Kayıtlar

Nisan, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

TANRI NEREDEDİR?!.

Her yerde. Neden biz görmüyoruz?!. Göremiyoruz; çünkü gözümüzde perde (ğişâveh) var. Gören, görüyor(muş)!. ... Biz, annemizin (eşimizin, kendimizin, aşçının vb.) yaptığı yemeği yiyoruz, (diyoruz); onlar, Tanrı’nın bize ikram ettiği yemeği yiyoruz, diyorlar!. Biz, çeşmeden akan suyu içiyoruz (diyoruz); onlar Tanrı’nın gökten indirdiği suyu içiyoruz, diyorlar. Biz, gözümüzle görüyor; kulağımızla duyuyor; aklımızla biliyoruz, ... (diyoruz); onlar, bize Tanrı gördürüyor, işittiriyor, bildiriyor, ... diyorlar. Biz, yağmur, kar (kendi) yağıyor, (diyoruz); onlar, Rabbim bize rahmet yağdırıyor, diyorlar. Biz, nefes alıp-veriyoruz (diyoruz); onlar, Rabbim bizi yaşatıyor, diyorlar. ... Bize göre Tanrı her yerde, ama ‘kayıp ve gâib’!; onlara göre Tanrı her yerde hâzır ve nâzır!. Bizim huyumuzdur, ‘bize görünmeyeni biz de görmeyiz!.’ Oysa, O bize her ân “gözükür; inadına Kendini bize “göstermek” ister”! ama biz, gözümüzdeki perdeyi (ğişâveyi) bitürlü yırtıp atamayız, O’nunla aramıza onu-bunu, seni

HADİ Bİ FATİHÂ OKUYALIM (5)

“Sırât-ellezîne ena'mte aleyhim = Nîmet verdiklerinin yoluna.” Kim bunlar? Bunlar, Nisâ, 69'da sayılanlar. • Nebîler (Rasüller). • Sıddîkler. • Sâlihler. • Şehitler. En iyisi ben âyeti yazayım. “Kim, Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, Allah onları kendilerine nîmet verdiği (ena’mellahu aleyhim) Nebîlerle, Sıddîklerle  Sâlihlerle ve Şehîdlerle beraber (arkadaş) eyler. Ne güzel arkadaştır Onlar!.” Nebîlerle, Sıddîklerle  Sâlihlerle ve Şehîdlerle beraber olmak, arkadaş = refîq olmak nasıl ve ne büyük bir nimettir a dostlar?!. Daha büyüğü de vardır!. = Rıdvânun minellah = Allah’ın Hoşnutluğu!. Bu, Allah’ın Va’didir. (9/72.) Ya Rabbî, bizi gadab/gazap ettiğin (= kızdığın), dalâlete düşmüş kimselerden eyleme/kılma!. “gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn.” Bunlar kim? • Çağdaş Nemrutlar, • Çağdaş Firavunlar, • Çağdaş Ebu Cehiller, • Kâfirler,  • Müşrikler, Fâsıklar, • Zâlimler... Âmîn. Âmen. Bununla, bu yazılara artık bir “Fatihâ” diyelim mi? Hepinize teşekkür ediyoru

HADİ Bİ FATİHÂ OKUYALIM (4)

Veren, Allah’a verdiğini bilirse, (elindekinin, aklındakinin, gönlündekinin) en iyisini verir.  “enfiqû min tayyibâti mâ kesebtüm, ve mimmâ ahrecnâ leküm minel ard; ve lâ teyemmemül habîse minhü tünfiqûne velestüm biâhizîhi illâ en tüğmidû fîh... = Kazandığınız ve yerden çıkardığınız (ürettiğiniz) şeylerin en temizlerini (en iyilerini) infak edin/verin. Size verildiğinde göz yummadan (küçümsemeden!) alamayacağınız (tarihi geçmiş, eskimiş, bozuk vb., kötü) şeyleri vermeyin.” (2/267.) Allah’a verdiğinizi bilin!, O’na iyi şeyler verirseniz O da size çoook daha iyilerini verir. “Şeytan (içinizdeki mal sevgisi = tutkusu), size vermemeyi (biriktirmeyi) emreder, fakir kalacağız diye korkarsınız. Allah ise (böyle yapmakla) size daha fazlasını va’d eder...” (2/268.) Allah’ın va’dine inanmıyor, güvenmiyor muyuz?!. Böyle yapmamız = vermemiz Hikmet’tir. “O = Allah, kime Hikmet vermişse, ona çook büyük hayır verilmiştir. Bunu ancak ve ancak Ül-ül Elbâb olanlar bilebilir.” (2/269.) Ül-ül Elbâb, Verm

HADİ Bİ FATİHÂ OKUYALIM (3)

İlk üç (Besmele ile dört) âyette, Rabbimiz bize Kendini tanıtır, bizle/bizimle “konuşur”; bundan sonraki âyetlerde de biz, Rabbimizle “konuşuruz”!. İlk üç âyeti (= Rabbimizin konuşmasını! = azametini, yüceliğini, büyüklüğünü, rahmet ve merhametini) iyi anlayanlar : (Ya Rabbî) Yalnız Sana kulluk = ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileniriz = “iyyaKe na’budu ve iyyaKe nesteîn.”, derler. Bu, başkaları (= başka ilâhlar), bize ilâhlık edemez, merhamet edemez, yardım gönderemez, demektir. Bu âyetteki iyyaKe, hem kullukta hem yardımda (inâyette) Allah’a olan tahsisi ifâde eder. Hadi, ibâdeti = kulluğu = tapınmayı anladık diyelim (anladık mı?); yardımı (inâyeti) O’na nasıl tahsis edeceğiz?!. Kullukta ortaklık şirktir; pekiî yardım istemede ortaklık nedir?!. Niye, istiâne’nin başına da iyyaKe gelmiştir?!. Bence, yardım ettiklerimize Allah’a yardım ediyor (= veriyor) gibi; yardım aldıklarımızdan da Allah’tan yardım alıyor (muşuz!) gibi alıp-vermemiz için!. Ancak böyle yaparsak, alan verene; ver

HADİ Bİ FATİHÂ OKUYALIM (2)

Bismillah’ın/Besmele’nin, Fatihâ’dan sayılıp-sayılmadığı tartışmalı; biz, Mushaf’ta Besmele’yi 1. âyet, Fatihâ’yı 7 âyet olarak okuyor ve yazıyoruz; başka Mushaf tertipleri, Besmele’yi Fatihâ’dan saymıyor, son âyeti ikiye bölüyor (ena’mte aleyhim’den sonra), ama Fatihâ’yı yine 7 âyet olarak yazıyor-okuyorlar. Seb’a semânî ya da seb’ül mesânî, hem yedi gök katmanı hem de Fatihâ için kullanılır. Besmele, Fatihâ’dan sayılsa da sayılmasa da zaten Fatihâ’nın içinde Besmele vardır. (Allah. Rahmân ve Rahîm).  Bismillah. Hamd = El-Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a hastır, mahsustur. Hamd, övgü, övme; kulun Rabbine minnet ve şükran duygularını ifâde etmesi = göstermesidir. Kul, başka kulları da övebilir; Rabbimiz Allah da bunu yapıyor, kulu Muhammed’i övüyor. Muhammed’in kökü de HMD ama kul, hiçbir kulu Allah’ı över gibi övemez, hiçbir kula Allah’a hamd eder gibi hamd edemez; El-Hamd, sadece Allah’a hastır, çünkü O’dur âlemlerin (tüm hamd edenlerin ve hamd edilenlerin) Rabbi. Rab, terbiye eden (mür

HADİ Bİ FATİHÂ OKUYALIM! (1)

Ölülerimize mi? Hayır, bize, kendimize.  ‘Biz yaşayan ölülere.’! Düzenli vakit namazlarını kılanlar, Fatiha’yı günde kırk kez; düzenli Cuma kılanlar, en az haftada iki kez; bayramdan bayrama namaz kılanlar, yılda dört kez; hiç namaz kılmayanlar mezarlıklarda, türbelerde, gıyâben de evlerinde ölülerine = ölmüş yakınlarına (üç İhlâs bir Fatiha) okur. İhlâs ve Fatihâ dışındaki sûreler, isimlerini sûrenin içinde geçen kelimelerden alırlar ama İhlâs ve Fatihâ’da, İhlâs ve Fatihâ kelimeleri geçmez. Neden? Bilmiyorum ama bildiğim, Fatihâ’nın hem açan hem kapatan anlamına geldiği; Kur'ân’ın özünü ve özetini içerdiği; İhlâs’ın da hâlis, saf, katışıksız imanı ve tevhîdi ifâde ettiği. Ben burada okuyacağımız Fatihâ’yı zihnimde beş yazı (beş sayfa) olarak tasarladım. Müslümanlar (insanlar), sadece Fatihâ okumuyor, bireysel ve toplu olarak (cemaatle) Mesnevî okumaları, Füsus okumaları, Kant, Parmenides okumaları da yapıyor, okuyanları dinliyorlar; ben de bunları/onları okudum ve dinledim ama ok

BAĞIMLILIK

Alışkanlıklar, âdetler de birer bağımlılıktır; neden ve niçin yapıldığı bilinmeyen ‘ibâdetler’! de. Neden ve niçin yapıldığı bilinerek yapılan ibâdetler ise, Rabbe bağımlılığın, bağlılığın birer göstergeleridir. Rabbe bağımlı olmak, diğer tüm bağımlılıkları, bağlılıkları önler (önlemese de düzenler) ve bizi tüm kötü bağımlılıklardan kurtarır; tüm iyi bağımlılıklarımızı, bağlılıklarımızı da Rabbimize bağlar!. Kişi, Bir Rabbe bağımlı ve bağlı olmazsa, (benim gibi) sigaraya (vb. şeylere) bağımlı olmayı sürdürür. Bi başkası da alkole, paraya, kumara, ona-buna bağımlı ve bağlı hâle gelir. Tüm bağımlılıklarımızı Bir Rabbe bağımlı ve bağlı hâle getiremezsek, bi çoook şeye bağımlı ve bağlı olur ve o şeyler de bizi esir alır. Rabbe bağımlı ve bağlı olmak ise bizi, her şeyden bağımsız kılar. ‘Ben, Bir Rabbe de bağımlı olmak istemiyorum’, diyen/ler, yalan söyler; aslında onlar o çook şeye bağımlı ve bağlı ve de çook parçalıdırlar. Bu konuda Rabbimiz Zümer, 29’da bize şöyle bir misal verir = “dara

GİZLİ/GÖRÜNMEZ ÖZNE!

Bu Özne, her şeyi yapar ama Kendini bize göstermez, gizlidir; biz O’nu “fark ederiz”!. Fark edemeyenler, O’nun yerine başka özneleri, özne (ilah) olarak kabul ederler ve gösterirler. Bu iddiamı, bizzat yaşadığım bir olayla açabilir, açıklayabilirim. Bundan 3-4 ay önce, bir akrabam kas iltihaplanmasına (= Gillian Barre/GBS hastalığına) yakalandı; boynundan aşağısı felç oldu, vücudunu hissedemedi (bi tarafıntan öbür tarafına dönemedi, elini-kolunu kaldıramadı, yığıldı kaldı); uzun süre yoğun bakımda yattı, fizik tedavi gördü; şükür, şimdi biraz da olsa iyi, ayaklandı. Böyle bir hastalık benim de sizin de, hepimizin de başına gelebilir. Ben onun adına konuşmak istemem, onun ne hissettiklerini de bilmem ama kendi gözlemlerimi ve hislerimi sizlerle paylaşabilirim. Bu adam/akrabam (bu, ben de olabilirdim), herkes gibi hastalanmadan önce, bir insanın yapabileceği her şeyi yapıyordu; çoğu şeyi de, ‘ben yaptım’ diyordu. Rabbim ona (ya da bize) böyle bir hastalık vererek her şeyi sen (siz) yapma

KİM?

Kim sorusu, cümlede özneyi (fâili) bulmak için sorduğumuz sorudur. Sadece o mu? Ben kimim, sen kimsin, siz kimsiniz, (= kimiz) soruları ne olacak? Cümle, iş ve oluş bildirir; o iş ve oluşu yapana da özne denir. Özne, kim sorusunun karşılığı, cevabıdır. Tüm oluşu, tüm yapıp-etmeleri kim yapıyor sorusu, nihayetinde bizi “ilâh sorusuna, sorununa”! götürür. “İlâh sorunu” diye bir sorun olur mu?!. Olur, olmalıdır. Tüm “teorik ve fiilî cümlelerde” (= oluş ve yaratışta) “GERÇEK ÖZNE'Yİ” bulamayanlar için olmalıdır. Örneğin ‘ben yaptım’ cümlesinde, özne benim; ‘beni kim yaptı” cümlesinde özne kim? ‘Beni, ben yaptım’ diyen egzistansiyalistler için, (özne) bendir. Egzistansiyalistler, boğazlarına kadar ben bataklığına batmış, ben ile (benlik ile) kendilerini dolmuşlardır. Mutasavvıflar da beni batırmışlar, yok etmişler, boğmuşlar, öldürmüşlerdir. Bu, bir yanıyla özgür irade (kişi iradesi), diğer yanıyla İlâhî İrade sorunudur.  Böyle yaparak egzistansiyalistler de mutasavvıflar da “hassas sın

KİMLİK/LER

Kimlik, kişinin kim olduğunu gösteren “şeydir”. Bu “şey”, kişide kabul görmüş ve kâğıda dökülmüşse, kimlik = nüfus cüzdanı şeklinde somutlaşır. Kişilere kimliklerini kim (ve ne) verir? Ana-baba, eş-dost, akraba, toplum = devlet ve din = Allah. İlki, kana dayalıdır; ikincisi de inanca. İlki, millîdir; ikincisi, dînî. Millî kimlikler de dinî kimlikler de parçalanıp bölünebilir. Dünyada kaç millet, kaç din var?. Millî kimliklerin farklılığı milliyetçiliği; dînî kimliklerin farklılığı da din savaşlarını ortaya çıkarmıştır. Din savaşları burada, hem din içi mezhep savaşlarına, hem de dinler arası savaşa atıf yapar. Din içi savaş, yakın tarihte en yoğun batıda (30 yıl savaşları, 1618-1648); ve dönem dönem de doğuda (İslâm dünyasında) yaşanmıştır (işin aslı siyasaldır) ve yaşanmaya da devam edilmektedir. Bugün yaşanan/dillendirilen “Evet, Alevî'yim!” söylemi de bunun bir devamıdır. Bunu bugün söyleyen kişi, dün, daha üst bir kimlik olan Müslüman kimliğini, bir devlet adamı dillendirdiğind

KUR'AN'I DİNAMİK-CANLI OKUMA/K

Ben bu okumaya, hayatla irtibatlı okuma diyorum ve bunu, kendimce şöyle izah ediyorum. Kur'ân’da bir çook emir (ve nehiy) var; bunlardan biri de De! = Söyle! (قل). Kıl!. Ver!. Al!. Git!. Tut!. Oku! gibi... Bu izahı, Mushaf düzeninde ‘Elemtere’den aşağıda yer alan dört sûreyi (Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs) baz alarak yapacağım. İlk sûre, Kâfirûn. (O kâfirlere) “De ki!. Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam, tapmayacağım. ... sizin dininiz size; benim dinin bana.” Ortada kâfirlerin bize ters gelen sözleri ve dinleri (düşünceleri, ideolojileri!) yoksa, (= onlarla mücadele edeceğimiz fiilî bir durum yoksa = onların yaşadığı gibi bir hayatı/dini biz de yaşıyorsak), bu sûreyi dinamik ve canlı bir şekilde okuyamayız, kendi kendimize tekrarlamış oluruz. İkinci sûre İhlâs. O da Gul! diye başlıyor. Bu Gul’ü kime söylüyoruz? Birden çok İLÂH’a tapanlara (= Teslis = Hıristiyanlara ve biçook tanrıya inananlara) ya da İLÂH sadece bizim İLÂH’ımızdır, diyenlere (= Yahudilere). Ne diyoruz onl

BİZ ÖĞREN(E)MEDİK!.

O öğretti, biz öğrenemedik, öğrenmek istemedik, öğrenmek istemiyoruz. Öğrenseydik, böyle mi olur; böyle mi yaşardık?!. “ve allame-l âdem-el esmâe küllehâ sümme aradahüm...” (2/31.) Öğreten O; gizli (özne), son tahlilde tek Öğretici O, ama biz, O’nun öğrettiklerinden de öğreniriz, öğreniyoruz. Çoğu zaman şeytana kanarak = O’nun öğrettiklerine (tam) inanmayarak yanlış öğreniyoruz. Çoğu zaman da “O öğretti de, biz mi öğrenmedik?!” diyoruz. Öğrenmeyi ciddîye alsaydık, iyinin-kötünün ne olduğunu bilir ve ona göre yaşar, davranır; O’nun, Elçilerinin ve dostlarının bize öğrettiklerine güvenir (= inanır); şeytanların öğrettiklerine güvenmez ve ‘o ağaca’ yaklaşmazdık. Hadi bi kere yaklaştık!, tövbenin ne demek olduğunu = tövbe etmek için Rabbimizden aldığımız, O’ndan öğrendiğimiz kelimelerin ne anlama geldiğini bilseydik (2/37.); bi daha (= sürekli) ‘o ağaca’ yaklaşır mıydık?!. O’nun öğrettiklerine göre yaşasaydık, melekler bizlere de secde ederdi; öğrenemediğimiz = yaşayamadığımız için, bizler

DAĞ

Dağ : Yeryüzünün en sağlam, en iri, en yüksek/en yüce yapısı (yapıları) ve yerin kazıkları.  Kitâb’ta dağ/cebel (جبل) kelimesi, 41 kez geçer; iki yerde de (26/184. 36/62) nesil = cibilliyet anlamındadır. Cebel ile cibil’in aynı yazılması ilginç değil mi? Ben, bu notta Ahzab, 72’de geçen dağı merkeze alacağım. Orada, Biz emaneti (göklere, yere ve) dağlara yüklemek istedik ama onlar bu emaneti yüklenmekten kaçındılar; insan bu emaneti yüklendi; denilir; âyet, insan, zâlim ve câhildir, diye de biter. Emanet nedir? Kur'ân’dır. Kur'ân’dır ama bu, Kur'ân’ı hıfzetmek, salt zihne aktarmak (hâfızlık) ve hayattan koparmak değil; aksine Kur'ân’ı hayat kılmak ve Kur'ân’a göre yaşamaktır.  Emanet ile emniyet (güven), Mü’minlik = iman, aynı köktür. İnsan, emaneti yüklenmiş, emaneti emanet almıştır. Mü’min bu emanete riâyet etmiş/eden; kâfir, bu emanete hıyânet (ihânet) etmiş/eden adamdır. Emaneti koruyan adam, sonunda bayram edecek; O’na ihânet eden adam da yanacaktır!. Emanet, b

SİHİRBAZLAR

Sihirbaz : Sihir işi yapan, göz boyayan. Sihir (سحر), büyü. Bişeyi olduğundan (gerçeğinden) başka türlü göstermek, aldatmak, hile ile, yaldızlı sözlerle ve görüntülerle insanları kandırmak. Seher de aynı harflerle yazılır, sadece ilk iki harfin harekesi üstündür. Ha’yı he yaparsak, bu seher (ﺳﻬﺮ), uykusuzluk anlamına gelir; sahurda da ha’ya vav bitişir. Ha’ya nokta koyarsak, (سخر), anlam : Ortaya çıkmak, eğlenmek ve boyun eğmek (teshîr) şekline dönüşür. ... Gerçek (hakikat) neyse odur; sihir, gerçek olmayan şeyi gerçekmiş gibi göstermektir. Kişi, gerçekte zâlim, gaddar, kötü biridir ama sihirbaz istihdam ederek kendini merhametli, âdil ve iyi biri olarak gösterir. Tersi, mümkün müdür? Yani merhametli, âdil ve iyi biri, kendini zâlim, gaddar, kötü gösterir mi? Göstermez. Öyleyse sihir burada işe yaramaz. Doktorada Siyasal Kampanyalar dersi aldığım için, bu işin medya (PR) ayağını iyi-kötü biliyorum. Çağdaş sihirbazları, medya, siyaset ve ticaret istihdam ediyor; onlar, sahipleri için mi

MÛSÂ RABBİ İLE NE KONUŞTU?

Mûsâ Rabbi ile ne/yi konuştu? Ne/yi konuştuğu Kitâb’ta yazıyor. Tâ-Hâ ilk âyetlerden başlayarak, yoğunlukla 11-54 arası, neredeyse ilk 100 âyet Mûsâ ile Rabbinin “konuşmasına, hasbihâline” ayrılmıştır. Ben, 11-35 arasını “yorumlayacak”, buradan ne konuştuklarına dair bişeyler söyleyeceğim!. Görüşmeye, Mûsâ’nın gördüğü ateş! vesile oluyor; Mûsâ ateşe yaklaşırken, bir nidâ işitiyor. - “İnnî Ene Rabbük.” = Ben Senin Rabbinim. Nalınlarını (ayakkabılarını) çıkar!... (20/12.) - Seni Kendim için seçtim. Sana vahyettiklerimi dinle!.(20/13.) - Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yok. Bana ibâdet et, Beni hatırlamak için salâtı ikâme et!. (20/14.) ... - Elindeki ne? Ya Mûsâ!. (20/17.) -      Âsâ. Ona dayanır, onunla davarlarıma yaprak silkeler, başka hacetlerimi de yaparım. (20/18.)  -     At onu, onu at! (bırak, terk et!) Yâ Mûsâ. (20/19.)  -     (Mûsâ) onu bırakınca o, hareket eden bir yılana döndü, dönüştü. (20/20.) (ve Mûsâ korktu!.)  -     Korkma!, onu al; Biz onu eski hâline döndür

ŞEHİR HALKI

Şehir Halkı : Ashab-ı Karye. Bu ı’bare, Yasin 2. sayfa, ilk âyette geçer. Her şehrin halkına Elçi ya da Elçiler gönderilmiştir. Onlardan bir örnek (mesel) de Yasin 13. âyet ve devamındadır. O şehir halkına önce iki, sonra da üç Elçi gönderilmiş ama onlar, O Elçileri yalanlamış; Rahmân, beşerden Elçi/ler göndermez, siz de bizim gibi birer beşer (insan) siniz; demişlerdi. Demek, ne demek? Söylemek.  Söylemek, ne demek? İçerdekini sözle (kelâm ile) ve kelime (yazı) ile dışarı çıkarmak. Kelm (كلم), konuşma-yazma; konuşma ve yazma ile “yaralama”! ve muhatapta olumlu-olumsuz  bir etki/tesir/iz bırakma. Söz konusu sayfa boyunca, “dedi, dediler (قال / قالوا)” ifâdesine, ı’baresine sık rastlarız.  Elçiler : Biz, gönderilmiş insanlarız; derler. Şehir Halkı : (Olmaz öyle şey)!. Rahmân, beşerden Elçi/ler göndermez, sizler de bizim gibi birer beşer (insan) siniz ve yalancısınız; derler. Elçiler : Bizim gönderilmiş (Elçiler) olduğumuzu Rabbimiz biliyor = şahittir; görevimiz de apaçık tebliğdir; der/

ÇÜRÜK BİNA

Çürük bina, kendi (temeli, direkleri, kirişleri) ve zemini sağlam olmayan bina.  Bina, inşâ edilir/yapılır. Kur'ân bu yapma (inşâ etme) işine ‘essese’ der; müessese de bu kökten türer. Bu ta’bir = ı’bare,  9. sûrenin 109 ilâ 110. âyetlerinde geçer. (Ta’bir, ifâde, anlatım demek; ı’bare de, ı’bret de aynı kök.) Binayı, literal, gerçek ve mecaz anlamıyla ele alabiliriz. Gerçek anlamlı bina : malûm; mecaz anlamlı bina : 1) Camii, dernek, vakıf, bakanlık, devlet. 2) İnanç (akide), düşünce (dünya görüşü) şeklinde anlaşılabilir. 3) İbn (oğul ) ve bint (kız) da aynı köktür ( ابن/ بنت).  9/Tevbe 107-111’de bağlam mescittir ama oradan taqvâya geçilir. Denir ki : “o bina taqvâ üzere kurulmuş bir bina değildir, orada namaza durma!.” (9/108.) 109. âyette : “binasını taqvâ üzere kuran mı, yoksa uçurumun kenarına kurup cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlıdır.” diye bir soru sorulur. Bence binalarımızı uçurumun kenarına yapıyoruz; onlar, durduğu yerde, küçücük veya daha büyük bir sarsıntıda yıkıl

TEREDDÜT

Tereddüd : Karar verememe, öyle mi böyle mi diye şüphe etme. İrtidad, verilmiş bir karardan (dinden) dönme. Tereddüdü doğru (ve kesin) bilgi giderir. Kesin bilgi = bilginin kesini olmaz, imanın olur, imanın kesinine de yakîn denir. Doğruda şüphe (tereddüd), iyiliği engeller.  Bi zamanlar biri bana, falanca kurum ‘şöyle-şöyle’ demişti (bu, kişilere de teşmil edilebilir), oysa ben o zaman o kurum eliyle iyi niyetle elimdem geldiği kadarıyla iyilik yapıyordum. O kişinin beni tereddüdde = şüphede bırakması benim yaptığım iyiliği belli bir süre engelledi; sonra ben, bendeki o şüpheyi bilgi ile izale ettim (yok ettim) ve iyilik yapmaya devam ettim. Şimdi, Bu adam, doğru bilgiye sahip olmadığı için, beni iyilik yapmaktan engellemiş, alıkoymuş olmuyor mu?!. Bu da bi tür “yemneûn-el mâûn” değil mi? Din İşleri Yüksek Kurulu, Yüksek Fetvâ Makamı gibi makamlar bu tür sorularla meşgul olmuyor, biliyorum; müftülere soruyorum.

HAVALE

Havale : 1. Birine para gönderme. 2. Bi yazıyı, o yazıda yapılması gereken işi, bi başkasına (ast’a) havale etme. 3. Birinin (bi başkası ya da kendi) işini Allah’a havale etme/si. İlkinde, görünürde bir hiyerarşi yoktur; ikincisinde, üst, ast’a; üçüncüsünde, ast üst’e ‘bişey’! havale eder. Havale etmek, bu (iş) benim (işim) değil, bu işi ben statüm gereği yap(a)mam, bu benim görevim değil, ya da bilmiyorum, demektir. Bu durumu, salt bir ve iki ile sınırlı tutarsak, mesele büyük ölçüde anlaşılabilir; toplumda (devlette) herkesin bir statüsü ve görevi (işi) vardır ama üçe taşırsak!, işin rengi epey değişir. a) O işi ben yapabilirim (senin işini ben görebilirim!) ama yapmıyorum (ben iyi bi adamım!), seni Allah’a havale ediyorum.  b) Sana ceza vermeye benim gücüm yetmiyor ama Allah’ın yeter, seni Allah’a havale ediyorum Buradaki havale nasıl bir havale; a ile b, aynı havale mi? a’da, hem kibir hem mahviyet olabilir. b’de de hem kin hem de kibir olabilir.  Buradaki mahviyet : Bu k

BAYRAM

Bayram : Bir oluş veya kurtuluşun sonucundaki sevinme. Genelde insanlar (ülkeler) iki tür bayramı kutlar. Dinî bayram. Millî bayram. Millî bayram/lar, kurtuluşun ve kuruluşun; dinî bayramlar da oluşun ve kurtuluşun “yıl dönümleridir”; bayramlar her yıl kutlandığı için yıl dönümü dedim. Bayramların her yıl kutlanması, hem avantaj hem de dezavantajdır; avantaja geleceğim; önce dezavantaj. Bayram/lar/ı her yıl kutluyor, sürekli kutluyor ama ortada taâ ilk ândaki durumdan başka somut bişey bulamıyor, göremiyorsak ve o ilk ânı = o bayramı da biz yaşamadıysak, o zaman, onların o zaman yaşadığı bayramı kutluyoruz demektir; böyle yapmakla ya onları taklit ediyor ya da bi tür oyun oynuyoruz!. Bu durumu avantaja çevirebilir miyiz?  Evet ama nasıl? Onlar gibi yaşarsak.  Biraz açayım. Onlar ne yaptılar da sonunda bayram ettilerse, biz de onu yapar, onlar gibi yaşarsak bayram ederiz. Yine açık olmadı. Örneğin, Ramazan Bayramı, Ramazan’ın sonundadır ama Ramazan’ı Ramazan gibi geçirenler = Ramazan’ın

TEZÂHÜR

Tezâhür, zâhirden, görülenden görüntü, zuhûr eden, fenomen; tersi, görülmeyen, bâtın, gizli kalan, numen. Fenomoloji, görünenin (görüntünün, görüngünün), fizik dünyanın bilimi. Metafizik, görünmeyenin (numenin) ‘bilimi’!, gizli ‘bilim’!. (Bilinmeyenin bilimi!.) Fenomoloji, zarf; metafizik, mazruf (zarfın içi, zarftaki.). Böyle bakarsak, gördüklerimiz = şehâdet âlemi bir zarftır (dış kabuktur); gayb âlemi de zarfın içidir!; (ama) zarfın içi dışından büyük olmaz, (tersi doğrudur, gayb, şehâdetten; dış, içten büyüktür); öyleyse “içerdeki dünya” nasıl daha büyük olabilir?!. İç ve dış, bize göredir; O’na göre iç ve dış yoktur. “O, kainata sığmadım ama Mü’min kulumun kalbine sığdım.” derken, Allah-u A'lem, mekânsal bir büyüklük kast etmemiştir. Rabbimiz bizde de tezâhür eder/ediyor ama biz bunun farkına var(a)mıyoruz; çünkü ‘zarfımız’ çook kalın; bu zarf, içerden dışarıya, dışarıdan içeriye zerre (lüks/lx) ışık geçirmiyor. Bazıları da O’nun zuhûrunun şiddeti çoook yüksek olduğu için O’nu

İSTEMEK

İstek ya da istemek : 1. İnsanın insandan isteği. 2. İnsanın Rabbinden isteği. 3. Rabbin İsteği. İlki mâlum. Arz ve rica. Arz, yukarıya; rica, aşağıya. Buradaki yukarı-aşağı, ontik değil hiyerarşik. İkincisi, duâ. Kulun Rabbinden isteği.  Üçüncüsü, istek değil, Meşîyet. İlk ikisi, cüz’î irade; üçüncüsü, Küllî İrade. Cüz’î irade, Küllî İrade kapsamındadır. İnsana iradeyi (murad etme, seçme kabiliyetini) de O vermiş, O vermeyi murad etmiş, dilemiştir. O dilemeyince, biz dileyemeyiz. “ve mâ teşâûne illâ en yeşâellah.” (76/30. 81/29.) Bu yazı, iki ve üçe, abd-Rab ilişkisine temas edecek. Rabbin İradesi mutlaktır ama keyfî değildir; bizim irademizle de kayıtlanamaz. Biz (Rabbimizden) istedik (duâ ettik), mutlaka duâmız (kabul) olacak diye bir kayıt ve şart yok. O, isterse verir (duâmız kabul eder); istemezse vermez (etmez) ama aslâ keyfî de davranmaz. (Bu cümlede kullandığım istek ve davranma kelimelerini aslında beğenmedim ama daha iyi bir kelime de bulamadım.) O, bazen biz istemeden

ÇALIŞMAK

Çalışmak, bişeyler elde etmek için gayret etmek, çaba göstermek. Elde edilen şeylerin neye ve ne işe yarayacağı, çalışmayı tetikler. Ekmek parası için çalışmak, asgarî geçim demektir. Dilenmeyeceksek, asalak bir yaşamı da benimsemeyeceksek, kendimiz ve bakmakla yükümlü olduğumuz kişilerin ekmeğinin (ekmek) parası için çalışmamız şarttır. Ekmeği biriktirmek (dolayısı ile çürütmek, küfletmek) için ya da ekmeği pastaya dönüştürmek (lüks hayat) için çalışmak da bir tercihtir. Yeterli ekmeği olmayanlar, “ekmek hayrı” (maddî yardım) yapamazlar; bu anlamda hayr, fazla ekmeği olanlar içindir. Yeterli ekmek elde edilince, ilim için ya da başkalarının ekmeği için çalışmak da başka bir tercihtir. İlim (علم), âlemi (عالم) bilme ve anlama çabası ve çalışmasıdır. Âlemi, ilmi oranında bilene, âlim (عالم) denir. Âlim ile âlem arasında sadece hareke farkı vardır; bunu dikkate almazsak (dilde, görüntüde/zahirde) âlim, âlem; âlem, âlimdir. Âlim, sadece kendi için değil, kendinin de içinde bulunduğu âlem

YAKIN/LIK

Yakın/lık : • Mesafeli. • Mesafesiz. Mesafeli yakınlığı biliyorsunuz, biliyoruz. Bir otobüste, sınıfta, yemekte birbirimize mesafe olarak yakınızdır ama gerçekte uzağızdır. Sevdiğimiz biri, dünyanın öbür ucundadır ama onu aklımızdan çıkaramayız, onunla üç gün (telefonla!) görüşmesek duramayız.  İkincinin mesafe ile pek bi ilgisi yoktur; aslında vardır da yoktur.  Akrabalık da yakınlıktır. Akrabalık ile yakınlığın kökü aynıdır : Karibe (قرب), kurb/kurbâ. Gurbet (غربة), akrabadan, yakından uzak olma, uzak kalmadır. Garib, gariban ise, kimsesiz, bi yakını olmayan. Din, yakınlığı, akraba yakınlığının çook ötesine taşımıştır. Din, akraba yakınlığını kana; inanç/din yakınlığını rüçhana ve imana dayandırır. Rüçhan, Rabbin katındaki üstünlüktür; bunu da imanımızın düzeyi belirler. Aynı kandan olanlar kan kardeşi; aynı dinden olanlar din kardeşidir; din kardeşliği, kan kardeşliğinden üstündür. Kan kardeşleri (= yakınları) inanmayınca, ashabın onlarla bağını/ilişkisini kestiğini okuyoruz. Ki

BERABER/LİK

Beraber/lik • Birlikte olma. • Yenememe, yenişememe (spor). Ne, ne ile; kim, kim ile beraber?!. Zorluk, kolaylıkla. = “inne meal usri yüsrâ.” (94/5.) Allah, sabredenlerle, mutteqîlerle. = “inne Allahe meas sâbirîn; meal mutteqîn. (2/153. 8/46. 9/123.) Allah bizimle. (beraber). = “... inne Allahe meanâ...” (9/40.) Allah sizinle (beraberdir.)... = “... vAllahu meaküm...” (47/35.) “... ve Hüve meaküm eynemâ küntüm... nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. (57/4.) “Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebildiler ama Allah’tan gizleyemezler. Allah, onlar gece (karanlıkta, gizli) tuzaklar kurarken bile onlarla beraberdir...” (4/108.) “Rabbinin hükmüne sabret!. Sen Bizim gözümüzün önündesin!... fesbir lihükmi rabbike feinneke biea’yüninâ...” (52/48.) “Onlar, iman edenlerle karşılaştıkları zaman ‘inandık’ derler; şeytanları ile bir araya gelince de, ‘biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz.’ derler.” (2/14.) Kiminle beraberiz?!. Bu beraberlik, rekâbet etmekten mi kaynaklan

NANKÖR/LÜK

Kelime Farsça. Nan, ekmek; kör (kür), görmeyen. Ekmeği = ekmek vereni görmeyen. Nankörlük, bunun (bu hâlin) kişide devam eden durumu. Küfür (= kâfirlik) ise, bi derece daha üstü/beteri; görüyor ama görmezden geliyor, gördüğünü örtüyor, gizliyor. Nankörün Arapçası kenûd/kunûd; kelime, başında tekid lâmı ile (lekenûd şeklinde) sadece 100. sûrenin 6. âyetinde geçer. “innel insâne lirabbihî lekenûd. = İnsan Rabbine karşı çok nankördür.” Bu yargı cümlesi beş (5) yeminden sonra söylenmiştir. Bu kadar çok yeminden sonra başka bir yargı cümlesinin bulunduğunu ben Kur'ân’da hatırlamıyorum. Bu neyi gösterir? Bu işin (nankörlüğün) kesinliğini. Sonraki âyette, “Kesinlikle buna (bu duruma) insanın kendisi de şahittir.” denir. Ben, Rabbime nankörlük etmiyorum, hep şükrediyorum diyen de, tam şükredemiyor, dolayısıyla nankörlük ediyordur!. Nasıl yâni?!. Nankör, kendisine yapılan iyiliğin kıymetini bilmeyense, hangimiz Rabbimizin bize yaptığı iyilikleri tam manasıyla biliyoruz, O’na tam manasıyla ş

OKUMUŞ-YAZMIŞ ve ÜMMÎ

Bizde okumuş adam deyince, belli bir konuda okumasını derinleştirmiş, uzman adam akla gelir. Aslında belli bir alanda derinleşmek, başka alanlara girmek ve okumayı çeşitlendirmek; bir anlamda da okumayı çeşitlendirmek, konuyu dağıtmaktır!. Konu dağılınca, okuma çeşitlenince kafa da dağılır mı?!. Okuma, iyi niyetli olursa, dağılanları Allah birleştirir, cem’ eder.  Sanki Efendimiz böyle bir durum yaşamış da Allah, Habibi Efendimize : (Meâlen) “Panik yapma! Acele etme!. Unutacağım, kafam karışacak diye düşünme, korkma!. Onu dillendirmekte de acele etme!. Biz Onu Sana toplayacak ve okuyacağız. Onu Sana Biz okuduğumuzda Sen bu okuyuşa uy = tâbi ol!. Onu Sana beyan edecek = açıklayacak olan da Biziz.” (Bknz. 75/16-19.) demiştir. Efendimiz, ümmî mi idi, değil mi?!. Ümmî, bizim bildiğimiz anlamda okuma-yazması olmayan kimse değil, Ona Allah’ın derin, çeşitli ve kapsamlı okuma-yazma öğrettiği kimsedir. Rabbim herkesi böyle okumuş-yazmışlardan eylesin.

İKİSİ DE İNSAN!.

Hz. İbrâhim de Nemrut da. Hz. Mûsâ da Firavun da. Hz. Muhammed de Ebû Cehil de. Siz bu listeyi sevdiğinizi öne, nefret ettiğinizi sona alarak çoğaltabilirsiniz. Hatta bunu kendimize bile uygulayabiliriz.  Nasıl mı? İki saat önce, falana merhamet eden, iyi davranan; şimdi ise kızıp-köpüren ve küfür eden ben. Dün, yediren = cömert olan, bugün yiyen = cimrilik eden ben. Dün (15-20 yıl önce), işe “torpille” (milletin hakkına girerek) giren ben, bugün, o işten aldığım/kazandığım para ile iyilik = ibâdet eden (hacca giden, zekât veren vs.) ben. ... Bu insanları farklı kılan nedir? Özgür iradeleridir. Ne İbrâhim’i İbrâhim yapan, ne de Nemrut’u Nemrut yapan Allah’tır; Allah, onları insan olarak yaratandır. İbrâhim olmayı da Nemrut olmayı da insanın kendisi seçer; insanın bu seçimini de Allah halk eder. “fe elhemehâ fücûrehâ ve taqvâhâ”. İnsana iyilik yapma (taqvâ) ve kötülük yapma (fucür) potansiyelini (Allah verir) verdik (ilham ettik). (91/8.) Onu (insanı) akıl ve irade ile donatarak bilme v

TÎN-5

Bugünkü “Ben Hasen” yazımda, 95/Tîn, 4’e atıf yapmıştım; bi sonraki (5.) âyetten de bahsetsen, deniyor.  Ne diyor 5. âyet? “Sonra onu (insanı), aşağıların aşağısına (esfele sâfilîne) döndürürüz (radednâ).” Kim döndürür? Allah. Bu kesin!. Pekiî, Allah hem her insanın iyi biri (iyi bir kul) olması için Kitâb ve Elçiler gönderiyor hem de ona akıl ve irade veriyorken, bunu niye yapıyor?!. Allah, imtihan gereği insana verdiği (akla ve) iradeye (= yarattığı insana) “saygı”! gösteriyor. Bu “saygı”!, insanı yaratıp muhatap almasından başlar, onun isteğini “yapmaya = yaratmaya” kadar varır. Ama O, onun/insanın tereddî etmesini (= Hakk’tan ve hakikatten tereddüd etmesini, dönmesini) aslâ istemez. “O, kullarının (insanların) küfretmesine râzı olmaz, rızâ göstermez; şükrederlerse râzı olur, rızâ gösterir...” = “ve lâ yerdâ liıbâdihil küfr, ve in teşkürû yerdahu keküm...” (39/7.) İnsan, tereddîyi (dönmeyi) ister ve tereddîde ısrar ederse; O da onun (insanın) o ısrarlı istediğini yapar = yaratır. So

KUR'AN, EFENDİMİZ ve BİZ

Efendimiz, Kur'ân’ı önce dinledi, sonra okudu; dinlemeden Ona Oku! = İqra! denmedi. Kimden dinledi? Cebrâil’den. Kime okudu?.  Bize. Biz de önce Onu (Onun okuyuşunu = Sünnetini = Hayatını) dinlemeli!, sonra da okumalıyız. (?!.) Kur'ân okumak sünnet, dinlemek farzdır. Herkes okuma bilmez, okuyamaz ama (kâfirler hariç herkes) okunanı dinleyebilir. "Kâfirler, Kur'ân okunduğunda Onu dinlemeyin, yaygara (gürültü) çıkarın; belki galip gelirsiniz." (41/26.) derler. Dinleme, sestir, kulakladır; ses bize, bizim kulağımıza gelir. Okuma, bize geleni, önümüzdekini görmedir. Bazen, görmek istediğimiz, bize gelmez, biz onu görmeye (aramaya, bulmaya) gideriz.  Ramazan’larda görmek ve duymak istediğimiz (Kur’ân), bize geliyor ama biz Onu duymuyor = dinlemiyor ve görmüyoruz. Çook şey kaçırıyoruz. Çook şey kaybediyoruz. Yakında anlayacağız.

BEN HASAN

Yanlış söyledim, benim adım Hasan, Hasen; ben henüz Hasen değilim ama olmaya çalışıyorum.  ‘İsimler şeylerin neyi olur?’ tartışması, bizi Zât-Sıfat tartışmasına götürür ama ben ondan değil, başka bişeyden söz edeceğim. Adımı dedem koymuş. Onun adı da Hasen’di. Dedem, (kitaplar hariç) ilk ve tek öğretmenimdi. Diğer öğretmenlerim resmî idi, soğuktu; dedem, az şey bilirdi ama çok şey öğretirdi, bu da onun samimiyetinden kaynaklanırdı. Rabbim ona rahmeti ile muamele etsin. Hasan, sad ile yazılır; Hasen ise sin ile. Sad ile yazılan Hasan, namuslu demek, genelde iffetli kadınlar için kullanılır; Hasen ise güzel demek. Hasende, Hasenin kök anlamı, grameri ve semantiğinde, Fiziksel yüz-beden güzelliği, Mantık, akıl, düşünce güzelliği, Huy, ahlâk, davranış güzelliği vardır.  Bunlar bianlamda doğruya, iyiye ve güzele karşılık gelirler. Hasen, doğruyu ve iyiyi, güzel yapmayı bünyesinde taşır ama Hasende kalınırsa bunlar gerçekleşmez.  Bunun için, Hasenden Ahsene, Ahsenden İhsana (İhsene) ulaşmak

ARAB/Î & A'RÂB/Î

Arab/î ve A’râb/î (عربى ve اعرابى) İlki yerleşik, şehirli Arap; ikincisi, göçebe, gezgin Arap. Göçebelik, göçmenlik bizim tarihimizde de var. Biz de bir tür A’râbîyiz; hâlâ da öyleyiz. Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya en çok biz göçüyoruz. Yörüklükle Türkmenlik iç içe. Türkler, Orta Asya’dan göçmüş; Anadolu’yu yurt edinmiş, yetmemiş, Avrupa’ya göçmüşler; vatan, yatan insanların yurdudur, biz gezeriz ama yurdumuzu da özleriz demişler... Kitâb’ta bedevî Araplar (A’râbîler) 10 kez geçer. Neredeyse hepsinde onların olumsuz, sorumsuz davranışlarına, cahilliklerine vurgu vardır, yerilirler. Bir örnek 9/98. “Bedevî Araplardan kimi de (= minel A’râbi), yaptığı infakı zarar sayar...” Göçebelik, dağ-taş, ova; göçmenlik, şehir ve ülke demektir. A’râbîler, göçebe; göçmen değil; Türkler, hem göçebe hem göçmen. Göçebe, mevsime göre yılda dört kez yer değiştirir; göçmen, yaşadığı yeri tamamen terk eder. Terkin sebebleri çeşitli olabilir. Savaş (terör), açlık, siyasî uyuşmazlık = ilticâ/mülteci olmayı

GANİMET

Ğanimet : Kazanılan savaştan elde edilen mallar ve insanlar (= esirler). Ele geçen emeksiz, bedava mal. Ganem, koyun. Ganî/Gınâ, zenginlik, servet. ... 1. Ben savaştım, ben kazandım. Ben çalıştım, ben kazandım. Ben okudum, ben kazanıyorum. Bütün bunlar benim hakkım. Karun, bu servet bana, benim bilgim sayesinde verilmiştir derken, bence bizden insaflı idi; ‘verilmiştir’ diyordu. (39/49.) 2. Savaşan (çalışan) herkes gibi ben de savaştım (çalıştım), payımı, hakkımı da istiyorum ve alıyorum. 3. Ben, ganimet için değil kutlu ve ulvî bir dava için savaştım (çalıştım), sonucunda elde edilen “gelirden/ganimetten” bişey istemiyorum. 4. Beni Yaratan, bana savaş (çalış) dedi, ben de savaştım (çalıştım); O bana ne verirse (ne kadar nasip ederse) kabulümdür, ona razıyım.  5. Ben savaşmadım, Rabbim beni kullanarak “savaştı”!. (Ma’bud, abdini/kulunu kullanır, kuluyla iş görür.) Bu savaşta yenen ben değilim, O. (Ganimet de O’nun hakkı.) ... Enfal, 17. âyet, “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü; at

ASR

Asr : Yüzyıllık zaman. Zaman : Dehr, (neredeyse) sonsuz zaman. Hıyn : Zamanın bilinen en büyük kesiti. Vakit : Kısa, bölünmüş zaman. Ân : En kısa zaman. Zamanı tümüyle bizim kavramamız zor. Hıyn, zamanda varlığın ortaya çıkışı ve yayılışı. Vakit, bizim zamandaki yapıp-etmelerimizin süresi; uyku vakti, namaz vakti, dinlenme vakti gibi. Ân, bu vakitlerde geçen kısa, göz açıp-kapayana kadar geçen süre. Yevm, göreli bir gün. Güneşin doğması ile batması arasındaki ve kıyametin kopma ânındaki süre. Yevm-ül Kıyâme = Kıyâmet Günü. Hesap Günü gibi... Yıl, dünyanın Güneş etrafında bir kez dönüşü, bir tur atışı; bu, dünya yılı. Galaksinin, uzayın, âhiretin yılı çoook daha uzun (olmalı)!. Ecel, insanın yaşam süresi, ömür. “Melekler ve Ruh, süresi 50.000 yıl olan bir günde O’na yükselir...” (70/4.) “Gökten yere tüm işleri O düzenler. Sonra onlar, miktarı sizin hesabınıza göre bin (1.000) yıl süren bir günde O’na yükselir.” (32/5.) 1.000’lik ve 50.000’lik günler de bir gündür; ora(lar)daki yılları s

DUÂ

Duâ : Allah’tan isteme. Allah’ı da’vet etme. Allah’ı çağırma. Bir işimizin, bir isteğimizin olması için Allah’a yalvarma. Duânın istekten farkı, isteyenin acizliği ve güçsüzlüğüdür. Duâ edenin duâsının kabulü, onun ciddiyetine ve samimiyetine bağlıdır. ... Bırakın Allah’ı, birilerini bi yardıma çağırırken, birinden bişey isterken bile, o işe başlamış ama o işi kendimiz tek başımıza başaramamış, tamamlayamamışızdır. Temennî ettiğimiz (= olmasını istediğimiz ama henüz başlamadığımız) bir iş için, birilerini herhangi bi yardıma çağırıyor muyuz?!. Ama, Rabbimiz Allah’ı çağırıyoruz!. Sanki, ‘biz yatalım, Sen yap!’ diyoruz. Böyle bir durumda, Rabbimiz Allah bize ne der?!. ‘Beni boşu boşuna, ortada henüz bir iş (eylem, çaba, gayret) yokken, niye çağırıyorsunuz!!, demez mi?!. (Hâşâ) “Ben sizin hizmetçiniz, emir eriniz miyim, demez mi?!. “Kul sen misin (siz misiniz), Ben miyim”!!, demez mi?! ... Biz O’ndan bi şey istediğimizde (O’na duâ ettiğimizde) O, bizdeki gayreti, çabayı, acizliği, ciddiye

RAMAZAN ve BEN

Benim ilk Ramazan’la tanışmam, 4-5 yaşlarımda köyde iken oldu. Köyümüze Ramazan’ın geldiğini akşam ezanında anlardık. O zamanlar ezanlar hoparlörle okunmazdı; Ramazan’da akşam ezanı için hoca minareye çıkmaz, hemen caminin önündeki musallâ taşının yanında okurdu. O, “Allah’u Ekber” deyince, biz çocuklar da ‘ezan! ezaan! ezaaan!’ diye bağırarak evlerimize koşar, iftarı ailelerimize haber verirdik. Sonraları da Ramazan bize hep bir aylığına misafir olarak geldi. Otuzlu yaşlarımda, bu Ramazan bize her sene niye gelip-duruyor, ne getiriyor, ne götürüyor?, diye düşünmeye başladım. Önce, Bize açlık getiriyor, dedim; ama biz zaten açtık,  yetim ve yoksulduk; Ramazan’da tam ve mükemmel doyuyorduk. Ramazan’ı bu yüzden seviyorduk; senede bir ay değil de her ay gelsin istiyorduk.  Sonra, iyi-kötü yoksulluğum izâle oldu; elim üç-beş kuruş görmeye, ekmek tutmaya başladı. Her sene olduğu gibi bu senelerde de Ramazan yine bize geldi. Bu sefer bize vermedi, bizi “gemledi”!. ‘Çok yiyorsun/uz, biraz az

MAKYAJ

Kozmetik sektörü her geçen gün büyüyor. Neden? İnsanlar, doğal hâllerini beğenmiyor ve doğal hâlleri ile görünmek istemiyor. Önce, görünen yerlerine (yüzlerine); sonra, özel kişilerin görmesini istediği yerlerine makyaj yapıyorlar.  Makyaj işi, ticarete de siyasete de sıçradı, popüler olmaya ve ‘iyi iş’! yapmaya başladı. Bunu medya körükledi. Medyadaki reklâmların biçoğunun kozmetik sektörüne ait olması, sadece bir ‘al gülüm ver gülüm’ (ticaret) meselesi değil, işin içinde bir sahtekârlık (= ikiyüzlülük, münafıklık) da var. Buna bilimsel bir kılıf da uyduruluyor, imaj ya da prestij; biraz daha bir ağır tabirle! itibar yönetimi = reputation management  deniyor!. Seçimler çook yaklaştı. Seçilecekleri (seçeceklerimizi), çook yakından, makyajsız hâlleri ile tanımalıyız. At izi it izine karıştı. Asırlık düşmanlar, aynı ittifaka ve sandığa (“yatağa”!) girdi. Biz onları hiç uzlaşmaz, birleşmez sandık ama onlar seçilmek, en yüksek oyu almak için bir araya geldi; sağ sola, sol sağa karıştı, bir

İKİ KAVRAM : İSTİÂZE ve İSTİÂNE

İki Kavram : İstiâze ve İstiâne. İstiâze, eûzu diyerek sığınma; istiâne, yardım/inâyet dile(n)me!. Kime ve kimden?  Âlemlerin Rabbine ve Âlemlerin Rabbinden.  Fatihâ’da ikisi de var. (Eûzu-)Besmele Fatihâ’ın ilk âyeti. Besmelenin öncesinde ‘Eûzu Billahi min'eş şeytân’ir racîm’ denir. Sığınma, emniyet için, tüm şeytanî işlerden, taşla kovulmuş (recm edilmiş) şeytandan, şeytan olmuş kişilerden korunmak içindir. ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek de Euzu’deki (Bil) Allah’ın Rahmâniyetine ve Rahîmiyetine sığınıyor, her işe O’nun adı ile başlıyoruz. İşte buna istiâze diyoruz. İstiâne ise, Fatiha’nın 5. âyetindeki “iyyaKe na’budu ve iyyaKe nesteîn”deki nesteîndir. Âyetle biz,  Rabbimize : “Yalnız ve yalnız Sana kulluk eder ve yalnızca Senden yardım bekleriz.” deriz. Bu âyetin Türkçeye doğru çevirisi kanımca şöyle olmalıdır. (Ya Rabbî!) Yalnızca Sana kulluk etmek istiyoruz ama bunu beceremiyoruz, bunun için Senin yardımını bekliyoruz; Sen bize yardım etmezsen, biz başkalarına da kulluk et

AMAÇ

Amaç : İş ve eylemlerimizde varmak istediğimiz sonuç; o işleri ve eylemleri yaparkenki kastımız, niyetimiz. Dikkat etti iseniz, amaç, niyetle örtüştü. Kitap okuyorum. Amacım bilgilenmek, bilgilenmek niyeti ile kitap okumak. Bi başkası da bunu (okumayı) daha ileri! bir amaca taşıyabilir; para kazanmak, ileride rahat bir hayat yaşamak için ya da bilgili görünmek, bilgin olmak için vb. okuyabilir... Öteki, top oynuyordur. Amacı iyi topcu olmaktır, ismini bu şekilde duyurmaktır ya da top oynamaktan zevk aldığı için top oynamaktır... Amaç, yapılan işin kendinde, kendi içinde de olabilir, dışında da. Yapılan işin hem içinde hem de dışında olan amaç, en doğru amaçtır. Amacı, sadece yapılan işle sınırlarsak, o iş bitince aylaklara döneriz, canımız sıkılmaya, bunalmaya başlarız ve işlerimiz arasında büyük boşluklar ve tutarsızlıklar yaşarız; bu da bizde “anlamsızlık duygusuna” yol açar. Tüm iş ve işlemlerimizi, onları aşan bir hedefe yöneltebilirsek, içimizdeki boşluklar dolar, yaptığımız işler

RABBİM ALLAH.

Rab, terbiye eden demektir. O, herkesi ve her şeyi yaratarak (zaten) terbiye etmiştir, insana da akıl ve irade vermiştir. Rab, emir ve yasakları (ibâdet) ile bizi, bizim aklımızı ve irademizi terbiye eder. Biz, kendimizi (huyumuzu, aklımızı) “beğenmiyor”! ve “Ya Rabbî”! diyorsak, Rabbin emirlerini dinlemeli = O’na ibâdet etmeli, irademizi O’na teslim etmeliyiz. Allah’ı “Rab” olarak kabul eden bi adam, O’na ibâdet ederek O’nun terbiyesine kendini, kendi iradesini teslim eden (= Müslüman olan) adamdır!. Rab, aynı zamanda efendi demektir. Allah’ı Rab olarak kabul etmeyenler, ya kendi akıllarını ya da başka akılları rab kabul ederler. Aklın, efendi kabul edilmesi, aklın yönetimine, denetimine girilmesi; insanın akılla = rasyo/ratio ile terbiye edilmesidir ki bu, biyanıyla hümanizm biyanıyla da kapitalizmdir = Akıl Çağıdır. Herkes, kendi aklını ya da başka akılları efendi/rab kabul ederse, = akıllar, “Bir Tek (İlâhî) Aklı” Efendi/Rab kabul etmezse, bu akıllar eninde-sonunda çatışır. Kollekt

AKIL, BİLGİ ve İRADE

Akıl/zihin/beyin, bir depo; bilgi de akılda depolanacak (soyut) mal değildir. Akıl, bilgi ile dolmaz; bilgi, akıldaki = zihindeki = beyindeki nöronları birbirine bağlar, birleştirir; irade de bu bağ(lantı)ları ateşler = aklı (insanı) yücelere, ötelere taşır. Mal gibi bilgi de irade ile elde edilir. Kimi, bilgi ve iradesini para (mal, makam, statü vb.) elde etmek için; kimi de ilim ve hikmet elde etmek için kullanır. İradesini bilgi = ilim ve hikmet için kullanmayan, kazandığı parayı (malı, makamı, statüyü vb.) nasıl ve nerede kullanacağını da bilemez; bildiğini zanneder/sanır ama yanlış ve keyfince kullanır. Bilgiye ve iradeye yön veren, onlara değer katan, bilginin kullanım amacıdır, ne için ve kimin için kullanıldığıdır. Her hangi bir meslek (hocalık, doktorluk, çöpçülük vb.), para kazanmak için de insanlara hizmet (bilgi, sağlık, temizlik vb.) sunmak için de yapılabilir. Bugün bilgi ve bilgiye verilen emek, daha çook para kazanmanın aracına dönüşmüştür. = Para, amaç; bilgi, araç olm

ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA!.

Burada yazdığım yazıların önemli bir kısmı din hakkında.  Unutulmasın ve hep göz önünde bulundurulsun. Ben bu yazılarda “din, budur.”!, deniyorum; ‘benim dinden anladığım budur.’, diyorum. Sizler benim dinden anladığımı doğru ya da yanlış bulabilirsiniz; hatta ben dini yanlış anlamış veya yanlış aktarmış da olabilirim; sizlerin dini anlamak gibi bir sorumluluğunuz varsa, o dini daha iyi anlayan ve daha iyi anlatan birini/birilerini aramak ve bulmak zorundasınız.  Dinin başka türlü daha iyi anlaşılması mümkün mü?!. Din, dini (doğru ya da yanlış) anlayanların anlatması ile anlaşılır ve yayılır, değil mi?!. Birileri dinden anladıklarını anlatmadan, biz dini nasıl anlarız; anlayabilir miyiz?!. Din, insanların dinden anladıklarını doğru ya da yanlış bularak anlaşılır; dini anlamanın başka bir yolu da yoktur. Varsa da ben bilmiyorum. Kitâb = Kur'ân hariç, tüm din (tefsir, ilmihâl, kelâm, vb.) kitapları,  onları yazanların anlamasıdır. Kur'ân’ı anlama da böyle bir süreçtir. Herkes Kur

DİLİ KULLANMAK

Dili Kullanmak • Harfleri sıraya dizmek. • Dizilen harflere (kelimelere) bir anlam vermek. • Kelimelerle bir veya bir çook cümle kurmak... Harfler rastgele sıraya dizilmiyor. Benim adımı oluşturan harfler : a, h, n ve s. Ben bunları h, a, s, a ve n şeklinde diziyorum; daha doğrusu önceden birileri dizmiş ve onu bana ad olarak vermiş; benim adımdan belki binlerce, milyonlarca ad var; her Hasan aynı Hasan değil. Kelimelere anlam veren şey, dilin kendisi ve kültür. Kelimeleri bir araya getirip cümle kuranlar (konuşan ve yazanlar) da insanlar. İsimler ve konuşma, insana öğretilmiştir. = “ve alleme âdemel esmâe küllehâ...” (2/31.), “Er-Rahmân. Kur'ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (konuşmayı) öğretti.” (55/1-4.) İnsan, (dili) isimleri ve konuşmayı ‘kendi öğrenmemiştir.’ Belki, harfleri, harflerin şekillerini ‘kendi’ öğrenmiştir ama öğrendiği beyni (aklı) kendi îmal etmemiştir. Dili kullanmak, aklı kullanmaktır ama insan, sadece akıl varlığı değildir. Aklın sınırları, dilin