UFUK

Şehirler ufkumuzu da kapattı, betondan bariyerler ördü ufkumuza... 

Ufuk, mekânın alabildiğine uzamı/uzanımıdır.

İnsan, burada zaman ve mekân çemberi (duvarı) ile çevrilidir; zamanı aşmak için geriye doğru tarihle; ileriye doğru da, hayal ile yolculuk yapar. Mekânı aşmak için de yolculuğu “düzdür/lineerdir” ama gittiği/ulaştığı her noktada ufuk ondan kaçar, bir türlü ufku yakalayamaz. İki ucu açık bir doğru parçasını ve o doğrunun noktalardan meydana geldiğini düşünün; her nokta bir duraktır; noktaların hangi yöne gideceğine biz karar veririz ve iki boyutlu dünyada = kağıt üzerinde o noktaları yan yana birleştiririz; oysa o noktalar yukarı, aşağı, derine ve yükseğe doğru yol alabilir; ayrıca uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda tüm doğrular bir noktadır, bir noktanın içindedir.

...

İki boyutlu dünyanın ufku yakalanamaz ama o ufuk bizi çeker. İki boyutlu dünyada hiç yol ve yön değiştirmesek ve sürekli yol alsak, aynı/bulunduğunuz noktaya geri geliriz; ama bu yolculuğumuz boyunca “hangi yöne doğru gittiğimiz” önemlidir. Sözgelimi, “güneşin dünyada algılanan hızında”! gider ve, güneşin doğuş ve batış istikametinin tersine bir yolculuk yaparsak, sürekli gece ve gündüzle karşılaşırız; ama yine hızımızı bozmadan güneşin doğuş ve batış istikametinde gidersek, a) bu yolculuğa gece çıkmışsak sürekli gecede, b) bu yolculuğa gündüz çıkmışsak sürekli gündüzde yol alırız.

Mekândaki yolculuğumuz, aynı zamanda zamandaki yolculuğumuzdur.

Mekânı ve zamanı sabitlersek, ki buna bizim gücümüz yetmez, hayat durur. Ölüm, buradaki zamanın ve mekânın sona ermesidir; ötedeki zaman ve mekân Allah-u A'lem, üç boyutlu olmayacak, çook daha fazla boyutlu yaşanacak. Biz, buradaki mekânın ve zamanın üçüncü boyutunu bile çoğu kez fark edemiyoruz ve iki boyutlu bir zaman ve mekânda yaşıyoruz. İki boyutlu zaman, dün ve bugün; gelecek, henüz yok/gelmedi; gelince bugün; geçince dün olacak... İki boyutlu mekan, düz (uzun) ve geniş bir yer/arz (o yerdeki uzunluk ve genişlik); derinlik ve yükseklik algınızın dışında. Kürede yaşıyoruz ama kendimizi ovada yaşıyormuş gibi hissediyoruz; derinlik ve yükseklik algımız, yüzeydeki vâdi ve dağları, kanyonları (denizlerin, okyanusların derinliğini ve gökyüzünün azametini) görünce biraz hareketleniyor.

...

Bir an için kendimizi uçsuz-bucaksız okyanusun ortasında, kayıkta ve yalnız farz edelim. Kıyı görünmüyor. Yüzeyde, her yönden çoook geniş bir ufuk; yüksekte çook engin bir gökyüzü ile baş başayız. İkisinin rengi de mavi. Bir de bu hâlin gece versiyonunu hayal edelim. Aklımıza fırtına, köpek balıkları vs. gelmesin!...

Hangi yön bizi karaya çıkarır?!.

Kara da aslında bir kayık değil midir?!.

Yön = Kıble nerededir?

Olduğumuz yerde. = Her yerde. = Bizde..

Rabbimiz Allah, her yerdedir.

“Yüzünü nereye dönersen dön; ister batıya, ister doğuya; Allah’ın Yüzü (= Allah’ın Zâtı = Allah) oradadır...” (Her yer ve yön Allah’ındır.) (2/115.) = “leHû Mülk’üs Semâvâti ve’l Arz (ard).” (57/2.) “ve lillâhi Mülk’üs Semâvâti ve’l Arz (ard).” (3/189.)

Ufkumuz O’nu kavrayamaz; O, Sübhân’dır. O, zamanın ve mekânın ötesindedir!, arşı istivâ etmiştir. Kıyamet günü arz, O’nun avuçları (iki eli) arasında = kabzasında; gökler de (semâvât da) sağ eliyle dürülmüş olacaktır...” (39/67.)

Bundan, bu bilgiden daha büyük bir ufuk var mıdır? Yoksa siz hâlâ sadece gözün gördüğüne mi ufuk diyorsunuz?!.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET