ŞEMS

Şems, güneş demek. Güneş, ısı ve ışık kaynağımız. Güneş, dış dünyamızı ısıtır ve ışıtır; iç dünyamızı da ısıtan ve ışıtan “Bir Güneş” vardır. Rûmî’yi Rûmî yapanın Şems-i Tebrîzî olduğu söylenir. Bu konuyu (Güneşi, lambayı ya da herhangi bir ışık kaynağını) biraz araştırıp üzerinde düşününce şu kanaate vardım. Işık/lar (güneşi, lamba, mum vs.), başkalarını aydınlatmak için kendi/leri/ni yakıyor/lar; kendilerini yakmadan “etrafı” aydınlatamıyorlar. Onlara yakıtlarını veren Kendinde hiç eksiklik olmayan, Kendini yakmayan, Es-Samed olan Allah’tır; “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/Nûr, 35.)

...

İnsanoğlu daimî olarak güneşe mâruz kalırsa yanar; hiç güneş görmezse de donar.

“Gece de gündüz de O’nun size rahmetidir. Gece, dinlenmeniz için; gündüz de geçiminiz içindir. Umulur ki şükredersiniz.” (28/Kasas, 73.)

“Sizin için geceyi örtü, uyku ve dinlenme; gündüzü de çalışma (geçinme) zamanı kıldık.” (25/Furkan, 47.)

Âyetlerdeki gece-gündüzü düz/zâhir manasından mecaz/bâtın manasına taşısak da pek bişey değişmez.

Güneş (Nûr), bizi her daim ısıtsa ya da ışıtsa, biz aslâ o ısıya ve ışığa sürekli mâruz kalamayız, dayanamayız, yanarız; ondan mahrum kalırsak, bu sefer de donarız; burası için her iki hâl de “cehennemî” bir hâldir; gece ve gündüzün peş peşe gelmesi O’nun rahmetidir; ötede ise bu iki hâli cehennemlikler; orta (ılıman) hâli ise cennetlikler yaşayacak, onlar, orada “lâ yeravne fîhâ şemsen ve lâ zemherîrâ, ne şiddetli sıcak ne şiddetli soğuk (zemheri) görecekler.” (76/İnsan, 13.)

Gündüz ya da gece daimî olsaydı!.

“Düşünseniz ya! Eğer Allah, üzerinize geceyi, Kıyamet Günü'ne kadar aralıksız devam ettirse, Allah'tan başka size aydınlığı verecek olan ilah kimdir? Hâlâ gerçeğe kulak vermeyecek misiniz?”

قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِن جَعَلَ اللَّهُ عَلَيْكُمُ اللَّيْلَ سَرْمَدًا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُم بِضِيَاء أَفَلَا تَسْمَعُونَ

(28/Kasas, 71.)

Aynı Sûrenin 72. ayeti gündüz için aynı şeyi söyler, “Sermeden” kelimesi sadece bu iki âyette geçer, sürekli, ebedî, sonsuz demektir. 72. âyet, efelâ tubsırûn diye biter; ilk âyetteki kulak vermek = işitmek ile ikinci âyetteki görmek = basar/basiret akletme/fikretme anlamındadır ama bu akletme/fikretme, nazarî/teorik değil pratik sonuçlarının görülmesi istenen bir akletme/fikretmedir. Her iki âyetin başındaki ræyte fiili de görmedir ama bu görmeden (ræyte’den) basîrete, basîretten şehâdete geçemeyen nefs, görmez, duymaz/işitmez.

Tahâ Abdurrahman ‘Dinin Ruhu’ adlı şahâne eserinde şehâdeti ilk mertebe değil son mertebe olarak görür; kişi duyduğu, gördüğü şeye şâhit olur der.

Bizim şehâdetimiz nasıl?!.

Neyi görüyor, neyi duyuyor, neye şehâdet ediyoruz?!.

Yarın, şâhitliğimiz geçersiz olursa, ne yaparız?!.

Salih amel, şâhitliği ispat etmedir; kişide salih amel olmazsa, sözle şahitlik delilsiz kalabilir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET