SUSKUN YIĞINLAR

Sessiz yığınlar diyecektim, Jean Baudrillard’den (sanırım, jon bodriya ya da Bodril diye okunur; önemli bir sosyolog ve felsefecidir; vefatı : 2007'dir.) intihal olmasın diye suskun dedim. Onun “Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu" kitabını Toplum ve Medya ile (= İletişim ile) az-çok ilgilenen herkes okumalı.
Bu yazıyı yazarken aklımın bir kenarında o kitap da var; o kitap sessizliği anlatır ama nedenlerine pek değinmez; ben bu yazıda biraz da olsa nedenlere değineceğim. Bordil, sessizliği tepkisizliğe benzetir. Bu sessiz yığınlar, alırlar, alırlar (izlerler = seyrederler = görürler = şahit olurlar) ama ses = tepki vermez, ellerini-kollarını kıpırdatmazlar; onların gördükleri sadece istatistikî veridir, kim çok izlemiş, kim çok beğenmiş = beğeni almış vs... onlar için çook = hergün izlendiği için vahşet, dehşet, şiddet, savaş, vb. şeyler sıradandır/sıradanlaşmıştır... Simulakr kavramı da Bodril’e aittir; Simulakr : Kopyanın kopyası. Taklit. Kapalı, sanal bir devre (simüle = simülasyon) içinde yaşayan, hiçbir şeyin (bedeninin bile) farkında olmayan, tepki de vermeyen, nevi şahsına mahsus ‘yaratık’ demektir. Tabii, tepki = karşılıklı iletişim olmayınca “toplumsal = toplum” da sona erer; bir arada yaşama, yığın = kütle (kitle!) yaşamına döner. Çook kısa bir özetleme yaptım; ayrıntı için yazarın yukarıya aldığım kitabı ile ‘Simülasyon ve Simulakrlar’ kitabına bakılabilir. 
Ben de suskunluğu sessizlik olarak ifâde ediyorum. Bu sessizliğin/suskunluğun nedeni/nedenlerine gelince, aklıma üç şey geliyor. 
a) Bilgisizlik
b) Beceriksizlik
c) Çaresizlik 
Yâni, a+b+c = Sessizlik. 
Kişide bilgi var ama beceriksizse, konuşamaz, yazamaz, sessiz kalır. Bilgi yok ama konuşuyorsa gürültü yapar, tezahürat yapar, slogan atar. İkisi de yoksa, çaresizdir, tüm olup-bitenler karşısında sessizdir. İletişimdeki “suskunluk sarmalı” kavramı da böyle bişeydir. Böyle çaresiz biri “korkunç bir hayat sarmalı” içinde debelenir durur = ‘işine gücüne bakar’! ama işinden gücünden de memnun değildir, memnuniyetsizliğini de ifâde edemez. 
Onun görüşlerine sadece demokrasilerde = seçim zamanlarında başvurulur = o zaman konuşturulur ama o zamanki konuşması da gerçek bir konuşma değildir. Ondan “seçilenleri seçmesi’ (birilerinin seçip de önüne koyduğu kişileri seçmesi) istenir; bu işlemi de konuşarak = sözle yapmaz, önceden belirlenmiş = önüne konulmuş oy pusulalarıyla yapar; yaptığı da sadece “oyuncu değiştirmektir”, ona oyun değiştirme yetkisi verilmez, zaten o, bu hâli ile oyunu da değiştiremez!.
Oyun, hep aynı oyundur; sadece oyuncular değişir. Sessiz yığınlar hep seyircidir; onlara deşarj olmaları = öfkelerini kontrol edebilmeleri için belli alanlarda (stadyumlarda, konserlerde, kontrollü miting alanlarında) tezahürat yapmalarına, slogan atmalarına izin verilir.
...
Bunca ‘bilgi bombardımanına’ rağmen bu yığınlar niye sessizdir. Bilgi bombardımanının içine örgün ve yaygın eğitimi, medyayı, sinemayı da dahil ediyorum. Tüm bu süreçlere mâruz kalan biri, nasıl sessiz ve tepkisiz kalır? Aldığı bilgileri = mesajları yorumlayamaz, sindiremez, onlarla yeni bilgiler = mesajlar üretemez; onları âdeta bir sünger gibi, kara delik gibi emer, soğurur ve kendi içinde yok eder!.
O, aldığı bilgileri (daha doğrusu verileri) işleyip, onlarla yeni ve yararlı bilgiler üretemediği = akledemediği için, dışardan insan gibi gözükse de gerçekte insan olmaktan çıkmış, programlamış bir robata dönüşmüştür; sadece kendine verilen işleri yapar, efendisinin emrinden çıkmaz. Efendisi : git, eğlen, dinlen!, dediğinde eğlenir, dinlenir; çalış! dediğinde çalışır... şunları seç!, dediğinde de seçer...
Bu oyunun finansmanı da, seyirci olmak ve sessiz kalmakla yine ona aittir. Oyun kurucular, oyunculara ona verdiği paranın (maaşın) bi kaç mislini verirler; o çook az bir ücrete (asgari ücrete) razı olur, gerçekte hak ettiği ücret/para ise oyun kurucuların hakkıdır, çünkü o sessizdir ve seyircidir; biletsiz seyir olmaz!... Oyuncular oyuna girer-çıkar, adları ve amblemleri değişir ama oyun aslâ değişmez; çünkü bu oyun, (küresel) oyun kuruculara (küresel kulüp yöneticilerine) trilyonlarca gelir sağlamaktadır. Sessiz yığınlar, sadece oyuncuları (göz önündeki aktörleri) bilirler= görürler ve onlarla avunurlar!; onlara strateji ve taktik veren ve kendilerini de sessizliğe (= bilgisizliğe, beceriksizliğe, çaresizliğe) sürükleyen "görünmeyen" oyun kurucular = oyun yapıcılardır.
....
Hep böyle mi gidecek, bu sessiz yığınlar bir gün ses vermeyecek mi, bu mümkün olmayacak mı? 
Bence iki ihtimal var ve ses vermeleri de iki şekilde mümkün. 
1) Önemli, değerli, ahlâklı (= taqvâlı) olduğu bilinen birinin sesini duymak, ona kulak vermek için “Susun!, şu gürültüyü kesin ve can kulağı ile şu adamı dinleyin”!, denildiğinde, önce kendilerine gelirler, yaşadıklarını fark ederler; sonra da,
2) Sözünü zamanında dinlemedikleri için, sesi (tegannisi değil!, anlamı) yerin derinliklerine gömülmüş = enkaz altında (arşivlerde, eski hatıralarda) kalmış Olan'ı yeniden keşfederek, “sessiz olun ve dinleyin”! (7/204) deyip, Onun getirdiği Mesaj'a kulak verir ve Onu yeniden hayata geçirirlerse.
Birinci şıktaki kişilerin önemi ve değeri, ikinci şıkka kulak vermelerinden ve ona göre yaşıyor olmalarındandır. Sessiz yığınlar, onların sesini de, Kitab’ın Sesini de sıradan bir sesmiş = gürültüymüş gibi! duyuyor, o seslerin 'bestesini' yapıyor oldukları, ince eleyip sık dokuyamadıkları için o sesleri de diğer sesler gibi emiyor, soğuruyor ve ‘karanlık bir maddeye’! dönüştürüyorlar.
Karanlığı aydınlatacak olanlar, [Mûsâ, İsâ ve Muhammed (a.s.lar) gibi] kıvılcımı = ateşi ‘karanlıkta’ (gecede, dağda = Tûr’da) görebilenler ve onu söndürmeden elleriyle, yürekleriyle = kalpleriyle ve sözleriyle (= hayatları ile) bi başkasına taşıyabilenler olacaktır.
(Yine, dağınık ve çalakalem bir yazı. Kopukluklar ve hatalar varsa, özür diliyorum.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET