UNUTMA ve HATIRLAMA

Unutma, öğrendikten sonra olan bişey; hatırlama ise, unutmanın ortadan kalkması, öğrenilenin geri gelmesidir; ma’lum hâliniz, ikisi de hafıza ile ilgilidir.

Tabula rasa kavramını duymuşsunuzdur. Bu kavramı felsefeye John Locke kazandırmıştır; kavram, neredeyse zihin felsefenin başat kavramı hâline gelmiştir. Boş ya da beyaz sayfa demektir. Bu kavramı ortaya atanlar ve arkasında duranlar, zihnimizin doğuştan bomboş ve tertemiz olduğunu, onun sonradan dolduğunu (kirlendiğini) söylerler.

Zihnin dolması, öğrenme yoluyla olur. Öğrenmenin nasıl olduğuna, yanlışlığına-doğruluğuna girmeyeceğim. Şayet bişey öğrenmeden bomboş dünyaya geliyorsak, öğrendiklerimizi burada öğreniyorsak, bambaşka; bişeyler öğrenerek gelip, burada unutuyorsak, bambaşka bir “dünya görüşüne = paradigmaya” sahip oluruz; biz bişey öğrenmiyor, bizim adımıza birileri öğreniyor ve o bilgilerle bizi yönetiyor/güdüyorsa da çok daha bambaşka...

Konu, unutma ve hatırlama; dağılmadan öğrenme kavramına döneyim. Tüm öğrendiklerimizi burada : anaokulunda, ilkokulda, ortada, lisede, ailede, sokakta, işyerinde vs... öğreniyorsak ve öğrendiğimiz bu bilgiler hayatî ise ve biz de bunları  unutmuşsak; ya dışsal bir hafızada bu bilgiler (arşivlerde, kütüphanelerde, müzelerde, veri tabanlarında vs.) kayıtlı olmalı, ya da bir hafıza (öğretmen = öğretici) bize bunları öğretmeli.

Tabula rasa geçersiz, biz doğuştan bilgi ile yüklü gelmiş = daha önce bişeyler öğrenmiş ve unutmuşsak, unuttuğumuz o şeyleri nasıl hatırlayacağız, bunları bize kim hatırlatacak, bütün bu öğrendiklerimizin kayıtları nerede, onları nasıl okuyacağız?.

Din, biz dünyaya gelmeden bize isimlerin öğretildiğini ve bundan dolayı da meleklerin bize secde ettiğini söylüyor. Bu habere = bilgiye inanıyorsak ama dünyaya geliş = doğum öncesi bilişimizi de hatırlamıyorsak = unutmuşsak, hatırlamak (= zikretmek) için ne yapmalıyız?!.

Taşları mı yemeliyiz? Unutma, bir bilgi eksikliği ve dolayısıyla bir yetersizlik/eksiklikse, yetersiz beslenenlerin taş-toprak yiyerek bu eksikliklerini giderdikleri gibi (pika sendromu) biz de taş-toprak mı yemeliyiz, yiyemiyorsak, hatırlamak için taştan-topraktan yapılmış boncukları mı çekmeliyiz?!.

Nasıl hatırlayabilir = zikredebiliriz?!.

Önce, unuttuğumuzu bileceğiz; sonra da hatırlamayı deneyeceğiz.

Nasıl?

Dışarıya (dış dünyaya = âfak) ve içeriye (kendimize = nefsimize = enfüs) dikkatli “bakarak”!.

Dışarıya, (kafa) gözler/i açık; içeriye, (kafa) gözler/i kapalı bakılır.

Dışarı içeriyi; içeri dışarıyı tetikler, uyarır. Dışarıdan beş duyu ile uyarılar alırız ve onları içeride işler, işe yarar malzemelere (bilgilere) dönüştürürüz. O malzemeler (bilgiler) belli bir kıvama gelince bizde ‘dışa ve içe daha derin bir bakış, daha derin bir arayış’ ihtiyacı oluşmaya başlar, “aradığımızı” bulmak için içerde ve dışarda bir arkeolog gibi “kazı” yapmaya başlarız. Toprağın yüzünü tırtıklayanlar, denizin yüzeyinde yüzenler, inci ve mercan = hazine bulamazlar; değerli madenler (bilgiler) hep derinlerde saklıdır.

Unuttuğumuzun değerli ve hayatî olduğunu biliyorsak ve hatırlamak da istiyorsak, dış ve iç dünyanın kabuğuna değil daha derine (öze, fıtrata) inmeliyiz; orada = oraya varınca, çook büyük ihtimalle hatırlayacağız!. Unutanlar, ancak orada = oraya varınca hatırlarlar.

“... onlar O’nu unuttu; O da onlara kendilerini unutturdu...” (Bknz. 59/19.)

...

Bize öğretilen isimlerin (allemel esmâe küllehâ) içinde O da var mıydı?!.

Bilmiyoruz ama O’nun öğrettiği kesin.

O’nu zaten (tam!) bilemeyiz, O'nun bize öğrettiğini bilsek yeter!. (Not : Bu sözümü lütfen agnostik kulvara çekmeyin. O’nu bilsek, hayat ve anlam biter, O bize hep “câzib” gelmeye devam etmeli.)

...

Bize biri her şeyi öğretse, önce öğreteni mi, öğrendiklerimizi mi unutur ya da hatırlarız?!.

Doğum öncesinde ya da doğumdan sonra bişeyler öğrenmişsek ve öğrendiğimiz şeyler de “verili = hazır” şeylerse, önce onları bize Veren’i = bize Hazırlayan’ı hatırlamalı değil miyiz?!.

Şahsen ben (ilkokulda) ne öğrendiğimden çok öğretmenimi hatırlıyorum; sizde de öyle değil midir? Öğrendiklerimizi unutmuşsak, onları bize bir ‘öğretmen’ öğretmişse = kendi kendimize de öğrenmemişsek, önce ‘öğretmenimizi’ hatırlamalı değil miyiz? 

Öğrenme (bilgilenme) için, hem bir öğreticiye (öğretene = öğretmene) hem öğrenilenlere (bilgi nesnelerine = şeylere) hem de öğrenene (öğrenen kişiye = bilene) ihtiyaç vardır.

“Öğretmen” kimdir?!.

Tabula rasacılar, öğretmeni burada arar ama “İlk Öğretmen’e”! kadar geriye gidemezler. Öğrenerek geldik diyenler, ya O Öğretmen’i “tarihsel bir figür” olarak görürler ya da hâlen faal. Tarihsel figür olarak görenler için O, aynı zamanda “ilk hareket ettirici = ilk öğreticidir”; sonrasında öğrendiğimiz şeyleri = öğrenmeye konu olan nesneleri O, “bir makina gibi kurmuş”, sonra da istirahate çekilmiştir, bunlar “istivayı” da böyle anlarlar, “altı günde yarattı, sonra dinlenmeye (istivaya) çekildi.” O’nu hâlen Faal olarak görenler ise, O’nun hâlâ öğrettiğini, O’nda bir yorgunluk olamayacağını (lâ te’huzuhû sinetün ve lâ nevm) bilirler.

Yaratma, öğretmedir.

Yaratıcı, yarattıkları ile öğretmeye, unuturlar diye de Elçiler ve Kitâb’lar (= uyarıcılar) göndermeye devam ediyor. En son gönderdiği Elçi, Hz. Muhammed; ve yine (Onunla) en son gönderdiği Kitâb, Kur'ân’dır; Kur'ân, hatırlamak için çook okunan = okunması gereken bir hatırlatıcı = zikir = tezkiradır. “in Huve illâ zikrâ lil âlemîn.” (6/90.) “innâ nahnu nezzelnâ’z zikra...) (15/9.) “tezkiraten limen yehşâ” (20/3.) “... Kitâb’un fihi zikruküm = O Kitâb’ta sizin zikriniz var...” (21/10.) ve daha nice âyet...

Ama onlara bir hatırlatma yapıldığı zaman ya yüz çevirerek dinlerler ya da alay ederler. (21/2.) Bu âyette belirtildiği gibi hatırlatma, bir hadiseye büründürülmüş olarak da gelebilir/olabilir; doğrudan bir Mesaj = Vahiy = Kitâb şeklinde de.

“Ey İman edenler! Allah’ı çook (çokça) zikredin (= hatırlayın). O’nu sabah-akşam (her zaman) tesbih edin (yüceltin)!. (33/41-42.)

Söz uzadı, daha çook şey söylenebilir; uzun yazıların okunmadığını düşünerek burada kesiyorum.

Son söz : Hatırlayanlar, veli gibi (düzgün = ahlâklı) yaşar; hatırlamayalar da deli gibi (hafızasız = ahlâksız). Veliler, hem dosttur hem de dostları çoktur; delilerin ise hiç dostu yoktur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET