SÖYLEM ve EYLEM

Bizler çoğunlukla söyleriz, eylemeyiz, sözümüz de tesirli olmaz. Çocuklarımıza, talebelerimize, cemaatimize, muhataplarımıza söylediğimiz şeyleri kendimiz yapmadığımız için bifaydasını görmeyiz. Eğitim, irşad gibi ‘etkinliklere’ ayırdığımız zaman ve bütçe de ‘israf olur gider’.

Bilgi vermek, eğitmek ve terbiye etmek değildir. Bilgi vermek, verilen bilginin gücüne inanarak o bilgiyi kendi hayatında uygulamasını yaptıktan sonra başkalarına aktarmaktır. İşte o zaman o bilgi sizin sadece dilinizde değil her yerinizdedir. O dersi her yerinizle (hâl dilinizle) anlatırsınız muhataplarınızda da etkisini/tesirini görürsünüz.
Sözgelimi çocuklarımıza İslam’ın şartlarını anlatıyor, öğretiyoruz ama o şartlara uygun yaşamıyoruz. Namaz kılmak diyoruz, kendimiz kılmıyoruz; zekât vermek ediyoruz, çocuklarımız kimseye bişey verdiğimizi görmüyor... İmanın şartlarını öğretiyoruz, örneğin Kitaplara iman diyoruz, Kitab'ımızı açıp okumuyoruz, okusak da ne dediğini anlamıyoruz; âhirete iman diyoruz âhirete hiç ‘gönderme’ yapmıyoruz, ‘varmış gibi’ bile yaşamıyoruz...
Ne var ne yoksa hem bura ve şimdi diyoruz. Buradan başka bir hayat ‘varmış gibi’ bile davranmıyoruz.
Efendimiz mübarek ehl-i beytine şunu öğretmiştir. Ey ev halkım! ‘Verdiğimiz bizimdir.’
Biz ise hep almaya, sahiplenmeye alışmışız; verince elimizden çıkacağını, yok olacağını düşünüyoruz, üstelik âhirete de inandığımızı söylüyoruz.
İnanmak, 'söylemde değil eylemde bulunmak’, vermekle, kılmakla, göndermekle olur, biriktirmekle değil. Biriktirince ne oluyor? Nereye, ne götürüyoruz? Biriktirdiklerimizin ne kadarını yiyebiliyoruz?
İnanan biri, bir eliyle aldığını öbür eliyle vermeli/verebilmeli. Aldığının emanet olduğunu bilebilmeli. Sahip oldukları (mal, bilgi) şeyler ile sınandığının/denendiğinin bilincine varabilmeli, kendini ‘aracı, aktarıcı, iletici bir köprü’ gibi görebilmeli. Benim değil, bana verildi ve vermem emredildi, ‘ahsin kemâ ahsenellahu ileyk.’ (28/77) tavsiyesini duyunca derhal ‘başüstüne, emrin olur Rabbim!.’ diyebilmeli.
Geliri çok iyi olan, para biriktirmeyi de sevmeyen, evi ve arabası da olmayan biarkadaşıma Ramazan'da, kazara ‘oruçla aran nasıl’ diye sormuştum. Bana şu cevabı vermişti : ‘Ömrüm boyunca hiç tam doymadım, hep aç yaşadım, hayatımda değişen hiç bişey olmadı ki!’ deyince kendimden utanmıştım.
İman etmek, söylemle değil eylemle çook daha güzel.
‘İnnellezîne âmenû ve amilussâlihâti ve ekâmussalâte ve âtuzzekâte Leh-üm ecruhum ...’ (2/277) İnanan (inandığını söyleyen) inandığını yapan (inandığı gibi yaşayan, salih amel işleyen) namazı ikâme eden (Rabbi ile bağını hiç koparmayan) ve zekâtı verenlere (karşılık beklemeden yardımda bulunanlara) Rableri katında büyüük ecir vardır, onlar korku ve hüzün/üzüntü duymayacak, hissetmeyeceklerdir.
İnsan Sûresi 5. ayetten sûre sonuna kadar, ‘verdikleri kişilerden hiç bir teşekkür ve karşılık beklemeden, sırf Allah Rızası için verenleri nelerin beklediği anlatılır. Leyl Sûresinde bu şekilde davranan insanlara ‘her şeyin kolay kılınacağı’ söylenir, vb. gibi bir çok ayette infaktan bahsedilir ama biz vermek yerine almayı ve biriktirmeyi tercih ederiz ve âhirete inandığımızı söylemeye devam ederiz.
Dışarıdan bigöz (bağımsız, tarafsız biri) bizi değerlendirse, rahatlıkla sen yalan söylüyorsun (yalancısın) diyebilir. Acaba Rabbimiz ne diyecek, bizi samimi bulacak mı?!.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET