Kayıtlar

Kasım, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ACABA (?!)...

Acaba, hem merak, şüphe, tereddüt bildiren hem de hayret bildiren bir soru edatı ve zarfıdır. Kelime, Kitâb’ta acebe-yecibü,  ea’cebe-yu’cibü kökünden 14 yerde; şaşkınlık, tuhaflık anlamında, aceben, acîb ve ucâb şeklinde 13 yerde; toplamda 27 kez geçer. Bana bu yazıyı yazmaya sevk eden âyet, Kâf, 2. âyet. Âyet şöyle : “Onlar, içlerinden (kendi aralarından) bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve bu ne acâib bişey!, dediler.” Âyette ‘bel’ edatından sonra gelen acibû, şaşmak-şaşırmak anlamındaki bir fiildir; âyetin son kelimesi ise acâib anlamında hâl/durum bildiren sıfat = acîb’tir. Ne diyormuş O Uyarıcı?!. Ölen ve toprak olanların tekrar dirileceklerini (ve hesap vereceklerini) söylüyormuş!. Buna = bu dönüşe (= söze) şaşmışlar/şaşırmışlar ve bu imkânsız bir dönüş = “zélike rec’un baîd”, demişler. (3. âyet.) O Uyarıcı(lar), bütün ilâhları birlediğinde de, bu acâib bişey = “inne hézâ leşey’ün ucâb” demişlerdi. (Bknz. 38/Sâd, 5.) Ucb (ﻋﺠﺐ) da acâib/demek/ten türer. Ucb, çok bilmişlik etme/g

YOKLUK ve BOLLUK

Varlık ve darlık da diyebiliriz. Her ikisi de sınama aracı ama varlıkta veya bollukta, bu sınavın kaybı çok daha kolay gibi duruyor; çünkü varlıklılar = bolluk içinde yaşayanlar, başta Rableri olmak üzere bi çoook şeyi unutuyorlar, şımarıyorlar. Yokluk = yoksulluk = darlık çekenlerin aklına ara ara (= ara sıra) da olsa hak-hukuk, adâlet ve Allah geliyor; zenginler, çoğu şeyi unutuyor; Kârun gibi (okudum, çalıştım, sermayemi riske ettim ve) ‘ben kazandım.’ (onlar yattı!) diyor... A’raf, 94 ilâ 102 arasını lütfen okuyun, ama bu okumayı olmuş-bitmiş (= tarihsel/tarihî) bir hadise olarak görmeyin; kendi hayatınızla irtibatını kurun. Dün yoksulduk; samîmî duâlarımız vardı; duâlarımız kabul oldu, bolluğa kavuştuk... Dünkü hâllerimizi de Rabbimizi de unuttuk!. Unutmayanlara selâm olsun. Onlar, darlıktan/yokluktan varlığa/bolluğa kavuşmuş ama darlıktaki hâllerini unutmayıp darda olanlara el uzatarak Rablerine şükrederler; hâlâ darlıkta iseler Rablerinden zerrece ümitlerini kesmezler.  102. âye

SIÇRAMA

Sıçrama : İleriye, daha çok da yukarıya doğru atlama, yukarılarda biyerlerde tutunma veya bu işi (sıçrama işini) sürekli yapma.  Kierkeagard, ‘Korku ve Titreme’ adlı kitabında Hz. İbrâhim’in imanını (oğlunu kurban etmesini) bir “sıçrama” olarak tanımlar; daha doğrusu ona göre iman, insanla Tanrı arasındaki boşluğun sıçrayarak doldurulmasıdır. Sanki, ilimden (akıldan) imana da (kalbe de) böyle bir sıçrama yapılıyormuş gibi!. Ama biz Müslümanlar, bu sıçramayı, ilme ve imana doğru değil de mala-mülke ve makama doğru yapıyoruz.  Uzuun yıllar (1923’ten 2002’ye kadar) ilmen, mâlen ve makâmen büyük “yoksulluklar” yaşamış bu insanlar, 2002’den sonra ilmen olmasa da mâlen ve makâmen büyük sıçramalar (atlamalar) yaşadılar ve yükseldiler.  Bu yükseklik, onların çoğunun başını döndürdü; çook azının da midesini bulandırdı. Midesi bulananlar, ilmî ve ahlâkî (imânî) alana yöneldiler; başı dönenlerin aklını, konfor/lüks ve gösteriş (akıllarını) başlarından aldı, küstahlaştılar. Sizler, benim gördüğümü

KENDİ SÛRETİNDE!...

Sûret, gözün gördüğü şekil, biçim, form. Akıl, sûretin arkasındaki aslı (= özü, cevheri, tözü) arar.  Madde ve sûret tartışmasına girmek istemiyorum ama şu kadarını söyleyeyim; ayrım, farklılık/farklı olma, tane olma, sûret farklılığındandır. Tanrı, insanı Kendi Sûretinde yaratmışsa, insanı “Kendine benzer”! yaratmıştır. Sûret, bir sıfatsa = bir sıfat benzerliği ise, ben bu benzerliği alışılmışın (mevcut anlayışın) dışında ele almak istiyorum.  Tanrı  Alîm’dir; insan da âlim olmak ister, istiyor. Tanrı, Kadîr’dir; insan da kudret, güç, kuvvet sahibi olmak ister, istiyor. Tanrı, Mâlik-ül Mülk’tür; insan da mülk sahibi olmak ister, istiyor.  Tanrı, Kahhâr’dır; insan da kahhâr olmak ister, istiyor... Bugün, Tanrı’ya en çok inananlarımız, O’na en yakın olanlarımız da mülk sahibi olmak için çırpınıyorlar; üstelik bunu “bir lokma bir hırka” diyerek yapıyorlar. Bakın  tarikatlarımızın hâline!. Bazı tarikat şeyhlerimiz 15-20 milyonluk arabalara biniyor. Tarikatlar, holdinglere dönüşüyor. Tarik

HZ. MÛSÂ (a.s.)'IN KASTI NEYDİ?!.

A’raf, 143. âyette, Hz. Mûsâ, Rabbi ile “buluşma vaktine” (limîkâtihâ) gelince, O’na : “Bana Kendini göster, Sana bakayım.” (erinî, enzır ileyKe) dedi. Rabbi de Ona : “len terânî” = Beni kesinlikle göremezsin; görmek istiyorsan şu dağa bak = unzur il-el cebel...” dedi. Burada hem nazar hem reâ fiili kullanılmıştır. İkisi de görme. Reâ’dan rü’ya ve re’y de türer. Rü’ya ve re’y, gözle görme değildir. Rü’ya, uykuda görülür; re’y, görüştür, tercihtir; reyimi kullandım, bi tercihte bulundum, demektir. Nazarı daha önce yazdım; hem gözle görmek hem de akılla düşünmek, nazariyat yapmak. Hz. Mûsâ, Rabbini gözleriyle mi görmek istemiştir, yoksa aklıyla (= kalbiyle) mi, yoksa her ikisi ile de mi?!. Rabbinin verdiği cevaba ve “buluşma vaktine” bakılırsa gözleriyle!. Rab, her zaman her yerde ise, bu “buluşma (yeri ve) vakti” de neyin nesi?!. Yasin 11. âyette, “... ve haşiye-r Rahmân-e bil gayb...” denir. Anlamı, görmedikleri hâlde Rablerinden korkanlar, demektir. İnanma da, görmeden olur, oluyor. R

KALP & FÜÂD

İkisi de kalp. Fark nerede?!. Kalp, inkılâb (= tekallüb) eder, değişir-dönüşür; sanki füâdda bi sabitlik vardır veya aranır.  Füâdın çoğulu, ef’ide; kalbin çoğulu, kulûb. Füâd, çoğulu ile birlikte Kitâb’ta 16 yerde; kalp, çoğulu kulûb ile birlikte 168 yerde geçer; aradaki tekrar farkı, yaklaşık on kattır. Kitâb, Efendimizin “kalbine değil, füâdına”, füâdını sağlamlaştırmak ve sâbit kılmak için indirilmiştir. (Bknz. Hûd, 120. Furkan, 32.) Bize bitürlü güven (eman/iman) vermeyen, habire değişen-dönüşen kalbimizi, sabit, istikrarlı, güvenli hâle getirmemiz gerekiyor. Bence bunun yolu, sanki önce kelime, sonra hâl düzeyinde kalpten füâda geçmek!. Bu hâle geçersek, sanki on kat daha rahatlarız gibime geliyor. Bu nasıl olur?!. Özü = Zâtı değişmeyen, Samed Olan Allah’a güvenle = imanla olur. Sürekli değişen-dönüşen, bu sayede başkalaşan kişi ve düşüncelere güvenirsek (inanırsak), sürekli inkılâb eder, bitürlü huzur bulamayız. İman, bitür huzursa, bu huzur, bir donukluk değil, aksine güven içi

NAZAR-İYAT

Nazar, bakış, görüş. Nazariyat, (anlamak için) düşünsel bakış, düşünsel görüş. Her nazar, kişide bir “manzara” (= görünüş, görüntü) oluşturur. Baktığımız “manzara”, somutsa, gözle; soyutsa, akılla görülür. Düşünme veya anlama, gözle bakışımızla akılla bakışımızı birleştirme; iki “manzarayı bir manzarada” görmedir. Çünkü, göz de akıl da aynı kişide, aynı şahıstadır. Duyuş da kişide duyu/msal = sesli bir manzara oluşturur. Duyuşun manzarası,  her yöndendir. Ses, her yönden gelir. Ses, “manzaranın” (= görünüşün, görüntünün) hareketi/eylemi, o hareketin/eylemin çıkardığı sestir. “Biz cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık. Onların gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar; kalpleri (akılları) vardır, anlamazlar; onlar hayvanlar gibidir; belki de daha aşağı.” (7/179) Batılı anlamdaki nazariye (= teorem, tez) ile, doğulu (= dînî) anlamlardaki nazariye farklı. “efelâ yenzurûne il-el ibili keyfe hulikat?!” (88/17)’deki nazar, hem deveye bakmayı hem de deveyi “incelem

DİN, FELSEFE, BİLİM

Başlığı, büyükten küçüğe doğru koydum ama söze küçükten başlayacağım. Bilim, doğayı ve kendimizi bilme uğraşı. Bir sürü bilim dalı var. Fizik, Kimya, Biyoloji, Sosyoloji, Psikoloji, vs.  Felsefe, bilimin verilerini toplar/toparlar, “büyük resmi” ortaya koymaya, olup-biteni anlamaya çalışır. Anlar mı, anlayabilir mi?!. Anlayamaz. Çünkü, her veriyi bilemez, her veriyi o büyük sisteme dahil edemez, etse de ilişkileri doğru kuramaz. Geriye din kaldı. İnsanî dinleri kast etmiyorum, ilâhî dinden söz ediyorum. İşte bu din bize, o büyük sistemin işleyişinin evrensel yasalarını ve ilkelerini verir ve bizi o sistemi kurana saygıya (= kulluğa) davet eder. Din yoksa, huzur da yoktur. Din, bilimsel ve felsefî arayışa son verir mi?!. Hayır, aksine bu arayışı güvenli bir şekilde teşvik eder.

KİA

KİA’ın açılımı, Kitle İletişim Araçları. Radyo-Televizyon, Gazete-Dergi gibi. İnternet vasıtasıyla Sosyal Medya da artık bir kitle iletişim aracı oldu.  Kitleye hitap etmek, kitleyi etkilemek neden önemlidir?!. • İktidar olmak için. • Daha çok mal ve hizmet satmak için. Kitlenin (= ahâlinin) %99’u geçimle (= yeme-içme, barınma-bürünme) ve rahat yaşama ile ilgilenir. Geriye kalan %1’lik kesimin ise daha “farklı dertleri” vardır ama onların işi de yine kitle iledir, kitleyi daha âdil ve daha insanî bir yaşama iknâ. Kitle, yaşadığı hayattan memnun olduğu sürece, o %1’lik kesimin işi çook zordur. Kitle iletişim araçlarını elinde bulunduranlar : • Kitle, isyan etmesin diye, • Kitle, bazı şeylerin farkına varsın veya uyansın diye yayın yaparlar. İktidarı (= gücü) elinde tutmak veya onu yıkıp-ele geçirmek için, olanı, olmamış gibi göstermek veya olanı iyi veya kötü yönde abartmak (= yalan söylemek), kitle iletişim araçlarının çok sık başvurduğu bir yoldur; kitle, her zaman bu tür mani

HAYAT

Hayat hakkında konuşmak zor. Ben bu zorluğu, bir benzetme ile aşmayı deneyeceğim. Hayata bir “noktadan” başlarız. Bu noktanın “içinde” başlangıçta çook az kişi (anne, sonra baba vs.) ve şey bulunur. Zamanla hayatta yol aldıkça = yaşadıkça, bu “noktanın/hayatımızın içine” daha fazla kişi ve şey girer. Hayatta yolculuk, bize kesik-kesik = noktadan noktaya bir yolculukmuş gibi görünse de, aslında bu yolculuk, “tek noktanın içindeki” bir yolculuktur. Bu kesik-kesik = noktadan noktaya yolculuğu, bir çizgi şeklinde gösterirsek, yol boyunca, içinde bulunduğumuz noktanın içine, sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz kişileri ve şeyleri yerleştirir veya yerleşmiş olan şey ve kişilerin bazılarını atarız; diğer bir deyişle bu çizgiyi ya kalınlaştırır ya da inceltiriz; buna, deneyim veya tecrübe de diyebiliriz. İçimizdeki (= bu noktanın içindeki) kahırlar (üzüntü ve sıkıntılar), bizi mahvederken; sevinçler (sevgiler) de bizi hayata bağlar. Kahır da sevinç de ilişkide = iletişimde olduğumuz kişilerin bize,

HADİS

Dînî anlamıyla Peygamber sözü. Kelimenin etimolojik kökü HDS (حدث). Hâdise, olay; havâdis, olaylar; hudûs, ortaya çıkma; muhdes ve hâdis, yeni; ahdes, çok yeni; zıttı, kadîm, eski; ehâdîs, rüya, düş. Kelime, Kitâb’ta türevleri ile birlikte 36 yerde geçer. Her insanın hayatında olduğu gibi Peygamberlerin hayatında da söz ve eylem (olay), olmazsa olmazdır; Peygamberler de konuşur (= söz söyler) ve iş yaparlar. Peygamberlerin söz ve eylemlerini sıradan insanların söz ve eylemleri ile “aynı kefeye” koymaya kalmak, bu yüzden hadis karşıtı olmak, en hafif tabiri ile Peygamberlik makamına saygısızlıktır. Sıradan insanların söz ve eylemleri ile Peygamberlerin söz ve eylemlerini nasıl ayıracağız; asıl soru/n bu olmalı; Peygamberlerin söz ve eylemlerini yok saymak (= inkâr etmek) değil. Peygamberin söylemediği sözleri, Peygamber sözü gibi söylemek, çook ayrı bir fâcia.  Lokman Sûresi 6. âyete dayanarak, hadisleri “hafife almak”, hadislerin bağlamını ve Peygamber(ler)in hayatını ıskalamaktır. Âye

BEŞ DÎNÎ KAVRAM

Mushaf. Kitâb. Kur'ân. Sünnet/Hadis. Siyer. Mushaf : Sahifelere yazılmış yazı demektir. Bu yazı, “sanal/kurgu da gerçek/hakîkî de” olabilir; Kur'ân’a karşılık gelen Mushaf’a, gerçek/hakîkî yazı; diğer mushaflara, sanal/kurgu yazı diyebiliriz. Çünkü Kur'ân, yaşanmış = gerçek bir hayatın (= Sünnet’in) sözlü ifâdesidir. Bizim kitap dediğimiz (kitap olarak bildiğimiz) “şeyler/nesneler” ise, kişisel veya kamusal kütüphanelerimizde bulunan, sanal/kurgusal yazılardan ibarettir. Oysa Kitâb, harflerle değil, eylemlerle, bizzat yaşamla yazılan (= eyleme dökülen) “fiilî yazıların” adıdır. Bu “yazılar”, daha sonra harflere, dolayısıyla da sahifelere (kâğıt, vb. elektronik ortamlara) dökülebilir ve M/mushaf şeklini alabilir. Amel Defterlerimiz, yaşamımızla (hayatımızla) yazdığımız “yazılardan” oluşan kitaplardır; onları, kargacık-burgacık harflerle değil, apaçık eylemlerimizle yazarız. Kur'ân, eylemlerle, bizzat yaşamla yazılan (= eyleme dökülen) fiilî “yazının” sahifelere dökülmüş

UNUTMAK

İnsan kelimesinin, nisyan (= unutma/k) veya üns/ünsiyet (= yakınlık kurma, yakınlaşma) kelimesinden geldiği söylenir. Bence, her ikisi de insana “yakışıyor”!. İnsan, hem unutuyor hem unutmuyor. (= yakınlaşıyor!.) Unutmak, “unutulanı” aklın ve iradenin dışına atmaktır; unutmanın zıttı, hatırlamak = zikretmek, akılda (= gönülde) tutmaktır. Unutma örnekleri : • Bir zamanlar çocuk (bebek) olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar fakir (ve anne-babamıza muhtaç) olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar köylü olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar yaşadığımız bu yerlerde başka insanların yaşadığını unutuyoruz.  • Bir zamanlar bizim de ana-babamız, dedemiz-ebemiz olduğunu unutuyoruz.  • Bir zamanlar bizim de ana-babamız, dedemiz-ebemiz gibi olacağımızı = öleceğimizi unutuyoruz. Çook daha gerilere gidelim. • Bir zamanlar “yok”! olduğumuzu, adımızın-sanımızın anılmadığını unutuyoruz.  • Bir zamanlar toprak (çiçek, böcek, sebze-meyve vb.) olduğumuzu unutuyoruz. Daha “gerisini” bilmiyo

BURADA ve ŞİMDİ

Burada, mekâna; şimdi, zamana işaret eder. Burada olmak, hareket hâlinde olmaktır. Burada hareket olmazsa, yaşam (canlılık) da olmaz. Buradaki hareket, zaman demektir. Hareket (de), belli bir mekânda olur. Bu yüzden mekân, zamandan; zaman, mekândan ayrılamaz. Burada ve şimdide olmak, zamanda ve mekânda olmaktır. Zamansız mekân, hareket etmez, ölüdür. Mekânsız zamanda ise hareket görülmez.  Şimdii, mekân ve zamanı iki boyutlu bir düzlemde = çizgi ile gösterelim. Çizgi, noktaların birleşmesinden oluşur. Çizgi üzerindeki her nokta, bir mekânı; bu noktaları birbirine birleştiren “şey” de zamanı gösterir. Aslında zaman bölünemez bir sürekliliktir ve sonsuzluktur ama biz onu (zamanı), geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde böleriz. Zaman, mekândan ayrılamıyor ve sonsuzca akıyorsa, mekân da sonsuzdur. Bizim mekânı (da) bölmemiz, aynı, zamanı bölmemiz gibi, anlamaya yöneliktir. Çünkü, bölünmemiş mekânı ve bölünmemiş zamanı bizim zihnimiz (havsalamız) anlayamaz, kavrayamaz. Çizdiğimiz bu iki boyutlu

DERT ve ANLAMA

Dert, söyletir. Derdi aynı olmayanlar, birbirlerini anlayamazlar. Derdi olanın söylediklerini, derdi başka olanlar anlayamazlar. Ancak, derdi ortak olanlar birbirlerini anlayabilirler. Dert, Farsça; Arapçası Be’sâ’/Be’s (بأساء). Bu kelime, Kitâb’ta genelde zarar (ضراء)/sıkıntı kelimesi ile birlikte geçer. Ben, be’sâ’ kelimesini (ulvî/kutsî) dert; darrâ’ kelimesini bedenî, ekonomik sıkıntı veya darlık (zarar) olarak anlıyorum. Bakara: 177, bu tür durumlarda sabredenleri, iyiler (= birr/ebrâr) olarak niteler. Ulvî/kutsî dert de insana bir tür “darlık”! verir. Bu dertten (kabzdan/sıkıntıdan), insanı ancak ve ancak El-Bâsıt Olan kurtarabilir. Aynı derdi çekenler de birbirlerini daha iyi (daha rahat/kolay) anlayabilir. ... “Davulun sesi insana uzaktan hoş gelir.” O davulun yerine bir de kendinizi koyun; o tokmakların bir de size vurulduğunu düşünün; aynı sesi mi verirsiniz?!. Hiç dişi ağrımamış biadam, diş ağrısını nasıl bilebilir, nasıl anlayabilir?!. “Aşk, ağlatır; dert, söyletir.” Ağlama

KESİT

Kesit: Algılanacak (bilinecek, incelenecek) şeyin, parça parça (= parçalı) olan kısmıdır. Aslında, parçaladığımız (= kesitini aldığımız) bütünün/şeyin kendisi de bir kesittir. Doğrusunu söylemek gerekirse, kesit, bir bütün olduğu gibi bütün de bir kesittir. Biz, evreni ve evrendeki şeyleri zaman zaman kesit; zaman zaman da bütün olarak görürüz. Bu söylediklerim, yüzeyseldir; işin bir de derinliği vardır ama o şimdilik bizim konumuz değil. İnsanlığı, yüzeysel (bedensel/bedenî!) bazda ele alırsak, her birimizi(in bedenini) insanlık (bedeninden) ayıran şey, derimizdir. Deriye sahip herkes ve her şey, hem bir kesit hem de büyük bir bütündür ama bunu sadece insan bilebilir. Varlık (= âlem), devâsâ bir deniz = okyanustur. Okyanustaki her “balık”, okyanusun bir kesitini görür; okyanusun bütününü göremez. Geştalt ve algıda seçiciliği duymuşsunuzdur. Geştalt, Almanca bir terimdir; anlamı, şekil/form demektir. Geştalta (Geştalt kuramına) göre, görünen (= algılanan) şekil, algılanandan çook daha

ÂHİRET İNANCI

Âhiret, dünya olmadan olmaz. Dünyada olanlar âhirete inanırlar ama her dünyada olan da ona inanamaz. Dünyada olan her insan, önce dünyaya doğar; sonra, kendini dünyada bulur. = Ergenlik ve dünya ile sağlıklı-sağlıksız ilişkiler kurar;  ya temelli dünyalı olur, dünya ile dostluk-yârenlik eder, dünya ile kaynaşır; ya da dünyada misafir olduğunu anlar ve onunla arasına mesafeler koyar. Dünya caziptir, insanı çeker-alır, kandırır. Akıllı adam, dünyadan gidenlerin kazandıklarını yine dünyada bıraktıklarını görür ve dünyaya/dünyalığa çok fazla meyletmez; onunla/onlarla arasına mesafeler koyar. Böyle bir adam, dünyadadır ama dünyalı değildir; dünyada misafirdir. Dünyada misafir gibi yaşamayan, âhirete inanmış gibi yaşayamaz. Bilmeyenler için hatırlatayım. Misafir, seferde (yolda) olan, bulunduğu yerde geçici/muvakkaten bulunan demektir. Yolda olmak için, yola/yolculuğa çık(ıl)acağını bilmek, yola girmek gerek. Adam, dünyaya dibine kadar batmış (âhiret için hiçbişey yapmıyor, ölümler bile onu

DÜŞÜNCENİN SEYAHATİ

Seyahat, bilinmeyen yerlere yapılan gezi. Ünlü, çağdaş, Yahudi sosyolog ve filozof Zygmund Bauman, üç tür seyahatten söz eder: Aylakların seyahati. Turistlerin seyahati ve Hacıların seyahati. Bence, düşüncede de ‘aynı veya benzer türden bir seyahatten’ söz edilebilir. 1. Aylak aylak düşünen veya düşünmek için düşünenlerin seyahati. 2. Bilmek için düşünenlerin seyahati.   3. İnanmak için düşünenlerin seyahati.   Cebinde harcayacak beş parası olmayanlar,  nasıl aylak-aylak gezerlerse, başka yapacak bir işi olamayanlar da aylak-aylak düşünürler; ben buna, Nasreddin Hoca’dan esinlenerek, ‘hindi düşünmesi’ diyorum. Parası bol olup, harcayacak yer bulamayanlar da sırf, tarihi-turistik biyerler göreyim diye seyahat ederler, ama onlar, gördükleri yerlerden (şeylerden) gerekli ibretleri/dersleri almadan aynı şekilde yaşamaya devam ederler; aynen bunlar gibi, bilmek için düşünenlerde de, edindikleri dağınık ve parçalı bilgi (uzmanlık bilgileri), onların hayatlarında bir değişikliğe yol açm

LÂ HAVLE...

Genelde işlerimiz “ters” gidince veya başımız sıkışınca “Lâ Havle” çekeriz. (Lâ Havle ve lâ Quvvete illa Billâh-il Aliyy-il Azîm, deriz.) Ne demek isteriz?!. Güç ve Kuvvet, sadece Yüce ve Büyük (Olan) Allah iledir (= Allah’ın yardımı iledir.) Bir başka ifâde ile, Yüce ve Büyük Olan Allah’ın Gücü ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Buradaki ‘Lâ ve illâ’, Şehâdetteki ‘Lâ ve illâ’ ile aynıdır. Şehâdetteki ilâh’ın yerine Havl ve Quvvet konulmuştur. Allah’tan başka İlâh yoktur = Allah’ın  Gücü ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Öyle midir?!. Öyleyse, bizdeki güç ve kuvvet nedir?!. Allah’tan başka ilâh (var) kabul edenler, ne olacaktır?!. Bizdeki (herkes ve her şeydeki) güç ve kuvvet, O’ndandır, O’nun bize “vergisidir”!, bizim değildir. O’ndan başka ilâh (var) kabul edenler de (= O’na şirk koşanlar da) O’nun kullarını ilâh kabul etmektedir. ... Kitâb’ta havl kelimesi, ‘doğrudan güç’ anlamında kullanılmaz; güç ile kuvvet neredeyse müteradiftir; yukarıdaki cümle de (= Lâ Havle .

MAYASI BOZUK!...

Biliyorum, bu deyim, aslını-esasını kaybetmiş, temel/fıtrî özellikleri bozulmuş anlamında, çoook ağır bir deyimdir. ... Doğru dinin (= İslâm’ın) mayasını şirk bozar. Şirki, din bünyesine (= inancına) bulaştıranın, dini bozulmuştur; onun inandığı din, artık doğru (= hâlis) din olmaktan çıkmıştır. ... Biri, bizim kişiliğimizi hedef alarak, bize “mayası bozuk” derse, beynimize kan sıçrar. ... Birbiri ile bağlantılı iki soru soracağım. 1. İyi bir dindarsak, dinimize, kişiliğimizden çook fazla daha değer vermemiz gerekmez mi?!. 2. İnandığımız dine şirk karıştırmayarak (= bulaştırmayarak) o dinin mayasını bozmamamız gerekmez mi?!. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, (doğru ve hakkıyla söylenirse), mayası bozulan dini (= bizim inandığımız dini, İslâm’ı değil, İslâm, temizdir.), yeniden temiz maya ile mayalar. ... Hadi, hakkıyla yeniden, bir daha, bir kez daha, sıdq ile, gönülden tecdîd-i iman : “Eşhedü en Lâ ilâhe illâ-l Allah, ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve rasûlüHû.” Ne dediniz de din mayanızı (

DUÂ ZAMANI

“Rabbi edhılnî mudhale sıdqın ve ehrıcnî muhrace sıdqın vec’alnî min ledünKe sultânen nasîrâ.” (17/80.) Anlamı: “Rabbim beni, gireceğim yer/e doğru bir girişle (= doğrulukla) girdir; çıkacağım yer/den doğru bir çıkışla (= doğrulukla) çıkar; bana katından (= min ledünKe) güçlü bir destek (= sultân) ver.” Orijinal metinde, cümleye ‘...de...den’ anlamı veren, ‘an ve ilâ’ harf-i cerleri yok ama tüm mealler bu âyeti böyle çeviriyorlar. Yanlış mı?!. Hayır, eksik!. İnsanın gireceği (girdiği) ve çıkacağı (çıktığı) ‘şey’, sadece somut/maddî bir mekân = yer olmaz; insan, manevî/psikolojik bunalımlara, kişiyi kendinden geçiren, kendini unutturan (deli eden) sevinçlere de (= olumlu-olumsuz duygu durumlarına da) girip-çıkabilir. Bu yüzden âyetin kapsamını daraltmamak gerekiyor; o yüzden, âyette ‘an ve ilâ’ harf-i cerleri hem hazfedilmiş hem de yoktur diyebilmeliyiz. Tamam, Efendimiz bu duâyı hicret arefesinde = Mekke’den Medîne’ye hicret etme kararı alınca, çok sık edermiş, bu duâ, Onun o ânki hâli

KAZANÇ

(Bu yazı, ‘bunca yıldır yazıyorsun, ne kazanıyorsun?.’ şeklinde özetlenebilecek bir soruya cevap olarak kaleme alındı.) Kazanç: Belli bir emeğin sonucunda elde edilen maddî-manevî (= somut-soyut) gelir, hâsıla, semere, fayda, vs. Bunları üç şekilde gruplayabiliriz: Para. Şöhret ve Sevab. • Para: Somuttur ve ekonomiktir. • Şöhret: Yarı somut, yarı soyuttur ve toplumsaldır. • Sevab: Tam soyuttur ve dînîdir. Para, sadece banknot değildir; ele geçen her türlü mal: ev, araba, arsa, yat-kat, fırsat, belge: diploma, ruhsat, vs.dir. Şöhret, sadece yerel değildir, ulusal ve küreseldir.  Sevab, insana burada hiçbir getirisi olmayan (= olup-olmayacağı da bilinmeyen ama olacağına inanılan) ve iyi bişey olduğu sanılan “şeydir”!. Şimdi, bu üç tür kazancın birbirleriyle ilişkisine (= birer-bir, altı; ikili = ikiye-bir üç olmak üzere) toplamda dokuz soru ve dokuz kısa cevapla bakalım. 1. Para, şöhret kazandırır mı?. Kazandırır. Temiz (helâl) para, temiz (iyi) şöhret;  kötü (= kara) para, kötü

DİN BİNASI

Bir binayı ayakta tutan, direkleri ve kolonlarıdır; duvarlar değil. Bizler, din binasının direkleri ve kolonları ile değil de duvarları ile ilgileniyoruz; aslı ihmal ederek füru’yu ön plana çıkarıyoruz.  Din binasının, temel, ana, orta (taşıyıcı) direği, Kelime-i Tevhîd’dir = Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır. Diğer “tamamlayıcı” direkleri de Namaz, Oruç, Hacc ve Zekât’tır = İslâm’ın beş şartıdır. Binada değil de çadırda yaşıyorsak, çadırı ayakta tutan ana direk, yine Kelime-i Tevhîd = Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır; çadırı kenarlarından toprağa bağlayan direkler de Namaz, Oruç, Hacc ve Zekât’tır. Biz, ana direği yıllarca ihmal ettik, “zayıflattık”; öteki direkleri güçlendirerek, bu dini (= din binasını) ayağa kaldırmaya çalışıyoruz. Kaldırabilir miyiz?!. Kaldırabiliriz ama belli bir süre sonra, bu bina (yine) tam ortasından bel vererek yıkılır; ama orta (ana, temel) direk sağlam olursa, öbür direkler de sağlam olur; aynen toplumun orta direği gibi. Toplumun orta direği çökerse, toplum (çatı, bina)

ZAMAN

Zaman kelimesinin kökeni nedir?! Kitab’ta zaman (زمان) kelimesi geçmez; zaman kelimesinin aslının Farsça olduğu, zurvan kelimesinden türediği söyleniyor, Avesta’da zurvanizm diye bir dinden de söz edilir. Kitâb'ta zamana karşılık Ebed. Ezel. Sermed. Huld. Hukb. Dehr. Hıyn. Asr. Ecel. Gece-Gündüz. Bugün/Yevm. Ğad/Yarın. İstikbal/Gelecek. Ay/Kamer. Yıl. Vakt. Sa’at gibi kelimeler geçer. Bu kelimeler zamanın uzunluğunu ve kısalığını, geçiciliğini ve sonsuzluğunu belli bir skalada ifâde eder. Zamana hükmeden, mekâna da (mekândaki şeylere de) hükmeder. Yunan Tanrısı Kronos, Kaos’tan türemiş Uronus ile Gaia’nın oğlu olan bir Titan/Tirandır; zamanı ölçen kronometre ve zamandizim anlamındaki kronoloji de buradan gelir. Kronos, bütün Tanrıların babasıdır, zamanla çocuklarını yer. Ben, zaman (زمان) ile zemîn (زمين) arasında yakın bir ilişkinin olduğunu zannediyorum; iki kelime de Farsça. ... Efendimizin haber verdiği bir kudsî hadise göre, Yüce Allah şöyle buyurmuştur : “İnsanoğlu dehre (zam

ZAMANA BAKIŞ

Zamanı ölçen saatlere değil, zamanın kendisine bakış. Zamanın kendisine bakabilir miyiz?!. Hayır, çünkü zaman boyutlu ve sûretli bişey değil. Mekân, iki boyutlu; mekândakiler (şeyler) de üç boyutlu; zamanda, boyut yok. Öyleyse, zamanı nasıl algılıyoruz da onu, geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde bölüyoruz?!. Zamanı da sayı doğrusu gibi, doğrusal olarak bir çizgi üzerinde gösterirsek, 0 (sıfır), şimdi; -1,-2,..., geçmiş; +1,+2,... gelecektir. Onu (zamanı), doğrusal değil de döngüsel olarak gösterirsek, saat (şekli) gibi bişey/şekil yaparız; saatin akrep ve yelkovanı, hangi rakamın üzerinde ise, ona, şimdi; saatin dönüş yönüne göre, onlardan geride (solda) olanlara, geçmiş; ileride (sağda) olanlara, gelecek deriz ama bu bizim sorunumuzu çözmez, çözmüyor. Zaman, sürekli kendini tekrarlayan, döngüsel bişey değil. Her gün, yeni bir gün. Herkesin zamanı kendine özel bir zaman. Biz, niye de doğrusal zamanı benimseyerek yürüyelim ve şu soruyu soralım. Biz, zamana doğru mu gideriz; zaman, bize do

HAZIR MIYIZ?!

Hazır, hazırla(n)mak fiilinden sıfat-isim; hazır ile huzur aynı kök : HZR (= حضر). Çocuklarımızı sınava (= geleceğe) hazırlıyoruz. Düğün (toplantı, yemek, görüşme, yolculuk vs.) için, hazırlık yapıyoruz; uyumaya (= yatmaya), namaza hazırlanıyoruz. Hazırlıklarımız bitmiyor... Tüm bu hazırlıklarımızın sonunda da “Huzur’a” çıkıyoruz. İyi hazırlananlar, kazanıyor; kötü hazırlananlar, kaybediyor. Yeni (= yeniden) bir hazırlık imkânımız da yok. ... Hazır, şu ân ve burada, demek; hazır, zamanı ve mekânı içine alan (= içinde barındıran) bir “kelimedir”!. Biz, bu kelime ile “hâllenir” isek = hep/her zaman, şu ânı ve bu mekânı en iyi şekilde değerlendirir isek, hep hazır olur, hep huzur buluruz; aksi hâlde, hep kaybederiz. Hazırlık, şu an ve burada (= şimdi) yapılacak bişeydir, ertelenemez; ertelenirse, hazırlığını yaptığımız ân ve mekân (= huzur), elimizden kayaar-gider.

GÖZ, KULAK ve KALP

Göz, görür; kulak, duyar; kalp, hisseder. Görüntü (= şekil veya sûret) varsa göz görür. Görmenin de biçok çeşidi vardır. Görmek, bakmak, şahit olmak, seyretmek, süzmek vs... Arapçada da aynı: nazar/nazariye, basar/basiret, reâ/re’y, şühûd/şehâdet... Ses varsa kulak duyar. Bizim kulaklar, belli desibeldeki veya belli frekanslar arasındaki sesleri duyabiliyor. (20 ila 20.000 Hertz.) Uzaydaki büyük patlamaları veya yerde yürüyen karıncanın yürüyüşünü duyabilseydik, kafamız patlardı. Duygu varsa kalp hisseder. Herkes, aynı duygu ve hassasiyet yoğunluğuna sahip değildir. Hasis değilse, iyi görenin, iyi duyanın hassasiyeti de yüksek olur. ... Gördüklerimizi ve işittiklerimizi artık kaydedebiliyoruz. Dün, bu kayıtlar, çook sınırlı olarak mağara duvarlarına, kil/taş tabletlere, hayvan kemiklerine, papirüs, porşömen ve kağıtlara (= sahifelere) yapılıyordu/yazılıyordu, şimdi elektronik ortamlara yapılıyor, yazılıyor.  Her şeyde bir kayıt var. Her şeyimiz kaydediliyor. = Amel Defteri. Bizler, bu

KONUM

Konum ikiye ayrılır  :  1.Mekânî konum.  2.Makâmî konum. Mekânî konum, enlem ve boylamla; Makâmî konum, (toplumsal) statü ile belirlenir. Bir de kişinin Rabbi karşısındaki konumu vardır; onu, sadece O bilir. Makâmî konumunu emekleri ile, hak ederek değil de, eş-dost ve tanıdık-dayıları ile elde edenlerin, Rableri karşısındaki konumu “iyi olmasa” gerek.

ZAMAN, MEKÂN ve BEN

Zaman, mekândaki hareketi; mekân, zamandaki hareketsizliği ifâde eder; ben de, hem zamandaki hareketi hem de mekândaki hareketsizliği fark edenim. Ben olmasam, zaman da mekân da (benim için) olmaz. Her mekân bir nokta; tüm mekânlar (büyük mekân) da büyüüük bir nokta; noktaları birbirine bağlayan çizgi (= yol = ecel), (benim) zaman(ım). Şimdi, dünya noktasındayım; yarın, âhiret noktasına gideceğim. Ahiretteki yerimi de buradaki yönüm (= kıblem) belirleyecek.

İSTİKÂMET

Kelimenin kökü, kâme (قام); istif’al babında; istekame, yestekımu, istikâmet. Kâme (قام) : ayakta durmak, dikilmek ama hangi yönde?!. Belirsiz. Her yön olabilir. İstikâmet ise belirli bir yönde ayakta durmak, dikilmektir. Müslümanlar için, iki boyutlu düzlemde bu yön, Kâbe = Beytullah = Allah’ın Evi’dir. ... İki kişinin yönleri farklıysa, pek çok şeyi anlamaları da farklıdır. İşi biraz basitleştireyim. Bir odada, iki kişi karşılıklı oturuyoruz; ortamızda da bir sehpa var, sehpanın üzerinde de iki bardak çay var. Ben, muhatabıma ‘hangisi benim’ diye soruyorum; o da ‘sağdaki’ diyor. Bana göre sağdaki miii, ona göre sağdaki mi?!. İkimiz yan yana ve aynı yöne doğru otursaydık, ikimizin sağı da (solu da) aynı olurdu. Bir başka örnek, Güneşle yön tayininde. Güneşi, doğarken solumuza (= kalbimiz tarafına) alırsak, önümüze güney; arkamıza kuzey deriz; batarken solumuza alırsak, önümüz kuzey; arkamız güney olur. ... Kâbe’de tavaf, Kâbe’yi Güneş gibi sola (= kalbimiz tarafına) alarak yapılır. Ba

NOKTA-ÇİZGİ

Nokta, uzamdaki en küçük yeri/mekânı; çizgi, iki boyutlu düzlemi “gösterir”!. Evren, çoook büyük bir noktadır; bizler (bizler de çoook küçük noktalarız), bu büyüüük evrenin içinde, küçüüük noktaların birleşiminden oluşan yollarda yürürüz. Yolların üzerindeki yerleri (önemli mekânları : Okul, Camii, Müze vb.) de, noktalarla gösteririz. Çizgi, iki boyutlu düzlemi gösterir dedim, ama çizginin yönünü belirtmedim. Bir yerden bir yere (= gideceğimiz doğru yere = yöne) gidebilmek için, yönü (= çizginin yönünü = kıbleyi) doğru bilmemiz şarttır; aksi hâlde deli danalar gibi uçsuz bucaksız uzayda (uzamda) dolanır dururuz. Doğru yön için, iki şey gereklidir. 1) Ben. 2) Belirli bir referans noktası (= röper). Ben, yönümü bu referans noktasına (= röpere) göre tayin ederim = bulurum; o referans noktasına (= röpere) yüzümü döndüğümde, o referans noktası (= röper) benim önüm olur; önüme göre, arkamı, sağımı, solumu belirlerim... Bu, iki boyutlu ve düz hatlı bir yön belirleme işlemidir. Bir de yüksekli

NAMAZDA BEDENİMİZ NE DER?!

Namazda Huzur’a temiz bir bedenle (ve kalple/gönülle) çıkarız = Abdest. Namazda bedenimiz yönünü bulur = Kıble; Beytullah’a = Allah’ın Evine = Kıbleye yönelir. Namazda ellerimizle mâsivâyı (= Allah dışındaki her şeyi) geriye (= arkamıza) atar ve Allah’u Ekber = Allah En Büyüktür, Allah’tan başka ilgilenebileceğimiz bibaşka büyük yoktur, diyerek başlarız = İftitah Tekbiri. (Eûzu-Besmeleyi es geçiyorum.) Huzur’dayız. Ellerimiz bağlı, göbeğimizde; başımız önde, gözlerimiz secde yerinde, ayaktayız = Kıyam. Kıyamda okuduklarımızı (= söylediklerimizi) bedenimiz; bedenimizin söylediklerini (= okuduklarını) kıyamda okuduklarımız yalanlamamalı; unutmayalım!, Huzur’dayız; ne hâlde olduğunuzu (= tutarlılığımızı ve tutarsızlığımızı) “Huzur’unda Olduğumuz” biliyor; bu mesele, bu yazının konusu değil. O’nunla konuşuyoruz. Biz O’na, O da bize, “bişeyler”! söylüyor/uz... = Kıraat. Allah’u Ekber = Allah En Büyüktür, diyerek, “Tamam” anlamında eğiliyoruz = Rükû. (ve “Sübhane Rabbi-yel Azîm” (baş üstüne!

ÉLÂN

Kelime Arapça, anlamı ‘şimdi mi?’, demek. Kitâb’ta, Yunus Sûresi 91. ayetin başında geçer; (bence) açılımı (= yapı sökümü = analizi) ise şöyledir : ân’ın (= en kısa zaman olan şimdinin) başına el harf-i tarifi gelmiş ve birinci elif, kelimeye soru anlamı vermiştir. É-l’deki é’de, iki elif vardır; ilki soru edâtıdır, ikincisi el’in elifidir. Firavun, İsrailoğullarına çok büyük zulümler ettikten sonra, Kızıldeniz’de boğulacağını anlayınca, “Mûsâ ve Harun’un Rabbine iman ettim.”, demiş; Allah da “şimdi mi?!” diye cevap vermişti. Firavuna o gün söylenen şimdi, şimdi değil; benim (sizin) dün söylediğim (söylediğiniz) şimdi de şimdi değil... Herkesin şimdisi, şu ân. Şu ânı değerlendiremezsek ve şu ânın kıymetini bilemezsek, bize de “şimdi mi?!” denilebilir!. “Son pişmanlık fayda vermez.”

ÂYET

1) Kur'ân-ı Kerîm’in her bir cümlesi. 2) Bir şeyi, bir düşünceyi gösteren = ifâde eden işaret. Ben, önce ikincisinden söz edeceğim, sonra konuyu birinciye bağlayacağım. Konuşamayanlar (= ahrazlar, samutlar), düşüncelerini el hareketleri ile ifâde ederler = elleriyle havaya şekiller çizerler. Harfler de birer şekildir. Sesler, harflerin sesli şekli; harfler, seslerin sessiz hâlidir; bizler, harfleri okuyarak seslendiririz. Plânlar, grafikler, trafik işaretleri, krokiler, resimler, vb. şeyler, hep birer şekildir; bişey ifâde ederler. Dilbilimci Ferdinand de Seussure, bu işaretlere gösterge (= parole) der; göstergenin gösterdiği şey = gösterilen, diğer bir deyişle gönderge, hem zihindeki anlamdır, düşüncedir, hem de o göstergenin dış dünyadaki karşılığıdır. Her işaret, bişeyi gösterir; göstergelerin (= işaretlerin, harflerin, seslerin) oluşturduğu bazı işaretler, soyuttur; gönül gibi, Tanrı gibi... soyut göstergeler, somut göstergelerin gösteremediği şeyleri “gösterirler”!. ... Şi

BEDEN DİLİ

Beden, el-kol, yüz-göz gibi organların oluşturduğu bir bütündür. El-kol hareketleri (= işaret dili), yüzlerdeki mimikler ve jestler ve “gözün hâlleri” birer dildir. Bu dilin “gramerini” aşağı-yukarı herkes bilir. Bir bütün olarak bedenin aldığı “şeklin” ifâde ettiği “şeyi”, dil ifâde etmekte zorlanabilir. Muhatabımızın bize yaptığı veya söylediği bişeye, bedenimizin verdiği tepkiyi; veya bizim muhatabımıza bedenimizle (= hareketlerimizle, davranışlarınızla) “söylediğimiz bişeyi”, dilimiz ifâde edemeyebilir. “Dil yalan söyler ama gözler (beden) yalan söylemez.”

NE FARK VAR?!.

İnanan ile inanmayan arasında ne fark var; varsa, bu fark, niye ciddî bir değişime-dönüşüme yol açmıyor; bu fark, “öylesine bir fark” mı, sorusu ile kafam epey zamandır meşgul.  Bu fark, aslında taâ başta/başlangıçta, inanırken = “Lâ ilâhe illâ-l Allah” derken ortaya çıkıyor ama biz O SÖZÜ içini doldurmadan söylüyor, O SÖZE sadece harf giydiriyor, âdeta bir korkuluk gibi etkisiz ve güçsüz bırakıyoruz. Bu yüzden : İnanan da, inanmayan gibi yaşıyor; aynı saatte yatıyor-kalkıyor, aynı şeyleri yiyip-içiyor, aynı marka arabalara biniyor, aynı tip evlerde ve yerlerde oturuyor, kendini ve çocuklarını aynı okullarda aynı tip eğitimden geçiriyor, ... daha sayayım mı?!. Fark nerede?!. Belki biraz görünüşte. İnanan erkekse, sakallı ve caminin yolunu biliyor; yoo şimdi inanmayanların da sakalı var; onlar da bir yakınları ölünce caminin yolunu öğreniyor; inanan kadınsa, baş/örtülü ama başını neden örttüğünü bilmiyor; belki de örtü 5-10 sene sonra moda olur, her kız veya kadın başını örtmeye can ata

YAP-BOZ

Yap, bişeyler (= yapı) yapmayı; boz, yapılan o şeyleri (= yapılan yapıları) bozmayı imler. Herkes bişeyler yapar. Müteahhit (= usta, mimar, vs.), bina,  yol, köprü, tünel vs.; aşçı, yemek; ayakkabıcı, ayakkabı; marangoz, kapı-pencere, masa (= mobilya) yapar...; yapılan tüm bu şeyler, bir malzeme ile yapılır.  Hatibin (= konuşmacının) ve yazarın malzemeleri de kelimelerdir; onlar da söylev ve metin yaparlar. Önemli olan, yapıcının/yapanın yaptığından/yaptığı şeyden memnun olması; yaptığı şeyi neden (ve niçin) yaptığını bilmesidir. Bizim yaptığımız şeyleri, ya biz bozuyoruz ya da belli bir süre sonra kendileri bozuluyorlar; aradaki zamansal mesafenin pek bir önemi yok. Aslında çocuklar gibi yap-boz (oyunu) oynuyoruz. Yaptıklarımızın işe yarar olması, insanlara bir faydasının dokunması ve BÜYÜK YAPININ ‘bir parçası’ olması çok daha önemli. Kimse, yaptığım şey, BÜYÜK YAPININ bir parçasıdır, diye yapmıyor. “Büyük ölçekli, uzun vâdeli ve kalıcı yapıların” peşinde değiliz; paket, sipariş ve “

KORKU

Havf. Bir tehlike ânında veya birinin bizi cezalandırması durumunda içimizde duyduğumuz “ürperti veya endişe”. Korku, kaygıdan, ürpertiden ve endişeden çook daha yoğun, çook daha şiddetlidir. Tehlike, helâk = yok olma korkusunun “ara” durumudur. “... küllü şeyin hélikün illâ Veche/h...” (28/88.) Korku ise, yok olma, yok edilme (= helâk olma, edilme) korkusudur. Mesele, “olmak ya da olmamak = to be or not to be”, meselesidir. Tüm tehlikeler (ateş = yanma = cehennem dahil), kişinin varlığını yok etmeye yöneliktir. Tehlikenin büyüklüğü, korkuyu da büyütür ama en büyük tehlike (cehennem) bile, insan varlığını aslâ yok edemeyecek; cehennemdeki insan, hep yok olma korkusunu yaşayacaktır. Bu nasıl bir psikolojik acı!, (sadece psikolojik değil); tahmin edebiliyor musunuz?!. Cennetteki adam ise, hiç (yok olma) korku(su) yaşamayacağı gibi hüzün (= hafif bir üzüntü) de görmeyecek. “... lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yeahzenûn.” (10/62.); o, hep mutlu olacak. Yokluk, yok olma (korkusu), korkuuunç biş

İSİM-RESİM

Soyuttan somuta. İsim, resimden daha soyuttur; resim ise, daha somut (yer kaplayan) bişeyin resmedilmesidir. (= betimlenmesidir.) Benim resmim beni, ismimden (= adımdan) daha çok “gösterir” ama, beni hiç görmemiş bir adam, resmimi de görse, adımı da duysa, yine bu kim (o kim), diye sorar. Bu kim ile, o kim, arasında fark vardır. "Bu", bize bir yakınlık verirken (= çağrıştırırken); "o", bize bu yakınlığı vermez.  Resimden isme kolayca gittiğimizi farz etsek bile, o resmi(in kime ait olduğunu) bilmiyorsak, isim bize pek bişey ifâde etmez; ama isimden resme gidersek, “hââ!; o, bu muymuş?!” deriz. ... Kritik soru şu : Elimizde Tanrı’nın İsmi var, ama resmi yok; o zaman ne yapacağız?!. Bilen var mı?!. ... Animasyonu bilirsiniz. Hareketsiz (= cansız) resimleri, canlı = hareketli imiş gibi düzenleme veya gösterme.  Resim, hareketli (= canlı) birinin hareketini o ânda durdurma, onu o ân için "öldürmedir"!. O resmin hâlâ yaşayıp-yaşamadığını (= hareket edip-etmediğ

DİL(İM)İN DÜZENİ

Aslında dilin düzeni, düşüncenin (= beynin çalışma) düzenidir. Benim yaptığım gibi, düşüncede daldan dala atlamak, bazılarına bir düzensizlik; bazılarına çok bilmişlik gibi görünebilir. Düzen, farklı “yapıların” uyumudur; aynı “yapılar”, düzenli imiş gibi görünse de tek düzedir = tek tiptir. Düşüncede tek düzelik = tek tiplik, zenginlik değil, sığlıktır. ... Zipf yasasını duymuşsunuzdur. Ünlü dilbilimci (= dil filozofu, filoloğu) George Zipf’e ait. Kısaca, bir konuşmadaki veya yazıdaki/metindeki toplam kelimeler sayılıyor; bu kelimelerin kullanım sıklığı, belli/ölçülebilir bir desen (= oranlı istatiksel bir yapı) oluşturuyor/muş!. Bu neyi gösterir?!. Dilin ve düşüncenin düzenini. (Bence bu yasa, bir de Kur'ân üzerinde uygulanmalı = test edilmeli. Ben bunu kabaca bir kez denedim ama işin içinden çıkamadım; güçlü bir bilgisayar (bilgisi) gerekiyor. Mu’cem-ül Müfehres’te, Kur'ân’daki kelimeler ve kaç kez geçtikleri sayılmış, ama onları sıraya dizmek aralarındaki “orantısal deseni”

HUZUR

Huzurum kalmadı. Bu evde hiç huzur yok, gibi cümleleri sık sık kurarız. Huzur nedir, nerededir?!. Huzur, (bi tür) “iç” rahatlığı ve kendinden memnuniyettir. Pekiî, bizi ne huzursuz eder?!. Yokluk, her türlü sıkıntı, kötü bir söz, ciğere işleyen bir bakış, belirsizlik, vs... bunlar giderilince bize huzur gelir mi; gelirse, nereden gelir?!. Huzur, bizim içimizde midir, dışımızda mı?!. Huzur’a çıkınca (= namaza durunca) da huzur bulamıyorsak, bize huzur hiçbir yerden gelmez. Efendimiz, Hz. Bilâl’e : “Ya Bilâl, hadi bizi rahatlat!.” demişti. Ne demek istemişti?!. “Dünyada bana üç şey sevdirildi : Sâliha kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz.” Evde (ev de bi tür iç’tir) huzur, sâliha kadınla; dışarda huzur, güzel koku ile; içerde huzur, namazla olur. Namazı, dışarı = hayata da taşırsak, huzurumuz artar = katmerleşir. Yine de size, huzurun nereden geldiğini anlatamadım galibâ, ne yapayım, beceremiyorum işte, mâzur görün.

MÂHİYET

Mâhiyet, bişeyin içidir, içinde ne olduğunun, o şeyin ne-den oluştuğunun bilinmesidir; o şeyin dışında olan, o şeye ait değildir, o şeyden başkadır. Her şey O’dur, dersek; O şey’in içi-dışı birdir ve O şey’den gayri bişey yoktur, demiş oluruz; oysa biz, O şey’den gayri bişey yok, demiyoruz; O şey’den gayri = başka bir ilâh yok = Lâ ilâhe illâ-l Allah, diyoruz. O’nun dışında (biz dahil) çook şey var, ama hiçbir ilâh yok. Şerh “O şeyin dışında olan, o şeye ait değildir, o şeyden başkadır.” cümlesi şerhe muhtaç. Bu cümle, bizim düzeyimizde kurulmuş bir cümledir; Tanrı’nın düzeyinde değil. “Tanrı’nın dışında” olanlar da Tanrı’nındır = LeHü-l Mülk, ama onlar tanrı = ilâh değildirler.

MADDE ve CEVHER

Madde, uzayda yer kaplayan, içi ve dışı olan “şey”. Cevher, uzayda yer kaplamayan, içi ve dışı olmayan, içinde ve dışında bişey olmayan “şey”!. Spinoza’nın Tanrı “tanımı”, cevhere dayalı bir tanımdır; o, Tanrı (= Deus) = Doğa (= Natura) demiş, Tanrı’yı Doğa ile eşitlemişti. Cevhere dayalı böyle bir tanımda Tanrı, içi-dışı “boş” bir Varlık olur, Samed olmaz.  Samed nasıl anlaşılır dersek; O’nu biz anlayamayız; anlasaydık, biz de Tanrı olurduk. Tanrı, anlaşılmaz; O'na inanılır. 

KİTAPLAR, NEDEN ve NİÇİN YAZILIR ve OKUNUR?!.

Kitaplar, yaşanmış ve yaşanacak hayatları anlatmak için yazılır; yaşanmış hayatlardan ders almak, yaşanacak hayatlara da yön vermek için okunur. Tabiî her kitap bu zor işi başaramaz; çoğu kitap fantasmadır, kurgudur, eğlence için yazılır; ama İlâhî Kitâb’ın = Kur'ân’ın geçmişe dair anlattıkları da  geleceğe dair projeksiyonları da, gerçektir, hakikattir; çünkü O, her şeyi en doğru şekilde Bilen, Merhametli Bir İlâh’ın (= Allah’ın) Kitâb’ıdır. ... Kitâb (= Kur'ân), Efendimizin kalbine ‘yazılı bir hâlde = Mushaf şeklinde’! inmedi; Efendimiz Onu, kendi diliyle, eliyle ve hayatıyla yazdı = yazdırdı = Mushaflaştırdı = Sahifelere kaydettirdi. Sahifelerdeki kitaplar (= yazılar), cansızdır, ölüdür; biz onları okuyarak, anlayarak ve yaşayarak canlandırırız.

İKRA KİTÂBEK!... (17/14.)

Kitâbını oku!. Herkes, Kitâb’a bakarak = Kitâb’ı (= Kur'ân’ı) okuyarak ve yaşayarak (veya okumadan), kendi kitabını yazıyor.  Yarın, herkes yazdığı o kitabı okuyacak. Kitap, illâki harflerle yazılmaz, davranışlarla da yazılır. Bizler sadece harflerle yazılan kitabı, kitap zannediyoruz; davranışlarımızla yazdığımız kitabı hiç düşünmüyoruz.  Biz de, kâinat da yazılmış bir kitap. Eminim, herkes anlamıştır ama ben yine de anlamayanlar için yazayım. Düşünceler, davranışa; davranışlar, düşüncelere dönüşür; davranışlar ve düşünceler de söze dökülür; sözler de davranış ve düşüncelere dönüşür; hepsi bir/er kitaptır. 

LİSÂN-I HÂL

Son aforizmada (Eskiden’de) sorduğum “o şey” üzerine, “lisân-ı hâl” cevabı geldi, ben de bu kısa yazıyı lisan-ı hâle ayırdım. Lisân, malûm dil; hâl de davranış, tutum, tavır. Hâl kelimesi, fiil olarak kullanılırsa, değişmek, dönüşmek anlamına gelir. O zaman, lisân-ı hâl de değişir, dönüşür; sabit değildir. O zaman, bu değişimi, dönüşümü, “istikrarlı, tutarlı” kılmak ve “kemâle taşımak” çook önemlidir. Sözü de bir eylem olarak alırsak, normal lisân ile lisân-ı hâlin farkı nedir, sorusunu sorabiliriz. Sözde yalan olur da lisân-ı hâlde yalan olmaz mı = davranışlarımız (= hâl, tutum ve tavırlarımız) “sahte ve yapmacık” olmaz mı?!. Olur, olabilir. O zaman çözüm ne, ne yapmak gerekir?!. İş, ihlâsa = samimiyete (= ittikâ’ya = taqvâ’ya) varıyor, çözüm, ihlâsta = samimiyette; o ihlâsı = samimiyeti de kişinin kendi ve Rabbi biliyor. Kitâb, Kitâb’ın başkaları için değil (sadece) “muttaqîler için hidâyet” (= hüden lil mütteqîn, 2/2) olduğunu söylemesi, demek ki boşuna değil. Kitâb da bir Söz, hem

ESKİDEN...

Eskiden (= önceden, çocukken) kelimelerim (= dilim) yoktu; kimseye bişey anlatamıyordum, şimdi kelimelerim var, yine kimseye bişey anlatamıyorum. Demek ki iş, kelimelerde değilmiş; “başka bişeydeymiş”!. “O şeyi” bilen var mı?!.

BİRLİK ve BERABERLİK

1 Kasım’da ‘Birlik ve Büyüklük’ adlı bir yazı yazmıştım; orada birliğe değindim, burada değinmeyeceğim, beraberlikten söz edeceğim. Beraber olmak, en az iki kişi ile olur; beraberlikte en az iki kişi bir-arada, yan-yana bulunur; beraberlik, biraradalık ve yanyanalıktır. Beraber olanlar, zaman zaman ayrılırlar.  Hep/sürekli beraber olanların = hiç ayrılmayanların her yapıp-ettikleri ortaktır, onlar çook iyi dostturlar ama herhangi bi konuda anlaşamazlarsa, ya biri diğerinin dediğine razı olur, ya da ayrılırlar = beraberliklerini sona erdirirler. Ara-ara (= ara-sıra, zaman-zaman) ayrılanlar, tekrar bir-araya gelmek, beraber, yanyana olmak için ayrılıyorlarsa, bu ayrılık : a) ya beraberliği bozmak için, b) ya da güçlendirmek içindir. İlki (= a), ilk beraberlikten memnuniyetsizlik ve yeni bir beraberlik arayışı; ikincisi (b), ilk beraberliği tahkim etmek içindir. Bu iki durumu (= ayrılmayı ve kalmayı) belirleyen şey nedir?!. Beraber olanları, bir-arada tutan değerler. Eğer bu değerler, bir

ÖMÜR ve OYUN

Ömür (= hayat), bize verilmiş zamandır; somutlarsak, (belki) para gibidir. Parayı biz kazanırız! (ya da çalarız) ama zaman bize verilir. Kazandığımız parayı istediğimiz gibi harcayabiliriz!; bu, zamanda da mümkün müdür?!. “Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyamet 1) Zaman, herkese aynı “miktarda”! (zamanda miktar varsa, o da ölçülebilir) verilmiyor ve herkeste aynı şekilde çalışmıyor, işlemiyor; kiminde çok yavaş, kiminde hızlı işliyor (= geçmek bilmiyor veya çok çabuk geçiyor); bu (= yavaşlık ve hızlılık), kişiye özel, kişinin meşgul olduğu işlere, şeylere bağlı. Oyunda da zaman çabuk geçiyor, sanki biz hiç farkında olmadan akıp-gidiyor. Dışsal zamanı saat, dakika ve saniye ile ölçüyoruz; içsel zaman ise, kalp atışlarımızdadır, kalbimizdedir; kalbimiz neyle meşgul ise, zamanımız ona tabi olarak ak

OYUN

Erol GÖKA Hocanın son kitabı ‘Hayat Oyunu’ bağlamında bugün (11 Kasım) yaptığı söyleşiye katıldım. Bu yazı, Hoca’nın kitabından bağımsız olarak, oyun hakkındaki düşüncelerimi özetleyecek. Ben, hayatı bir oyun olarak görmüyorum; itiraf edeyim önceden görüyordum. Genelde bildiğimiz üzere oyunu çocuklar oynar ama şimdi çocukların oyununu da büyükler (oyun sektörü) belirliyor, çocuklarımızın hayal dünyalarını şekillendiriyorlar; onları amaçsız bir rekâbete (= yarışa) ve şiddete sevk ediyorlar. Çocuklarımın oynadığı oyunlardan biliyorum; çoğu oyun, şiddet içeriyor. Johan Huizinga gibi bazı düşünürler de hayatı bir oyun olarak görüyorlar... Yetişkinler de hayatı bir oyun olarak görüyor. Oyun oynayanlar, oyunda kendilerini kaybederler = oynadıkları oyuna dalarlar = oynadıkları oyun, onlara kendilerini ve dış dünyada olup-bitenleri unutturur; oyun bitene kadar hiçbir şeyin farkına varamazlar.  Hayatı da bir bütün olarak oyun gibi görmeye başlarsak, ancak ölünce bu oyunun bittiğinin farkına var

İSİM-SIFAT

İsim : Varlıkların = her bir varlığın adı. İsimleri, sıfatlar niteler. İsim olmadan sıfat olmaz. İsimlerin bir kısmı öznedir (= yapar-eder, ...); bir kısmı da üzerinde bişeyler yapılan nesnelerdir. Allah İsmi hep Özne’dir; Allah, Kendi (İsmi) hariç, her isim üzerinde/n bişeyler yapar. Allah İsmi ile diğer isimler arasındaki tek fark, bu da değildir. Allah İsmi, nisbî bir isim değildir ama bizim isimlerimiz nisbîdir. Nisbînin Latincesi ratio’dur. Batılı anlamda ration (= rasyo = akıl) da buradan türer. Bizler (= bizim isimlerimiz = aklımız), diğer isimlerle = akıllarla (kısmî) nisbet bağı kurarak anlama ve bilme faaliyeti yapar; Allah’ın = Allah İsminin bilmesi (= tüm İsimleri = Sıfatları) ise mutlaktır. O’nun bir çok (= 99-∞) İsmi (= Sıfatı) vardır, her bir İsmi (= Sıfatı), O’na (İsmine değil) işarettir, âyettir. O’nun İsimlerinin hepsinin “içi”!, full doludur = Samed’dir; bizim isimlerimizin içi ise neredeyse bomboştur. İsmin Latincesi numen (= neumena); anlamı da, sûrete bürünmeyen =

GİZ-EM

Giz, sır. Gizem, giz. Gizemli, gizli, esrarlı, esrârengiz, mistik. Kelimenin zıttı, reel, gerçek, alenî, bilinen, gözle görülen, ... Hakikatin iki yüzü var. Görülen ve görülmeyen; ama bu iki yüz, birbirinden ayrı değil; biri ötekini tamamlar. Zâhirîler, hakikatin görünen yüzüne; Bâtınîler, hakikatin görünmeyen yüzüne dönük çalışırlar; oysa hakikat, bize iki yüzü ile de görünmek ister. Zâhirîler, sözlerin (kelime ve kavramların) sözlük anlamlarına (lafızlarına); Bâtınîler, sözlerin (kelime ve kavramların) sembolik, metaforik, alegorik anlamlarına bakarlar; oysa, iki anlamı da “hayat ortak paydasında” buluşturmak gerekiyor. Sözgelimi, cennet-cehennem, melek-cin-şeytan gibi kavramlara (= varlıklara), yaşanılan hayattan koparılmadan (= uzak tutulmadan) hem reel, hem de sembolik, metaforik, alegorik anlamları ile yaklaşmalıyız. Reel dünyada şeytanı, tüm kötülüklerle (= kötü kişilerle) ilişkilendirilirken, onun “gizemli”! anlamını berhavâ edrrek tüketmemeliyiz. İyilerin (= iyiliğin, iyi kişi

GÜVENLİ LİMAN

Limanlar, gemiler içindir. Engin denizlerde (okyanuslarda) hırçın fırtınalarla/dalgalarla boğuşan gemiler, limanlarda rahat bir nefes alırlar, kendilerini yenilerler (yakıt ve yiyecek takviyesi yaparlar). Dünya da bir gemidir; o da atmosferde (uzayda) yüzmektedir. Dünyanın güvenli limanı neresidir?!. İnsan da, dünyada yüzen (gezen) bir gemidir. Birinci (denizdeki) ve üçüncü (insanın) geminin kaptanları, ikinci gemideki (dünyadaki) insan/lar/dı/r. Gemileri batıranlar da güvenli bir limana ulaştıranlar da kaptanlarıdır. (Bazı kaptanlar da, gemilerini güvenli bir limana ulaştırmadan başka bir kaptana devrediyorlar.) ... Bugünlerde zihnim çook cevval, yerinde durmuyor ve söz dinlemiyor. Bu gibi konuları kafana takma ve yazma, diyor ama yine de duramıyor. Zihnim, duyduğu her kelimeyi veya terkibi kafasına takıyor, o kelimenin veya terkibin peşini bırakmıyor, onu sonuna kadar (duracağı güvenli bir limana kadar) kovalıyor. İnsan, dünyada (= âlemde) gezen (yüzen) bir gemi; onu, düşünceleri lim

RUTİNLEŞMİŞ HAYATLAR!...

Rutin ile rota arasında sıkı ve yakın bir ilişki var. Rota, yürünen yol; rutin, sıradan, sıra dışı olmayan, her zaman yapılan işler, alışkanlıklar. Neredeyse hepimizin hayatı, belirli bir rotada ve rutinde işliyor. Cumartesi-Pazar hariç, sabah erkenden (= aynı saatte) kalkıyoruz, aynı otobüse biniyoruz, aynı yolu yürüyoruz, aynı işi (işleri) yapıyor, aynı saatte eve dönüyor, aynı koltuğa oturuyor, aynı kanalı izliyor ve aynı saatte yatıyoruz... Cumartesi-Pazar’larımız da rutin.  Rutinin dışına çıkanlarımız çok çok az. Olağan-üstü bişey (deprem, savaş, hastalık vb. şeyler) olursa, kısa süreliğine rutinin dışına çıkıyoruz, sonra tekrar dönüyoruz. Filistin-İsrail savaşı, bir ayı geride bıraktı. İlk günlerin şoku atlatıldı, yine rutin (= olağan-sıradan) hayatımıza döndük!. ... Benim asıl değinmek istediğim konu, bu sıradan hayatı = rutini biz mi seçiyoruz; yoksa, bunu bize başkaları mı “dayatıyor”?!. Bilelim ki, yaşadığımız bu sıradan (bayağı) hayatı = rutini bozmadan, hiçbir şeyimizi deği

PÜR-İYİ ADAM!.

Bu yazı, Durumm'da paylaştığım " İkisi bir arada nasıl olur?!." = (“Sevgi ile nefret. İyi/lik ile kötü/lük. Melek ile şeytan. Barış ile savaş... Bi adam, birini hem sever hem de nefret eder mi?!. Bi adam, birine hem iyilik hem de kötülük eder mi?!... Eder. İyi olursa iyilik; kötü olursa kötülük eder. Buradaki iyi, iki taraflı iyi; kötü de iki taraflı kötüdür; ama Tanrı, hep iyi olduğu için, hep/herkese iyilik eder ama kötü adam/lar/a Tanrı’nın iyiliği hep kötü gelir.)” aforizmasının şerhi olacak. “Pür-İyi Adam” bir tahayyül; böyle bir “adamı” mümkün görmüyorsanız, siz buna ütopya da diyebilirsiniz ama bilin ki “Tanrı, Pür-İyidir”; bir tahayyül veya ütopya olan bu “iyi adamı” siz isterseniz Tanrı’ya transfer edebilir, benzetebilirsiniz!. Bu ‘iyi adam’, herkese iyilik ediyor ve iyilik ettiklerinden bir kısmı (çook azı) ona yakınlık ediyor, onunla dost (= velî) oluyor; çoğu da onun yaptığı iyilikleri ‘yeterli’ görmüyor, sürekli bana (= hep bana) iyilik etsin istiyor. Oysa,