ÇATIŞMA

Çatışmanın kişisel/psikolojik, toplumsal/sosyal, siyasal, ülkesel, kabilevî, küresel, ... maddî-manevî bir çook çeşidi var.

Kişisel/psikolojik çatışma = bunalım, akılla kalbin çatışmasından;

Toplumsal/sosyal çatışma, çıkarların çatışmasından;

Siyasal çatışma, toplumsal = siyasal erkin/gücün ele geçirilmesinden;

Ülkesel çatışma, ülkeler arası anlaşmazlıklardan;

Kabilevî çatışma, kabile içi anlaşmazlıklardan;

Küresel çatışma, küre ölçeğindeki güç mücadelesinden kaynaklanır.

Bu dünyada mikro ve makro ölçekte ‘sıfır çatışma’ mümkün değildir; çünkü “mülkiyetin, çıkarların” terk edilmesi, onların, onlardan çoook daha kutsal = mübarek B/biri için fedâ edilmesi zordur. Bunu yapabilen Müslümanlar (= mallarını ve canlarını kendilerine Veren’e teslim edenler), kendi içlerindeki çatışmaları halletseler bile, dışarı ile çatışmayı sürdürürler.

Ama bugün Müslümanlar kendi içinde çatışıyorlar!.

Bugün/kü Müslümanlar niye çatışıyor, neyi paylaşamıyorlar?

Müslümanlığı.

Niye? 

Anlayamadıkları ve inanamadıkları için.

İnananlar, anlayanlarla; anlayanlar, inananlarla çatışıyor!.

Bu çatışma, akılla kalbin çatışması şeklinde kişisel düzeyde = kişinin içinde de sürüyor.

Halbuki Din = İslâm, akılla kalbi birleştirir. Akıl, anlar; kalp, inanır; oysa bugün İslam dünyası anlamadan inananlar; inanmadan anlayanlarla dolu. “Rasyonalist = akılcı olanlar” anlıyor ama “inanmıyor”; idealist = irrasyonalist olanlar (= mutasavvıflar) inanıyor ama anlamıyor; anladığını ve inandığını söyleyenlerin çoğu (= ahâli) da taklitle yetiniyor.

Kitâb, hem akla hem kalbe hitabeder.

Din = İslâm, Kitâb/lar/la ve  Elçi İnsan/lar/la = Sünnet’le, insanı ve hayatı düzenler. (İlk insan, ilk Peygamberden, son Peygamber ve son insana kadar din, İslâm’dır.) Kitâb’a sadece teolojik, epistemik ve mistik yaklaşmak, Kitâb’ı hayattan = Sünnet’ten koparmak, Onu (= Kitâb’ı) akla ya da kalbe sıkıştırmaktır. Oysa Kitâb bize dini hayata yaymak, dini hayat kılmak için inmiştir. İlâhiyatlarda din adına okutulan/öğretilen Kelâm ve Fıkıh, dini (= Kitâb’ı ve Sünnet’i) akla; Tasavvuf ise, dini kalbe ‘indirger’.

Din, bir bütün olarak görülmez ve hayattan koparılırsa, teorik-epistemik düzeyde kelâmla tasavvuf; kelâmla fıkıh; fıkıhla kelâm “çatışır”; tüm bu disiplinleri birleştiren = tevhid eden hayattır.

Dinde tevhîdi sadece teolojik ve metafizik düzeyde ve “yukarıda” tutmak, aşağıdaki hayatta çatışmayı kaçınılmaz kılar; bugün din adına dindarların yaşadıkları (iç) çatışma budur. Kendi içlerindeki iç çatışmayı sona erdiremeyen Müslümanların, “dışarı” ile ilgilenmeleri mümkün değildir. Ümmet, Müslümanların birliğini ifâde eder; bizler, teorik-fikrî olarak bir ümmetten söz etsek de ortada fiilî-bütüncül bir İslâm Ümmeti yoktur. Klasik din literatürü ümmeti ikiye ayırır : Ümmet-i İcâbet (Müslümanlar) ve Ümmet-i Davet (İslâm’a davet edilmeyi bekleyen insanlar). Müslümanlar (Ümmet!), kendi içlerindeki sorunlarla uğraşırken = birbirleri ile “çatışırken”, Ümmet-i Davete (İslâm’a davet edilmeyi bekleyenlere) sıra gelebilir mi?. Bizim davetimiz bize, en iyi Müslüman biziz; biz, Müslümanları İslâm’a davet ediyoruz; bizim hinterlandımız, dünyamız, ufkumuz, çapımız bu kadar, dar; bizim tebliğ araçlarımız, hayatımız ve örnekliğimiz değil, ya aklımız ya da kalbimiz = ya felsefe ya tasavvuf, ya Mushaf ya da Hadis, kendimiz değil. Kimimiz Kurancı, kimimiz Hadisci; kimimiz akılcı, kimimiz imancı = fideist... selefî, mistik, oportünist, pragmatist, fundamentalist...

Herkes kendi cephesinden dindar, dinin temsilcisi, dinin sahibi, dinin elçisi!. 

Oysa, İslâm’ın Asıl Sahibi Rabbimiz, biz O’nu ve O’nun dinini “dışarda biyerde” birilerine 'gösteremeyiz'!, O ve O’nun dini bizim elimizden, dilimizden, davranışlarımızdan = hayatımızdan “görünür”!. Görüntümüz = hayatımız kötüyse, O ve O’nun dini İslâm, bizde “kötü”; iyiyse de “iyi ve güzel”; içimizdeki ve dışımızdaki çatışmaları halledememişsek “bir öyle bir böyle” görünür.

İnanan, emniyete, güvene/güvenliğe eren, bu emniyet ve güvenle Rabbine teslim olan insanın = Müslümanın temsil ettiği din, bölen, dışlayan, ötekini karalayan bir din değil, tevhid eden = bütünleyen bir dindir; o din, mensuplarını inançta = ülküde kardeş, Mslümanlar dışındaki insanları da yaratılışta eş (eşit) görür. İnanmıyor, kâfir diye ötekileştirilen, dışlanan insanlar, ümmet-i davet olarak görülebilir mi? Bizler de (= çook eski atalarımız da) bir zamanlar kâfir = münkir değil miydik?!. Birileri bizi münkir = kâfir diye dışlasaydı, bizler şimdi ne hâlde olurduk?!. Oysa şimdilerde bizler birbirimizle uğraşıyor, çatışıyoruz, birbirimizi “şucu-bucu” diye dışlıyoruz; bunu gören “dışardakiler”, ‘bunlar bize nasıl umut ve huzur verecek’, demezler mi?!.

“küllün yamelü alâ şâkiletih... = herkes kendi şâkilesine (karakterine) göre davranır...” (17/İsrâ, 84.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET