfir ediyor (= büyük günah = mürtekeb-i kebîre işledikleri için küfre düşmüş sayıyorlardı);  bu, çook büyük vebaldir. Lütfen, eleştiri ile tekfiri karıştırmayalım.

... AYRI MI DEĞİL Mİ?!.

... ayrı mı değil mi? Üç noktanın yerine biçook şey konulabilir, ben, bu yazıda iman ve ameli koyuyorum.  Bu konu, önce İslâm ümmeti içinde, sonra İslâm ulemâsı (kelâmcıları) içinde ciddî çatışmalara ve hararetli tartışmalara yol açmıştır. 1. İman ayrı, amel ayrıdır. 2. İman ile amel birbirinden ayrılamaz.  Birinci görüşte ısrar, iki uca savrulmaya = ifrat ve tefrite yol açmış.  a) İmanla yetinilmiş = benim kalbim temiz denilmiş, amel önemsenmemiş. b) Kişideki iman, görünmez/bilinmez, kişinin imanlı (Mü’min) olup-olmadığı ameliyle bilinir; bu yüzden amel, iman için önemli bir göstergedir, denmiş. Dikkat ettiyseniz, ilk maddenin iki ucu, bizi ikinci maddeye taşıdı. Kişinin imanlı olup-olmadığını anlamak için kalbini yarıp bakamayız, baksak bile oradaki imanını göremeyiz. İman, kendini bize sâlih; küfür de kötü ameller ile gösterir, kişideki iki özellik de gizlenemez. Küfr, "aşikar"! Olan Allah'ı gizlemektir. Kişide amel yoksa, o ameli işleyecek beden de yoktur (o kişi

NAMAZ BİZE NE YÜKLER?!.

Buradaki yük, yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazifeye atıftır. Namaz, bize Rabbimizin yüklediği bir yüktür = vazifedir; dinin direğidir; aynı zamanda namaz, bize yük = yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazife yükler. Namaz = salât kelimesinin anlamı, Allah’tan destek almak ve Allah’ın dinine destek vermektir. Verilen bu destek, sâlih amel şeklinde tezahür eder. Namaz, insanı kötülüklerden (= fahşâdan) ve kötü işlerden (= münker/lerden) alıkoyar. (29/45.) Namazın Kitâb’taki orijinal adı salâttır; namaz kelimesi bize Farsçadan geçmiştir. Salât, Kitâb’ta 99 yerde geçer; her geçtiği yerde, bildiğimiz anlamda erkânı belli olan, beş vakit kıldığımız namaz anlamına gelmez. Salât, salâvât, musalli gibi isim formları yanında; salli, sallâ, yusalli ve yusallûne gibi fiil formlarında da kullanılır. Namaz, bireysel de (= tek başına da) cemaatle de (= topluca da) kılınır. Tek başına kılınan namaz, kişiye bireysel yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazife yükler ama yükümlülüklerin (= sorumlulukların

On ve 13. yy'larda İSLÂMÎ HAYAT

Bu dönemler, Abbasî Halifeliği ve Selçukîler (= Selçuklular) dönemi.  Yunandan Platon (Eflâtun) ve Aristo’nun eserleri çevrilmiş; Arapça daha çok bilim ve din dili; Farsça da edebiyatın dili hâline gelmiş. Şair Firdevsî (934-1020), bilim adamı Birûnî (973-1048) ve Filozof İbn-i Sina (980-1037) gibi adamlar bu dönemde yaşamış. Dikkat!, bunlar Arap değil. İhvân’us Safâ topluluğu, ki, bunlar İsmâilî-Şiîdirler, ansiklopedi şeklinde dev risaleler yazmış/lar; yine İsmâilî-Şiî olan Fâtımîler Mısır-Kahire’de meşhur Ezher’i kurmuşlar...; şimdi Ezher Sünnî. Türklerde Farabî (870-950) ve Mâturidî (850-944) gibi devedişi gibi adamlar bu dönemin insanları; daha önce de Kindî (800-873) var, onun etnik kimliği Arap olsa gerek. Bu yüzyıllar İslâm’ın en parlak yüzyılları. 14-15. Yy’dan sonra İslâm (tabiki kasıt, yaşayan İslâm = İslâm kültürüdür) inzivaya çekilmiş. Türkler, Abdülkâdir Geylânî’yi (1077-1166) ve Şah-ı Nakşibendî’yi (1317-1389); Persler/İranlılar, Sühreverdî (1154-1191) ve İmam Rabbanî’yi

ÇİMENTO

Buradaki çimento, Müslümanlar arasındaki birliği sağlayan bir metafor olarak kullanılacaktır. İslâm, her ırkın (herkesin) dinidir, evrenseldir ama ilk, Arap toplumuna inmiştir. Efendimiz vefat edince ve İslâm, Arap coğrafyasının (Arabistan’ın) dışına yayılınca, farklı ırklardan (etnisitelerden) insanlar da İslâm ile tanıştılar = Müslüman oldular. Efendimiz vefat edince, Müslümanları kimin idare edeceği Ensar ve Muhacirler arasında sorun oldu; bu sorun  ‘Halife, Kureyş’tendir.’ ilkesi ile aşıldı. O zamana kadar İslâm’a en çok hizmeti Kureyş (= Kureyş’li Müslümanlar) vermişti. İlk dört Halife (Asr-ı Saadet, 632-661), Kureyş’tendi. Emeviler de  Arap ve Kureyş’tendi. (661-750, 89 yıl) Abbasiler de (750-1258, 508 yıl) Arap ve Kureyş’tendi ama Arap olmayanlara (= mevâliye) karşı Emevîlerde olduğu gibi nisbeten katı bir tutum takınmıyorlardı. 945’ten itibaren İranlı/Pers Büveyhîler Irak-Bağdat (Abbasi başkenti) üzerinde etkin oldular. 740-750’lerde de Emevîlerin devrilmesinde etkindiler; isti

FUNDAMENTALİZM

Bu kelime, Türkçeye köktendincilik olarak çevriliyor. Kavramı müsteşrik batılılar uydurmuşlar. Radikal İslâm/cılık, Siyasal İslâm gibi karşılıkları da var. Genelde entelektüel çevrelerde İslâm’ın “aşırı yorumu” olarak da biliniyor.  İslâm’ın aşırısı olur mu, olursa nasıl olur?!. Bu soruyu cevaplayacağım ama, önce bu kavramın kısa tarihçesine ve neye tekabül ettiğine kısaca değineyim. Yüksek Lisans dönemimde Hoca (M. Naci Bostancı) Oliver Roy’un ‘Siyasal İslâm’ın İflâsı’ kitabını okutmuştu ve benden kitap değerlendirmesi istemişti; ben de : ‘erken karar vermiş, bekleyelim’, demiştim. O zaman (muhtemelen 1994’tü), dünyada İhvan, Nahda, Cemaat-i İslâmî gibi Siyasal İslamcı örgütler yaşıyor; Türkiye’de de Siyasal İslam’ı temsil eden (rahmetli) Erbakan sağdı. Şimdi, ne İhvan, ne Nahda, ne de Cemaat-i İslâmî kaldı; Erbakan’ın izinden gittiğini söyleyen Siyasal İslamcılar da Türkiyede iyi bir sınav veremediler. Bu işin siyasal boyutu. Bir de işin toplumsal boyutu var. 80’li 90’li yıllarda rad

KİMİN İÇİN?!.

Bişey biri içindir, onun için işletilir. O şey, bir dükkân da olabilir koca bir devlet veya siyaset de. Ben, bu yazıda dünyada geçerli olan genel demokratik siyasetin (devlet yönetim biçiminin) kime hizmet ettiğine, kimin için olduğuna, kimin işine yaradığına şöyle bir dokunup-geçeceğim. Bi şekilde bi düzen kurulmuşsa, o düzenin kurucuları elbette bir amaç gözetmişler ve o düzenin tıkır-tıkır işleyişine özen göstermişlerdir. Amaç, kurulan düzenin kime ya da kimlere hizmet ettiği ile alâkalıdır; işleyiş, bu amaca uygun yürür ve bu işleyişte görev alan aktörler ona göre seçilirler. Kimlerdir onlar?!. Siyasetçiler. Bürokratlar (Memurlar). Yasa yapıcılar ve o yasaları uygulayıcılar (Hakimler. Savcılar...) Yasalara uymayanları cezalandırıcılar (Askerler. Polisler. Gardiyanlar vb.) Danışmanlar (Bilim adamları, İlâhiyatçılar dahil). Bunların hepsi, işleyen düzenin nihâi amacını bilmez, bilmeleri de (zaten) istenmez; onlar “parçalı bilgilerle” (= çeşitli uzmanlık alanları ile) oyalanmalı, onla

KALPTE OLAN

Kalp, insanın en değerli, en hassas yeridir; bir anlamda orada ne varsa, insan odur. İnsan kalbinde dört (4) oda bulunur; her bir odada da bir kral oturur. Sağ ve sol odacıklar, vücuttaki kirli kanı toplar; sağ ve sol kulakçıklar temizlenen kanı vücuda yeniden salarlar.  Her kalpte madden hem kirli kan hem temiz kan; ma’nen de belli oranlarda küfür ve iman vardır.  Beden, temiz kanla (= helâl gıda ile) beslenir; haram (= helâl/temiz olmayan gıda) da kanı kirletir. Temiz kanın bedeni beslediği gibi, temiz bilgi de kalbi (= ruhu) besler. İman, kalpteki temiz (tertemiz); küfür = şirk ise, kirli (pis) bilgidir. Bunu, bilginin saflığı, arılığı, temizliği ve kirliliği olarak da anlayabiliriz. İman, saf, arı-duru, temiz, insanı rahatsız etmeyen bilgi iken; küfür = şirk, insanı tedirgin/rahatsız eden bilgidir. Bilgi akıldadır demeyin; akıl, bilgiyi toplar ve işler, temizini-kirlisini ayırır ve kalbe gönderir; kalbin kirli kanı topladığı, temiz kanı bedene gönderdiği gibi. ... Hiç kimse yalnız/

ĞÂSİQ

Bu kelime, Kitâb’ta dört yerde geçer. (İsrâ, 78. Sâd, 57. Nebe, 25 ve Felaq, 3.) Ben Felaq 3’deki anlamına değineceğim. Orada, “ve min şerri ğâsiqın izâ veqab” şeklinde geçer ve karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden anlamı verilir. Ğasqın karanlık anlamı yanında, irin (Nebe, 25.); kokuşmuşluk (Sâd, 57.) anlamı da vardır. Veqab ise çukur demektir; Kitâb’ta sadece Felaq, 3’de geçer. Şimdi, “ve min şerri ğâsiqın izâ veqab”a : bağlama da (sûre bütünlüğüne de) dikkat ederek, fizîkî/doğal değil de sosyolojik/toplumsal (ve siyasî!) bir anlam veremez miyiz?!. Verirsek, verebilirsek, bu nasıl bir anlam olur, olabilir?!. Muhtemelen şöyle: Şafağın Rabbine sığınırım. (Felaq, şafak demektir. Şafak, karanlık sonrası aydınlıktır.) Yarattığı mahlukların (= şeylerin) şerrinden. (Onlar, o kadar şerli hâle geldiler ki, toplum ‘irin gibi’! kokuştu ve karanlık bir çukura düştü.) Ben, bu kokuşmuşluktan ve bataklıktan (uzak kalmak için) şafağın Rabbi olan Allah’a sığınırım. Onlar, o kadar şerliler ki nef

CİBRİL HADİSİ

Hadis ma’lum. Cibril = Cebrail = Vahiy Meleği, İslâm, İman ve İhsan kavramlarını Efendimize sorar ve Efendimizin verdiği cevapları tasdik eder, sonra da gider. Ben, bu kısa yazıda bu üç kavramın birbirleri ile ilişkisine değineceğim. Önce, bu kavramların sözlük anlamlarını kısaca vereyim. • İslâm, teslim olma. • İman, güvenme, inanma. • İhsan, işi severek ve güzel yapma. Birine güvenmeden, gönüllü teslim olunur mu?!. Silâh zoruyla teslimiyet de (zor kullanarak da) yok mu?!. Ama dinde zorlama, dine gir(dir)mek için silah kullanma söz konusu bile olamaz. Din = dindar olma işi, gönüllü bir teslimiyet işidir. Güvendiğimiz birinin dediğini mi, yoksa bizi zorla teslim alan birinin dediğini mi severek-isteyerek ve güzel bir şekilde yaparız?!. İman, teslimiyetten önceki güvendir. Allah’a güvenmeden, O’na = O’nun emirlerine (= dinine = İslâm’a) teslim olunmaz. (Haâ, adam öyle ya da böyle bişekilde teslim olmuş, teslim olunca da yaşadıkları onda bir güven duygusu oluşturmuş olabilir; o zam

ZORUN KOLAY, KOLAYIN ZOR KILINMASI

Leyl : 5-10. Leyl, gece, karanlık demek. Madden = fizîken gece, Güneşin yokluğu. Mânen = metafiziken gece, İlâhî Bilginin yokluğu. Leylin (= gecenin, karanlığın), gündüze (= aydınlığa, nûra) dönüşmesi, bu sûrenin 5 ilâ 7. âyetlerinde anlatılır. “veemmâ men e’atâ vetteqâ ve saddeqa bil hüsnâ fesenüyessirhu lil yüsrâ. = Kim verir ve sakınırsa, güzeli (güzel olanı) doğrularsa (tasdik ederse), Biz ona kolayı (çook daha) kolay kılarız.” (92/5-7.) Verme, cimriliği önler. İttiqâ (= taqvâ), Allah’tan korkma, sakınma.  Tasdik (= saddeqa), Allah’ın Sözünü doğrulama. Güzel (= hüsnâ), Allah’ın Sözü (= dini). Burada, bilgi (= teori), tasdik (= iman) ve ahlâk (= eylem) var. Bu üçü, birinde varsa, ona kolay olan, kolaylaşır. Kolay olan, dindir, dinin yaşanmasıdır; bu din, İlâhî de şeytanî de olabilir.  Dinin kolay yaşanması için, (Allah’ın Sözünün) bilinmesi; O bilgiye inanılması ve O bilginin bir ahlâk olarak pratiğe dökülmesi gerekir. Kolay olanın kolaylaşması, bu üçünün (= bilgi, iman ve amelin) k

MEDENİYET ve 18 MART

Çanakkale Savaşı’nı kastederek, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.’ demişti Âkif. Bugün (yarın) 18 Mart. Âkif’in sözünü ettiği medeniyete karşı yaptığımız o savaşın yıldönümü. Bugün bizler, medeniyeti, uygarlık karşılığında kıllanıyoruz ve uygarlığın karşısına da barbarlığı koyuyoruz. İbn-i Haldun buna hadaret demişti; karşıtı da bedâvetti. Dünya nüfusunun neredeyse %75-80’i şehirlerde (medinelerde) yaşıyor; köylerde yaşayan %20-25 de şehirlerle irtibat kuruyor; televizyonun ve telefonun girmediği köy (mezra, yayla) kalmadı. Soru şu : Şehir, insanı medenî (= uygar) kılabiliyor mu ve neden neredeyse her şehirde aynı medeniyet var?!. Ben, doğuda ve batıda 3-5 şehre gittim, yeni şehirler hep aynı; turistler yeni şehirleri gezmiyorlar; endüstri çağı öncesi kurulmuş şehirleri merak ediyorlar. Şehirlerin insanları medenî kılıp-kılmadığını bilmiyorum ama çoğu insanı yalnız kıldığını, yalnızlaştırdığını biliyorum.  Şehirde yaşayan çoğu insan, kalabalıklar içinde yalnız yaşıyor. Hele b

BİRR

Bu kelime, Türkçeye iyilik olarak çevriliyor; bence, bu kelime iyiliğin yanına kusursuzluğu da kapsıyor. Hadid, 22’deki nebrae, yaratma; başka yerlerdeki berae/t, temizlenme; berî, pislikten/kötülükten uzak olma; Allah’ın İsimlerinden El-Bârî, örneksiz, noksansız ve kusursuz yaratan kelimeleri de aynı kök. Her varlığın yaratılışı (= fıtratı), iyidir ve kusursuzdur; El-Bârî onları kusursuz yaratmıştır; kötülük, noksanlık ve kusurluluk varlıkların kendilerinden, kendi iradelerindendir. İyilik (= birr) yapmak, yaratılışa (= fıtrata) uygun hareket etmek, yaratılışı (= fıtratı) bozmamaktır. Kusursuz ve noksansız iyilik, ilk yaratılışa (= temiz fıtrata) dönüştür. Onlar, “Selâmün Aleyküm, tıbtüm” = Selâm Size, Hoş geldiniz.” (Ne kadar temiz, bozulmamış ve kusursuz bir hâlde geldiniz.) (39/73.) sözleri ile karşılanacaktır.

CÜMLETEN VÂHİDETEN

Bu ifade (ibare), Furkan Sûresi 32. âyette geçer. “Kafirler: Kur'an Ona bir defada ve topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Oysaki Biz Onu kalbine iyice yerleştirelim diye düzenli bir şekilde pekiştire pekiştire = sindire sindire (rattelnâhu tertîlâ) indirdik.” (25/32.) Kur'ân’ı tertîl ile okumak, pekiştire pekiştire = sindire sindire kalbe indirmek, oradan da hayatımıza aktarmaktır (= indirmektir). = Tenzîl. İndirme, önce Efendimizin kalbine, sonra hayatına, oradan da bize, bizim hayatımızadır. İnen = Kur'ân, önce kalbe yerleşir, iner; sonra da hayatta etkisini gösterir.  İndirme, birden = toptan (= cümleten vâhideten) olsaydı, İndirilen = Kur'ân, hayata geçirilemezdi. Veya hayat, birden = toptan (= cümleten vâhideten) yaşanır ve biterdi. Kur'ân, aşama aşama tüm hayatı düzenlemek için indirilmiştir. Bu indirme, Ramazanda başlamış ve bir ömür sürmüştür. Sanki bizler de -- teşbihte hata olmaz --  o kâfirlerin dediğini der gibi!, Kur'ân’ı Ramazanda toptan inmi

BÖLÜNME

İlk bölünme, Âdem Babamızın oğulları Hâbil ile Kâbil’in anlaşmazlığından. Hâbil’in çiftçi; Kâbil’in çoban olduğu söylenir. Aralarındaki anlaşmazlık da toprak yüzündendir; kadın yüzünden diyenler de vardır. İlk kan, o zaman dökülmüş; kan döken Kâbil, kardeşinin cesedini bir karganın toprağa ölü bir kargayı gömdüğünü görerek öğrenmiştir. (Bknz. 5/31.) Demek ki ya karga beyni kadar beyni yokmuş! ya da öğrenme dışarı bakarak yapılıyormuş!... ... Arada çoook bölünme vardır ama ben Efendimizin vefatından sonraki bölünmeye değineceğim. Efendimiz 632’de vefat ettiğinde, Bizanslılar ve Persler uzun süre savaşmış, içlerinden vizyon sahibi lider çıkaracak ta’katları kalmamış, çook yıpranmışlardı. Arap Yarımadası (Arabistan) ise sâkin ama kabile asabiyeti (hâlâ) etkindi. Efendimiz vefat ettiğinde, kabile asabiyeti yüzünden siyasî yönetici (= halife) “bizden olsun” diyenler çıktı. Hz. Ali, bu “bizden olsun’u” daha da özelleştirmek (veliaht olmak) istedi ama bu isteği kabul görmedi. Bu istek, ancak

ZORUNLULUK ve ÖZGÜRLÜK

Eski adı ile Cebr/iyye ve İhtiyar/iyye. Bir başka açıdan, Kaza ve Kadere uzanan süreç. İnsan, eylemlerinde özgür müdür, yoksa insanın tüm davranışları Tanrı tarafından mı belirlenir?!. İnsanda özgürlük (seçim), irade iledir ve ondaki irade, ona Tanrı tarafından verilmiştir. Tanrı, ÖZGÜR İRADESİ ile insana irade vermiştir. Tanrı, insana seçme (iradesi) vermeseydi, insan seçemezdi. Pekiî insan, bişeyi (bir davranışı) seçerken, “belirleyici olan” kim, Tanrı mı, kendi mi?!. İnsan “tarafından” bakınca, insan; Tanrı “tarafından” bakınca, Tanrı; yâni hem O, hem de o. Bizim dünyamızda biz; ‘O’nun Dünyasında’ O. Zorunluluğu (cebri) bahane ederek, sorumluluktan kaçamayız. Hesap var. Biline.

LAFZA-İ CELÂL

Bu tamlama, sadece Allah lafzı ve ismi için kullanılır. Lafızla isim aynı anlama gelmez. Lafız, içinde anlam (= ruh) barındırmaz, barındırmayabilir. Ama Allah Lafzı (= Lafza-i Celâl), hep = her zaman anlam barındırır; ama herkes O anlamı fark edemez ve boş lafzı tekrar eder-durur; çoğu zikirler de bu şekilde yapılır.  Anlam barındıran lafza, isim denir.  Allah’ın sonsuz sayıda güzel isimleri (= Esmâ-ül Hüsnâ) vardır; bunların hepsini = hepsinin manalarını = anlamlarını Allah İsmi kendinde toplar.  Kimse, Allah İsminin hakkını tam manasıyla veremez. İsmi hakkıyla tam verilemeyenin, Zâtı’nın hakkı hiç verilemez. ... Marifetullah Allah’ın bizler tarafından tanınması (bilinmesi). Allah, Zâtı ile bilinemez, tanınamaz; İsim, Sıfat ve Efâli ile bilinebilir, tanınabilir. Allah İsmini kullanarak kurduğumuz her yargı cümlesi (= önerme), O’nun Sıfat ve Efâl’ine dairdir. Allah-u Ekber (= Allah En Büyüktür.), dediğimizde EN BÜYÜK olma Sıfatını (= Kibriyâlığı) sadece O’na hasrediyoruz.  Sübhânellah,

MÂÛN SÛRESİ

Bu sûre, adını komşunun komşuya ödünç verdiği ‘kap-kacaktan’ alır; mâûn da iâre gibidir; mâûnun sınırı yok. Mâûnu engelleyenler : Dini yalanlayanlardır. (= yükezzibu bid-dîn). Gördün mü onları?!. (= e-raeytellezî). Bak işte ordalar. (= fe zélikellezî). Onlar, yetimi itip-kakanlardır. (= yedu’ul yetîm).  Onlar, yoksulu doyurmayanlardır. (= ve lâ yehuddu alâ taâm’il miskîn). (Bir de namaz kılarlar!.)  Yazıklar olsun, böyle = bu şekilde namaz kılanlara!. (= fe fevlül lil musallîn). (Esasen, buradaki namaz/salât değil, kara para ve vicdan aklamak için oluşturulan yardımlaşma dernek ve vakıfları  = modern-kapitalist ‘sosyal sorumluluk ve gönüllülük’ projeleri). Onların bu yaptığı salât (= onların dernek ve vakıfları, projeleri), sırf reklam ve gösteriş ve daha çok kazanmak içindir. (= ellezîne hüm yürâûn). Onlar, gerçekte, gerçek mâûnu (= karşılıksız yardımı, ödünç bişey vermeyi) engellerler. (= ve yemneûne-l mâûn).

İBÂDET

İbâdet deyince ne anlıyoruz?!. Allah’a kulluğu. Namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, hacca gitmeyi. (mi?!) Bu ibâdetleri, belli zaman dilimlerinde yapıyoruz. Namazı, günde beş vakit, hadi her vakte saat verelim, 2,5 saat; gün 24 saat. Orucu yılda bir ay tutuyoruz, yıl 12 ay. Zekâtı yılda bir veriyoruz; hacca, ömürde bir gidiyoruz... Diğer zamanlarda başka bir ilâha mı ibâdet ediyor = kulluk yapıyoruz?!. Tabiî ki de hayır. O zaman, her zaman Allah’a ibâdet ediyor = kulluk yapıyorsak, her ânımızı ibâdet bilinci ile geçirilmeliyiz. = Her yaptığımız işi ibâdet diye görmeliyiz. Belli zamanlara has ibâdetleri (= namazı, orucu, zekâtı, haccı), hayatın tüm ânına yaymalıyız, ki, başka bir ilâha ibâdet etmemiş = kulluk yapmamış olalım. Belli zamanlarda, Allah’a = Allah için yaptığımız ibâdetler, Allah’a ibâdeti her zaman yapmamızı, yapmamız gerektiğini bize öğreten provalar, alıştırmalar olsun. Bu ibâdetlere böyle “bakmazsak” (böyle yapmazsak)!, Allah korusun, diğer zamanlarda başka ilâhl

KUR'ÂN'A BAKIŞIMIZ

Bizim; inananlar olarak bizim bakışımız; inanmayanların bakışı farklı, ama bizim Ona (= Kur'ân’a) inancımız da bi acâip!. Kur'ân, kendisine en çok saygı gösterilen, en çok kutsanan, en çok satılan, en çok okunan, ... ama en az anlaşılan Kitâb. Ona saygı, sahifelerine, harflerine, seslerine; bu saygı, Onun kaliteli ciltlerle ciltlenmesine, yaldızlı harflerle yazılmasına, ahenkli seslerle okunmasına yol açmış ama anlaşılmasını sağlamamış. Her Ramazan Kur'ân-ı Kerim’i güzel okuma yarışması düzenliyoruz ama ‘anlamak için ne yapılmalı?!’, bunu dert etmiyoruz. Kur'ân bilenler, Onu yüzdenden okuyanlar; 15-20 gün Kur'ân Kursuna gitmiş, elif-bâ’yı (= elif cüzünü!) sökmüş olanlar. (Demek ki Kur'ân’ı okumak o kadar değerli imiş ki, Onu okuyabilmek için öğrenilen harfler ve kelimeler, bir cüzde toplanmış ve adına elif cüzü denmiş. Kur'ân da 30 cüzdür; cüz 20 sayfadan oluşur.) Arap alfabesini sökmek (bilmek), Kur'ân/Kur'ân’ı okumak; o alfabenin seslerine ahenk ve

KUR'ÂN MÛ'CİZEDİR.

Mu’cize, insan aklını â’ciz bırakan demektir. Kur'ân, insan aklını nasıl â’ciz bırakır?!. Çünkü Kur'ân, İlâhî bir Metin’dir. ... Bir metin biri tarafından yazılır.  ... Kur'ân Metni’nin orijinali, Allah’ın Kelâm’ıdır. Kur'ân, bir Kitâb’tır, Kitâb da bir Metin’dir. Metin,  bir maksat için ve okunmak için yazılır. Kur'ân Metni’nin maksadı, Allah’ın Kelâm’ını Onu okuyanların eliyle hayata hâkim kılmaktır. = Allah’ın Kelâm’ını hayata hâkim kılacak olan, O Kelâm’ı okuyan, okuyacak olanlardır; imtihanın gereği budur. ... Edebiyat kuramı ve dil felsefesi açısından bir metin : yazarı, okuru, metnin kendisi ve metnin yazıldığı ortam (= kültür) açısından değerlendirilir. ... İşe, Kur'ân açısından bakarsak, bir benzetme olarak yazar yerine Allah’ı koymakta bir sakınca olmasa gerek!. (Allah’a, Yazar demiyorum; daha önceki ‘Okur-Yazar Uyumu’ yazımda, “Allah, Yazardır.” demediğim hâlde, dersimi aldım!.) Normal bir kitabın yazarının bilgisi sınırlıdır; Allah’ın Bilgisi ise son

KUR'ÂN OKUMA

Teknik olarak Kur'ân okuma : Tecvit. Kıraat. Tilâvet ve Tertil olmak üzere dört çeşittir. Tecvit : Kur'ân kelimelerini ses düzenine (mahrece, gırtlaktan çıkış yerlerine) göre okuma. Kıraat : Kelimelerin ve cümlelerin anlamına dikkat etmeden “lafzen” okuma. Tilâvet : Kelimeleri ve cümleleri maksadına uygun okuma. Tertil : Kelimelerin ve cümlelerin manalarına ve maksatlarına göre/uygun okuma. Ben, bu okumalara beşinci bir okuma türü daha ilâve etmek istiyorum, o da : Kur'ân’ı yaşadığımız hayatla ilişkilendirerek, irtibatlandırarak okuma. Buna siz, “canlı okuma” da diyebilirsiniz. Bu yazı buna değinecek.  ... Kur'ân, sıradan kitaplar gibi bir Kitâb değildir. İlâhî bir Kitâb’tır. Kaynağı İlâhî’dir. Bir sistem (= düzen, din) kurmak için indirilmiştir. Onun muhatapları bu sistemi (= düzeni, dini) kurmak, hayata geçirmek için okurlar. Bu okuma da onların hayatla irtibatını kurar.  Bu Kitâb, hayâli (= fantastik) bir dünyaya inmemiş, indirilmemiştir, yaşanan hayatın gerçeklerini

OKUR-YAZAR UYUMU

(Bu metin, Hatip-Muhatap uyumunu da imler ve  benim zihnimdeki dünyayı = arka-planı açığa vurur.) Okur, bir metinle muhataptır ve o metni bir yazar yazmıştır. Yazarın içinde bulunduğu şartlar (= edebî, dînî, siyasî, ekonomik, kültürel, vb. iklim, coğrafya ve niyet. Niyet, amacı da kapsar) okurun şartları ile uyumlu değilse, o metin TAM olarak anlaşılamaz. Bu durum, söylenen söz (= edilen vaaz, yapılan konuşma) için de geçerlidir; buna, bağlam (= contex) diyoruz. Sözü uzatmadan, zihnimdeki konuya (= niyetime) gireyim; elimizdeki en sağlam, en sahih (dînî) Metin olan Kur'ân’a ve Onu okuyan bizlerin durumuna geleyim. Burada da “Yazar-Okur Uyumu”! sağlanmadan “O Metnin” (= Mushaf’ın) TAM anlaşılamayacağını söylemek zorundayım. Yazar (= Metin, burada Allah), okuru (= bizleri) etkiler ama biz okurlar, Yazar’ın! Niyetini (= Metni yazma maksadını) yakalayamamışsak, O Niyet’ten uzak kalırız ve O Metin bize çok fazla bişey söylemez = O Metni anlayamayız.  Öyleyse, asıl kritik soru şudur : “O

KORKUSUZ KORKAK!

"Korkusuz korkak!." Bu başlığı Aslıhan Polat’ın insaniyet’teki yazısından aldım. Aslıhan Polat’ı tebrik ediyorum, enfes bir yazı yazmış. Bizim korkaklığımızı ve Gazze’nin cesaretini çok güzel (edebî) bir şekilde anlatmış. Başlık, oksimoronik (= kendi içinde çelişkili) bir ifâde. Hem korkak, hem korkusuz. Bu çelişkiyi bizler tüm hücrelerimize kadar yaşarken, Gazze’nin çocukları (kadınları ve erkekleri) bu çelişkiyi ortadan kaldırıyor, yok ediyor ve bize korkaklığı, cesaretleri ile öğretiyorlar. Nasıl?!. İmanları ile. İman, çelişki kabul etmez. İman, ölümden bile korkmaz, herhangi bir stratejik (!) bahane (uluslararası denge vs.) üretmez; “bu sıcakta savaşa çıkmayın!.” (9/81.) diyenler gibi. İman, sadece Allah’tan korkar. ... Yetki (= oy) vererek başa getirdiğimiz İslâm ülkelerinin liderlerine, Kitâb’ın 4. Sûresinin (= Nîsâ) 71 ilâ 79. âyetlerini okumalarını ve üzerinde çook ciddî bir şekilde düşünmelerini hatırlatırım. 

ÂHİRET İNANCI

Âhiret inancını : • Mü’minlerin âhiret inancı. • Müşriklerin âhiret inancı. • Münkirlerin âhiret inancı. şeklinde üç grupta ele alacağım.  Mü’minlerin âhiret inancı, buradaki yapıp-etmelerimizden (= iyilik ve kötülüklerimizden) ötede hesaba çekilmemiz; iyiliklerimiz ağır basarsa, ebedî olarak cennete; kötülüklerimiz ağır basarsa ebedî olarak cehenneme gireceğinize dair inanç. Herkesin iyilik ve kötülüğünün “özgül ağırlığı” aynı olmadığından, herkes “aynı karşılığı” görmeyecek. Müşrikler, âhirette de aynı şekilde yaşayacaklarına inanıyorlar; onlar, kendilerini ibâdet ettikleri “Tanrı’nın adamı” (hizmetkârı, yeryüzündeki temsilcisi, Tanrı-Kral) olarak görüyorlar; o temsilci krala kulluk yapanlar da (boyun eğenler de), o kral sayesinde ötede rahat edeceklerine (paçayı sıyıracaklarına) inanıyorlar. Kendini yeryüzünde Tanrı-Kral olarak gören Firavunlar da (bunların çağdaşları da var), bunun böyle olacağını insanlara (= tebeasına) göstermek için kendilerine muhteşem mezar-anıtlar, anıt

MİSAFİR & MÛKİM

Misafir, geçici olarak gelen; mûkim, sürekli ikâmet eden. 4 gün sonra Ramazan geliyor.  O, kiminde hep mûkim, kimine (= bizlere) yılda bir gelir, 30 gün kalıp, tekrar gider/giden bir misafir, kimine de hiç gelmez, hiç uğramaz.  Ramazan nerede, nereden geliyor?!. O, Recep, Şaban, ... diğer 11 ay gibi bir “ay”!, zamanın bir “parçası”!. Zamanını iyi değerlendirenler için, her ân, Ramazan. = Onlar, her ânlarını Ramazan gibi değerlendirirler. Ramazan, bize her zamanı, her ânı iyi değerlendirelim diye geliyor. Ramazan gelince ne yapıyorsak, her zaman, her ân onu yapalım diye (Ramazan bize misafir olarak) geliyor. Gelen misafiri iyi ağırlamak lâzım; iyi ağırlamazsak, o misafir bize bir daha gelmez. Biz, millet olarak misafirperver bir milletiz (millet idik); gerçi son yıllarda artık “evlerimize” misafir de gelmez oldu. Ama Ramazan öyle vefâkar ki!, her şeye rağmen hâlâ geliyor ve biz o gelecek diye ciddî hazırlıklar yapıyoruz. Ne yapıyoruz?!. Ekstradan alış-verişler yapıyoruz, “evlerimizin” t

İNCE OKUMA

Bu yazıda, Yasin 2. sayfayı (her âyeti değil, karşılıklı öne sürülen argümanları/savları, 14 ilâ 19. âyetleri) ince okumaya (= yoruma) tâbî tutacağım.  14. âyette, Elçiler : ... Biz size (Allah = Rahmân tarafından) gönderildik, diyorlar. 15. âyette, halk : Siz, Bizim gibi birer beşersiniz, Rahmân, bişey indirmedi (= göndermedi), sizler yalancısınız, yalan söylüyorsunuz, diyorlar. (Dikkat! Rahmân’a inanıyorlar, Elçilere inanmıyorlar; Onlara (= O Elçilere), Siz yalancısınız, diyorlar.) 16. âyette, Elçiler : Rabbimiz biliyor ki Biz, kesinlikle (le) gönderildik (= le-Mürselûn), diye cevap veriyorlar. Benim, esas üzerinde duracağım âyet, bu âyet; geleceğim. 17. âyette, yine Elçiler : Bizim görevimiz (vazifemiz) sadece apaçık gerçekleri açıklamak = tebliğ/beyan etmektir, (zımnen, sizden herhangi bir karşılık/ücret beklemiyoruz) diyorlar.  18. âyette, tehdit var. Ahâli (= karye/şehir/kasaba sâkinleri ve onları örgütleyen mele, müfret = şımarık ileri gelenler; ki ahâli, kurulu düzenin desteği

BÜYÜK UYGARLIKLAR

Tarihin “büyük”! uygarlıkları Akdeniz havzasını yurt edinmişler; Büyük Peygamberle de oralara (o havzalara), Hz. İbrâhim, oğlu İshak ve İsmail, Sümer, Asur, Babil; Hz. Mûsâ, Hz. Süleyman, Hz. Davut, Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ, Mısır uygarlığına. Hz. Muhammed ise o bölgeye yakın ama neredeyse uygarlıktan nasipsiz bir çöle gönderilmişlerdir. Kitâb (= Kur'ân) onların kıssalarından kesitler sunar bize. Ben, bu kısa notta, bu bölgede geçen Yasin 2. sayfada sözü edilen, “vedrib lehüm meselen” diye başlayan ve sayfa sonuna kadar süren kıssaya  (= mesele) kısaca değineceğim. Onlara bir değil, iki Peygamber gönderilmiş; onlar ikisini de yalanlamış; Allah, bir üçüncü ile O ikisini desteklemiş ama yine onlar (o halk) : Siz de bizim gibisiniz (= bizim gibi birer insan/beşersiniz), yalancısınız, Rahman Size bişey indirmiş olamaz, demişlerdi. O Elçiler : Bizim gönderilmiş olduğumuzu Rabbimiz biliyor. Bizim görevimiz gerçekleri apaçık tebliğdir, demişlerdi. (Muhtemel ki aralarındaki tartışma uzamış, an