KURTULUŞ SAVAŞI

Kişisel olarak kurtuluş, kişinin kendi nefsinden (arzu ve isteklerinden) ve başka nefislerin (başkalarının) tasallutundan kurtulmayı ifâde ederken; toplumsal ve ülkesel olarak kurtuluş, bir ülkenin/devletin başka bir ülkenin/devletin işgalinden kurtulmasını ifâde eder; bu savaşa da kurtuluş savaşı denir.

Bu ülkenin kurtuluşu 1919 ilâ 1922 arasında olmuştu. Ama, hâlâ kurtuluş savaşı veriyorsak, demek ki tam kurtulmamışız!.

Bugünlerde de “ekonomik kurtuluş savaşı’ lafını dillendiriyorsak bu, tam kurtulamadığımıza ya da yeniden ‘tutsak’ edildiğimize işaret değil midir?

Bizi kim tutsak ediyor? Bu kurtuluş  savaşlarını kime karşı veriyoruz? Hayalî düşmanlara karşı savaştığımız için mi bütün bunlar başımıza geliyor?!.

Don Kişot (Don Quijote) gibi yel değirmenlerine karşı mı savaşıyoruz? Don Kişot (Don Quijote) da kendini kahraman (şövalye) ilân ediyordu.

Nefsine (süflî arzu ve isteklerine) karşı olan savaşı kazanamayan, hiç bir savaşı kazanamaz. En büyük savaş, kişinin kendi nefsiyle olan savaştır. Kendimizle/nefsimizle olan savaşımızı kaybedince, nefsimiz bizi aldatır, bize dışarıdaki savaşları kazanmışız gibi gösterir ama belli bir süre sonra hiç bir savaşı kazanmadığımızı anlar, sürekli birileriyle savaşırız; bu savaş bazen ekonomik olur, bazen toplumsal, bazen siyasal, ...

En büyük düşmanımız şeytanımızdır; şeytan, kişide/nefste kişisel; toplumda, toplumsal yüzüyle görünür. İsraf ettirerek ve haram olanı yedirterek ekonomi üzerinden; sahte güç hissi vererek de siyaset üzerinden etkin olur. Kişi, kendindeki gücü Rabbinin Gücüne bağlayamadığı sürece, güçleri uyumlulaştıramaz, sürekli birbirleri ile savaştırır; şirk buradan doğar.

...

Beden, insanın görünen yüzüdür; o yüze (bedene) görünmeyen ruhu (yanı) iş yaptırır. İnsan = beden ve ruhtur. İnsanı insan yapan, görünür yanının da görünmeyen yanının da (içinin de dışının da, ruhunun da bedeninin de) ahlâklı olmasıdır. Kişiyi biri (bu biri, insan/lar da olabilir Tanrı/lar da) gördüğünde, ‘ahlâklı’ oluyor; görmediğinde, ‘ahlâktan taviz’ veriyor/çalıyorsa, bu onun ahlâklı olduğu anlamına gelmez. Ahlâkın etkili bir yaptırımı olacaksa, bu yaptırım, kişiyi hem içten hem dıştan kuşatan (ona şahdamarından yakın olan, her şeyden haberdar olan) Allah’tır, Allah korkusu = taqvâdır.

Allah korkusu = taqvâ yoksa insan, ‘melek gibi (görünmez) de olsa’!, nasıl olsa kimse (insanlar ve Allah) beni görmüyor (bilmiyor) diye her türlü ahlâksızlığı yapabilir, yapar, yapıyor.

Allah korkusu = taqvâ, çook yüksek ve derin bir özbilinç, çook yüksek ve derin bir sorumluluktur. Bilinci sorumluluğa dönüştüren taqvâ; eyleme dönüştüren ise ahlâktır; bilen ama sorumluluk duymayan/sorumlu davranmayan, taqvâdan yoksun bir ‘ahlâksızdır’; sorumluluğunu taqvâya dayandırarak  ahlâklı davrananın bilgisi de ahlâkı da artar ve sorumluluk duyduğu Rabbi ona bilmediğini öğretir, ahlâkını güzelleştirir. Efendimiz, “Ben ahlâkı kemâle erdirmek için gönderildim.” demiş ve bize, “Bildiklerinizle amel edin, size bilmedikleriniz öğretilsin.” (Hadis-i Şerif.) tavsiyesinde bulunmuştur.

Bizler imanda, içi-dışı bir olmayana münafık (nifak içinde olan) diyoruz; aynı durum ahlâkta da geçerlidir; ahlâkın nifakı da için dışla, dışın içle  uyumsuzluğudur; ahlâkı düşük olan ya da ahlâksız olan yaptığı işi ya hayvanlar gibi inisiyakî (içgüdüsel) ya da zoraki (istemeyerek, dışsal bir baskı ile) yapar.

Gerçek iman = taqvâ, kişiyi içle-dışın (kendi ile evrenin) uyumuna (ontolojik tevhîde) götürür ve kişiyi (gerçek manada) ahlâklı (tutarlı) kılar; özünü-sözünü bir yapar, münafıklıktan (iç ve dışın savaşından) kurtarır.

Gerçek kurtuluş, budur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET