MAZLUM & MÜSTEZÂF

Mazlum, zulme uğramış, kendisine zulm/haksızlık yapılmış kişi. Müstezâf, zayıf/güçsüz bırakılmış kişi.

Mazlumlar hep güçsüz müdür, güçsüz oldukları için mi zulme uğrarlar?

Büyük ölçüde evet ama onlardaki bu güçsüzlük/zayıflık kendilerinden (kendi tembelliklerinden) de olamaz mı?!.

Olabilir.

Her insan doğduğunda, bebekken güçsüzdür; sonradan güçlenir. Sosyal, siyasal ve ekonomik yapının (sistemin) bunda payı büyüktür; adaletsiz (sınıflı) bir yapı (içinde) içinde büyüyen çocukların bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf büyür; bunu görmezden gelmiyorum ama güçlenme imkânı olduğu hâlde tembelliğinden dolayı güçlenemeyenler de (müstezâflar = zayıf bırakılmış da) mıdır? 

Evet.

Öyleyse, insanların bir kısmını zayıf bırakan, dış şartlar; bir kısmını zayıf bırakan da iç şartlardır. Mazlum olduğumuzu düşünüyorsak, iki yönlü bir analiz = tahlil yapmalıyız; faturayı sadece dış şartlara = dış güçlere = sisteme kesmemeli, “önyargılı bahaneler” üretmemeliyiz.

İslâm dünyasının geri kalmasına = mazlum olmasına da böyle bakmalıyız.

...

610’da Mekke’de de bir düzen vardı ve o düzen de zulm üretiyor, bir kısım insanları müstezâf (zayıf) bırakıyordu. İlâhî müdahale = Vahy, bu zulm düzeninden kurtuluşun reçetesidir ve bu kurtuluşun mottosu = olmazsa olmazı da : ‘Lâ ilâhe illâ Allah’tır.

“Lâ ilâhe illâ Allah” bir kopuştur. Zulüm üreten bir düzenden kopuş gerçekleşmeden = o düzene hizmeti terk etmeden = o düzene = o düzenin ilâhlarına = patronlarına = putlarına hizmeti = kulluğu reddetmeden, Allah’a = Allah’ın dinine = Allah’ın indirdiği âdil düzene girmek ve zulüm üreten, zayıf bırakan bir düzeni sona erdirmek mümkün değildir.

İslâm’ı seçen ya da seçmekte zorlanan o insanlar, o gün bunun kendilerine ağır bir sorumluluk yüklediğini, büyük bir söz söylediklerini biliyorlardı. Bugün İslâm’ı seçen (miras alan mı deseydim!) bizler, bu seçimimizle böyle bir sorumluluk yükleniyor muyuz?!.

‘Bugün böyle bir zulm yok, kimse de zayıf bırakılmıyor ki’ mi diyorsunuz?!.

Söyleyeyim, bir toplumda İslâm (%100) hâkim olsa bile o toplumun zayıfları yine olur; onlar, yetimler, çocuklar, hastalar, kadınlar, yaşlılardır; Kur’ân bunlara da müstezâf der. 4/Nisâ, 75. âyet, iki tür müstezâfa da atıftır. “Size ne oldu da (nasıl hükmediyor da), Allah için müstezâf = çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar adına/uğruna mücadele etmeden = onların kurtuluşu için savaşmadan : Rabbimiz!, bizi halkı zalim olan bu beldeden (ülkeden, topraklardan) çıkar, katından bize bir velî = kurtarıcı (mehdî) gönder, diye yalvarıyorsunuz!.”  Bu âyetin bağlamını yakalamak için 69 ilâ 87 arasını okumak gerekiyor.

...

Müslümanlar Mekke’de güçsüzdü; onlara işkence, ambargo = boykot uygulanıyor; yurtlarından sürgün ediliyordu (hicret). Bütün bunlar niye yapılıyordu? Onlar, mevcut düzenin sahipleri ile uzlaşsalardı, bir entegrasyona başvursalardı (sözgelimi, gökyüzü ilâhı Allah, yeryüzü ilâhı Uzza deselerdi) bu zulümlere uğrarlar mıydı?!. Ama onlar “Lâ ilâhe illâ Allah” demekten aslâ vazgeçmediler...

Medine’de güçlendiler; kimseyi güçsüz bırakmadılar; oturdular herkesle konuştular = Medine Vesikasını = Toplumun Ortak Yasasını çıkardılar. O yasaya ihânet edenleri sürdüler ve zalim olanlarla da savaştılar.

...

Ne zaman kendi aralarında ganimet = zenginlik paylaşımında = adâlet dağıtımında sorunlar yaşadılar, işte o zaman güçlerini kaybettiler...

Güç kaybı hâlâ sürüyor... Bu da ümmetin kendi içinde zayıflamasına, ‘merkezin’ yok olmasına ve iç kavgaların/çatışmaların sürmesine yol açıyor...

Bu kavga dışarda = dışardaki tanrıların kavgası gibi dursa da aslında esas kavga içerde = içerdeki tanrılardadır; Tanrı’yı teke düşürmeden içerdeki bu kavga, bu zulüm bitmez; dışardaki kavga da herkes tek Tanrı’ya inanıncaya kadar sürer-gider.

Biz buraya kavga = mücadele (cihad/cehd) için mi geldik derseniz; cevabım evettir ama bu kavgayı kimin için yaptığımız da önemlidir.

Zayıfların (müstezâfların) kavgası = mücadelesi : Zalimlere, kendilerini güçsüz bırakanlara hizmeti terk etmek, onları reddetmektir. ‘Vicdanı kirlenmemiş, güce itaat etmemiş rahatsız güçlülerin’ (Ebû Bekir gibi zenginler) mücadelesi de ellerindeki gücü ile (bu güç para/mal olur, düşünce/fikir olur vs...) zayıfların (müstezâfların) bu kavgasına = mücadelesine destek vermektir.

Hayatın içindeki imtihanımız ve Rabbimizin muradı budur. “ve nurîdu en nemünne alellezîne’s tudı’fû fil ardı ve neca’lehüm eimmeten ve neca’lehüm-ül vârisîn. = Biz yeryüzünde ezilenlere (müstezâflara = tudı’fû) iyilik yapmak, onları önderler (eimmeten, imam da aynı kök) kılmak ve yeryüzünü onlara varis kılmak istiyoruz.” (28/Kasas, 5.)

Bu isteğini kiminle gerçekleştirecek Rabbimiz?!.

Bizlerle. Kendine inanan, her türlü zulme karşı çıkan ve zayıflara (zayıf bırakılanlara = müstezâflara) destek olan kulları ile. Rabbimizin bu isteğinde bizim kulluğumuz yatıyor!.

‘Biz zayıfız = güçsüzüz; bu güçlülerle nasıl mücadele edebiliriz, bizi bir kaşık suda boğarlar’, diyorsak; Rabbimizin Güçlü olduğuna inanmıyor, hayatı sadece buradaki hayat zannediyoruz demektir.

İmana kolay eren = imanı kolay bulan, onu kolay kaybeder = küçücük bir zorluğa (sıkıntıya, zora) veya varlığa (zenginliğe!) düşünce imanlarından vazgeçerler.

Hakikî Mü’minlerin (= Ülâikehüm-ül Müminûne Haqqâ) özellikleri (8/Enfâl, 1-4) ve 23/Mü’minûn, 1-11’de sayılıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET