Kayıtlar

Kasım, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

KURTULUŞ SAVAŞI

Kişisel olarak kurtuluş, kişinin kendi nefsinden (arzu ve isteklerinden) ve başka nefislerin (başkalarının) tasallutundan kurtulmayı ifâde ederken; toplumsal ve ülkesel olarak kurtuluş, bir ülkenin/devletin başka bir ülkenin/devletin işgalinden kurtulmasını ifâde eder; bu savaşa da kurtuluş savaşı denir. Bu ülkenin kurtuluşu 1919 ilâ 1922 arasında olmuştu. Ama, hâlâ kurtuluş savaşı veriyorsak, demek ki tam kurtulmamışız!. Bugünlerde de “ekonomik kurtuluş savaşı’ lafını dillendiriyorsak bu, tam kurtulamadığımıza ya da yeniden ‘tutsak’ edildiğimize işaret değil midir? Bizi kim tutsak ediyor? Bu kurtuluş  savaşlarını kime karşı veriyoruz? Hayalî düşmanlara karşı savaştığımız için mi bütün bunlar başımıza geliyor?!. Don Kişot (Don Quijote) gibi yel değirmenlerine karşı mı savaşıyoruz? Don Kişot (Don Quijote) da kendini kahraman (şövalye) ilân ediyordu. Nefsine (süflî arzu ve isteklerine) karşı olan savaşı kazanamayan, hiç bir savaşı kazanamaz. En büyük savaş, kişinin kendi nefsiyle olan sa

DİN, AHLÂK ve HUKUK

Hukuk, yasa; ahlâk vicdan; hukuk, adâlet; ahlâk, merhamet; hukuk, sosyal (dış) düzen; ahlâk, ruhî (iç) düzen demek. Hukuku (yasaları) dış/sal güç = iktidar yapar ve uygular; ahlâkî yasaları ise insanın kendi. Ahlâkın sosyal boyutu ya da Sosyal Ahlâk yok mudur? Elbet vardır ama o, önce insanın vicdanında oluşur. Alanın en etkili kitabı Rahmetli Erol Güngör’ün ‘Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk’ adlı yapıtıdır. Ahlâk kişinin kendi içinde (psikolojisinde) sindirilmemişse toplumsallaşmaz (sosyalleşmez). Bizdeki sorun ahlâk sorunudur; hukuk-yasa-düzen ya da yönetim (=siyaset) sorunu değil. Siyasetçilerimizin = yöneticilerimizin ve yönetilenlerimizin anca/k zora düştüklerinde ahlâklı olup-olmadığını anlayabiliyoruz. Hukuk, kişinin başkasına; ahlâk ise kişinin kendisine karşı güçlü olmasını gerektirir. Kendisine güç yetiremeyen, başkasına güç yetirirken çoğu zaman zulmeder. Ahlâksız yapılan her iş, kişiye zor gelir; ahlâk, kişiye yaptığı işi sevdirir ve güzel yaptırır. Çünkü o, Hâlık’ın insan

İKÂME

Biz bu kelimeyi, ‘ikâme-i salâttan = salâtı (namazı) ikâme etme’den (kılma’dan) hatırlarız; oysa bu kelimenin anlam alanı ve semantiği o kadar geniştir ki, Kitâb bu kelimeyi 660 kez kullanır. Kâmû, qum, feeqım, şeklinde emir formunda; müstekîm, istikâmet, kavvâm, kayyûm, akvam, takvim şeklinde sıfat olarak; kavm, kıyâmet, makâm, ikâmet şeklinde isim olarak; ikâme, kıyam şeklinde fiil olarak... Bu kullanımların ortak anlam kümesi, sağlam, dosdoğru durmak, çook sağlam bir dayanağa dayanmak, bu dayanmaya da ikâme adını vermektir. Kavm, insanın ilk dayanağıdır ama İslâm, o dayanakla (kavmiyetçilikle, milliyetçilikle, devlete dayanmakla) yetinmemiş, çook daha sağlam bir dayanak sunmuştur insana = El-Hayy-el Kayyûm. ‘O Dayanak’la irtibatı sağlayan her eyleme ibâdet demiş; namazdaki (salâttaki) hâli de ikâme olarak tanımlamıştır = ikâme-i salât ya da salâtı ikâme. Kişiyi El-Hayy-el Kayyûm’a götüren yola, Sırat-ı Müsteqîm; o yolda yürümenin tüm kurallarını içeren dine, Dîn-ül Kayyım demiş; bu

MEDENİYET

Medeniyet, milletlerin (eskiden millet, din anlamında idi) dünya üzerinde bıraktıkları maddî-manevî izlerin, eserlerin toplamı. Kabaca iki medeniyet var : Doğu medeniyeti. Batı medeniyeti. M.Ö. Doğuda etkili millet, Çin, Hint, Pers, Mısır; din olarak Hinduizm, Konfüçyunizm, Budizm, Zerdüştlük gibi dinler var. Batıda etkili millet, Yunan, Cermen ve Roma; din olarak Yahudilik var. M.S. da batıda Hristiyan-Batı Medeniyeti; doğuda İslâm Medeniyeti var. Genelde doğu, mistisizme; batı materyalizme meyilli. Ben, iki medeniyet arasındaki etkileşimi, askerliğim sırasında, ilk kez Adıyaman’daki Nemrut Dağını ziyaret ettiğim zaman fark ettim. Dağın adı Hz. İbrâhim zamanındaki (yak.M.Ö.2000) Kral Nemrut’un adı. Bu dağdaki devasa taş heykeller Büyük İskender zamanında yapılmış (yak.M.Ö.300); dağın batıya bakan yüzünde batı medeniyet kurucularının; doğuya bakan yüzünde doğu medeniyet kurucularının heykelleri var; bu heykeller aslında sembolik olarak bir dağ(d/l)a doğu ile batıyı birleştirir. İskende

TİYATRO

Yunan’ı Yunan yapan felsefedir denir ama o felsefenin arkasında şiir ve tiyatro vardır. Homeros ve Hesiodos birer şair olmanın yanında aynı zamanda birer tiyatro yazarlarıdır. Tiyatro, insanı insana insanca anlatan sahne sanatıdır. Herakleitos ve Parmenides onlarla, onların eserleriyle de Socrates, Platon ve Aristo yetişmişlerdir. Bu filozoflar, hayatı insana insanca anlatan ‘bilgelerdir.’ Şiirin, şaire gelen ilham (= esrime) ile yazıldığı biliniyor; tiyatro ise insanî bir kurgu; ama bu kurgunun arkasında bir düşünce ve mitoloji var. Bu kurgu “sağlam bir zemine/temele” dayanmazsa, oyuna döner; oyun ise eğlencedir.  Çoğumuzun düşüncesi de büyük oranda kurgu; çoğumuz, dünyayı yönlendiren ve kurgu zemini sağlam olmayan üç-beş büyük senaristin yazdığı tiyatro oyununda, aktör olarak rol alıyor-oynuyor ya da figüranlık yapıyoruz. Kurgu, varlığın fıtratına dayanmazsa oyundur; “sağlam kurgu”, sağlam bilgi ile olur; o bilgi de ilahîdir. İlâhî kurgudaki (kader planındaki) rolümüzü din belirler;

İYİLİK

İyiliği tanımlamak o kadar zor ki. Kitâb, onu Birr ve Hayr-Hasenât olarak anar. Ben iyiliği iyi tanımlayamam ama iyiliğin ne işe yaradığı hakkında üç-beş cümle kurabilirim sanırım.  İyilik, maddî-manevî bişeyi (malı, sevgiyi, bilgiyi vb.) dünyevî ve kişisel bikarşılık beklemeden bibaşkasına vermektir; aslında başkasına yapılan iyilik, kişinin kendine yaptığı iyiliktir. İyiliğin iyilik olabilmesi için, kişinin inanması şarttır. Kitâb, daha önce de şimdi de (her zaman), şirk koşanın yaptığı amellerin = Allah için yapılmayan amellerin (tüm iyiliklerin) geçersiz olacağını söyler. “lein eşrakte leyehbatanne amelüke = şirk koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa gider = leyehbatanne.” (39/65) der. Buradan müşriklerin iyilik yapamayacağı çıkar. Çünkü onlar, Allah dışında şirk koştukları birileri için (aslında kendileri için, kendi çıkarları için) iyilik yaparlar, yaptıklarını zannederler.  İyilikte hesap-kitap yapılmaz, yapılmamalı. İyilikte hesabı Allah yapar ve iyilik yapanın niyetindeki i

MUTTAQÎ

Muttaqîlik bir “hâldir” ve o hâle kişi taqvâ ile erer/ulaşır. Taqvâ, düz anlamıyla ‘Allah korkusu’ demektir ama bu korku ile bağlantılı başka korkular da vardır Kitâb’ta; bunların izini sürmek, âdetâ insanın psikolojik/psikiyatrik bir tahlilini yapmak gibidir. Kitâb, korkuyu bir çok kelime ile karşılar. 1) Havf, genelde recâ ile birlikte kullanılır; recâ, umuttur; havfın tam karşılığı “endişedir” (korku değil). 2) Haşyet, saygı içeren korkudur; Huşû, bunun kişideki hâlidir. 3) Vecl/vecil, ürperti (8/2 vb.) demektir. 4) Taqvâ, (haramdan, yanlış yapmaktan, hata etmekten) sakınmadır. (24/52, haşyetle birlikte geçer; daha biçook âyet vardır.). 5) Ru’b, aşırı korku = dehşettir. 6) Rehb/et. (Ruhbanlık da aynı kök), haşyete yakın korkudur; genelde Kitâb’ta Ehl-i Kitâb için kullanılır ve ‘fe iyyâye ferhebûn.’ = “sadece Benden korkun.’ şeklinde geçer; (2/40, 7/154) anlamı : içtenlikle saygı duymak demektir. 7) İşfak, (müşfik de aynı kök), 23/57’de haşyetle birlikte de geçer, incitmekten çekinme

EN KRİTİK ÂN!

Efendimiz, kendisine verilen risâlet görevi boyunca çook sıkıntılar çekti, büyük bâdireler  atlattı, kritik ânlar yaşadı ama bence (ne bencesi!, o ân o kadar kritik ki, Kur'ân’a girmiş!) en kritik ânı, Mekke’den Medine’ye hicret sırasında arkadaşı Ebû Bekir ile mağarada “kıstırıldığı ân.”!. O ân, arkadaşı Hz. Ebû Bekir’e (“Hu” zamiri ikisine de gider; arkadaşı O’na şeklinde de okunabilir) bakın ne diyor : “... Hani o kafirler O’nu çıkardıklarında = sürgüne mahkûm ettiklerinde; O, iki kişiden biri iken arkadaşı O’na -O, arkadaşına- Korkma! Allah bizimle beraberdir. = lâ tæhzen innell Allah’e mænâ. (İşte o ân, ‘fe’) Allah, O’na katından bir sekînet = sükûnet (güven duygusu) indirdi (feenzele) ve O’nu, sizin göremeyeceğiniz güçlerle destekledi; kâfirlerin sözünü (kelimesini = dinini/düzenini) de alçalttı (süflâ). Allah’ın kelimesinin = dininin/düzeninin yüceliğini (âlîliğini) korudu (ulyâ)...” (9/Tevbe, 40.) Allah’ın inâyeti, kulunun çaresiz kaldığı ânlarda “Hızır gibi”! yetişir; yete

CAHİLLİK ya da CEHÂLET

“ellezîne hüm fî ğamratin sæhûn.” “Onlar, cahillik ve aptallık bataklığının içine gömülmüşler ama bundan habersizler.” (51/Zariyat, 11.) Ğamre : taşkınlık, kötü durum. Onların hâli kötü, sürekli taşkınlık yapıyorlar ama bunu bilmiyorlar, bu durumdan habersizler. Hani, 43/Zuhruf, 36-37, “Kim Rahmân’ın öğüdüne duyarsız olursa (Rahmân’ı zikirden yüz çevirirse diye de okunabilir, orijinal Metin, ‘ve men yæ’şu ân zikrir Rahmâni’dir.), Biz ona şeytanı sardırırız (nuğayyız/ğayz, bir de 41/Fussilet, 25’te geçer, musallat olma/etme demektir.); artık şeytan onun/onların en yakın arkadaşı olur. Şeytanlar onu/onları yoldan çıkardıkları hâlde o/nlar, kendi(leri)nin doğru yolda olduğunu sanar/lar.” der ya, aynı durum, bunlar için de geçerlidir. Sæhûn, katmerli cahilliktir; bu kelime, Mâûn Sûresinde “an salâtihim sæhûn” şeklinde de geçer. Namaz kılarlar (salât ederler) ama namazın (salâtın) ne olduğunu (onları nasıl dönüştürmesi gerektiğini) bilmezler, yine ‘kötülük’ yapmaya devam ederler,  demektir.

NİYE/NEDEN?

İlâh’a (Allah’a değil) Hakikat = Hakk dersek, Hakikat kendini gizler mi? Gizli olan, Hakikat olur mu? Kenz-i Mahfî (Gizli Hazîne) diye de bilinen, “Ben, gizli bir hazîne idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım.” Kuds-î Hadisi, Hakikat’in gizliliğini açığa çıkarmayı söylemiyor mu? Öyleyse, Hakikat, gizli değil, apaçıksa; biz O’nun apaçıklığını niye/neden “göremiyoruz” da O’na apaçık “şehâdet” edemiyoruz?! Sorun bizde; bu kesin. Görme, şâhit olma ise, en azından iki tür görmenin olduğunu biliyoruz; İlm-el Yakîn, Hakk-al Yakîn ve Ayn-el Yakîn de var ama ben, Kafa gözüyle görme = Rüya/Reâ, Nazar ve kalp gözüyle görme = Basar/Basîret’ten söz edeceğim. Basîret, iyi niyet, temiz kalp, saf gönül sahiplerinin görmesi; onların gözünde “perde/ğişâve” olmaz. (Bir de firâset/ferâset var. O da, hemen anlama, çabuk kavrama, sezme, içine doğma, î’zan sahibi olma demek.) Biliyorsunuz, kafa gözleri kataraktla perdelenmişler de görmüyor; aynen bunun gibi kalp gözlerinde perde/ğişave olanlar da görmüyo

NEYE ŞEHÂDET EDİLİR?

Bu sorudaki kastım, Kelime-i Şehâdet’deki şehâdet, yoksa insan biçok şeye şehâdet edebilir. Öyleyse soruyu tekrarlıyorum. Kelime-i Şehâdet’de neye şehâdet edilir? El-İlâh’a. Allah’a. İlâh’a (Allah’a değil) Hakikat dersek, hakikate iki şekilde ulaşılabilir. Kesbî ve Vehbî. Kesbî olana, çalışarak; Vehbî olana ilhamla (vahiyle) ulaşılabilir. Hakikate Hakk dersek, hakikat öğrenilebilir ve öğretilebilir “bişey” olur ama ilham (vahiy) olmazsa Allah, ne öğrenilebilir ne de öğretilebilir!. Bize Allah’ı, Vahy aldıkları için Elçiler (Peygamberler) öğretmişlerdir ama biz, O vahyi anlayamadığımız için Allah’ı “tam” öğrenemiyoruz ve şehâdetimizi de “tam” yapamıyoruz, diyebilir miyiz?!. Sözün burasında şunu söyleyeyim. Kesbî çabada “son sınıra” gelmeden, bizlere vehbî yardım (ilham) gelmez. Şöyle de söyleyebilirim. Rabbimiz, bizdeki kesbî gayreti ve samîmîyeti görmeden vehbî yardımda bulunmaz. O, “Allahu, yestafî minel melâiketi rusulen ve minen nâs = Allah, meleklerden ve insanlardan Rasüller seçer

ŞEHÂDET NASIL DİRİLİR?

Bu konuda âcizâne, bir kaç söz söyleme cüretinde bulunayım ve işe etimolojiden başlayayım. Şehâdet, şâhit olma, şâhitlik etme demektir. Neye? Allah’ın yegâne ilâh olduğuna. İlâh nedir, ne demektir? Yaratan, yaşatan, yarattıkları üzerinde hâkimiyet kuran. Yaratma, yaşatma -ki bu, aynı zamanda rızık vermedir- olmazsa, yaratılanlar yaşamlarını sürdüremez; sürdürdü diyelim!, bu sefer de kendi aralarında düzenli yaşayamazlar; düzen ise din demektir; ilâh aynı zamanda düzen = din tesis eder. Biz, “Allah’tan başka ilâh yoktur. = Lâ ilâhe illâ Allah.” dediğimizde, Allah’tan başka yaşatıcı = rızık verici (râzık) ve hâkim de yoktur; demiş oluyoruz.  ‘Lâ İlâhe illâ Allah = Lâ Râziqa illâ Allah = Lâ Hâkime illâ Allah’tır. ‘Lâ’, bir değilleme, olumsuzlamadır. ‘Yok’ anlamı yanında, ‘Red/Tanımama/İnkâr’ anlamı da vardır. ‘Lâ’, ilah ile birlikte kullanılınca, ‘ben, Allah dışındaki tüm ilâhları inkâr ediyorum, Allah dışında ilâh-milah tanımıyorum, bilmiyorum, görmüyorum, kabul etmiyorum; beni yaratan v

ÖLÜ

Bugünlerde ölü, ölüm, vefat ve hayat üzerine kafa yoruyor ve yazıyorum; nedeni, ölü kelimeleri dirilten Sezai KARAKOÇ gibi bir mütefekkirin “ölmüş”! olması. Bize hayat veren kelimeler, o kelimelere hayat verenler ölünce, biz de ölüyoruz. Hani, Necip Fazıl, Sakarya şiirinde ‘Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?’ diye soruyordu ya; bize “leş”  demeyi de kelimelerle yapıyordu, leş gibi ölü kelimeleriyle güya bizi canlandırmak istiyordu. Değer verdiğim ve kendisinden doktora dersi de aldığım bir hocam NFK için büyük bir demogog deyince çok şaşırmıştım; tabiî daha sonra NFK’nın hayatına baktım... Sezai KARAKOÇ, NFK gibi değildi, onda daha bir istikrar ve daha bir cihanşümüllük vardı. Elbet aynı damardan besleniyorlardı ama Sezai KARAKOÇ’un ufku daha genişti ve kelimelerine bu geniş ufuk can veriyordu. Bir şair-yazar ya da mütefekkirde, kelimelere can veren soluk = ruh yoksa o, kelimelerle oyun oynayan bir cambaz ya da sihirbazdır; bunu “leş” hâline gelmiş kimseler anlayamaz, öbür ta

4T1H

Tekbir. Tehlil. Tesbih. Tahmid ve Havkale. Tekbir = Allah-u Ekber.  Tehlil = Lâ ilâhe illâ Allah. Tesbih = Sübhânellah. Tahmid = Elhamdülillah.  Havkale = Lâ Havle ve lâ Kuvvete illâ billah. Beşinde de Allah deniyor, Allah anılıyor, Allah övülüyor, Allah yüceltiliyor. İlki, O’nun Büyüklüğünü; ikincisi, O’nun Tekliği ve Birliğini; üçüncüsü, O’nun “Temizliğini/Saflığını” (Sübhân oluşunu); dördüncüsü, Övgünün (Hamd’in) sadece O’na olduğunu; beşincisi, O’nsuz hiç bir güç ve kuvvetin olamayacağını söyler. Sizde bizde, onda bunda bigüç-bikuvvet varsa, o gücü-kuvveti O verir ama sizler-bizler, onlar-bunlar, kendilerine verilen gücü-kuvveti kendilerinin sanırlar, bu sanı (doxa), kârunlaşanlarda zamanla ‘bilgiye’ dönüşür. İnsanlık tarihi, büyük oranda kârunlar, hâmanlar ve bel’amların tarihidir. Kârun, ekonomideki; Hâman, siyasetteki; Bel’am, dindeki tâgutlardır. Tâğutlar, yukarıdaki 4T1H’yı (büyüklüğü, tekliği, masumluğu, övgüyü ve gücü-kuvveti) kendilerine mâl edenler, kendilerini bişey zanne

CENAZE

Cenaze, bizce kişinin bu dünya (hayat) yolculuğunun sona ermesi durumudur. Hayat, dünyaya geliş; ölüm gidiş; cenaze (merasimi) de bu gidişin (son) törenidir. Hayat, kısaca geliş ve gidiştir. Gelişe doğum, gidişe ölüm diyoruz. Her gelişin gidişi mutlaka var; ama önemli olan, gelinen ve gidilen “yeri” bilmek. Gelinen yeri bilmiyoruz, sadık haberden (vahiyden) duyuyoruz; gidilen yeri ise kendimiz belirliyoruz!. Gideceği yeri bilmeden yolculuk yapan da yolcudur, gider; ama bu gidiş, en azından belirsizliğe gidiştir. Belirsizliğe gidişin belirlenmesi orada değil burada olur; yâni gideceğimiz yeri biz burada belirleyeceğimiz için, burada belirlemediğimiz yer, gidilen yerde belirlenmez; gittiğimiz yer, istemediğimiz, beğenmediğimiz bir yer olursa, o yeri orada değiştirme imkânımız olmaz. Aslında herkes gideceğini biliyor, cenaze merasimlerine katılıyor ama, cenazelerden (ölümlerden) ibret alıp, kendine çeki-düzen vererek nereye gideceğini belirlemiyor. “Ölüm, en büyük nasihattir.” (Hadis-i Şe

KÖLELİK ve KULLUK

Felsefede bu konu Köle-Efendi Diyalektiği etrafında Hegel-Marks-Nietzsche-Deleuze çizgisinde birbirinden çok farklı yorumlanmıştır. Hegel, bu diyalektik ilişkiyi, özbilinç bağlamında; Marks, ekonomik ilişkiler açısından; Nietzsche, güç istenci ve übermensch/üstinsan perspektifinden; Deleuze ise bilgi problematiği açısından ele almışlardır. Kölelik kulluktan çoook farklıdır. • Köle, mahkûmdur; kul, isteyerek kul olur; dinde zorlama yoktur. • Köle, kendi gibi (kendi cinsinden) eksik bir adama itaat eder; kul, kendini var Eden’e. • Köle, karın tokluğuna efendisine çalışır, efendisi için çalışır; kula her şeyini Rabbi/Efendisi verir ve kul, Efendisini/Rabbini hoşnut/razı etmek için “çalışır”. İkinci çalışmadan Rabbin hiçbir kazancı yoktur. • Köle ile efendisi arasında sürekli bir diyalektik çatışma vardır; kul ile Rabbi arasında çatışma olmadığı gibi karşılıklı bir muhabbet ilişkisi olur. Kul Rabbini/Efendisini sevince, Rabbi de kulunu sever. • Köle ile efendisi arasındaki mücade

ŞEHÂDET-3

Bu kelime Kitâb’ta türevleri ile birlikte 160 kez geçer; şehâdetin en alt aşaması, şehâdet âlemindeki bir varlığa şâhitlik (tanıklık) etmedir. Biliyorsunuz varlık, şehâdet âlemi ve gayb âlemi diye ikiye ayrılır. Şehâdet âlemindeki varlıklar, duyularla (beş duyu) görülebilen şeylerdir. Bu âlemin şehâdeti sadece gözle görülmez, kulakla duyulur, dille tadılır, burunla koklanır, elle (deri ile) dokunulur. Gayb âleminin şehâdeti, akılla, kalple ve sezgi ile “hissedilir”, davranışla (güzel ahlâk = salih amel ile) tescil edilir; bu âleme, bu âlemdeki varlıklara (Allah, Melekler/i, Kitâbları, Peygamberleri, âhiret -cennet-cehennem, = iman esaslarına) herkes aynı şekilde şâhitlik etmez; bu (gaybî şâhitlik), şâhitlik eden kişinin nefsî, kalbî ve ruhî temizliğine (saflığına) bağlı olarak onun davranışlarında (söz ve fiillerinde) “şekillenir.”!. Kitâb, şehâdeti sadece insana özgüleyerek, hasrederek kullanmaz; insanın kendi organlarının (ellerinin, ayaklarının), kullandığı eşyaların, bastığı yerin,

İDEOLOJİ

En son söyleyeceğim yargı cümlesini en önce söyleyeyim, çünkü yazıyı bu cümle/yargı üzerine kuracağım. Her türlü ideoloji, mitolojidir.  İdeoloji, ide’nin loji’yle buluşmuş hâlidir. İde, Platon’un kavramı; loji ise logia’dan (logos’tan) söz; mit (myth) ise efsane, esâtir, söylence demek. Mit, daha çok tanrı/lar, tanrıça/lar, tanrıların doğuşu (teogonia/teogonya) ve evren hakkındaki “ilkel” anlayışların toplamıdır. Bence gelmiş-geçmiş en büyük mitolog,  Joseph (Yusuf) Camphell’dir. Onun İlkel Mitoloji, Batı Mitolojisi, Doğu Mitolojisi, Yaratıcı Mitoloji, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Mitolojinin Gücü, Tanrıçalar ve Tanrıçaların Dönüşümleri, kitapları birer ‘şahâserdir.’ Kitâb’ta (Kur'ân’da) da 9 yerde mitoloji diyebileceğimiz esâtır kelimesi “esâtîr-ul evvelîn” tamlaması ile birlikte geçer. Bu söz, inkârcıların (kâfirlerin) sözüdür; bu sözü Kitâb’a (Kur'ân’a) söylemişlerdir. Nahl, 24’ü örnek vereyim. Onlara Rabbiniz ne indirdi diye sorulunca, geçmişlere ait masallar = “esâtîr-ul

İLHÂD-2

Din (Allah’ın Emirleri = emir ve yasakları), bütünsel anlamından (Tevhîd’den) koparılarak anlaşılır ve yaşanırsa ilhâda kapı açılır. Bütünsel (holistik) anlam nedir ve nasıl bilinir? Felsefe, bütünü onto’da (on to’da), ontolojide (varlıkta) arar; varlığı, bir var ediciye götüremez; ‘varlık ya vardır ya da yoktur.’ der. Felsefe akıl işi ise, aklî bir uğraşsa, varlığın içindeki bir akıl, varlığı bile kavrayamazken, onun “arkasındaki Varlığı” nasıl kavrasın?!. Bişeyin içinde iken, o şey tam kavranamaz; dışına çıkmak lâzım; dışa çıkınca da iç “görünmez”, bu giriş-çıkış esnasında da o şey değişebilir.... bu açıdan biz (akıl), özellikle değişen (zamana tâbî olan) şeyleri kavrayamayız; kavrayamadığımız için “Değişmeyen” ve her şeyi her açıdan “Gören” Bir “Tanrı’dan” yardım almak zorundayız. (Tanrı kelimesini kullanmam, düşünce kusurlarımdan dolayı Allah İsmine hürmetsizlik etme korkumdandır.) Biz, O Tanrı’nın Kendini bilemeyiz, O bize Kendini Kendi İsimleri (Esmâ’sı) ile bildiriyor ve İsimler

İLHÂD

İlhad, dinden dönme, dini ters-yüz etme. Lahd/Lahid, mezar (taşı), sanduka. Bu ismin fiil hâli LHD, Kitab'ta “yulhidûne” şeklinde üç yerde (Â'raf, 180, Nahl, 103 ve Fussilet 40), ilhâd” şeklinde bir yerde (Hacc, 25) geçer. Bu köke ilişkin olup-olmadığından emin olmamakla beraber bu kelime Kehf, 27 ve Cin, 22’de de iftiâl babından “mültehedâ” şeklinde mimli mastar olarak da geçer; mültehedâ sığınak demektir. Ben, fiil şeklinde geçen yerlerdeki anlamı üzerinde duracağım.  Â'raf, 180’de konu, Esmâ’dır (Allah’ın İsimleri). Nahl, 103’de konu, Kitâb’ın dilidir. Fussilet, 40’da, Kitâb’la muhatap olduktan sonra (Kitâb’la muhatap olmalarına rağmen) ilhâda düşenlerden bahsedilir. Hacc, 25, zor bir âyettir, buradaki ilhâd ise, konulmuş kuralları zulümle ortadan kaldırma anlamındadır. İlk kullanım (Esmâ), insanların “Tanrı tasavvuru” hakkındaki sapkınlıklarını; ikinci kullanım (Kitâb’ın dili),  kelimeleri eğip-bükme, onlara konulmuş anlamların ya içini boşaltma ya da onlara “yeni” anla

ŞEMS-2

Güneş, kendini kendine gölge yapmaz; güneşe gölge yapanlar, onun ısıttıkları ve ışıttıklarıdır. Sizi, güneşe karşı kim gölge yapıyorsa, size güneşi kim gölge yapıyorsa = sizin güneşi görmenize kim engel oluyorsa bilin ki o, size düşmandır, sizi karanlıkta bırakmak istiyordur. “Allah ve melekleri, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât etmektedir. O, Mü'minlere karşı çok merhametlidir.” هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا (33/Ahzab, 43.) Bu âyetteki “yusallî” kelimesine, Allah ve melekleri sizin için namaz mı kılmakta!, diyeceğiz?!. Biçok meal buradaki “yusallî”yi rahmet, bağışlanma, iyilikle kuşatma, istiğfâr, duâ, bereket, acıma/merhamet olarak okumuş/çevirmiş. Kelimenin (salâ/tın), kavuşma/buluşma anlamı da var. Buluşma/kavuşma ya fiilen (bedenen) ya da aynı noktada (frekansta) olur. Fiilî buluşma, daimî olursa birleşmeye, bir olmaya (ittihada) döner; hâlbuki buradaki bu

ŞEMS

Şems, güneş demek. Güneş, ısı ve ışık kaynağımız. Güneş, dış dünyamızı ısıtır ve ışıtır; iç dünyamızı da ısıtan ve ışıtan “Bir Güneş” vardır. Rûmî’yi Rûmî yapanın Şems-i Tebrîzî olduğu söylenir. Bu konuyu (Güneşi, lambayı ya da herhangi bir ışık kaynağını) biraz araştırıp üzerinde düşününce şu kanaate vardım. Işık/lar (güneşi, lamba, mum vs.), başkalarını aydınlatmak için kendi/leri/ni yakıyor/lar; kendilerini yakmadan “etrafı” aydınlatamıyorlar. Onlara yakıtlarını veren Kendinde hiç eksiklik olmayan, Kendini yakmayan, Es-Samed olan Allah’tır; “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/Nûr, 35.) ... İnsanoğlu daimî olarak güneşe mâruz kalırsa yanar; hiç güneş görmezse de donar. “Gece de gündüz de O’nun size rahmetidir. Gece, dinlenmeniz için; gündüz de geçiminiz içindir. Umulur ki şükredersiniz.” (28/Kasas, 73.) “Sizin için geceyi örtü, uyku ve dinlenme; gündüzü de çalışma (geçinme) zamanı kıldık.” (25/Furkan, 47.) Âyetlerdeki gece-gündüzü düz/zâhir manasından mecaz/bâtın manasına taşı

TESİS

Tesis: yapı (bina, fabrika vs.). Tesisat, bu yapının su, elektrik, kanalizasyon, iletişim (telefon, internet) hatları. Yapıyı yapan, o yapının malzemelerini “doğadan” alır, ne amaçla ve nasıl bir yapı tesis etmek istiyorsa doğadan aldığı o malzemeleri belli bir plan/örüntü ile bir araya getirir. Maddî-cansız (somut) bir yapı için “yapma bilgisi” de gerekli. Canlı ve soyut bir yapı için de “bilgi” gerekli midir? Meselâ ‘çocuk yapmak’! istiyorsak, ya da kendimize ait bir bilgi yapısı (düşünce sistemi) kurmak/tesis etmek istiyorsak; bu bilginin malzemelerini nereden ve nasıl alacağız ya da bulacağız?!. Bu ve benzer soruların cevabı, bizi soyut olana; felsefede Logos ve Psüke’ye (Ruh’a); dinde de Ruh’a ya da Hakk’a götürür. Felsefede Logos, bölünemez olandır; her şey, O’ndandır; O, her şeydedir; kişi, maddî-manevî her yaptığı şeyi O’nun sayesinde yapar. Dinde de buna “Ruh” ya da Hakk deriz. Ruh, daha çok Hakk’ın şeylerdeki hâlidir; Cebrâil’in diğer bir adı da Ruh’tur ve Cebrâil Hakk’ın en

BİR TRANSFER

Bu transferi hem öğrencilik hem hocalık hayatımdan esinlenerek yaptım. Bizim öğrencilik zamanımızda lisansta da tez yazımı vardı; ben üç tez yazdım (Lisans, YL ve Doktora tezi); hocalıkta da işletme yönetiminde, işveren temsilcisi olarak yöneticilerin ve işleri yapanlar olarak işçilerin (çalışanların) verimliliği (çok daha fazla iş çıkarmaları) açısından, onlara verilen görev/iş ile, o işleri yapmak için onlara verilen süreyi karşılaştırdım ve bu süre-görev ilişkisini, bana verilen görev ve süreye (ömre) transfer ettim, tabiî bu transferi çook sonraları (50 yaşımdan sonra) yaptım/yapabildim ve şu kanaate vardım:  İşinizi yapmak için size verilen süre ne kadar çoksa, işi o süreye yayarsınız; işinizi ihmal etmişseniz ve süreniz de azalmışsa paniklersiniz. Bu iş, yemek yapmak, ev yapmak, tez yazmak, tatil yapmak vs. olabilir. Hiç işinizin olmadığını düşünüyorsanız, ya aylak aylak gezer-dolaşır ya da yan gelip-yatarsınız. İşiniz var da, size verilen süreyi bilmiyorsanız, işi bir ân önce bi

VARLIK

Varlığı iki şekilde ele almak zorundayız : Mutlak, değişmeyen Varlık = Tanrı ve mukayyed, sınırlı-sonlu, değişen varlık.  Mutlak Varlık, Var’dır ve aslâ değişmez. Mukayyed, sınırlı-sonlu, değişen varlık/lar, aslında “tam var” değillerdir, varoluş (oluş) hâlindedirler ve bu oluş, henüz tamamlanmamıştır. Bizler henüz oluş hâlindeyiz. Olursak, var olacağız!. Olamazsak, “yok” olacağız. “Yok” olmasak da “olamamanın” acısını tadacağız!. Büyük ihtimalle “Mutlak Var”, bizim olmamıza değil, olma isteğimize, olma çabamıza bakacak!. Ona göre bizi “olduracak”!. Sonlu-Sonsuz Sonsuz’u tamamlanmamışlık, eksiklik olarak düşünürsek; sonlu da tamamlanmış, tam olmuş olur. Oysa kasıt, tam tersidir; sonsuz, tam ve mükemmel; sonlu da eksik ve nâkıstır.  Alfted North Whitehead gibi süreç filozofları, Tanrı’yı da evren gibi olmakta olan “bişey olarak” görürler. Tanrı’ya da böyle bakarsak, ortada “tam ve mükemmel” ve doğru işleyen ‘bişey/düzen’ kalmaz.

TAVR/IMIZ

Kelimelerdeki anlam, kelimelerin kendinde midir, ‘dışarda’ mı? Kelimeler birer gösterge ise anlam, onların gösterdikleridir. Böyle bakarsak, anlam ‘dışarıda’dır. Anlam dışarıda ‘biyerde’ ise, o yer, her kelime (ve de cümle) için ayrı 'biyer' midir? Bu son soru, aynı zamanda anlam bütün mü, parçalı bişey mi? sorusudur. Anlam parçalı bişeyse, anlamla kelimenin kendisi arasında pek bifark kalmaz. Anlam bütünse, biz, her kelimenin anlamını o bütünden alıyor, kelimelere dağıtıyoruz; konuşma ya da yazma, kişinin o bütünden aldığı anlamları bir araya getirmesidir. Bunun farkına varan, konuşurken ve yazarken ‘düzgün’ konuşur ve yazar; var(a)mayanın konuşması ve yazması “bozuktur.” Kelimelerden kavramlara geçersek işimiz çook daha zorlaşır. Tikel ve tekil kavramlardan çoook daha zor olan tümel kavram/lar ve eğer Tanrı’yı birliyorsak, Tek ve Mutlak Tümel Tanrı (Allah) kavramını ifâde edince ne anlıyor ve ifâde ediyoruz? Herkesin ağzındaki hatta kalbindeki Tanrı, ‘kişideki anlam olarak’!

DİN-SİYASET İLİŞKİSİ

Din ve Siyaset ilişkisi üç türlüdür. Dinin siyasallaşması, siyasetin dînîleşmesi ve din ile siyasetin yardımlaşması. Din, ilâhî alana; siyaset, toplumsal ve insanî alana aittir. Bu şu demek değildir : Din = İlâh/Allah; siyaset = toplum ve insan. Dinin siyasallaşması, siyasetin dînîleşmesinden daha çok tehlikelidir. Dinin siyasallaşması, ilâhî olanı insanîleştirir, dini, iktidarın (insanın, insanî gücün) emrine verir ki bu çook tehlikelidir, dini tek boyutlu, sıradan ve baskıcı kılar, dinde ilahî olanı yok eder, ilâhî olanın insanla bağını koparır. İktidar, dışsal-maddî bir güçle varlığını sürdürür; kendi dışındaki güçlere tahammül edemez; gücü elinde tutmak, kaybetmemek için de herkese aynı dinî anlayışı dayatır; böylece din = siyasî iktidar hâline gelir. Dinde derinleşmek, bireysel olarak Allah’a ulaşmak isteyenlere, taqvâsını artırmak isteyenlere fırsat verilmez; dinî ufuk daraltılır, köreltilir; din, iktidar hırsına kurban edilir. Dinin siyasallaşması, dinin düşüşüdür. Siyasetin dîn

SON YAZI: GECE-GÜNDÜZ = GÜN.

Gün. Gündüz değil. Gün, gece ve gündüzün toplamıdır. Geceyi ve gündüzü biliyorsunuz ama ben, hem geceyi hem de gündüzü biraz daha farklı (=geniş) bir anlamda kullanacağım. Gece : Karanlık. Zulumât.  Gündüz : Aydınlık. Nûr. Gece : Gayb. Gündüz : Şehâdet. Gece : Metafizik.  Gündüz : Fizik. Gece : Akıl. Gündüz : Duygu. Gece : Dünya. Gündüz : Âhiret ya da tersi. Gece : Ölüm. Gündüz : Hayat ya da tersi. Gece : Uyku. Gündüz : Uyanıklık. ... Gün : Bütün bunların hepsi. ... Gündüzü de gece gibi olanlar var. Gecesini gündüze çevirenler de var. “Ey kendini örten! (Örtüsüne bürünen.)!. Qum-il leyle illâ qalîlâ!.” (77/Müzzemmil, 2.) "Kalk!. Uyuma!. Az uyu!. Gecenin azında uyu!. Uyanık kal!." (Hiç olmazsa) Gecenin birazında kalk!. Hep uyuma!.  Gündüz uyuyanlara inat, gece az uyu!. “nısfehû ev inqus minhu qalîlâ.” (Hiç olmazsa) “Gecenin yarısı kadar, yahut ondan biraz az.” “ev zid aleyhi; ve rettil-il Kur'ân’e tertîlâ.” “Gecenin yarısına biraz ilâve et! ve Kur'ân’ı tertîl üzre tert

HAZÎNE

Hazînenin iki anlamı var : Maddî ve Manevî. ‘Hazîne Avcıları’, genelde maddî hazineyi arar; manevî hazine arayanlar çook azdır. Maddî hazîne arayanlar, her zaman ekonomik zorluk çekenlerden oluşmaz; manevî hazîne arayanlarda, manevî bir boşluk her zaman vardır. Hazîneye ulaşmak kolay değildir, büyük-ciddî zorlukları göze almak gerekir. Bu zorlukların üstesinden gelmek için Tanrı’dan da yardım istenir, O’na duâ edilir. Kimi de hazîne yanı başında iken onun hazîne olduğunu bilmez. O, eşek gibidir. Eşeğin hazîne sırtındadır ama eşek, sırtında bir hazîne olduğunu bilmez, onu sıradan bir “yük” gibi görür.  Eşeklikten çıkıp!, insan gibi görünen insanın da (beşerin de) hazîne dilindedir, ona eşekten çook daha yakındır ama o da, (insan olamadığı için) onun bir hazîne olduğunu bilmez. Duâ etmeye devam eder; ‘duâm da bitürlü kabul olmadı!.’ der. Hâlbuki o duâ kabul olmuştur ama o “bil(e)memektedir.”!. Bilememesi, kendindendir, duâ E/ettiğinden (Rabbinden) değil. O, her duâ edenin duâsına icâbet

EŞEK

Hımar. Yük taşıyan hayvan. Biraz büyüğü ve biraz daha inatçısı katır, hızlısı ise at/beygir. Eşek, katır ve at, taşıdıkları yükü bilmezler, çünkü hayvandırlar. Yeni nesil için söyleyeyim; bunlar da dört tekerli canlı kamyonlar gibidir ama bu hayvanlar, kamyonlar kadar çok yük taşıyamazlar. Eşek (hımar) kelimesi Kitâb’ta beş yerde geçer. Bakara, 259. Nahl, 8. Lokman, 19. Cuma, 5. Müddessir, 50. Bu yazı Cuma, 5. âyeti konu edinecek. Bakara, 259 çok zor bir âyet; Lokman, 19’da, bir benzetme için eşek (sesi) kullanılmış; Müddessir, 50, Mesaj’dan (Kur'ân’dan) kaçanın hâlini, ürkek-korkak yaban eşeklerine benzetiyor. Yaban eşeği, normal eşekten daha iri, atla-eşek arası bir hayvan; anavatanı Asya, Ortadoğu ve Afrika. Kitâb indiğinde o bölgenin halkı bu eşekleri biliyor. Cuma, 5. “Tevrat’ın mesajını ulaştırma ve uygulama yükümlülüğünü kabul ettikleri hâlde, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan eşeğe benzer. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların düştüğü durum ne

YÖNETİM

Yönetim, yönetenin ve yönetilenin asimetrik ilişkisidir. En basitinden “çobanlıktır”!. Çoban, “güttüğü” “kuzulardan” sorumludur. “küllüküm râin, ve küllüküm mesûlün an raiyyetihî. Hepiniz çobansınız, güttüğünüz ‘sürüden’ mes’ulsünüz.” (Hadis.) Akılsız varlıkları gütmek kolay; iş, akıllı varlıklara (insanlara) gelince zorlaşıyor. Her iki hâlde de güç gerekiyor; ilk hâlin gücü daha çok kaba kuvveti; ikinci hâlin gücü aklî kuvveti (akıllı bir stratejiyi) gerektiriyor. Güç, hâkimiyet demek. Bu hâkimiyetin kaynağı nereden alınıyor, temel soru/n bu. Modern demokratik devletler, bu gücü toplumdan (halktan) alır. Bir de, halkın da içinde bulunduğu kâinatı yöneten Güç vardır : Tanrı. Modern devletlerin dayandığı güç, tanrısal-metafizik bir güç değil, akılsal (aklî) ve fizikî/fiziksel bir güç; bu devletlerin asker ve polis güçleri var; bu devletler, kendine itaati temin için, ellerindeki gücü kutsallaştırıyor; bu güce, ‘seküler kutsal güç’ diyemiyoruz  çünkü sekülarizmin kutsalı olmaz; insanlar

ÖZLÜ BİR SÖZ

“Ateş, yiyecek bişey bulamadığı zaman kendisini yer.” (Abbâsî Halifesi ve Şâir İbn-ül Mu’tez. M:861-908) İbn-ül Mu’tez bu sözü kıskançlık bağlamında söylemiştir, çünkü sözün öncesinde “Hasetçinin hasedine sabret; çünkü sabrın onu öldürecektir.” der.  Bense bu sözü çok farklı bir okumaya tâbî tuttum; özlü-güzel sözlerin böyle bir özelliği vardır. 1) Ateş, yanacak şeyleri (odun, kömür vb.) yakar, yanacak şeyler kalmayınca kendini yakar = söner. 2) Yanacak bişey olma!. 3) Öfkelenme!. Öfkeni kendin söndürmezsen, öfken (başkalarını da) seni de yakar. 4) Günah (kötülük) ateştir. Kötülük yaparak kendini de yakacak ateş biriktiriyorsun.  5) Bu sözü, İbn-ül Mu’tez söylediğinde çok ateş vardı, Abbasîler çook şeyi (kişiyi, değeri vb.) yakıyordu, yakacak bişeyleri kalmayınca kendilerini yaktılar = yıkıldılar.

IZZET-İTİBAR

Şeref-Haysiyet. Bu dört kelimenin içinde en asil olanı, Izzet; bu kelimeler zaten anlamlarını asâletten, ızzetten alıyorlar. “Tüm Izzet, tamamen Allah’ındır. İnnel Izzete lillahi cemîan.” (4/Nisâ, 139. 10/Yunus, 65. 35/Fâtır, 10.). Bu cümle şu şekilde de kurulabilir. ‘Izzet, tümüyle Allah’a aittir.’ 35/Fâtır, 10’u tamamen vermek istiyorum. “Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah'a aittir. Temiz sözler O'na yükselir. Düzgün iş onu yükseltir. Kötülük planı yapanlar için, şiddetli bir azap vardır. Kurdukları düzenler boşa gidecektir.” مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُوْلَئِكَ هُوَ يَبُورُ Her namazın sonunda söylediğimiz 37/Saffât, 180. âyet “Sübhâne Rabbike Rabb-il Izzeti amma yasıfûn.” Senin Rabbin onların vasfettiklerinden (düşündüklerinden, tasavvur ettiklerinden) çook daha yüce bir Rab’dir. Tüm I

HAYÂ

Utanma (duygusu). Ar. Nâmus. Hayâ aslında birdir ama muhatabı açısından ikidir; o muhatapların ilki insanlar, öteki ise Allah’tır. Allah’a karşı hayâ duyan, insanlara karşı da duyar ama insanlara karşı hayâ duyan, Allah’a karşı duymuyor!. Böylelerine ‘Allah’tan korkmuyorsan, bâri kuldan utan!.’ diyoruz. Allah’a karşı duyulan hayânın iki derecesi vardır. 1) Bir kötülük (günah) işleyince duyulan hayâ. 2) O’na gereği gibi kulluk edilemediği için her zaman duyulan hayâ. İkinci hâl, ‘havâs-sul havâss’ın hâlidir.  Birinci hâldekiler, O’nu gereği gibi “takdir” edememişlerden ve işlerini ciddîye almamışlardan oluşur.  O’nu “yok sayanları”, O “yokmuş gibi” davrananları hiç hesaba katmıyorum. “ve mâ kaderullahe haqqa kadriHî, vel ardu cemîan qabdatuHû yevm-el kıyâme/h, ve-ssemâvâtu mætviyyâtun biyemîniHî, sübhâneHû ve teâlâ ammâ yüşrikûn.” “Onlar, Allah’ı hakkıyla (gereği gibi) “takdîr” edemediler (edemezler)!. Kıyamet günü tüm arz/yeryüzü, O’nun kabzasında/avucunun içinde (olacak), semâvât

ESMÂ'DA TEVHÎD

Bizler, genelde Zât’ta Tevhîdi kabul eder ama İsimleri/Esmâ’yı “böler-parçalarız”!. Tamam, Zât, İsimleri/Esmâ’sı ile bilinir; İsimler/Esmâ, düşünce/zihin düzeyinde “geçici” olarak “bölünebilir” ama fiiliyat ve hayat düzeyinde aslâ “b ö l ü n e m e z !.”  Fiiliyat ve hayat düzeyinde bölünürse ne olur?  Allah, El-Afüvv’dür, El-Ğafûr’dur, El-Kerîm’dir... O’nun İsimlerini/Esmâ’sını yaşadığımız hayat ve fiiliyat düzeyinde bölersek, sözgelimi, Allah nasıl olsa affedicidir, der; (bile bile!) O’nun affına güvenerek!, günah (kötülük) işlemeye devam ederiz. O’nun İsimlerini/Esmâ’sını yaşadığımız hayat ve fiiliyat düzeyinde bölmezsek, bilmeden ya da hata ile işlediğimiz günahların (kötülüklerin) O’nun tarafından affedileceğini umarak O’ndan aff ve mağfiret dileriz. O’nun İsimlerini/Esmâ’sını bir bütün olarak görürsek, O’nun aynı zamanda hesaba çeken (El-Hasîb), intikam alan (El-Müntakîm) olduğunu da biliriz. O’nunla ilişkimizin düzeyini ‘ciddî’ tutarız. Zırt-bırt günah işleyip, peşinden tövbe etm

ISRAR-İNAT-AZİM

Üç kelimenin aralarında elbet fark var ama bi noktada benzerlik de var. Farkı, kişinin hakikat karşısındaki pozisyonu (durumu, konumu) belirler; benzerlik, dildedir. Kişi, nankörlükte de şükürde de ısrar ve inat edebilir; kötülüğü ya da iyiliği işlemeye azmedebilir. Kişi, yürüdüğü yolun (yaptığı işin) doğru olduğunu biliyorsa ve bu yolda yürümekte azimli/kararlıysa, ısrarla/inadına yürür, inadına yapar!. Yürüdüğü yolun (yaptığı işin) kötü olduğunu bile bile yürüyenler de, ısrarla o yolda yürümeye devam ederler... Yürüdüğü yolun (yaptığı işin) iyi mi kötü mü olduğunu bilmeden o yolda yürüyenler, o işi yapmaya devam edenler de vardır.  Ben de onlardan biriyim. Yaptığım iş (yazma işi), kimse tarafından okunmasa bile, ısrarla/inatla/azimle yazmaya devam ediyorum. Neden? Önce, işim (ödevim/görevim) bu. Sonra, belki bir gün biri okur. Okumasa da ben, işimi (ödevimi/görevimi) yapmış olurum.  Yarın sorulursa?!. ‘Yaptım’ derim. Bu, az bişey mi?!.

VAR-YOK

Başlığı, “mış gibi yapmak” koymak istedim ama bu başlığın meramımı tam ifâde edemeyeceğini anladım. ‘...mış gibi yapmak’, biliyor-muş gibi, yapıyor-muş gibi vb. yapmaktır; bu, yapanın (bilenin) kendisine döner; oysa “var-yok” ya da “varmış gibi, yokmuş gibi”, bireyin (kişinin) kendisi kadar muhatabını da ilgilendirir. Bu başlığı neden attım? İyi-kötü bir gözlemci olarak ben/kendim dahil, Müslümanların uzun süre hâlini gözlemledim. Müslümanlar, âhiret (hesap) var, diyor ama âhiret (hesap) yokmuş gibi yaşıyor/davranıyorlar.  Söylemesi çook zor (hem de tehlikeli!) ama söylemek zorundayım. Müslümanlar, Allah var, diyor ama “yokmuş gibi”! davranıyor/yaşıyorlar!. Öyle olmasa, Müslümanların hâli böyle mi olur? Biraz daha Müslümanca, ahlâka uygun davranmaz/yaşamazlar mı? Gerçekten Müslüman mıyız, yoksa Müslümanmış gibi mi yaşıyoruz?!. Gerçekten inanıyor muyuz , yoksa inanıyormuş gibi mi yaşıyoruz?!. Öbür soruyu sormayacağım. Soramam!.

EĞİTİM-ÖĞRETİM

(Bu yazıyı 40 yılının 30 yılını öğrenime, 10 yılını da öğretime vermiş biri olarak yazıyorum; dikkat ettiyseniz, eğitimden hiç söz etmedim, eğitim başka bişey; bu yazıda onu konu edineceğim.) Başlık (eğitim-öğretim), doğru bir sıralama; öğretim-eğitim de olabilirdi ama olmamış. Eğitim, öğretimden; öğretim de eğitimden ayrılamaz ama öğreticilerimiz (öğretmenlerimiz, hocalarımız) eğitimli değil, eğitilmemiş. Öğretim, teoriktir; eğitim, pratiktir. Öğreticilerimiz (öğretmenlerimiz, hocalarımız), öğrettiklerini yapmıyor, yapamıyor!. Biliyor ama yapmıyor, yaşamıyor. Bilgi, aklîdir; yapma/yaşama, ahlâkîdir.  Bizim bilgi sorunumuz, bilgide çok fazla eksiğimiz yok; ahlâk sorunumuz, ahlâk eksikliği sorunumuz var. Bu kanaate nasıl vardım? 40 yıllık eğitim-öğretim yaşamım boyunca belki onlarca hoca (siz deyin yüzlerce) ile karşılaştım; üzülerek söylüyorum ki, hiçbir hocanın benim üzerimde kalıcı bir etkisi olmadı!. (Kitaplardan etkilendim. Son 10 yıldır da kitaptan önce yazarının hayatına bakıyoru

BİR BAŞKA NOKTA!

Bu nokta, Hamd (حمد) ve Hamd (خمد) arasında. Hamd (حمد), övme, övgü. Hâmid, hamd eden; Muhammed, övülmüş.  Hamd (خمد), sönme; hâmid, sönmüş. Yasin, 29. âyette ‘sadece bir sayha!, bakmışsın onlar sönüvermiştir.’ (feizâ hüm hâmidûn; noktalı ha) denir. Noktasız ha’lı Hamd’i (حمد) biliyorsunuz. Bu kelime Kitâb’ta 63 kez geçer. En fazla İsrâ ve Zümer Sûrelerinde (4’er kez). Beni en etkileyen yer, Zümer son âyet. Her şey “bitince”!, cennetlikler ve cehennemlikler yerlerini bulunca, meleklerin arşın etrafında Rablerini Hamd ile andıklarını (‘yüsebbihûne biHamdi Rabbihim’) (O’nun yüceliğini övdüklerini) “görürsün/göreceksin”!. (Artık) onların (herkesin) arasında adâletle (bilhaqqı) hükmedilmiş ve Âlemlerin Rabbine Hamd olsun = ve gîle-l Hamdü lillâhi Rabb-il Âlemîn denilmiştir. Bu sahne, muhteşem!!. Sahnenin arka-planında (bir sayfa geride) da muhteşem sahneler var!. Önce cehennemliklere “zümerâ!” deniyor; ondan önce soruluyor : ‘Size daha önce Rabbinizin âyetlerini tilâvet eden ve sizi böyle

NOKTA (.)!

Hz. Ali Efendimize atfedilen “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” sözü bana hep cazip gelmiştir. Bunca yıl, bir “nokta” için mi uğraşıyordum?!. Bu “nokta”, Besmele’nin Be’sinin altındaki ‘nokta’ya refere edilir; ben, başka bir kelimedeki “nokta” için bu yazıyı kaleme alıyorum. O kelime (حلى) ve (خلى); “nokta”, bu sefer üste çıkmış. Halâ’nın (حلى), mastar hâli hulûvet, tatlılık, hoşluk; fiil hâli, bişeyi hoş (tatlı) bişeyle donatmak, doldurmak; tef’îl babındaki hâli tahliye (تحلية), süs. Öbür Halâ (خلى), boşluk. Tef’îl babındaki hâli (تخلية), boşaltma, tahliye. (خلاء), açık arazi, büyük boşluk. Amâ (عماء) da, yaratılış öncesi karanlık büyük boşluk (yokluk!). Tahlil (تحليل), çözümleme, analiz. Zıttı, terkîb, sentez; edebiyatta ise te’lîf. Halâ’daki noktaya, bireysel bazda, üç açıdan (yönden/taraftan) bakılabilir : 1) İçin (kalbin ve aklın) boş; aslında dolu. Bu boşluk (doluluk), hoş olmayan şeylerle dolu. Hem boş, hem dolu diyorsun; kafayı mı yedin, diyebilirsiniz; izah edeceği

TECRÜBE

Tecrübe, tarihtir; tarihten alınan derstir. Tarih, sadece devletler tarihi, aktörü devletler olan tarih değildir. Kişilerin toplumların, düşüncenin (ilmin/bilimin), şehrin vs. de tarihleri de vardır. En kısa (en özlü) sözle, en geniş tarihi, Kitâb’ta anlatılan kıssalar verir. Kitâb’ta anlatılan kıssalarda kişi ve yer adları bulunmaz. Neden? Oralardaki çöküntünün ve yükselişin nedeni kavranabilsin ve her dönem insanlar onlardan ders/ibret alabilsin diye. ‘En geniş tarihi’ dedim. İlk insan Âdem’in düşüşü, oğulları Hâbil ile Kâbil’in “hikâyesi”, Nuh Tufanı, Âd, Semûd kavimlerinin başlarına gelenler, Medyen Ahâlisi, Hz. İbrâhim’in hayatı, yaşadıkları, Hz. Musâ ve Firavun mücadelesi, Bahçe Sahipleri kıssası, Ashab-ı Kehf, Musâ-Hızır (Bilge Kul) Olayı, Zülkarneyn kıssası, Hz. İsâ’nın 30-31 yıllık kısa hayatı ve Hz. Muhammed’in mücadelesi; neredeyse tüm insanlığın tarihi vardır Kitâb’ta. Hangi tarih kitabı, üç-beş sayfada bu kadar uzuuun bir tarihi anlatabilir?!. Bu kadar uzuun tarih = yaşanm

ZİRVE

Coğrafî olarak en yüksek nokta, tepe; mecâzen en üstün seviye. Zıttı, dereke, en aşağı seviye, çukur. Çukurun ve zirvenin, alçalmanın ve yükselmenin olması için, ya aşağı-yukarı dikey ya da helezonik dairesel hareket gereklidir. Bu hareketin mekânına dâire dersek, (devr de dâiredendir; devir-dâim ise sürekli harekettir.); bu dâirenin zirvesini ve derekesini, kişinin dâire karşısındaki durumu/pozisyonu belirler; kimine göre zirve dereke; kimine göre dereke zirvedir. Bu açıdan bakarsak, insan neyin, nerenin zirve; neyin, nerenin dereke olduğunu bilemez!. Zenginlik (servet) ve makam, zirve gibi görünür ama hakkı verilmezse dereke olabilir. İlim de öyle; gereğince amel edilmezse, kişiyi rezil eder. Malda da ilimde de makamda da ölçüyü, onların nerede ve nasıl kullanılacağını takdir Eden belirler. O, maddî-manevî her şeyi bir ölçüye göre belirlemiştir. “İnnâ külle şey’in halaqnâhu bikader.” (54/Kamer, 49.) O’nun belirlediği ölçü dışında malı, makamı ve ilmi kullanım, kişiyi düşürür; O’nun b