Kayıtlar

Temmuz, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

MUVAZENE

Muvazene : Denge ve ölçülülük. Gün geçtikçe Müslümanların şeklî ve aklî dengesi “kayıyor!”, doğru yoldan, i’tidalden sapıyorlar!. Müslümanlık, ifratı da tefriti de (= aşırılıkları) yasaklar, orta yolu tavsiye eder; zâhirîliğin aşırılığını da bâtınîliğin aşırılığını da yasaklar. Bu Müslüman ahâliyi/ümmeti zâhirîlik ve bâtınîliğin birbirlerine yakın olan, birbirlerinden kopuk olmayan skalası bir arada tutmuş; zâhirîliğin bâtınîlikten, bâtınîliğin zâhirîlikten koptuğu/ayrıldığı dönemlerde ümmet bölünmüş, “din içi” ayrılıklar baş göstermiştir (Fatımîler, İsmâilîler, Şiîler, Selefîler). Bu durum, “din içi ötekiyi, içerdeki düşmanı” doğurmuş, esas/asıl düşmanlar = şeytanlar ise sevinmiştir!. Tarih tekerrür etmek üzere. Oysa tarih ders almak için okunur ama ders alan nerede?!. Duruşumuzu = durduğumuz yeri yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Kime hangi mesafede duruyor, kimi, neden ötekileştiriyor, kendimizi neden merkezde tutuyor/görüyoruz?... Durduğumuz yer “merkezî” bir yer ise, sabırla, ö

İNSAN NEDİR?

İnsan nedir? Beden ve ruh. Beden, anâsır-ı erbâdan (dört unsur : hava, su, ateş ve topraktan) müteşekkil bir yapı; ruh ise ilâhî nefha/soluk/nefes. İnsan, bedenlenmeden önce dört unsur = kâinat (âlem) yaratıldı ve insana “zübde-i âlem” adı verildi. İnsanın ana-babası havayı soludu, suyu içti, topraktan biten yiyecekleri yedi; bunlar kan oldu, can oldu, nutfe oldu; nutfeler birleşti, alaqa oldu; alaqa, mudgaya dönüştü; mudgaya ruh üflendi ve insan doğdu. İnsanın bedeni şehâdet âlemine; ruhu gayb âlemine karşılık gelir; şehâdeti gayb yönetir; gayba kıyasla şehâdet, okyanusta bir damla bile değildir. İnsana üflenen ruhla, ona akıl, irade, kimlik ve kişilik de verildi. Akıl ve iradenin gereği ona potansiyel olarak taqvâ ve fücur (iyilik ve kötülük) da yüklendi ama verilen bu akıl ve iradenin taqvâ = iyilik yönünde, Kur'ân’a uygun kullanılması istendi; üstelik bir de o, Peygamberî/ilâhî bir Rehberlikle de desteklendi; insana akıl ve iradesini Kitâb’a uygun, taqvâ yönünde kullanırsa şere

DİN ve AHLÂK

Ahlâk, hilkatin = fıtratın bozulmamış hâli; (ilâhî) din, ahlâkın tezyini, güzel kılınmasıdır; din, ahlâkın temelleri üzerinde yürür, hayat bulur; dinle ahlâk bütünleşir. Efendimizin, “Ben ahlâkı tamamlamak = kemâle erdirmek için gönderildim.” demesi = buyurması tam da budur.  Ağaca yaklaşmakla ahlâkımızı bozduğumuz için, bize din ve Peygamber gönderilmiştir. Bu dünyaya gelen herkese bu yüzden din lâzımdır; her ne kadar ‘ahlâk bilimciler’ (etikçiler) ahlâkın dinden ayrı bişey olduğunu söyleseler de, dinsiz, ahlâkın güzelleşmesi mümkün değildir. Kant, ahlâkı pratik akla dayandırır ama “rahat” değildir, ‘ahlâka yer açmak için bilgiyi (aklı!) inkâr ettim.’ der; aklı da ahlâkı da ikiye ayırır; akla saf/teorik ve pratik akıl; ahlâka deontolojik (normatif) ve teleolojik (ereksel) ahlâk der. İlkinde, her davranış kendi içinde bir ahlakî kuralı imler; ikincisi ise her davranışı o davranıştan beklenen amaçlar ahlâkî kılar. İnsan, tüm tikelleri ve tüm tümelleri “tam ve kâmil manada” bilemediği iç

FİRAR

Firar : Kaçma, kaçış; mahpustan (hapisten) kurtuluş. Dünyada/dünya içinde hapis/mahpus olanlar, yine dünyaya kaçarak kurtulacaklarını düşünürler; pekiî ya, dünyayı bir hapishane olarak görenler, nereye kaçarak kurtulacak?!. Dünyadan kaçış mümkün müdür? Ölümle mümkündür ama her ölen, kurtulmuş sayılmıyor. Kitâb, “fefirrû ilâllah = Allah’a firar edin/koşun!.” diyor. (51/50.) Allah’a firar etmeyenler, O’na koşmayanlar nereye koşuyor, firar ediyorlar? Başka gidilecek biyer mi var?!. Yok.  Öyle ise fark nerde?!. Firar şeklinde!. O şekli O, bize din, yol, yöntem olarak belirtmiş/bildirmiş; O’nun gösterdiği şeklin dışındaki firarlar, O’nun Kahhâr İsmine doğru yapılan “ağır cezalık firarlar”; O’nun dinine göre yapılan firarlar ise, Rahmân ve Rahîm İsmine doğru yapılan firarlardır. Hiçbir firar O’ndan (“O’nun Gözünden”) kaçmaz. “ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bişeyin min ılmihî illâ bimâ şâe, vesia kürsiyyihussemâvâti vel arda ve lâ yeûduhû hıfzıhumâ, ve Huve-l Aliyyül A

KUL

Kul nedir, ne demektir. Kul, emrine girdiği kişinin tüm emirlerini tereddütsüz (sorgulamadan) harfiyyen yapan adam demektir. Bu anlamıyla aklı olan bir kul, mükemmel birinin emrine girer ve Allah’tan başkasına kul olmaz; Allah’tan başkasına kul olanlar, aptaldır, aptal olanlara kul olurlar. O zaman başlıktaki soru, Allah’ın kulu = Abdullah nedir, ne anlama gelir; şekline dönüşür. Cevap : Allah’ın kulu, Allah’ın her dediğini (emrini, elinden geldiğince) yapan, O’na itaatte kusur etmeyen adamdır/insandır. Kul olmak, mükemmel olmaktır; kulluk dışındaki mükemmellik, sadece Allah’a mahsustur. Kim, Allah’a kulluk dışında bir mükemmellik ararsa, (hâşâ Allah olamayacağına göre) aradığını aslâ bulamaz; eninde sonunda Allah’a mahkum olur. 

LÂ İLÂHE İLLÂLLAH...

“Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.” Allah’tan başka ilâh yok; Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür. Bu sözün kapsamı, hem içeri hem dışarıdır. İçeri, nefistir/enfüstür; dışarı ise âfak. İçeride insan, madden ve ma’nen bişeylere (mala-mülke, mevki-makama, ilme) sahip olunca bu dışarıda/dışarıya, herkesi kendine itaat ettirme şeklinde tezahür eder, görünür. “Lâ ilâhe illâ Allah”, (önce) içeride tezahür etmezse, dışarıda aslâ tezahür etmez. “Muhammed-ur Rasûlüllah” da, insanî düzeyde bunun en mükemmel hâlinin Hz. Muhammed (a.s.)’da tezahür etmesini ifâde eder; O, kendini değil, Rabbini ilâh kabul ederek bunu bize göstermiştir; biz ise, “zenginleştikçe”! nefsimizi ya da bizim gibi birilerini (tağutları) ilâh kabul ediyoruz; yeniden iman tazelemeli, Allah dışında tüm ilâhları reddetmeliyiz!.

ÇAĞRI

Çağrı, birini bişeye çağırma, da’vet etme. Da’veti, da’vası olanlar yapar. Çağrı filmini biz, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı olarak izledik ve beğendik. Esasında Mustafa Akkad o filme doğru bir ad koymuştu; o filmde Hz. Muhammed (a.s.), insanları Allah’ın dinine çağırıyordu, Onun hayatı bir çağrı, bir da’vet idi. O, o da’vetten hiçbir zaman avdet etmedi, dönmedi; Onu “büyüten” o da’vetti. Bugün bizim bir da’vamız = bir da’vetimiz = bir çağrımız olmadığı/kalmadığı için küçüldük; küçük işlerle meşgul olur hâle geldik; para kazandık, paranın tadını aldık, para kazanmak = rahat yaşamak, da’vamız oldu. İnsan, kendi eserinden üstün olabilir mi, sahip olduğu = ulaşabildiği, elde edebildiği, gücünün yetebildiği şeylere “tapabilir” mi?!. Tarihin hiçbir döneminde bu böyle olmamıştır; tüm tapınmalar olağanüstü güçlere yapılmıştır ama bu çağda işler tersine dönmüş, insan, olağan güçlere (!) tapınır hâle gelmiştir; bu çağa kadar insan bu kadar aşağıya hiç düşmemiştir. İnsanı bu çağda bu hâ

ÇATIŞMA

Çatışmanın kişisel/psikolojik, toplumsal/sosyal, siyasal, ülkesel, kabilevî, küresel, ... maddî-manevî bir çook çeşidi var. Kişisel/psikolojik çatışma = bunalım, akılla kalbin çatışmasından; Toplumsal/sosyal çatışma, çıkarların çatışmasından; Siyasal çatışma, toplumsal = siyasal erkin/gücün ele geçirilmesinden; Ülkesel çatışma, ülkeler arası anlaşmazlıklardan; Kabilevî çatışma, kabile içi anlaşmazlıklardan; Küresel çatışma, küre ölçeğindeki güç mücadelesinden kaynaklanır. Bu dünyada mikro ve makro ölçekte ‘sıfır çatışma’ mümkün değildir; çünkü “mülkiyetin, çıkarların” terk edilmesi, onların, onlardan çoook daha kutsal = mübarek B/biri için fedâ edilmesi zordur. Bunu yapabilen Müslümanlar (= mallarını ve canlarını kendilerine Veren’e teslim edenler), kendi içlerindeki çatışmaları halletseler bile, dışarı ile çatışmayı sürdürürler. Ama bugün Müslümanlar kendi içinde çatışıyorlar!. Bugün/kü Müslümanlar niye çatışıyor, neyi paylaşamıyorlar? Müslümanlığı. Niye?  Anlayamadıkları ve inanamadı

YEDİ BİLGELER

Bunlar, M. Ö. 7. ve 6. yüzyılda yaşamış Yunanlı yedi bilge kişi : Solon. Thales. Peloponnesos. Pherekydes. Epimenides. Phokylides. Theogonis. Bu adamlar, bir yanı ile kâhin, bir yanı ile filozofturlar. Kâhinlikleri, (eski pagan ya da ilâhî) Mısır dinlerinden; filozoflukları, dinî bilgiler üzerinde akıl yürütmelerinden. Onlardan önce, gerçek bir dâhî Homeros ve Hesiodos var; sonra, Pythagoras, Herakleitos, Parmenides, Socrates, Platon, Aristo, ... Felsefenin temeli dindir. Dinle felsefenin ayrılması “yenidir”; bu “yenilik”, insanı ve hayatı bölmüştür. Dinle felsefe ayrılınca, din de felsefe de “bozulmuş; din, hayattan kopmuş, göğe uçmuş; felsefenin kanadı kırılmış, yere çakılmıştır.”!. M.S. 0 ilâ 30’da İsâ (a.s.); 610 ilâ 632’de Muhammed (a.s.), gökle yeri, akılla kalbi tekrar birleştirmek, bozulmuş inançları ve düşünceleri tekrar düzeltmek, yoldan çıkmış insanları tekrar yola çekmek için gönderilmişlerdir. Şu bir gerçek ki, Peygamberler, insanlığa bilgelerden ve filozoflardan çook daha

KÖYÜN DELİSİ

Köyün delisinin yolu bir gün Camiye düşmüş; camii cemaatinin her birinin sırtında bişeyler görmüş; kendi de sırtına odun yüklenerek camiiye namaz kılmaya girmiş; rükû ve secdeye eğilince delinin sırtındaki odunlar patır-patır dökülmeye başlamış... cemaat rahatsız olmuş; namaz bitince deliyi çağırmışlar; niye böyle bişey yaptın, demişler. Deli : Herkesin sırtında bişeyler vardı; ben de odun yüklendim geldim, demiş. Cemaatten biri : Bende (benim sırtımda) ne vardı, diye sormuş. Deli : Bir küfe tavuk demiş. Öteki : Bende ne vardı? Sende yeşil gözlü bir kadın. Öteki : Bende ne vardı? Sende de bir çuval buğday. ... Hoca : Bende ne vardı? Senin sırtında da koca bir öküz vardı demiş, deli. Herkes, gerçekten de sırtındaki = kafasındaki derdin = yükün/sorunun delinin söylediği şey olduğunu itiraf etmiş ve deliye : ‘sen deli değil, velisin’ demişler; hoca dahil herkes, sırtındaki = kafasındaki bişeyleri düşünerek namaz kılıyormuş. ... Deli : Bu camiide böyle namaz kılınıyor sandım, ben de odun y

RUH-BEDEN İLİŞKİSİ

Bu ilişkinin bedene bakan, somut ve hareket eden yanını görürüz; o bedeni hareket ettiren ruhu göremeyiz. Beden eyler, yapar; ruh ise yaptırır. Ruhun bedenle ilişkisi kaybolunca = ruh bedenden çıkınca, beden, “et yığını” olur ve çürür. Beden, ‘ben ruhumu/bu ruhu terk ediyorum’ diyemez, bedenin böyle bir hakkı, yetkisi ve salahiyeti yoktur, çünkü efendi ve âmir olan ruhtur. Ruhla bedenin ilişkisini yöneten ve yönlendiren, kişinin nefsi = kendidir. Nefis, ruhu/nu, kendinden (= kendi ruhundan) aşağı olanların da yukarı olanların da “emrine sunabilir”, buna düşüş ve çıkış (yükseliş) denir; düşüşün de yükselişin de sınırı yoktur. Düşen insanda, kötü fiiller/ameller, davranışlar ve sözler; yükselen insanda, iyi/salih ameller ve sözler görülür. Düşen, düştükçe kirlenir; yükselen, yükseldikçe temizlenir; kirlenmeye fitne-fucür, tevessuh; temizlenmeye arınma, saflaşma, tezkiye denir. Ruhlarını âdî/bayağı şeytanî varlıklara kiraya verenler, bedenlerinin dış yüzünü her gün duş ya da banyo yaparak

3B

Büyük, Büyüklük ve Büyüklenme Büyük : Ekber. Büyüklük : Ekberiyet. Büyüklenme : Tekebbür. Büyük, büyüklük yaparak büyür. Hep Büyük Olan, En Büyük Olan, hiç küçülmez, çünkü hiç küçüklük yapmaz. Affetmek, büyüklüğün şanındandır; büyükler affeder. Kendini büyük sananlar, ‘bak seni affettim!’, diye büyük olduklarını îmâ ederler; bu, büyüklenmedir; küçüklük alâmetidir. ‘Büyük beni affetti, yine affeder’ diye, büyüğün büyüklüğü ile oynayanlar, sürekli hata ve yanlış yapanlar; üstelik bu hareketleri ile büyüğü küçültenler, hep küçük kalacak, hiç büyüyemeyecek olanlardır. Öyle Bir Büyük var ki, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, onların yaptıkları O’na hiç zarar veremez, Onu hiç küçültemez. Sübhanallah.  Allah-u Ekber.  Büyük olmadıkları hâlde büyüklük taslayanlar, Büyüğün ve Büyüklüğün ne demek olduğunu bilmeyenlerde af ve merhamet yoktur; onların yürekleri kin ve nefretle doludur, katıdır.  Affedildikleri, merhamet edildikleri için sevinenler, ve affedene, merhamet edene minnet ve şükran duyanla

HÜDHÜD

Hüdhüd : İbibik kuşu = Çavuş kuşu. Hüdhüd, Süleyman (a.s.)’ın ‘görev yerinde’ bulamadığı ya da ‘ictimâya’ gelmediği için, ‘nerede’ diye sorduğu, eğer ma’kul bir mazeret gösteremezse cezalandıracağını söylediği kuş. Kuşlarda sorumluluk olur mu, onlara ceza verilebilir mi?!. Bir kuş, Belkıs’ın zulmünü fark edebilir ve bu durumu Süleyman (a.s.)’a haber verebilir mi? Verir. Verebilir. Bir et (= dudak, ağız, gırtlak, boğaz uyumu) mekanizması ya da kombinasyonu olan dil, nasıl konuşabiliyorsa; ötede nefsin yaptığı iyi ve kötü amellere eller-ayaklar (tüm organlar) nasıl şahitlik edecekse, kuş da olup-bitenleri görür, konuşur (haber verir) ama onun dilini anlayabilmek için Süleyman (a.s.) olmak lâzımdır. Hüdhüd, Belkıs’ın haberini Süleyman (a.s.)’a verince (27/Sebe, 20-26), Süleyman (a.s.), ‘bakalım! doğru mu söylüyorsun, bu/şu mektubu ona götür de ne tepki vereceğini izle/gözle!’, der. (27/Sebe, 27) 39. âyete kadar ‘hikâye’ diplomatiktir; 39. âyetten sonra devreye “cinlerden ifrit” girer, der

DİN İÇİ MÜCADELE

Dünyevî ve semavî bütün dinlerde “iç mücadele”, bölünmeye dönüşmüş, çeşitli ve çok sayıda mezhep ve tarikatler oluşmuştur.  Yahudilikte Samirîler, Sadukîler, Ferisîler ve Essenîler. Hıristiyanlıkta Katolikler, Protestanlar, Ortodokslar, Cizvitler, Dominikanlar, Fransiskenler. İslâmda Hanefîler, Mâlikîler, Şâfîler, Hambelîler, Şiîler; Nakşîler, Kadirîler, Bektaşîler, Uşşâkîler... Bunların hepsi yorum ve üslup farkından kaynaklı; en belirleyici olanı da “taraftarlık”!!!. Bu taraftarlık menfaat odaklı olarak şekilleniyor, işin sonu ranta varıyor. Bunun eski adı taassup = asabiyet. Dün, bu asabiyet kabilevî = ırkî idi; bugün dinî; daha doğrusu, din kisvesi giymiş = din kisvesine bürünmüş milliyetçilik = ırkçılık. Modern Kureyşcilik, Baascılık, Arapcılık, Farscılık, Türkçülük, Kürtçülük, Mezhepçilik, Tarikatcılık, Cemaatcilik... Oysa din, her türlü ‘milliyetçiliği’ reddeder, insanları “î’lâ-i kelimetullah” etrafında tevhid eder = birleştirir; tevhidi kabul etmeyenleri bir millet; edenleri d

MÜCADELE

Mücadele cedelden. Cedelin sol jargondaki karşılığı diyalektik.  Hayat bir mücadeledir. Bu mücadelenin bir çook boyutu vardır : Siyasî. Dinî. Ekonomik vb. Siyasî, dinî, ekonomik her grup/her topluluk, kendine taraftar bulmak, kendi grubunu güçlendirmek için mücadele eder/ediyor. Mücadelenin kısa vadeli = peşin ve çıkara dayalı boyutu da var, uzun vadeli, fedakârlığa dayalı boyutu da var, arada olanları da var. Mücadeleyi cehde = cihada dönüştürenler ve cehdi/cihadı da Allah’a hasredenlerde, uzun ve kısa vade, çıkar ve fedakârlık ve de ‘beklenti’ “anlamsızlaşır”!. Onlarda bu cehd/cihad, içten, gönüllü, vicdanî bir sorumluluktur, karşılığı ödenemeyen bir cehddir, dolayısıyla da karşılıksızdır. Rabbin verdiği hangi nimetin karşılığı ödenebilir?!. = “febieyyi ălâi Rabbikümâ tükezzibân.” = Rabbin hangi nimeti yalanlanabilir?!. (55/Rahman.) Cedeli = mücadeleyi = cehdi kişisel, toplumsal, siyasal, ekonomik çıkarları için yapanlar, Hobbescu, Darwinci ve Markscı anlamda kavga ederler; onlara “k

CİN

Cin : Cim ve Nun’dan oluşan Cinne ya da cenne’den. Bu kökten Cânn, Cin, Cinnet/Cünne, Cennet, Cenîn, Ecinnî, Mecnûn kelimeleri de türer; hepsinde ortak anlam gizlilik-görünmezliktir. Cân, genelde cinlerin ataları olarak bilinse de aslında hepimizin görünmez atasıdır. Özellikle uzak ve küçük varlıkların görünmez olanlarına cin denilmiştir. Bu, dün de (geçmişte/tarihte de) böyleydi bugün de böyle yarın da böyle olacaktır. İnsan gözünün (elinin-kolunun, ufkunun) ulaşamadığı canlılar cindir. Efendimiz, cinlere de gönderilen Elçidir. O günkü insler Hicaz’ın (Mekke-Medine-Taif-Yemen gibi yakın ve bilinen yerlerin) insanları; cinler, Mısır-Çin-Almanya-Amerika-Rusya vb. uzak ve bilinmeyen, henüz keşfedilmeyen yerlerin, bugünün ve yarınların insanlarıdır. Cenin, ana rahminde olan, henüz görünmeyen insandır. Cennet, yeşilliklerle, çiçeklerle örtülmüş saklı bahçedir. Cinnet, aklın örtülmesidir, delirmedir. Ecinnî, ecnebîdir, yabancıdır, cindir. Mecnûn, delidir. Cin (görünmeyen-bilinmeyen bişey) m

ÇOK ÖNEMLİ İLK TOPLANTI

Varlığın ilk buluşması. Melekler, insanlar, cinler ve şeytanların ilk toplantısı. Varlık âleminde en son yaratılan insandır = Âdem’dir. Rabbimiz bizi (insanı = Âdem’i) yaratınca, meleklerine Âdem’e secde edin (itaat edin) dedi; iblis hariç hepsi secde etti; iblis tekebbür etti = büyüklendi = kendini üstün gördü ve secde etmeyi reddetti. (İblis de önce bir melekti. Rabbine isyan edince bu adı, kovulunca da şeytan adını aldı.) Ortada bir “kriz vardı”!. Rabbe isyan edilmiş, Rabbin yaptığı ‘son iş’ beğenilmemişti; Rab, bütün varlığı = yarattıklarının hepsini toplantıya çağırdı.  Bu toplantıya dair ipuçları var Kitâb’ta. Melekler nûrdan; insanlar topraktan; cinler dumansız ateşten; şeytanlar ateşten/nârdan yaratılmıştı (nâr da nûrdu), onları Yaratan Allah = Rabbimiz, “çıkan kriz üzerine” onları topladı ve onların niçin/ne için yarattığını ve ne yapmak istediğini bildirdi”, insanlar topraktan; melekler, cinler ve şeytanlar 'ateşten yaratılan özel kulakları = can kulakları'! ile bu Sö

İYİ-KÖTÜ

İyi-Kötü. Arapça adı ile hayır ve şer. İyi, hem dinin hem ahlâkın hem de felsefenin hedef konusu.  Dinin, iyi ile ilgilenmesi ile felsefenin iyi ile ilgilenmesi aynı değil; ahlâk zaten düşünce/teori değil pratik. Bu üç disiplinin (felsefe, din ve ahlâk) amacı aynı : En yüksek (en iyi) iyiye ulaşmak. Felsefe, düşünce/teori olarak; din, hem düşünce/teori hem de ahlâk = amel/eylem olarak en iyiye ulaşmak ister. Felsefe de din de, en yüksek mutluluğu en yüksek iyide görür ama felsefenin iyiye ulaşması ve iyiyi bilmesi ile dinin iyiye ulaşması ve iyiyi bilmesi aynı değildir. Felsefenin en iyisi, en soyut, en tümel, en aklî olandır; o, en aşağıda bulunmaz. Dinin en iyisi de en soyut, en tümel, en aklî olandır ama onun eserleri/işaretleri en aşağıda da “görünür”!. Felsefe bir ağaca (toprağa, suya, güneşe vb.) iyi demez, onu (onları) iyi görmez. Din, ağaçta da (tüm varlıkta da) bir iyilik görür ve o iyiliğin Tanrı’dan olduğunu bilir. = Tanrı, bize yarattıkları ile “görünür”!. İyinin insana bak

MÜSLÜMAN OLMAK

Herkes bişey (çocuk, ana-baba, âmir-memur vs.) olur, bu oluşların çoğu kişinin elinde-iradesine değildir; çoğumuzun Müslüman oluşu da böyledir. Şahsen ben “iki kez”! Müslüman oldum. 1) Atam-dedem Müslüman olduğu için (ben de) Müslüman oldum; bu, benim Müslümanlığı miras almam, Müslüman olmak için hiçbir çaba sarf etmemem anlamına geliyordu. 2) İkinci kez Müslüman oluşum, kendi seçimim. İkisinde de “Lâ ilâhe illâ Allah Muhammed’ur Rasûlüllah.” dedim ama ilki dildendi (bilmedendi), ikincisi gönülden (bilerek). İlkinde dünyayı tanımıyordum, insanlar hangi Tanrı’ya inanıyor-tapıyor, kimi rehber kabul ediyor, bilmiyordum. İkincide Batı (Yunan) ve Doğu (Çin-Hind) Tanrılarını tanıdım; Hipokrat’tan Sokrat’a, Platon’dan Aristo’ya; Buddha’dan Konfüçyüs’a, Lao Tzu’dan Zerdüşt’e kadar insanlığa rehberlik eden insanların hayatlarını okudum... bunlar benim Tanrı(ları)m ve rehberlerim olamaz, benim Tanrı’m : Allah = Lâ ilâhe illâ Allah; Rehberim de Muhammed (a.s.)’dır = “Muhammed’ur Rasûlüllah’tır.”

6M

Melik. Mâlik. Melek. Melekût. Mülk. Mülkiyet. “Mâlik-i yevm-id dîn.” (1/Fatiha, 4.) Bu âyet, “Melik-i yevm-id dîn” şeklinde de okunur. Mâlik, mutlak mülk sahibi, mülkün mutlak sahibi, mülkünde bulunanları istediği (köle) gibi kullanan; Melik, yönetici, idareci, emri altındakileri “siyasî bir gaye için” sevk ve idare eden. Mâlik, sahip olduklarına iradelerini kullanma izni vermeyebilir; Melik, verir, verebilir. Mülk, hem maddî servetin hem de manevî servetin adıdır. İnsanî düzlemde Mâlik, maddî/görünen servete hükmeder, kalplere/gönüllere, duygulara hükmedemez; İlahî düzlemde Malik, hem maddî hem de manevî servete = tüm mülke (bedenlere ve kalplere) hükmeder. İnsanî düzlemde her Mâlik Meliktir ama her Melik Mâlik olamaz; İlâhî düzlemde Mâlik Meliktir, Melik de Mâlik. Bizler, El-Mâlik’in maddî/görünen servetine Mülk; manevî/görünmeyen servetine Melekût deriz; O Mâlik, Mülk âlemindeki hükmünü görünen varlıklarla; Melekût alemindeki  hükmünü de görünmeyen varlıklarla = Melekleri ile icrâ e

ISTIFÂ'DAN MUSTAFÂ

Istıfâ : Seçkin olma. Seçilme. Mustafâ : Seçilmiş. Kastım, maddî olarak insanlar arasında dünyevî kastlar = sınıflar (zümreler) oluşturmak değil, ma’nen her insanın ‘bir ve aynı’ olmadığını göstermektir. Hakk ve hakikat, herkese açık, Hakk ve hakikate ulaşmak herkes için çoook kolay olsaydı, o Hakk ve hakikatin değeri düşerdi!. Elbet herkes, Hakk ve hakikat için çaba gösterecektir ama çoook az insan O/ona ulaşacak, pardon yanlış söyledim, yaklaşacaktır; O/ona çoook yaklaşan “İnsan”, Efendimizdir; bizler, ancak Onun peşinden = Onun açtığı yoldan = Onun Sünnetinden giderek O/ona (O Hakk’a ve hakikate) yaklaşabiliriz. Istıfâ’dan kastım, bu seçkin, seçilmiş = mustafâ insanlardır. “Allah, meleklerden ve insanlardan resuller seçer (ıstafâ/yestafî). Kuşkusuz Allah, her şeyden haberdardır, her şeyi görendir.” اللَّهُ يَصْطَفِي مِنَ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا وَمِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (22/Hacc, 75.) (Not : 4 Temmuzda yazdığım Nebe, Bilgi ve Vefâ başlıklı, Rasül ve Nebî farkını a

GAZÂLÎ'NİN MİSYONU

Önceki yazıda (Gazâli’nin Krizi) Gazâlî’yi “yarım” anlattım; O, her şeye rağmen büyük adamdır; hem kendi ile hem de “başkaları” ile kavgalıdır. Önceki yazı (Kriz) kendi kavgasına; bu yazı da “başkaları ile” olan kavgasına hasredildi. Kim, kimler bu başkaları? İçerde Bâtınîler (İsmâîlîler, Fâtımîler); dışarda Yunan’dan etkilenen filozoflar = felâsife. Bâtınîler (İsmâîlîler), Metni = Kitâb’ı = Dini biz anlayamayız, Onu anlayan “İmamlardır”, biz imamların yorumuna tâbi olmalıyız diyen Müslüman gruptur. İsmâîlîler, yedinci İmam Mûsâ Kâzım’dan sonra, altıncı imam Cafer-i Sâdık’ın ölmüş oğlu İsmail’i 799/800’de  imam seçmişlerdir. Bunların iyi niyetli = masum olanları dönemin kelâmî ve siyasî karışıklığını da bahane ederek Kur'ân Metnini = Âyetleri/Lafzı biz anlayamayız, imamlar anlar, derler; kötü niyetli olanları da Kur'ân Metnine = Âyetlere/Lafza keyfî ma’nalar = anlamlar verirler. Doğru tutum, lafızdan ma’naya giden karîneyi bularak yol almak, ma’naya = maksada ulaşmaktır; doğru

KURBAN

Kurban : Yakınlaşma. Yaklaşma.  Akraba da aynı kök : (KRB/KURB/قرب) İbâdet olarak kurban, Rabbe yakınlaşmak için “kurban = hedy” sunma/kesme; zibh, nahr, sacrificate ya da offering. Bizi O’na yak/ın/laştıran, kurbanlarımızın etleri ve kanları değil, taqvâmızdır. Taqvâ, sahip olduğumuz her şeyi (canımız dahil; İbrâhim a.s. canından çook daha kıymetli olan oğlunu bile kurban etmeye kalkmıştı!) O’na = O’nun yoluna kurban edebilme duygusu = bilincidir.  Arefe/Arife, Rabbi bilme; kurban, O’nu bilince “bayram etme” ve her şeyi O’nun için = O’nun yoluna verme = kurban etmedir. Her din, Tanrı’sına (Tanrı’larına)  kurbanlar sunar; her dinin “şehidi” olur. Dinler tarihinde ve mitoloji tarihinde bunun bolca örneklerini görebiliriz; önemli olan, “hangi din ve hangi Tanrı için” kurbanlar sunduğumuz, şehit olduğumuz, kurban olmayı ve şehit olmayı göze aldığımızdır. Arife/Arefe bunun içindir. Arifede/Arefede bunu bilmeyen = netleştirmeyen, “Yanlış Tanrı’ya” kurban kesmiş, kurban olmuş olabilir!. Kurb

MUSAHHAR KILMA

Noktalı ha ile, kullanıma sunma, emre âmade kılma. Yaratılan her şey insanoğlunun kullanımına (emrine) sunulmuştur ki onları insanoğlu Yaratıcı/Yaratan için kullansın!. Ama insanoğlu, yaratılan her şeyi Yaratıcısı için değil, kendisi için kullanıyor. Allah dışında tüm somut ve soyut şeyler (= değerler) ‘kullanılır’; onların kullanımı Allah’a ulaşmazsa = Allah için olmazsa, onların Allah ile irtibatı kurulamazsa = onlar Allah’a kurban edilemezse, “ilâh edinilmiş”! olurlar. İnsanın, makamı, malı, devleti ve insanları “kendi için” kullanması böyledir. Sırf yüksek bir koltuk elde etmek için insanları (devleti) kullanmak; rahat yaşamak (yemek-içmek, gezmek) için malı = parayı kullanmak; onlara “ulvî-kutsal bir değer = amaç” yüklememek, onları bizim kullanımımıza Veren Rabbi unutmaktır; kurban, bu “unutuşu” hatırlatır bizlere. İnsanoğlu, bunların “kullanım değerinin” geçici olduğunu öğrenince anlayacak; anlayınca da “yanlış yaptığını” bilecek ve çook pişman olacak!. Bütün bunların (malın, ma

TEŞRİK ya da TEŞRİQ

Teşrik ya da Teşriq Tekbirleri Bugün sabah başladı, bayramın son günü ikindide sona erecek.  Teşrik (تشرك), şirk/ortak koşma; teşriq (تشرق), şarktan doğuş ve doğma; teşrîq (تشريق), doğulu, doğuda yaşayan; müsteşrik, doğu bilimci.  Kelime, ‘Kef’ ile kullanılır ve söylenen sözler de = getirilen Tekbir de dikkate alınırsa şirk değil, hacıların ortak = toplu zikri (Belirli günlerde = Kurban günlerinde O’nun adını anın. 22/28.); ‘Kaf’ ile kullanılırsa “aydınlanış, ışığın içe doğması, için ışıması” ve bu ışımanın Tekbirle = yüksek sesle ilânı anlamına gelir. teşriq (تشرق)’ın kesilen kurbanların etlerini taşa sererek kurutma anlamı da var. Arafat vakfesinde aydınlanan = hayatın anlamı neymiş, bu dünyaya neye gelmişim sorularının cevabını bilen (arefe : bilme ve anlama) hacılar, Teşriq Tekbirleri ile bunu orada (o mekânlarda) ve döndüklerinde de memleketlerinde ilân ederler. Bizler de bunu önceki hacılardan öğrendiğimiz için onları taklit ederiz. Kendi memleketinde “Arafat’a” çıkan, bu işi tak

PARÇALANMA

İsim-Müsemmâ. Sıfat-Mevsuf. Zarf-Mazruf. Zâhir-Bâtın. Şehâdet-Gayb. Gösteren-Gösterilen-Gösterge gibi “ikilikler”, aslında iki farklı “parça = yüz”! değil, tek bütünün bize bakan = bize görünen “yüzü” ile bize görünmeyen = bizce bilinmeyen “yüzüdür”; mecâzen bizim iki yüzümüz gibi; biz de iki yüzlüyüz ama tek şahsiyet/kişiyiz. Yukarıda sayılan “ikiliklerde”, birinciler, ikinciler için; ikinciler de birinciler için vardır. Zarf, içine bişey (mektup, evrak vs. = mazruf) konulmazsa boştur. İsim, müsemmâsız; müsammâ, isimsiz olmaz. Sıfatın bir mevsufu = vasfettiği bir ismi (öznesi = faili) olur, olmak zorundadır. Her ismin bir görünen = zâhir = şehâdet edilen yanı = bedeni, bir de görünmeyen = bâtın = gayb yanı = ruhu bulunur. Dilde bununla (= bu ilimle) göstergebilim = semiyoloji ilgilenir. Semiyoloji, harflere, hecelere, seslere, kelimelere = tümüyle dile, gösteren; onların arkasındaki “ma'nalara” da, gösterilen der. Görüntü = imaj ve makyaj (simülasyon ve simulark) çağında çoğu kims

