Kayıtlar

Eylül, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BEYYİNE

Beyyine. Beyne. Beyân. Beyanât. Mübeyyin. Mübîn. Tebyîn. Beynûnet hepsi aynı kök. Beyyine : Sağlam Delil. Huccet. Belge. Burhan. Beyne : Birbirine bakan iki şeyin arasında; o şeylerin (bişeyin) önünde. Beyân : Açıklama. Bildirme. Beyanât : Açıklama yapma. İzahât verme. Mübeyyin : Apaçık. Açıklayıcı söz. Mübîn : İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıran. Tebyîn : Açık açık anlatma. Beyân etme. Beynûnet : İki şeyin arasındaki açık fark. ... 98. Beyyine Sûresi 8 âyet. İlk âyet, Ehl-i Kitâb ve müşriklerin apaçık delil = beyyine gelinceye kadar inkârlarından vazgeçmeyeceklerini söyler. O delil Efendimiz ve Onun getirdiği tertemiz sayfalardır = Kitâb’tır. (2. âyet.) O Kitâb’ta Qayyime vardır = “fîhâ kütübün qayyime.” (3. âyet.) Qayyime : Hayatı ayakta tutan, yöneten ilkeler. Kıyâm ile aynı, hatta kıyâmın çook daha güçlüsü; kıyâm edeni de ayağa kaldıran güç. Ama o Ehl-i Kitâb bu güçlü delile = beyyineye rağmen yine ayrılığa düştüler. (4. âyet.) Kendilerine hâlis bir şekilde (muhlisîne) Allah’a

UBEY b. KÂ'B

Nereden çıktı bu isim şimdi, demeyin; az bekleyin, biraz sabredin.  “Efendimiz, bir gün Ubey’i çağırır ve ona : ‘Allah, Bana, senin için Beyyine Sûresini okumamı emretti.’ der; Ubey de : ‘Allah benim adımı mı andı!, Ya Rasûlellah.’ der ve başlar ağlamaya...” (Buharî, Menâkib-ül Ensâr, 16. Müslim, Fezâil-us Sahâbe, 122 ve Musâfirûn, 246.) Bu rivâyette (hadiste) dikkat çeken husus, Allah’ın Ubey’in ismini anması mıdır?  Ubey’e Beyyine Sûresinin öğretilmesi midir? Ubey özelinde bize de Kur'ân (Beyyine Sûresinin) okunmasının emredilmesi midir? Cevap : Hepsidir ama bizi cezbeden ve ağlatan, birinin adını (ya da adımızı) Allah’ın anmasıdır. Rabbimiz Allah, bizim de adımızı ansa, biz de ağlarız, değil mi? Ama O, bizim adımızı anarken (bize özel, Ey Hasan, Ey Hüseyin, Ey Ayşe, Ey Fatma) Beyyine Sûresini oku/yun dese, bu okuma, II. planda kalır; çünkü O, bize hep “Oku!. (Okuyun) = Iqra!” diyor ama biz okumuyoruz. ‘Adımızı anarak’ oku/okuyun! dese, okur muyuz?!. Aslında O hepimize, Ubey b. K

SÖZÜN GÜCÜ ve AĞIRLIĞI

Söz hakkında ne zaman düşünmeye başlasam, Efendimize vahyin geliş anlarını hatırlarım; önceden de, “Önce = başlangıçta Söz vardı ve O Söz Tanrı ile birlikteydi” diyen ibare/ifade aklıma gelirdi; aslında ikisi birbirinden kopuk değil.  Efendimize Bir Söz = Âyet inerken, hava soğuksa terlerdi; sıcaksa üşürdü; beli bükülür, ayakları titrerdi; O Söz Ona inerken “pelte gibi halsiz, takatsiz” olurdu... Çünkü Ona inen Söz ağırdı, güçlüydü. Ama biz, O Sözün ağırlığını ve gücünü hissedemiyoruz bile!. “innâ senulqî aleyke qavlen seqîlâ. = Biz Sana ağır bir Söz bırakacağız.” (73/5.) Ama Senden sonrakiler, O Sözün ağırlığını ve gücünü fark edemeyecek, Onu “hafif ve etkisiz”! bulacak ve “nağmeli”! okuyacak!.

YAKIN-UZAK

VeLeYe (ولى) ve VeLLâ (ولى) köklerinden türeyen bazı kelimeler : Velâ, Velâyet, Vilâyet, Velî, (çoğ. Evliyâ), Mevlâ, Tevellî ya da Tevellâ. Velâ : Yakınlık. Velâyet : Velî olma durumu ya da kurumu. Velînin, velîsi olduğu kişi üzerinde “tasarruf yetkisi” olur, bulunur. Vilâyet : Yakınların (yakın ve uzak komşuların) oturduğu ve bir vâlinin idare ettiği yer/şehir.  Velî : Dost. Yakın. Evliyâ : Dostlar. Yakınlar. Mevlâ : İdâre etme işini üzerine alan ve idare ettiklerine çok yakın olan. Kâinatın Efendisi = Rabbi = İdare edicisi. Tevellî ya da Tevellâ: (Genellikle an, bazen de min harf-i ceri ile kullanılır) Dosttan (yakından) yüz çeviren. Kişinin Mevlâ’sından, çok yakınından uzaklaşması, onu Mevlâ’sına yaklaştıracak şeylerden uzak durması ve onları yalanlaması.  Kitâb, “kezzebe ve tevellâ” kelimelerini çook sık, ayrı ayrı ve beraber kullanır. (Bknz. 3/82, 155. 4/80, 115. 8/40. 11/3. 20/48. 24/54. 44/14. 51/39. 53/29, 33. 60/6, 9. 64/6, 12. 75/32, 34. 80/1. 88/23. 92/16 ve 96/13.) İlgili â

MÛSÂ (a.s.)'IN ARKADAŞI

Kehf Sûresi 60. âyette geçen fetâ’yı kast ediyorum. Fetâ, genç ve “akıllı” erkek arkadaş, hizmetli/yardımcı; feteyât, genç ve “akıllı” kız arkadaş, hizmetli/yardımcı demektir; Efendimizin sıfatlarından olan fetânet de aynı kelimedir. Fetânet, çabuk ve hızlı anlama kaabiliyeti, zihin açıklığı, keskin zekâ, oldukça iyi bir anlayış ve kavrayışa sahip oluş anlamındadır. Peygamberler, zekâlarını olağan-üstü kullanan “adamlardır”; Onlar, zekâlarını kullanma “sınırına” geldiklerinde Rablerinden eksta “taqviye” alırlar; bu yüzden onların sözlerini sıradan insanlar söyleyemez; sıradan insanlar Onlar gibi hareket edemezler; hepsine selâm olsun. Mûsâ (a.s.)’ın beraber yolculuk yaptığı arkadaşı da Mûsâ kadar olmasa da anlayış ve kavrayış sahibi bir gençti (fetâ). Onların “yolda karşılaştıkları kula” (adama) ise, “özel bir bilgi” verilmiş, O “özel olarak” yetiştirilmişti. “...âteynâhu rahmeten min ı’ndinâ ve allemnâhu min ledünnâ ı’lmâ.” (18/65.) Böyle biri ile, iyi ve hayırlı bir yolculuk için ark

EVDE HUZUR

Erkek olsun, kadın olsun, bir evde = bir ailede huzur yoksa, o erkek ya da kadın iyi bir yönetici olamaz. Kevser Sûresi, “Biz Sana Kevser’i verdik.” der. Kevser, çoğunluk görüşüne göre “çook büyük hayır/iyilik” demektir; bazı Sünnî ve Şiî âlimler, Kevser’i Hz. Fatımâ olarak tefsir ederler. Efendimizin oğulları (Abdullah ve Tâhir) küçük yaşta vefât edince, müşrikler Ona, soyu kesik anlamında “ebter” demişlerdi; Rabbi/miz de (Ona) : “Biz Sana Kevser’i verdik.” (üzülme!) diyerek, Senin soyun Fâtımâ’dan sürecek; demiştir, derler. Efendimizin hâne-i saadetlerinde huzur mükemmel olmalı; O, mübarek eşi Hz. Hatice ile çook iyi anlaşıyor olmalı!... Hz. Hatice vâlidemiz, Onun davasına = yoluna tüm varlığını fedâ ediyor, Onun ‘bir dediğini iki etmiyordu’, Onun en büyük destekçisiydi. Efendimizin evinde huzur olmasaydı, Allah-u A'lem Efendimiz, ‘iyi bir dava adamı’ olamazdı. Evlilikte erkeğin kadını; kadının erkeği “idare etmesi”, memleket idare etmesinden zordur. Erkeğini ya da kadınını idare

ABDULLAH OĞLU MUHAMMED

Efendimiz, kendisine Nübüvvet gelene (40 yaşına, 610’a) kadar bu isimle anılıyordu; O, kırk (40) yaşına kadar “El-Emîn = Güvenilir” idi; Onun yalan söylediği hiç görülmemiş idi... Kırk (40) yaşına gelince, Ona “yalancı” diyemediler, deli = mecnûn dediler. Yalancı, yalanını ya bilerek = kasten, aklı başında iken söyler ya da aklı başından gittiği için = delirdiği için söyler. Onlara (müşrik ve kâfirlere), Abdullah oğlu Muhammed, “delirmiş gibi”! geliyordu; Ondan atalarının kurduğu ve sürdürdüğü mevcut düzeni kökünden sarsan, ilâhları Tek Bir İlâh’ta Bir’leştiren Sözler beklemiyorlardı ama O, ısrarla “Lâ ilâhe illâ Allah”, Ben de Onun Elçisiyim.” diyordu.  Bu onlara göre bir delilikti.  İsteseydi mevcut düzende reis olabilirdi; O, büyük bir “fırsatı”! tepiyordu; bu, onlara göre bir “delilik” değil de neydi?!. “Ey kendisine Zikr (Kur'ân) indirilen! (Zikr indirildiğini söyleyen), Sen delisin.” (15/16.) Bu minvalde daha bir çok âyet... “Deli değilsen, maharetli bir şâirsin!.” (37/36.) “

YALAN/CI

Yalanın Arapçası kizb. Yalancı : Kâzib; mübelağalı hâli, kezzěb. Yalanlama : tekzîb. Bu kelime, türevleri ile birlikte Kitâb’ta 282 kez geçer. Yalanlanan ne, yalancı kim?!. Yalanlanan : Efendimizin getirdiği Nebe = Haber = Kur'ân. Yalancı : (hâşâ) Efendimiz.  Muhammed b. Abdullah adındaki bir “adam”!, ‘Bana Melek Cabrâil, Allah’tan (hepimizin Rabbinden) Bir Haber getiriyor, Onunla da sizi uyarmamı istiyor dediğinde; bir kısım insan Ona inanıyor, bunlara Mü’min; bir çook insan da ‘Sen yalan söylüyorsun’ diyor, bunlara da münkir ya da kâfir; bir kısmı da ‘inanmış gibi görünüyor’ ama gereğini yapmıyor ya da aksini yapıyor, bunlara da münafık deniyor. Onun Söyledikleri Sözler (= Haber/Nebe = Kitâb ve Sünnet) bugün elimizde ama Kendi aramızda değil. Kendinin olması gerekiyor mu?!. Onu, Muhammed b. Abdullah’dan ‘Allah Rasûlü Hz. Muhammed’ yapan bedeni mi, söylediği Sözler mi?!. “vea’lemû enne fîküm Rasûlüllah!... bilin ki! Allah’ın Elçisi aranızdadır...” (49/7.) Biz Ona, Onu görmeden ina

MÛCİZE

Mûcize, (güya inanmak için) müşriklerin istediği bişeydir; Mü’min, inanmak için mûcizeye ihtiyaç duymaz. 17/İsrâ, 59 ve 60. âyetler bu konuda ibret vericidir. Önce o iki âyet : “Bizi âyet (burada mûcize anlamındadır; Kitâb, mûcizeyi âyet ile karşılar) göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin onu yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine/halkına o dişi deveyi apaçık (mubsıraten) bir âyet (= mûcize) olarak gönderdik ama onlar onunla kendilerine zulmettiler. Biz, âyetlerimizi uyarmaktan başka bir şey için göndermeyiz.” “Bir zaman Sana da, Rabbin insanları kuşatmış/ihâta etmiştir demiştik. Sana gösterdiğimiz o ru’yeti (rüyayı = vizyonu) ve Kur'an’da lânetlenen o ağacı, sadece insanlar için fitne (deneme) kılmıştık. Biz onları uyarıyoruz fakat bu onların aşırı azgınlıklarını daha da artırmaktan başka bir şeye yaramıyor.” Mûcize konusunu aklî temellendirmeye tâbi tutmak, inancı sakatlar; çünkü akıl/lar bu konuda uzlaşamaz. Mirac hâdisesine de böyle = aklî yaklaşırsak, onu ‘ışınlanma gibi ilmî

BİR SAHNE!...

Bu Sahne! : Mî’râc. Mi’râc hâdisesi hicretten bir ya da bir buçuk sene önce vukû bulmuştur. Ben, hâdisenin nasıllığı ve neliğinden (mâhiyetinden) çok, o zamanki atmosferi, Efendimize güven ekseninde bu yazıya konu edeceğim. Güvenin (= imanın) oluşması kolay olmaz; hele hele böyle “olağanüstü” bir olay, Efendimizin mübarek ağzından duyulunca, tüm “paradigma, yapı, dava” sarsılabilir ve insanlar, “böyle saçma şey! olmaz” diye Onun etrafından dağılabilir/di!. Bu, Mekke müşriklerinin arayıp da bulamadığı bir “malzemeydi”!. Hatta bazı Müslümanlar arasında bile bu olay “tereddütle” karşılanmıştır. Şöyle ki : Efendimiz bu olayı amcası Abbas ve kızı Ümmü Hâni’ye anlattığında onlar : ‘sakın bunu kimseye söyleme’! demişlerdir. Efendimiz vahyi gizleyebilir miydi, bu mümkün müydü?!. Efendimiz, bir gün Kâbe’de ibâdet ederken Ebû Cehl yanına yaklaşır, “yeni bir haber var mı?” diye sorar; Efendimiz de ona, Mirâc hâdisesini anlatır. Ebû Cehl : ‘Bütün bunlar bir gecede mi oldu?’ der ve ilâve eder; bunl

İNFÂQ

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla birr’e = iyiliğe erişemezsiniz. Ne infâk ederseniz, Allah onu bilir.” لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ (3/Âl-i İmran, 92.) Ebû Talhâ’nın (r.anh.) çok güzel ve çok sevdiği bir hurma bahçesi vardı; bu âyet nâzil olduğunda O, bu çok sevdiği bahçesini infâk (tasadduq) etti. Bu olayı, tarihî bir anekdot olarak okursak, Kur'ân bize bişey söylemez. Onlar (Sahâbîler) Kur'ân’ı “Mushaf’tan”! değil, hayatın içinden okuyorlardı.

İFK

Efendimizin Hanımı, Hz. Ebû Bekir’in kızı, Hz. Âişe’ye iftira atılması olayı. Siz, bu olayın ayrıntısına bakarsınız; ben, “çook kritik”! bir noktaya işaret etmek istiyorum. İftira atanlar ve bu dedi-koduyu sürdürenler arasında, Hz. Ebû Bekir’in uzun yıllar “maddî yardımda bulunduğu” bir insan (Müslüman) da vardır : Mistah b. Üsâse; diğerleri Hassan b. Sâbit. Hanne binti Cahş. (Bu hadise (ifk), hicretin 5. yılında, İslâm’ın gelişinden yaklaşık 17 yıl sonra, Benî Mustalik gazvesi dönüşünde vuku bulmuştur.) Hayal edin ve empati yapın, kızınıza iftira atan bir adama yıllarca yardım etmişsiniz ama o böyle çirkin bir iş yapmış ve yaymış... Hz. Ebu Bekir (ve siz) artık ona yardım etmeyeceğim diye yemin ediyor/sunuz. Bundan doğal ne olabilir?!. Ama, Allah sizi (ve Ebu Bekir’i) uyarıyor. (Bknz. 24/22.) “Bağışlayın, affedin!...” diyor ve ilâve ediyor : “Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?!...” Hz. Ebû Bekir yeminine keffâret vererek yemininden dönüyor ve ona yardım etmeyi sürdürüyor.

HİLAFET ve DEMOKRASİ

Hilâfet ve Demokrasi Hz. Ebu Bekir, bilindiği üzre Teym kabilesindendir; Teym kabilesi diğer kabilelere göre güçsüz bir kabiledir. Efendimiz vefât edince, Hz. Ebu Bekir (1.) halife “seçilmiştir.”!. Seçim, insanların oyuna (reyine) bırakılsaydı güçlü kabilelerden biri halife seçilirdi.  Hz. Ebu Bekir’i halife seçtiren nedir?  Oy çokluğu değil, Efendimize yakınlığı. Sonradan “bu ilkeden” (dine yakınlık, ehliyet ve liyakat ilkesinden) vazgeçilmiş, “oy çokluğuna” dönülmek istenmiş ve ümmet arasında kavgalar baş göstermiştir.

İRADELİ MAHKÛMİYET

İradeli mahkûmiyet olur mu? “Dışardan bakan” için olur. “İçerden bakan” için bu deyim, saçma ve çelişkilidir. Nasıl? Kişi, irade kullanmışsa kararını kendi vermiştir, eylemlerine kendisi karar veren biri, hürdür, mahkûm olamaz. Kişinin eylemleri kendi kararı değilse = kendi dışında birinin kararlarına göre yaşıyorsa, o kişi köledir, kuldur, o eylemleri yapmaya mahkûmdur. Kişi, kendi eylemlerine içerden bakınca, iradesini kullanarak yaptığı seçimler bir mahkûmiyet değil, aksine “özgürlüktür”; ama dışardakine o seçimlerin kimin tarafından yapıldığı belli olmadığı için, o kişi mahkûm olarak (= mahkûm gibi) gözükür/gözükebilir ama herkes, kendi seçimlerine içerden = kendi baktığı zaman, özgür olarak mı mahkûm (kul) olarak mı yaşadığını bilir. İnsanın özgür iradesiyle yaptığı seçimler, Rabbinin iradesine/seçimine uyuyorsa = Rabbinin iradesi ile insanın/kulun iradesi uyuşuyorsa, kul kendini mahkûm hissetmez, aksine özgür ve hür hisseder. İki irade arasında uyumsuzluk (tezat, zıtlık) varsa ku

CAMERA ve CİNEMA

Kamera, sinema/görüntü çeken âlet; bu âleti kullanan, kameraman. Sinema, film. Filmin bir senaristi, bir yönetmeni, bir de seti olur. Herkes, kendi hayat filminin hem senaristi hem yönetmeni hem de kameramanıdır. Kamera/man çoğu zaman ne çektiğinin farkında değil, filmin büyük kısmında uykuda, çoğunda dalgın, sadece bir kaç sahnede ayık. Senaryosunu ve yönetmenliğini kendimizin yaptığı ama setini (platosunu) kendimizin kurmadığı/oluşturmadığı bir filmi = “kendi hayat filmimizi kendimiz” çekiyoruz; bu filmde baş karakter (baş rol oyuncusu) biziz; bizim dışımızdaki kişiler figüran; onların filminde de biz figüranız. Filmin sonunun nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz. Zaten bu filmin yarısı (%50’si) uykuda; yarıya yakını (%49’u) dalgın; çok azı (%1’i) farkındalıkla geçiyor; %1’lik ekstra bir farkındalık, filmi “iyi = mutlu bir sonla” bitirebilir. Biraz gayret.

TESLİMİYET

Teslimiyet  Kelimenin kökü, silm = barış; İslâm da (Müslümanlık da) selâm da selâmet de aynı kelimeden türer. Teslimiyet, teslim’e ‘iyet’ mastar eki eklenerek oluşturulmuştur; anlamı : Boyun eğme, kendini verme, teslim olma demektir. Teslimiyet iki şekilde gerçekleşir : 1) Suçlu birinin zorla ya da kendiliğinden teslim olması, teslim alınması. Şimdi kendiliğinden teslim olmayanlar, sonra (ölünce) zorla teslim olacaklar. (Ölüm, zorunlu teslimiyettir.) 2) Bir’i, her şeyi mükemmel bildiği ve çook Güçlü olduğu için O’na inanmak ve O'na gönüllü teslim olmak. İkinci maddedeki hâl/durum, îmân = emniyet hâlidir; îmân, güvendir; güven olmazsa tam teslimiyet olmaz. Dinî anlamdaki teslimiyet, O Bir’in her dediğine = emrine itirazsız rızâdır. Kendi aramızdaki anlaşmazlıklar, birbirimize %100 güvenimizin olmadığındandır; Rabbimize karşı da böyle güvensizlik yaşarsak, o tam teslimiyet (İslâm’a = Müslümanlığa tam giriş) olmaz, oluşmaz. Rabbimiz, bizim birbirimize tam güvenemeyeceğimizi, birbi

SAMİMİYET = İHLÂS

Samimiyet = İhlâs  Bugünkü 'Anlaşma' başlıklı yazımda, teslimiyet ve tevekkül konularında birer yazı yazmanın şart olduğunu söylemiştim. O yazılara hazırlık için samimiyet adlı bu yazıyı yazıyorum. O yazıda %100’lük bir anlaşma nasıl sağlanır diye sormuş ve “üzerinde ve hakkında zerre kadar tartışma, şüphe, kuşku, endişe gibi kötü düşüncelere sahip olmadığımız (Sübhân), tam güvendiğimiz = tam Emîn (El-Mü’min) Bir’ine teslim olmakla, O’nu Vekil kılmakla...” demiştim; bu yazı biraz da bu konuyu açacak. Samimiyet, kişinin tüm benliği ile (bedeni ve ruhu ile) bir konuda ısrarcı olması, o konu hakkında zerre şüphe/tereddüt içinde olmamasıdır. İmanda da samimiyet = ihlâs esastır. Kişi, inanmadan önce çeşitli terddütler/şüpheler yaşar, “acabalarına?” cevaplar arar; imana ulaşamadığı sürece de bu “acabaların” sonu gelmez. İmanı şimdilik sadece Allah’a iman olarak alırsak, Allah’a iman, Allah’ın Esmâsından, Efâlinden (Kendinden ve Kelâmından) şüphe etmememizi gerektir.!. Bu “iman” sadec

RABBİM ALLAH

“Rabbim Allah” demek kolay mı? Sözde (sözle) kolay. Gerçekte zor!. “Sizden öncekilerin başına gelen sıkıntı ve zorluklar, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara dokunan sıkıntı ve zorluklarla öylesine sarsıldılar ki Rasul ve Onunla birlikte olan Mü’minler : ‘Allah’ın yardımı ne zaman?.’ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ (2/Bakara, 214.) Bu “uyarı”, Sahabelere (Sahabîlere) yapılmıştır, demek de kolay!. Ama, “Rabbin Allah” olmasında ısrar etmek, zor!. Âyetin, anlamı ile bağlamını karıştırdığımı mı düşünüyorsunuz?!. “Olabilir.”!. Yoksa “ucuz cennet” mi arıyorsunuz!.

HAKEM

Kişiler, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için, bir hakeme (hâkime) başvurur; mahkemeler bunun için var. Müslümanlar arasındaki hakem de Kur'ân’dır. Ama, Müslümanların O Kur’ân’ı "hakem olarak kullanış şekilleri"! farklıdır. Tarihten örnek vereyim, siz bu örneği günümüze taşıyın. Sıffin’de Muaviye (Suriyeliler), Hz. Ali (r.anh)’a (Iraklılara) yenileceklerini anlayınca, usta diplomat Amr b. As’ın teklifi ile Kur'ân’ı (= Mushaf’ı) mızraklarının ucuna takarak, “Kur'ân aramızda hakem olsun” derler; Hz. Ali : “bu bir oyundur, hiledir” dediği hâlde savaşı sona erdirmek zorunda kalır. ... Kur'ân’ın (Vahyin) hakem olması, şeklî hakemlik, Mushaf’ın hakemliği değil, hükümlerinin hakemliği, fiilî hakemliktir, Onun hakemliği Ondaki hükümlere itaat (= Allah’a kulluk) şeklinde olur.

TECDÎD-İ İMAN

Tecdîd-i İman : İman tazeleme, “TEKRAR” Müslüman olma demek.  Önceki Müslümanlığımızda = İmanımızda bir “sorun mu” vardı da “TEKRAR” iman tazeledik ve “YENİDEN” Müslüman olduk?!. Bu soru size “garip” gelebilir ama bana hiiç garip gelmiyor. ... Bu, abdestimizden şüphe edince abdest tazelemek gibi bişey değil mi?!.  Abdest bozulunca yeni abdest almakla, abdest tazelemek arasındaki fark sizce ne?!. Bu, kesin bilgi ile şüpheli bilgi arasındaki fark gibidir. İman, kesin bilgidir; akıl, bildiğinden şüphe eder... ... Her şeyimiz (yaşamımız) gibi aklımız da “çağın kültürü” ile şekilleniyor (siz buna bozuluyor da diyebilirsiniz). Kitâb = Din = İslâm, bu şekillenmenin fıtrata = doğru yaratılışa uygun olması için var. Aklımızı Vahiy şekillendirmezse, o akıldan hayır çıkmaz, o akıldan hiçbir hayır görmeyiz; o akıl bizi oraya-buraya savurur-durur; iman ise, bu ‘savurganlığı’ durdurur.

ANLAŞMA

Anlaşma, kişinin kendi içinde, duygu ve düşüncelerinin (arzu ve emellerinin) uyumu ile; dışarda ise, biri ya da birileri ile aynı şeyleri düşünme ve yapma demek. Çook zor bir şeyden söz ettiğimin farkına varmış olmalısınız. Kişinin kendi ile anlaşması, hem kendi ile barışması hem de iç huzurunu bulması demektir; bence kişiye bunu = böyle bir hâli yaşatan sadece imandır; imansız akıl, sürekli “acaba” sorusunu sordurur, kişiyi kuşkuda tutar, tedirgin eder... Kişinin bir başkası ile anlaşmasına gelince, önce şunu söylemek icâbeder : Kendi içinde kesin bir karara varamayan birinin bir başkası ile anlaşması zordur. İman, kişinin kendine ve Rabbine vermiş olduğu kesin kararıdır. Anlaşma, aynı kararda buluşmadır.  İnsanlar, bir ya da bir çok kişi ile anlaşırlar ama bu anlaşmalar %100 uyumla = mutabakatla oluşmaz ve uygulanmaz; taraflar arasında az veya çok anlaşmazlıklar = görüş ve uygulama farklılıkları olur; bunlar tolere edilmezse, sorunlar oluşur, sorunlar büyürse de anlaşma bozulur. Evli

ORTAK KELİME

Ortak Kelime : Tek İlâh, Tek Rab “De ki : Ey Kitâb Ehli = Ehli Kitâb! Gelin aramızda ortak olan bir kelimede anlaşalım : Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ın yanı sıra kimimiz kimimizi Rabler (= erbâb) edinmeyelim. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki onlara : Tanık olun, biz (gerçek) Müslüman olanlarız (O Allah’a teslim olanlarız).” قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (3/Âl-i İmran, 64.) İlâh, Rab’dir; Rab da ilâh. İlâh’ı tam anlamak Rab’bi anlamaktan zordur; ilâh bize soyut gelir; Rab, ilâha göre daha somuttur. Rab, mahlukâtı yaşatan, yetiştiren, besleyen, terbiye eden, koruyup-kollayan (= kayıran) ilâhtır. İlâhı Bir’leyen Rabbi de Bir’ler. İlâhı Bir’lediği hâlde Rabbleri çoğaltanlar (= erbâb edinenler) şirk k

ŞİRK

Şirk, dinî anlamıyla Allah’a inanmama değil, Allah’ın yanında başka ilâhlara da inanma; ulûhiyette (ilâhlıkta) O’na ortaklar koşma, Tevhîd’den uzaklaşma; ulûhiyeti Allah’ın yanında başkalarına da verme demektir. Şirkin affı yoktur. Şirk, çatışma, karmaşa ve kargaşa demektir. Bütün insanlara ve Elçilere “sakın şirk koşma! = lâ tüşrik billah!.” (4/36. 31/13. 22/26.) “Eğer şirk koşarsanız, bütün yaptıklarınız (amelleriniz) boşa gider ve hüsrana (yıkıma) uğrayanlardan olursunuz.” denilmiştir. (39/65.) Şirk, ulûhiyetteki ortaklıktır. Ulûhiyet, hayatı düzenleme, hayat ve onda yaşananlar hakkında son sözü sözleme, nihaî hakimiyet yetkisini elinde bulundurma demektir. 5-10 kişi, bir ortaklık (şirk-et) kursa ve her kafadan bir ses çıksa = aralarında anlaşamasalar, aralarındaki görüş farklılıklarını uzlaştıran bir hakeme = arabulucuya da (tahkime de) güvenmeseler, o şirket = o ortaklık yürür mü?!. Kainattaki her şey bir düzen içinde yürürken, birileri çıkar da, ben insanî (siyasî, ekonomik, topl

NÛR ve ZULUMÂT

Nûr ve Zulumât  Aydınlık ve karanlık.  Nûr, ışık, bilgi; zulumât, cehâlet. Nûr, İslâm; zulumât, İslâm öncesi = İslâm’sız cahiliye karanlığı. İslâm’ın Nûr olması, Allah’ın Nûr’unun dünyayı aydınlatması ile. “Allah, göklerin ve yerin nûrudur...” (24/35) Bütün varlık O’nun Nûr’u ile aydınlanır; O’nun Nûr’u, O’nun izin verdiği her yerdedir. “fî buyûtin ezinellahu en türfea ve yüzkera fîhâ ismiHû...” Evlerde, işyerlerinde, meclislerde... oralarda, O’nun Adı/İsmi yüceltilir ve zikredilir. O’nun Adının/İsminin yüceltilmediği, zikredilmediği her yer karanlıktır; oralarda zulüm vardır; çünkü oralarda O’nun hükmü/sözü geçmemektedir. ... Oralar nasıl bir yerdir? “Oralardaki insanlar serap âleminde yaşarlar; onların amelleri/işleri çöldeki seraba benzer; susamış kimse onu su sanır, yanına varınca onun su olmadığını anlar, su/yu bulamaz ama Allah’ı bulur “fe vecedellahe ındehu”, Allah da onun hesabını çabucak görür.” (34/39.) Zulumâtta olanın hâli başka nasıldır?  “Derin ve engin bir denizdeki kara

DİN

Din, deyn’den (borçtan) Rabbimize borcumuzu ödemekse; Rabbimiz, bize verdiği borçları bizim gibi kulları aracılığı ile, bizim gibi kullarını (= yarattıklarını, toprak, su, güneş dâhil) kullanarak verir. Konuyu kişiselleştirmek istemem ama başka türlü de anlatamam; kusuruma bakmayın. Yetim büyüdüm, biçook insandan maddî-manevî yardım gördüm; insanlardan (bu toplumdan, milletten) borç (yardım) alarak, devletin okullarında okudum. Devlet huzur (imkân) sağladı, millet de destek (yardım) verdi. Epey uzun sayılacak bir süre (yak. 20 yıl), devlete hizmet (= memurluk) ettim ama bu hizmette/hizmetle millete olan borcumu ödeyemeyeceğime kanaat getirdim; çünkü : a) Hizmetimin karşılığını maaş olarak alıyordum. b) İstediğim gibi hizmet edemiyordum... Emekli olmaya karar verdim. Emekli olunca da çalışıyorum, hatta emekli olmadan öncekinden daha çok, bu çalışmalarımdan herhangi bir ücret (maaş) almıyorum, inşaallah almayacağım da. Neden? Borcumu ödeyebilmek için. Ödeyebilir miyim, bilmiyorum ama Rab

ÂYET

Âyet, hem işarettir, şeylere (varlıklara) işaret eder; hem de şeylerin (varlıkların) kendisidir, kendisinde olandır. Sandalyeyi karşımda gördüğümde, onun şekli (yapısı) ile benim zihnimdeki sandalye bilgim uyuşursa, ‘bu sandalyedir.’ derim. Sandalyenin kendisi ile benim zihnimdeki sandalye bilgimi ilişkilendirmem aynı zamanda bilgimi test etmemdir.  Ama, hiç Amazon ırmağını görmemişsem, zihnimde Amazon ırmağına dair bir bilgi de yoksa (onun nerede olduğunu, kaç km olduğunu vs. bilmiyorsam, biri bana bu konuda bişeyler söylememişse, Amazon ırmağı hakkında bir yazı okumamışsam), onunla tanışana kadar, o (Amazon) bende bir bilgi olarak bulunmaz ve ben onu bişeyle ilişkilendiremem.  Görmediğimiz, hakkında bişeyler okumadığımız, duymadığımız şeylerin bilgisi bizde yoktur. ... Tanrı’yı da görmüyoruz, O’na dair bilgi de bizde yok mudur?!. Tanrı, Kendine dair bilgileri yarattığı şeylerin “içine” (bizim de içimize) yerleştirmiş; içe bakışı gerçekleştiremeyenler için de ayrıca dışardan hatırlatm

TANRI TASAVVURU

“Tanrı’nın Varlığı”, bizim tasavvurumuz olabilir mi, bizim tasavvurumuz dışında bir Tanrı var mı?!. O, bizim tasavvurumuz olsa bile, o tasavvuru bize veren yine O; çünkü biz O’ndan “kopup-geldik”! = O bize ruh üfleyince O’ndan “koptuk”!, bize O’nu tasavvur ettiren yine o ruh. Kant’ın söylediği gibi, biz sadece duyulara konu olan fenomenleri algılamayız, O’nun bize “üfürdüğü ruh” ile numenleri de algılarız. Kant ve onun gibi rasyonalistler bu konuda yanılıyorlar. Duyulara konu olan fenomenlerde O’na işaret = âyet; ruhumuzda da O ve O’nun özlemi vardır. “O’nun Dışsal Varlığı” algılardan ve idraklerden uzaktır; O, Sübhân’dır. Biliyoruz ki “Tanrı Tasavvuru”, Tanrı değildir; Tanrı, aşkın/müteâldir ama biz O’nu anlayamayız, kavrayamayız. “ve mâ kaderullahe haqqâ kadriHî.” O’nu tasavvur (zikr) etmeden de (= hatırlamadan da) duramayız. O’nu tasavvur (zikr) etmeden (= hatırlamadan) duranlar, Tanrısız yaşamaya = Tanrısızlığa = anlamsızlığa mahkûm, “ot gibi”! yaşarlar. Her şeye ve bize hayat vere

İLÂH ...?

İlâh, istediği dünyayı (evreni) ve o dünyada (evrende) istediği (arzuladığı = irade ettiği) düzeni (= dini) kurmak ve hakîm kılmak isteyen Güç’tür. İlâhlar bir’lenmezse = “Lâ ilâhe illâ Allah” denmezse, o ilâhların kurmak istediği dünyalar ve o dünyadaki düzenler çoğalır ve her ilâh kendi arasında savaşır/çatışır. (21/22.) Antik Yunan’da panteon (= tanrılar meclisi) bu çatışmayı sona erdirmek için oluşturulmuş; oradan da ulusal meclislere öykünülmüştür. Hâkimiyet savaşı, dinlerde = ilâhlarda da vardır; ilâhlar Bir’lenmediği (= Tevhîd) sürece, bu savaş içerde ve dışarda sürmeye devam eder.

HÂL-İ PÜRMELÂLİMİZ!

Bizler Müslümanlarsak, ki öyleyiz, insanlar Müslümanlığı bizim sözlerimizden çok yaşantımızdan öğrenecek. Yaşantımıza bakınca, ya ‘bu muymuş Müslümanlık! diyecek, ya da bize hayran kalıp Müslümanlığı kabul edecek.’ Kafası karışık, kalbi sıkışık olanın, sözleri ve davranışları da karmakarışık olur. Kafa karışıklığının ve kalp sıkışıklığının kesin tedavisi, sağlam ve sahih bir inançtır; istikâmet üzere yaşam (= Sırât-ı Müsteqîm) budur; “indinâ’s sırât’el müsteqîm.” İnanç = iman, insana yaşamı boyunca bir fayda sağlamıyorsa, son nefeste = ölüm döşeğinde de sağlamaz; öldükten sonra hiç sağlamaz. Bir ân önce imanımızın (inancımızın) hayrını görmenin yollarını arayalım ve bulalım. Bugün, doğru ve örnek alınabilir bir inanç (iman) arıyorsak, onu salonlarda, saraylarda ve kalabalıklarda değil, kenarlarda, belki de dağlarda aramamız gerekiyor. Kalabalıkların, sarayların, salonların inancına egoizm ve riyâ karışmıştır; temiz inanç, temiz yerde (ve kişide) serpilir ve gelişir.  İçimizde bir sıkın

AKIL, KALP ve HİDÂYET

Akıl, Kalp ve Hidâyet  Hidâyetin evi kalptir. Bu evde huzur yoksa hidâyet de yoktur. “ve men yü’min billâhi yehdi kalbe/h.” (64/11.) Akıl, hidâyeti dışarda, şeylerin ve olayların arasında ve içinde (fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji, antropoloji vs.) arar; akıl kalpten bağımsız/ayrı çalışırsa, oraya buraya savrulur ve bir karara/kanaate varamaz; bişeye (!) inanamaz = güvenemez. Aklın dışardaki ve içerdeki arayışının “toplamı” metafiziktir; kalpsiz metafizik de olmaz, iman da. İmansız metafizik, karanlık samanlıkta iğne aramaktır; metafiziksiz arayış da iğnenin nerede olduğunu bilmeden otları iğne sanmaktır.  İnsan, tek başına akıl varlığı değildir. Fiziken, kanla aklı besleyen, kalptir; ama metafizik açıdan, bilgi ile kalbi besleyen, akıldır. Aklın besinleri (bilgiler) kalbe veri sağlamazsa, kalp “rölantide çalışır” ve enerjisi bitince de durur, ölür = entropi yasası ve açık sistem ilkesi. İnsan, kendi kendine yeter bir varlık değildir; madden/fizikî beden olarak dışardan besin; manevî

BU HAYAT!

Bu geçici ve maddî dünya hayatı bir derttir, bir hapishanedir; asıl hayat, bâkî/kalıcı/ebedî (manevî ve ruhî) hayattır. Bunu bilen için ölüm = ruhun bedeni terk edişi, büyük bir mutluluktur = şeb-i arus’tur. Ruh, bedene ilk girdiğinde hapşırmış, orada rahat edememiş, geri çıkmak istemiş; çıkınca da “Elhamdülillah” demiş; Rabbi de ona : “Rabbin sana merhamet etsin = “yerhamuke’l Allah” buyurmuştur. (Bknz. Mukatil b. Süleyman. Tefsir-i Kebir. c.1.; s. 69.) ... Bu geçici ve maddî dünya hayatına doğmamış olanlara ne mutlu!; onlar hâlâ cennette = ebedî hayattalar; o “yasak meyveyi” yemediler. Biz yedik ve özür diledik, “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ” (7/23) dedik; buradayız. Merhametli Rabbimiz bizi yine de affetti ama bir daha yemeyin! (Benim yasaklarıma yaklaşmayın!) dedi. Bidaha (o haltı) yersek, = O’nun yasaklarına yaklaşırsak, bilelim ki hayat bize zehir olacak. (Not : Halt, karışım demek; burada, emredilenle yasaklananı karıştırma anlamında kullanılmıştır. Haltın diğer anlamı da münasebets

TAHSİS

13 Ekim 2021’de blogda ‘Tahsis’ başlığı altında bir yazı yazmıştım; o yazı da Fatihâ eksenli idi, bu da Fatihâ eksenli; oradaki tahsis Hamd’e idi; buradaki tahsis ibâdet ve istiâne’ye mahsus olacak. “İyyake na’budu ve iyyaKe nesteı’n.” (1/5.) İyyâ, mef’ulün bih konumundaki bitişik zamirden önce gelir; hem “ey ya!” hem de tahsis anlamındadır; buradaki “ke” zamiri, ma’lum Rabbe = Allah’a gider. Âyetin anlamı : (Ey) Ya Rabbî!, biz ibâdeti ve yardımı sadece Sana tahsis ederiz. = Sadece Sana ibâdet eder, sadece Senden yardım dileriz/dileniriz. İbâdetin sadece Allah’a tahsisli olduğunu biliyoruz da yardımın sadece O’ndan isteneceğini biliyor muyuz? Biliyorsak, neden başkalarından yardım istiyoruz?!. Normalde kimseden bişey istenmemesi lâzım ama istiyoruz; yanlış mı yapıyoruz?!. Evet. Allah dışında birinden bişey isteyince, aslında “küçülüyoruz”!. Açlıktan mı ölelim?!. Yok; ama kanaati öğrenelim ve Rabbimizin rızkımıza kefil olduğunu bilelim. ... Bizler bebekken, ağzımız var, dilimiz yokken =

AZGINLIK

İnsan, unutunca azar!. “... ve kâne’l insânü kefûra = insan, nankör oldu.” (17/67.) Nankör, Farsça; nan, ekmek; kör, kör. = Gördüğü iyiliği unutan. Ekmek burada sembol, her türlü iyiliğe karşılık gelir. Nankörün Arapça karşılığı, küfür, örtme, görmezden ve bilmezden gelme. “İnsana denizde bir sıkıntı dokunduğu zaman, Allah’tan başka yalvardıkları kaybolup gider; fakat o karaya çıkarılınca, yüz çevirir; insan çok nankördür.” “inne’l insâne liRabbihî lekenûd.” = İnsan, Rabbine karşı çook nankördür. (100/6.) Sadece Rabbine mi, O’na da geleceğim. Anne-babasına; akrabalarına; kendine el uzatan insanlara... Ana-babası onu ne zahmetlerle büyütmüştür ama o, aciz ve güçsüz olduğu hâli unutur, mevcut hâline durup-dururken = kimseden yardım ve destek almadan geldiğini düşünür.  Akrabaları ona ne kanatlar germiştir, onu nasıl tehlikelerden korumuştur ama o, unutur. Ana-baba ölmüş ya da ona sahip çıkmamışsa akrabalar; onlar da sahip çıkmamışsa “el”; ona zor günlerinde el uzatmıştır ama o, o zor gün

UFUK

Şehirler ufkumuzu da kapattı, betondan bariyerler ördü ufkumuza...  Ufuk, mekânın alabildiğine uzamı/uzanımıdır. İnsan, burada zaman ve mekân çemberi (duvarı) ile çevrilidir; zamanı aşmak için geriye doğru tarihle; ileriye doğru da, hayal ile yolculuk yapar. Mekânı aşmak için de yolculuğu “düzdür/lineerdir” ama gittiği/ulaştığı her noktada ufuk ondan kaçar, bir türlü ufku yakalayamaz. İki ucu açık bir doğru parçasını ve o doğrunun noktalardan meydana geldiğini düşünün; her nokta bir duraktır; noktaların hangi yöne gideceğine biz karar veririz ve iki boyutlu dünyada = kağıt üzerinde o noktaları yan yana birleştiririz; oysa o noktalar yukarı, aşağı, derine ve yükseğe doğru yol alabilir; ayrıca uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda tüm doğrular bir noktadır, bir noktanın içindedir. ... İki boyutlu dünyanın ufku yakalanamaz ama o ufuk bizi çeker. İki boyutlu dünyada hiç yol ve yön değiştirmesek ve sürekli yol alsak, aynı/bulunduğunuz noktaya geri geliriz; ama bu yolculuğumuz boyunca “hangi yöne d

HİDÂYET

Hidâyet : Doğruyu, doğru yolu bulma. “İndinâ’s Sırât’el Müsteqîm. = (Ya Rabbî!) BİZİ doğru yola ilet = hidâyet et.” (1/Fatiha, 6.) Hidâyetin zıttı dalâlet.  Hidâyet, doğru istikamet/te = müsteqîm olmaktır. Doğru istikamet = doğru yol, nasıl bulunur? Doğru kıble ile ve itaatle.  Dışımızda birden çok “noktayı” kıble = merkez; birden çok kişiyi “rab” edinirsek, yollarımız (da) çatallaşır. Kendimizi = kendi egomuzu merkeze çeker/alır, kıble yaparsak, hem kişi sayısı kadar yol, hem de kişi sayısı kadar kıble (= merkez) olur/oluşur; insan merkezli (= antroposentrik), hümanist, bireysel, liberalist ve kapitalist dünya bu. Toplum merkezli, sosyalist, komünist dünya da aynen kapitalist dünya gibi dağınık ve savruk. Bu dağınıklığı toparlamak için bazen ikisinin sentezine başvuruluyor, sosyal demokrasiye (katılımcı, toplumcu demokrasiye, cumhuriyete) bel bağlanıyor; cumhur ile (toplum ile) birey birlikte (devlet-millet) daha iyi olur, deniyor... iyi de bu bireyleri ve onların oluşturduğu toplumla

TEMİZ İLE PİS

 Temiz ile pis... “Temiz temize, pis pise...” (24/26.) “Allah, temiz olanı pis olanlardan ayırt edene kadar Mü'minleri içinde bulundukları durumda bırakacak (= içinde bulundukları durumdan kurtaracak) değildir. Size gaipten haber verecek de değildir...” (3/179.) “Pisle temiz bir değildir; pisliğin çokluğu hoşuna gitse bile...” (5/100.) Kendilerini temize çıkaranları (temize çıkarmaya, aklamaya çalışanları) görmüyor musun? Allah (kimin temiz olduğunu bilir  ve) dilediğini temize çıkarır. Kimseye zerre/kıl kadar haksızlık yapılmaz.”(4/49) ‘Temizlik ve yoksulluk, kötülük yaptıran zenginlikten iyidir.’ Hz. Ali. ‘Öyle kimseler var ki, üstünü başını temiz tutar ama dinini (kalbini) kirletmekten çekinmez.’ Ebû Ubeyde. Pisler, temiz olana kadar temize dokunamaz. “lâ yemessuhu ille-l mutahharûn.” O (Kur'ân) temizdir, Ona ancak temiz olanlar dokunabilir. (56/79.) O (Kur'ân), temiz olanlara, temizlikleri oranında kendini açar; pisler Ona dokundukça da O pislerden kaçar.

CEDEL

Cedel, tartışma demek; tartışma/cedel, bir meslek olmuş durumda; bu mesleğe mensup olanların adı da tartışmacı (sözcü = kurum sözcüsü). Herkes bişeyler söylüyor, yazıyor; o sözü, o yazıyı olumsuzlayan/çürüten başka sözler söyleniyor, başka yazılar yazılıyor; bu şekilde günde binlerce, milyonlarca yazı yayınlanıyor, söz söyleniyor... Siyasî tartışmalar, akademik yazışmalar ve medyatik atışmalar da böyle yapılıyor... Okullardaki öğretmenler, üniversitelerdeki ve camilerdeki hocalar, vaazlar, uzmanlar vb. birbirleriyle anlaşamadığı, kendileri bile öğrettiklerinin doğru olup-olmadığını bilmediği hâlde, öğretmeye, yazmaya, konuşmaya, tartışmaya devam ediyorlar... çünkü mecburlar, bu işten maaş alıyor, çıkar sağlıyorlar. Son günlerde biz, daha çok “din adamlarının = ilâhiyatçıların” kendi aralarındaki tartışmasına şahit oluyoruz ama, aynı ideolojiyi benimseyenler, aynı partiye gönül verenler de anlaşamıyor, tartışıyor...  “Herkes bilmiyor, bi sen mi biliyorsun (yazıyorsun)?’ diye aklınızdan

ÇÖKEN DUVAR

“Çöken Duvar” Bu başlığı tırnak içine almam, Mûsâ’nın karşılaştığı kulun “onardığı duvara” atıftır. Hayatımızda çook duvarlar örüyoruz.  Niçin? Bizi dış saldırılardan korusun diye. Çocukluğumuzda öğretilen din = ilmihâl bilgileri de böyledir --- ki, bu bilgilerin çoğu, doğru bilgilerdir --- ama bu bilgileri modern yaşam çökertmekte, yerle-bir etmektedir. Kim, çocukluğunda öğretilen bu dinî (ilmihâl) bilgilere göre yaşıyor, yaşamakta?! Hemen hemen hiç kimse. Bence “O Kul”, böyle bir duvarı onarmıştır; çünkü, “çöken o duvarın altında ümmetin bu yetim neslinin kutsal mirası” vardır. İddia ediyorum!, ısrarla, ve de bir karşılık beklemeden!, modern hayatın çökerttiği “o duvarı onaran” insanlar olacaktır, kendilerine ilâhî rahmet ve ilim verilecek olan insanlar; ötekilerin bedeli, sadece yevmiyedir = üç-beş kuruşluk maaştır. 

HOŞ

Dünkü ‘Unutuş ve Hatırlayış’ yazımdaki “bi hoş” olma sözünü açmam isteniyor.  Hoş kelimesini çok sık kullanırız; daha çok da bir fiille. Hoş geldin. Hoş buldum/k. Hoş gör(ün)mek. Hoş tut(ul)mak. Hoş(una)a gitmek. Hoş geçmek. Hoşsohbet etmek gibi. Hoş (خوش) kelimesinin orijinali Farsça olsa da ben bu kelimenin, Arapça Haşyet (خشية) -- korku, çekinme, endişe -- kelimesinin bozulmuş hâli olduğunu düşünüyorum. “Evimize” bir misafir geldiğinde, “hoş geldin” deriz.  Misafir, “kısmeti ile” gelir, kısmetini de getirir; biz, onun ne getirdiğini bilemeyiz. Bazen de misafirliğe gideriz; gittiğimiz yere de herhalde! “kısmetimizi” götürürüz. Gelen, aslında “Tanrı misafiri”dir. Tanrı misafirini “Tanrı gibi”! ağırlarsak, bir gün hanemize “Tanrı” da gelebilir. Misafire “hoş geldin” diyen ve onu “hoş” tutan, bir gün “Tanrı’ya” da misafir olur ya da “Tanrı’yı” da ‘hanesinde’ misafir edebilir!. “Kısmetimiz”, misafir gelince mi, yoksa misafirliğe gidince mi ‘gelecektir = açılacaktır’, bunu biz bilemeyiz.

OKUMA-YAZMA

UNESCO ( = Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür Örgütü), okuma-yazmayı tek ve çok fonksiyonlu olarak tanımlar. Tek fonksiyonlu okuma-yazma, literal olarak yazılmış bir yazıyı okuma ve söylenmesi gereken bir sözü yazmadır. Çok fonksiyonlu okuma-yazma ise, okuduğunu anlama, düşündüğünü yazma; anladıkları ve düşündükleri ile kişinin ‘kimseye muhtaç olumadan’! mutlu bir hayat yaşamasıdır. İyi bir okuma olmadan, iyi bir yazma olmaz. Hakkında bilgi sahibi olunmayan şey, yazıya konu olmaz/olamaz; bilinmeyen bir konuda sadece soru sorulabilir. Bu demek değildir ki, hakkında yazı yazılan her konu, yazarı tarafından “tam” biliniyor. Yazar, bildiklerini söyler = paylaşır, onu başka bilenlerin “beğenisine” sunar ve bilgi, bu şekilde paylaşılarak gelişir-olgunlaşır... İyi okuma da, sadece yazılanları iyi okuma değil, aynı zamanda olup-bitenleri görme ve duymadır. Okumada göz ve kulak koordineli çalışır; okunan, (iç sesle okunur ve) duyulur ve akla havale edilir; akıl da kalbe danışır... akıl ve kal

UNUTUŞ ve HATIRLAYIŞ

Nisyan ve Zikir. Gaflet ya da Dalış ve Şuur ya da Farkına Varış. Şahsen ben, benim için değerli olmayan “şeyleri  ve kişileri” unuturum; onlar ‘sonra bi işime yarayacaklarsa, yaradıklarında’ hatırlarım ve hatırlamak için de zihnimi epey yorarım. Bende olumlu ya da olumsuz etki bırakan şeyleri = olayları ve kişileri aslâ unutmam; şeylere yemeği; kişilere de yardımı örnek verebilirim. Yemeği bana midem = açlığım hatırlatır; kişileri de sıkışıklığım (zor durumda kalışım); işte ben, böyle nankör, böyle vefâsız biriyim. İş, Rabbime gelince!... Niye yalan söyleyeyim, daha düne kadar O’nu da, ya acıkınca yemeği hatırladığım gibi, ya da başım derde düşünce hatırlamam gereken kişileri hatırladığım gibi hatırlardım!... Şimdi ise, her şey ve herkes bana O’nu hatırlatıyor, O’nu hatırlayınca da (= zikredince de) kendimi “bi hoş”! hissediyorum. Önceden namazlarda bile O’nu hatırlarken ‘böyle hoş’ bir duygu (hatta hiç bir duygu) tadamaz/yaşayamazdım... Ama şimdi yaşadığım bu “duygu”!, bana “ağır bir

DÜNYA ve ÂHİRET

Sevinç ve Hüzün Bağlamında Dünya ve Âhiret  Neş’e ve Keder, aynı şekilde Haz/Zevk ve Tasa/Üzüntü de diyebiliriz. Her iki hâlin çook yoğun olduğu ânlarda/zamanlarda zaman durur, başka hiçbir şeyin farkına varamayız. Çook sevinçli olduğumuz ânda da çook kederli (üzüntülü) olduğumuz ânda da bizim için başka hiçbir şeyin önemi yoktur ama bu ânlar burada sürekli olmaz, sürekli yaşanmaz. Burası, her iki hâlin belli yoğunluklarla yaşandığı yerdir. Bu hâller, bize ötedeki hayatı öğretir.  ... Burada herkes bu hâlleri sırasıyla yaşar. Ben neşeli iken siz üzüntülü; siz üzğüntülü (sıkıntılı) iken ben neşeli olabilirim. Burada siz üzüntülü (sıkıntılı) iken, ben sizin sıkıntınızı görmezden gelirsem; ben üzüntülü (sıkıntılı) iken, siz benim sıkıntımı görmezden gelirseniz (= siz susuzluktan yanarken, ben gölgede keyif çatarsam; ben yanarken siz gölgede keyif çatarsanız), birbirimizin derdiyle dertlenmezsek = birbirimize “bir yudum su” vermezsek; -- su, burada sadece bir metafordur/semboldür; bu su, e

NEBÎ-RASUL

Nebî-Rasul Nebee, haber; Nebî, O haberi alan ve getiren. Rasul, Elçi; bir iş ya da konu için elçilik/aracılık yapan. Dinî anlamıyla Nebî, Allah (c.c.)’dan İlâhî Haberleri alan ve insanlara tebliğ eden. Rasul, Allah ile kulları arasında elçilik eden, Allah’ın emir ve yasaklarını kullarına bildiren/tebliğ eden. “Allah (c.c.), meleklerden de insanlardan da elçiler (rasuller) seçer.” (22/75.) Cebrail, melek rasullerin; Muhammed, insan rasullerin en üstünüdür; altta bir çook rasul olabilir, vardır ama bu rasullerin kendileri bizzat Nebî değildir; onlar Nebî ve Rasul olanların görevlerini üstlenirler, onların mesajlarına elçilik (= rasullük) ederler. Yaygın bilgi = kanaat, Rasul’e Kitâb inmiş, Nebî’ye Kitâb inmemiştir; Nebî, kendinden önceki Rasul’ün Kitâb’ını tebliğ etmiştir. Ben bu kanaati ters çevirmek istiyorum ve diyorum ki bir Nebî, aynı zamanda Rasûldür ama her Rasul Nebî olmayabilir, olmaz; hele hele artık ‘Nebîlik Kurumu = Peygamberlik” sona erdikten sonra. Efendimiz, ‘Hâtem-ün Nebî

KALBİN HÂLLERİ

Kalbin Hâlleri Kitâb’ta kalple birlikte kullanılan (kalbi harekete geçiren?) fiiller ve isimler nelerdir diye merak ettim... Bunlar :  Hateme (ختم) : Kalbin mühürlenmesi.  Maraz (مرض) : Hastalık. Kalbin hastalanması, kalpte hastalık bulunması.  Qaset ya da Qâsiyet (قسى); Kalbin katılaşması.  Ğülf (غلف) : Kalbin örtülü olması.  Şirb (شرب) : Kalbin içmesi (Onların kalbine buzağı sevgisi içirildi. 2/93). Nezele ya da Nezzele (نزل) : Kalbe bişeyin inmesi, indirilmesi. Şibh, Teşâbih (شبه) : Kalplerin birbirine benzemesi = teşâbehet qulûbuhüm (2/118.) Kesb (كسب) : Kalbin bişey kazanması.  İtminân (ﺍﻃﻤﻴﻨﺎﻥ) : Kalbin mutmain olması. İsm (اثم) : Kalbin günah işlemesi. (“feinnehû ĕsimun kalbuhû” 2/283.) Zeyg ya da Zéaq (ﺯﻳﻎ) : Kalpte bir eğriliğin (yamukluğun, sapmanın) bulunması ve kayması.  Ülfet (الفة) : Kalplerin birbirine ısınması = alışması. (‘fe ellefe beyne qulûbuhüm.) Ru’b (رعب) : Korku. Kalbe korku salınması. (3/151.) Mehasa (محص) : Kalpte olanın açığa çıkması ya da çıkarılması.  Hasre

RASTLANTI ve İNANÇ

Rastlantı : Şeylerin ve olayların her hangi bir plana (tasarıma) ve sebebe (cousaliyete) bağlı olmadan tesadüfî oluşması; tam değil ama kozalitenin (causality) zıttı. ‘Sebep, sonucu oluşturur.’ der, ve geriye doğru gidersek = teselsül, ya duracak bir yer bulamayız ya da Bir Tanrı fikrinde karar kılmak zorunda kalırız... Bilim, sebep-sonuç bağlamı ile çalışır; ya dönme dolap oyunu oynar ya da tanımsız bişeye (quark, tanrı parçacığı vs.) ilk neden diyerek orada “durur-bekler”!. Bilimdeki, özellikle temel bilimler olan fizik ve biyolojideki “açıklama” böyledir. Sosyal bilimlerde ise “çok sebepliliğin” olduğu düşünülür ve fen bilimleri gibi “kesin yargıda” bulunulmaz. (Aslında fen bilimlerinde de kesinlik yoktur!.) Pekiî, öyleyse her şeyde ve her olayda rastlantı mı egemendir. Hayır. Benim asıl konum insan hayatına egemen olan “şey”!. Genelde ‘şunu şöyle yaptığım için bu iş/ler başıma geldi.’ deriz. Oysa, başımıza gelen o şeyin/işin tekbir sebebi yoktur; o şey/iş için bir çook sebep bir ar

NİYE?

Niye farklı farklıyız ve niye farklı farklı biliyoruz?  Daha önce, varlığın hakikati/gerçekliği nerededir diye sormuş ve ‘İlm-i İlâhî’deki yerindedir. = Allah’ın İlmi’ndedir, demiştik. Varlık çoook çeşitli ve çoook sayıda (nerdeyse sonsuz) ise ve biz, o varlıkları gerçek hâlleri ile = hakikatleri ile bilemiyorsak bu, O’nu hakkıyla bilemiyoruz demek olmaz mı? (ve mâ kaderullahe haqqâ kadriHî = onlar O’nu hakkıyla takdir edemediler. 39/67.) Basit bir örnek vereyim. Doğru Bilgi ve bizim doğru bilgimiz (ve varlığın bilgisi) Tanrı’nın Bilgisindeki bilgi ise, benim sizi (= seni) bilmemle, sizin beni bilmenizin “doğru” olabilmesi için, ikimizin Tanrı bilgisinin de “aynı” olması gerekmez mi?!. Bizlerdeki ve bilgilerimizdeki farklılık, (Tanrı’mızdaki farklılık olmasa da)! Tanrı bilgimizdeki farklılıktır. Acaba!, Müslümanlar olarak bizlerin aynı düşünememesi, aynı Tanrı bilgisine sahip olamamamızdan (aynı Tanrı’ya inanamıyor oluşumuzdan) kaynaklanıyor olmasın!. Herkesin Tanrı’sı kendine “özel”!.

HAYAL ve RÜ'YÂ

Hayal ile rü’ya arasındaki fark soruluyor. Hayalde gördüklerimizin = hayal ettiklerimizin dışta/dışsal bir gerçekliğini varsayarız; rü’yada (uyku rü’yasında) gördüklerimizin dışta/dışsal bir gerçekliği yoktur. Oysa Yusuf’un rü'yasının dışsal bir gerçekliği vardı, Onun rüyası (ilâhî, gerçek ve doğru) bir bilgi idi, hayal değildi, varsayım = kurgu hiç değildi. Epistemologların bir kısmı da bilgiyi dışsal rü’yaya benzetirler. İranlı filozof Abdulkerim Suruş da ‘Nebevî Rü’yaların Râvisi’ adlı kitabında, vahye Hz. Muhammed’in rü’yası der ama bu rüya, uykuda görülen bir rü’ya aslâ değildir.

TEİST, ATEİST ve PUTPEREST

Benim duygu (his) ve düşünce (zihin) dünyamdan tamamen kopuk olan dışarıdaki şeylerin -- bunlar eşya da Tanrı da olabilir -- bende hiçbir anlamı ve karşılığı olmaz/yoktur. Şeylerin ve Tanrı’nın var olduğuna inanma, onları içimizde hissetme/duyumsama ve idrak etme (bilme/anlama) demektir. Elbette Tanrı’nın varlığı, şeylerin varlığı gibi! hissedilemez ve bilinemez, O bambaşka ve güçlü bir histir, Tanrı’ya dair içimizdeki bu güçlü his, hiç zayıflamamalı; zayıflar ya da koparsa, bizim için Tanrı diye bişey olmaz/kalmaz!; ateistlerde böyle bir hissin/duygunun olmadığı gözlemlenmiştir = ateistler Tanrı duygusuna sahip değildirler. Putperestlerde ise, Tanrı duygusu ile eşya duygusu benzeşir/aynılaşır; onlar, Tanrı’yı da eşya (put) gibi görürler, O’nu zihinlerinde putlaştırır/somutlaştırırlar ve  “aşkın ve münezzeh = Sübhân” göremezler; bunun için, “işlenmiş, ince bir duygu ve ince bir zekâya” sahip olmak gerekir; iman buradan doğar, bu imanı da Tanrı’ya olan saygı = taqvâ güçlendirir.

ÜÇ "NE?"

Bu üç ne : Ne idim, ne oldum ve ne olacağım?  Belli bir yaşa gelen (yaklaşık 40 yaş) ve bir ayağı çukurda (ihtiyar) olan herkesin bu üç ne’yi (soruyu) kendine çook sık sorması gerekir. Ben de kendime bu soruları soruyorum ama kendimden söz etmemin doğru olmayacağını düşündüğümden Hz. Yusuf Kıssası, Ahsen-ül Kasas üzerinden bu soruların izini süreceğim. Bu kıssa tarih boyunca 1500 yıldır, belki de daha öncesinden biliniyor ve anlatılıyor; dinleyenleri de “mest” ediyor ama ‘ne diyor?’, tam anlaşıldığından emin değilim; ben ne anladım/anlıyorum, işte bu yazı bunun için yazılıyor. Kur'ân’da bir çok Peygamber kıssasına = Peygamberin hayatına yer verilir, en uzun yer Mûsâ (a.s)’a; Ondan sonra Yusuf (a.s.)’a. Kur'ân/Kitâb, Hz. Muhammed’e indiği hâlde Hz. Muhammed’in hayatından “bahsedilmez”!; çünkü Onun hayatı Kur’ân’dır. Yusuf (a.s.)’ın babası Hz. Yâkub (= güneş) Hz. İbrâhim’in soyundan bir Peygamber. Hz. İbrâhim yaklaşık M.Ö. 1700’lerde yaşamış; Hz. Yâkub ve Hz. Yusuf da M.Ö. 1500-1