GAZÂLÎ İ'NİN KRİZİ

Gazâli, asıl adı : Ebû Hamid Gazâli. Fakîh. Kelâmcı (Filozof). Mutasavvıf. Dönemin en büyük ve meşhur Üniversitesinin, Nizamiye Medresesinin en meşhur Müderrisi ve Rektörü. Hocası Cüveynî’nin Ona, ‘derin bir deniz’ dediği adam. O adam, neredeyse bu derin denizde boğulayazmış, bütün bildikleri Onu kurtaramamış, güvenli bir liman aramış ve tasavvufa (inzivâya saflaşmaya) sarılmış = tutunmuş; bütün sıfatlarını terk edip-atmış, köyüne dönmüş. Amel = ahlâk olmazsa ilimdeki derinlik, âlimi boğar; amel, ilmin gemisidir. Bizde, ‘çook okuma, kafayı bozarsın’ sözü tam buraya denk gelir. Bilmek, belli bir noktadan sonra kişiyi yapmaya sevk eder; ruh bilir, beden yapar; kişi bilir de yapmazsa sapar = sapıtır. Bilgi olur da yapma olmazsa, ‘bilgi ile sapma’ buna denir. Şeytan da çook şey biliyordu, meleklere hocalık yapıyordu ama yapması gerekenleri yapmadığı için azdı, saptı. Gazâlî (Allah-u A'lem), önce ilmini şöhret için, Selçuklu Sultanın gözüne girmek için, Sultan adına Batınî-İsmâîlîlerle

2H1T

Hakk, Hakikat ve Tahkîk  Hakk yoksa, hakikat de tahkîk de yoktur. Hakikat, Hakk’ın Fiilidir. Tahkîk, Hakikati ve Hakk’ı arama çabasıdır. Hakikat ve Hakk, Saf, Tertemiz ve Pâkdır. Kişi saflaşmadan Hakikat ve Hak’la buluşamaz. Tasavvuf, kişinin hem saflaşma hem de saf hakikate (Hakk’a) ulaşma çabasıdır.  Mevcut kurumsal tasavvufu ben böyle okumuyorum.

ALLAH (c.c.)

Allah İsmi, İsim-i Hâs’tır; O’nun diğer tüm İsimlerini bünyesinde toplayan câmî bir İsimdir. İsim, müsemmâyı gösterir. Müsemmâ olmazsa bişeye isim verilemez. Ben doğmasaydım (= var olmasaydım), benim bir ismim de olmazdı, ben de olmazdım. Allah, Bir İsimse, O’nun da Müsemmâsı vardır; bizler Allah deyince, O İsmi değil Müsemmâyı = O İsmin Müsemmâsını kastederiz. Müsemmâ Zât’tır. Allah, O Zât’ın İsmidir. Allah İsmi (Allah’ın Kendi = Zât’ı değil!), dilsel ve etimolojik açıdan nasıl bir isimdir. Bu konuda dilciler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bazılarını aşağıda vereceğim. İlâh kelimesinden ‘El’ harf-i tarifi ile Ellah = Allah şeklini almıştır. İlâh, Eliha fiilinin mastarıdır; anlamı, kendisine tapılan, gönülden bağlanılan demektir. Lâhe, Yelîhu, Leh’den türemiş bir isimdir. Leh’in sonundaki (Leh, iki harf : L ve H) He, O; leh de O’nun demek. He, aslında Hû’dur; Hû, zamirdir; zamir, önceden bilinen birine atıftır; bunun tek istisnası Allah’tır. Allah’a Hû denir, oysa O Hû =

HAMD

Hamd : Şükür = Teşekkür ve Övgü = Senâ  “Hamdolsun” sözünü genelde hâlimiz-keyfimiz yerinde iken söyleriz; bu sözü ‘her hâlde’ söyleyen çook azdır. Birinden bir hayır = fayda görünce ona teşekkür eder, şükranlarımızı sunarız. Şükür = Teşekkür ile Senâ = Övgü arasında fark vardır. Şükür = Teşekkür, “bilinen = başa gelen” olumlu bişey için yapılır. Senânın = Övgünün kapsamı ise çok daha geniştir; Senâ = Övgü, bilmediğimiz = farkında olmadığımız şeyleri de kapsar; bu açıdan Senâ = Övgü, sadece Allah’a mahsustur, Allah’a hastır = Elhamdülillah. (li, tahsistir.) Şükürde de  = Teşekkürde de Senâda da= Övgüde de, hem şükreden = öven, hem de şükredilen = övülen olur. Kişi, kendine şükredemez ama kendini över. Bizler Allah’ı “tam” övemediğimiz için Allah Kendi Kendini över, ki Övgü tam yerini bulsun!. Kitâb, bu övgü ile başlar = Elhamdülillah’i Rabb-il âlemîn. Allah’ın Kendini övmesi “Tekebbüründendir”!. Tekebbür (hatta Ekberlik) sadece O’na mahsustur, hastır. İnsanın kendini veya birini “övmes

FIRKA-İ NÂCİYE

Fırka-i Nâciye : Kurtulan fırka. Efendimiz : “Ümmetim Benden sonra yetmiş üç (73) fırkaya ayrılacak; bir fırka kurtulacak, yetmiş ikisi cehennemlik olacak.” (Tirmîzî, İman, 18.) buyurmuş. Ashab : Kurtulan fırka (fırka-i nâciye) hangisi Ya Rasûlellah, diye sormuş; cevaplar, “muhtelif”. Benim yolumdan =Sünnetimden şaşmayanlar. Yürüdüğüm yolda/n yürüyenler. Ehl-i Sünnet vel Cemaat. Her cemaat = fırka = mezhep = tarikat = ekol/okul, kendini kurtulan fırka (fırka-i nâciye); ötekileri de “cehennemlik!” görüyor.  Okullardaki/ekollerdeki durum, dinî metinleri yorumlamada açığa çıkıyor. Dini yorumlamada temelde iki okul/ekol var : Zâhirîler ve Bâtınîler. Zâhirden bâtına gitmeyen = gidemeyen yorum, köksüz ağaca; bâtından zâhire gelemeyen yorum, görünmeyen ve meyve vermeyen ağaca benzer. Tek başına zâhir, tek başına bâtın isabetsiz ve temelsizdir. Şehâdet âlemi zâhire; gayb âlemi bâtına işarettir. Allah, şehâdeti de gaybı da bilir; O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır.  Bâtınî yorum/cular

YARATILIŞ

Yaratılış, bizler için bir muamma; biz onun nasıl olduğuna dair çoook az şey biliyoruz; hatta hiçbir şey bilmiyoruz, belki de bilemeyiz. Bilmeye kalkanların “tanrılık” iddiasında olduğunu daha önce söyledim; bu konuda ne söylenebilir diye de düşünmeden edemedim. Bu konuda bildiklerimiz nedir? Yaratılışın “kün” emri ile başladığını biliyoruz. Pekiî bu bize ne söylüyor? Bir emir, o emri vereni ve o emri alanı gerektirir. Yaratılışta emri veren, Allah; alan, yaratılan her şey; bunu biliyoruz.  Bizim düzeyimizdeki bir emir, “bir hazırlık devresinden sonra” verilir ve alınır, durup-dururken bir emir verilmez, o emir bişeyin yapılması için verilir ve alınır. Emri veren, âmir; (o emri) alan ve yapan da memurdur. Böyle bakarsak, Allah Âmir = Emir Sahibi; kâinat, memurdur. ... Bu konuyu Rabbimizin Mûsâ (a.s.)’a verdiği “git! = izheb! ilâ firavun” emri ile açmaya, açıklamaya gayret edersem : Emri Veren’in “niyeti = maksadı”, O’nun Kendi Sözünün = Hükmünün yeryüzüne hâkim olmasıdır ve Emri Veren,

TAM CÜMLE

Tek tam cümle = başka bir cümleye ihtiyacı olmayan cümle, Kelime-i Şehâdet = Kelime-i Tevhîd cümlesidir. “Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah. Eşhedü en Lâ ilâhe illâ Allah ve eşhedu enne Muhemmed abduHû ve RasûluHû.” Gerçek İlâh; Allah’tır, O’nun (başka ilâhlara ve) hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Muhammed (a.s.) O İlâh’ın = Allah’ın kulu ve Elçisidir.  Muhammed (a.s.) da O İlâh’a = O’na muhtaçtır; O’nunla “tam” olacaktır ama aslâ O olmayacaktır; çünkü O’ndan başka İlâh yoktur, olmayacaktır. Biz de “tam olmak” istiyorsak; yol, Onun yoludur; anahtar Onun elindedir. (Buradaki O, hem Allah’a hem Elçisine gider = Elçisinden O’na gider. Son O ise, Allah’a gider.)

NEBE, BİLGİ ve VEFÂ

Nebe anlamındaki Bilgi ve Vefâ Bilgi, sadece aklın bir fonksiyonu değildir. Akıl, bilinenlere ilişir; teakkul = akletme, bilinene aklın ilişmesi, bilinen şeyle aklın ilişki kurması demektir. Bişey bilinince, bilen, bilmeyene o şey hakkında haber = bilgi verir; bilmiyorsa, neyin haberini verebilir?!. Bilinenler ‘burada ve şimdi’ ise = görülebilir ve bilinebilir ise, iş kolay; ama ‘burada ve şimdide’ değil de gelecekte ise, işimiz oldukça zordur. Akıl, gelecekte olacakları bilemez, sadece tahmin yürütebilir. Gelecekten haber vermek, ya geleceği sahiden bilmekle; ya da bilmediği hâlde biliyormuş gibi yapmakla olur. Nebî, gelecekte olacakları bilerek haber veren; kâhin, bilmeyerek haber verendir. Nebee, yüksek ve değerli haberdir = Vahiydir; Nebî, O Haberi veren ve O Haberi getirendir. Nebî olmayanlar, nebe nitelikli haberler veremezler. Nübüvvet = Nebîlik, yüksek nitelikli insanlara hastır. Nebî, Yüksek Kat’tan bizim kata Haber = Vahiy taşıyan Elçidir = Rasül’dür. Bir Nebî’ye gelen Haberi

ARAYIŞ

Ara. Ara-mak. Ara-ş-tır-mak. Ara-lık. Ara-da. Ara-da-lık. Ara-cı... Ara, iki şeyin (kimsenin) ara-sındaki mesafe. Hepimiz, gayb ile şehâdetin, gök ile yerin, dünya ile âhiretin, bilgi ile cehaletin, ... ara-sındayız; herkes, kendi seviyesine göre “bişeyler”! arı-yor. Ara-dığı “şey”, kimseyi “tatmin = mutlu” etmiyor... Herkes, merkezde kendini görüyor. Dünya, herkesin kendi etrafında dönüyor. Kimi, dünyaya yapışık yaşıyor; kimi de, “uçuyor”!. Bu “uçuş”, kiminde ilmî; kiminde hayalî; kiminde fizikî. Yer, kimseye yetmiyor; kimse yer ile yetinmiyor; ara-da mahiyet farkı olsa da dünya (= bu ara = bura), zengine de fakire de dar geliyor. Dünya ile âhiret ara-sında yaşayan insanların çoğunun yönü, dünyaya doğru; çok azının yönü ukbaya = âhirete dönük. Dünya hayatı, başlı başına bir ara-da-lık, a’raftalık = a’rafta olma hâli. Allah-u A'lem dünyaya dönük yaşamın sonu cehennem; ukbaya = âhirete dönük yaşamın sonu cennet; a’raf, arz burası. Buradan cennete bakanların yüzü = yüzü cennete dönük