Kayıtlar

Ağustos, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

FISK-U FÜCÛR

Fısk, günah işleyerek yoldan çıkma, fâsıklık etme; fücûr, ahlakî bozukluk; taqvânın zıttı. Önemli bir Hanefî Fıkıhçısı Kâsânî, fıskı şöyle tanımlar : Kişinin büyük günah işlemesi veya küçük günahları işlemeye devam etmesi = farzları terk etmesi, haramlara devam etmesi = kötü davranışlarının iyilerden çok olması. (Kâsânî, Bedâu’s Sanâî’. VI, 268.) İnsanı fısk-u fücûrdan taqvâ korur. Fıskın, çoğulu fusûktur, pislik demektir; Kitâb’ta leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar, yalancı şahitlik/tanıklık yapma vb. işler, pislik = fısk/fusûk olarak anılır. (5/3, 2/282, 6/121 ve 145.); bu işleri yapana fâsık denir. Fücûr ise, fıskın/fâsıklığın duygu, düşünce ve karakterdeki karşılığıdır; taqvânın karşıtı/zıttıdır. “... em nec’al-ül mutteqîne kel füccâr. = Biz mutteqîlerle (taqvâlılarla = günahtan korunanlarla) füccârı (günahtan sakınmayanları) bir tutar mıyız?!. (38/28.) Fısk/fusûk, pis işlerdir; bu pis işleri yapan ve yapmaya devam eden fâsıklara da bu pislik bulaşır ve

BORÇ ve VÂDE

Borç, Vâde ve Üç Tavır : İnkâr, Ödemiyorum, Ödeyemiyorum. Borç : 1) Geri verilmek üzere birinden alınan eşya ya da para. 2) İnsanî, ahlâkî ve dinî bakımdan yapılması gereken vazife, iş.  Vâde : Bir işin yapılması, bir borcun ödenmesi için birine verilen süre. Hayat söz konusu olunca da ecel; ona verilen hayat borcunun vâdesi dolmuş, o borcu o ya ödemiş ya da o hayat ondan (geri) alınmış. İnsanî düzeyde işi yaptıran, yapana; borcu veren, ödeyene vâde/süre verir ama o işin, o borcun o vâdede ödeneceğinin hiçbir garantisi yoktur; kendisine iş ya da borç verilen de, o işi/o borcu o kişiye veren de bunu  bilmez/bilemez. Kimsenin yarına çıkacağının, yatınca/uyuyunca kalkacağının/uyanacağının bizce hiçbir garantisi yoktur. Ama Allah-u A'lem İlâhî düzeyde işler böyle değildir; El-İlâh = Allah, birine bir görev/iş yapması için bir süre/vâde = hayat vermişse, o işin o kişi tarafından o sürede yapılıp-yapılmayacağını kesin olarak bilir (= kader); ayrıca o vâdenin sonuna kadar “beklemesine”! d

TESETTÜR

Tesettür. Örtünme. Hicâb. Setr, gizlemek, örtmek; sütre, öne konulan engel. Tesettür, örtünmek, gizlenmek, saklanmak, kamuflaja girmek; tersi, açılmak-saçılmak, bedeni göstermek için transparan giyinmek.  Tesettür, bedeni yabancı başka bir bedenden korur; bu korumayı da elbise = örtü ile yapar. Hicâb : 1) Örtü, engel, perde. 2) Utanma duygusu, mahcûbiyet. Tesettürün = örtünmenin = hicâbın temelde üç boyutu vardır, her boyut da kendi içinde ikiye ayrılabilir. 1) Bireysel-psikolojik boyut. 2) Toplumsal-ahlâkî boyut ve 3) Dinî-ilâhî boyut. Bireysel-psikolojik boyutta iki yaklaşım göze çarpar : 1) Bu beden benim, istediğim gibi kullanıyorum, bedenimi beğeniyorum, güzel buluyorum, onda bir “ayıp” görmüyorum ki örteyim. 2) Evet, bu beden benim ama bana emanet, onu güvenli olmayan = kem gözlerden korumalıyım. İki yaklaşıma da yorum yapmayayım ama şu cümleyi kurayım. Değerli olan korunur.  Toplumsal-ahlâkî boyutta da tesettüre iki bakış/yaklaşım göze çarpar. 1) Özgürlük-kölelik yaklaşımı

ZOR SORU & ZOR KONU

Zor konuya zor soru ile balıklama dalayım.  Kişi Müslüman olunca mı Kelime-i Şehâdet getirir, yoksa Kelime-i Şehâdet getirince mi Müslüman olur? Çoğumuz ikinci şıkkı söyler, benim aklım (ve gönlüm) birinci şıktan yanadır. Müslüman olmak, kişide bir “hazırlık” sonucunda gerçekleşmiyorsa = kişi, bir arayış sonucunda kendini Müslüman olmaya hazırlamıyorsa = onu Müslüman eden Kelime-i Şehâdet’in ne demek olduğunu bilmiyorsa = Kelime-i Şehâdet’le ne dediğini bilmiyorsa, 'ne olduğunu'! da bilmiyordur; ne olduğunu bilmeyende de Müslümanca bir değişim olmaz. Bizim Müslüman oluşumuz genelde ikinci türden, yâni Kelime-i Şehâdet getirerek, ama getirdiğimiz bu Kelime-i Şehâdet’in ne demek olduğunu, onun bizden ne istediğini bilmeden olunan Müslümanlık. Bu, dilini bilmediğimiz yabancı bir ülkede, anlamını bilmediğimiz bir cümleyi bizim söylememizden ya da birilerinin bize böyle bir cümle söylemesinden farksız değildir. Kişi, Kelime-i Tevhîd’i (Şehâdet’i) bilmeden, anlamadan söylerse “ezbere

HÜVE-L BÂKÎ & HÜVE-L ĞANİYY

Hüve-l Ğaniyy, Hüve-l Bâkî Allah dışında her şeyin (mal, makam, ilim, statü vb.) mülkiyeti olabilir; Allah, kimsenin mülkü olamaz; bütün mülkler O’nundur = LeHû-l Mülk. O, mülkünü bizlere, bizleri denemek için verir. Bu mülkü bizler sahiplenirken (sahiplenirsek) O’nu unuturuz ve bu denemeyi kaybederiz. Bizi zengin edecek olan, O’nun mülkü değil, O. O, istediği ân bizden mülkünü geri alabilir ve bizi cascavlak ortada bırakabilir. Bizi bâkî = ölümsüz = ebedî (huld) kılacak, mülk değil, O; mülkte öyle bir güç yok. O’nu unutursak, bekâmız tehlikeye girer. Kendini mülkle bâkî kılmaya çalışan Kârunların, Firavunların hangisini hatırlıyoruz?!. Hangisi ölümlerine (hastalıklarına) engel olabildi, hangisine kazandıkları mallar çare olabildi?!. ‘Mülkü olamayanlar da öldü, hastalandı, vs.’ denirse, doğrudur ama eğer onlar kendilerini elde ettikleri mülke değil de Bâkî Olan’a, Zengin/Ğaniyy Olan’a dayandırmışlarsa, mülklerine değil de Rablerine güvenmişlerse, O Bâkî ve Ğaniyy, onları bakî kılacak v

HIRS

Âdemoğlu (= Âdem ve eşi), mülkiyeti Allah’ın olan o kadar bol malın-mülkün içinde, rahat bir şekilde cennette yaşarken, Rabbini = Mülkün Sahibini unuttu, kendisi mülkiyet hırsına kapıldı ve değer kaybetti = düştü = hubût. O, aynı hırsı = sahiplenmeyi burada da sürdürüyor, sanıyor ki mal-mülk onu ebedî kılacak = “yahsebü enne mâlehû ehledeh.” (104/3.)  Şeytan, âdemoğlunu cennette iki şeyle kandırmıştı : 1) Bu ağaca yaklaşırsanız iki melek olursunuz = en tekûnâ melekeyni. 2) ve burada ebedî yaşarsınız = ev tekûnâ minel hâlidîn (7/20). Ehlade ile Huld, aynı kök; ebedî olma, ebedî yaşama arzusu; bu arzu çok insanî ama Rabbsiz = Rabb unutularak gerçekleşmeyen bir arzu; çünkü Ebebî Yaşam = Ölümsüzlük = Hayy-ul Qayyûm’luk sadece O’na has. Burada da aynı hatayı (!) tekrarlıyoruz!. Mal-mülk sahibi olacağız = kazanacağız = biriktireceğiz diye Rabbimizi = Rabbimizin emirlerini unutuyoruz. Yarın kazandığımız tüm malı, o mal tüm dünyayı doldursa bile, (azaptan) kurtulmak için fidye olarak vermeye k

ÂQIBET

Âqıbet, son/sonuç demek. Neden, bilmiyorum ama beni Kitâb’ta ilk etkileyen ibare, “vel âqıbetü lil muttaqîn.” ibaresi olmuştu; her hâlde, sonumu merak ettiğimden. Din dışında, ne bilim ne felsefe, ‘bison’dan söz etmez/edemez; çünkü ellerinde son’a dair bir veri yoktur. Bilim ve felsefe, mevcut verilerden geriye doğru giderek, başlangıca dair teoriler geliştirirler ama sona dair bişeyler söyleyemezler. Yaratıcı Rab dışında kimse sonu bilemez. Son, biten/sonlanan bişey değil; bişeyin sona ermesi ile yeni bişeyin başlamasıdır; âqıbet budur. Son, artık hiçbişeyin olmayacağı, her şeyin biteceği şey demek olursa, böyle bir son, “saçma” olur, (iyi ya da kötü) yapılan her şeyi = yaşanan hayatı anlamsız kılar. Bu hayatın bir mutlu sonu, bir de mutsuz sonu bulunmalı ve hayat/lar da ebedî olmalı, hiiiç sonlanmamalı!... Âqıbet, mutlu sona karşılık gelmeli; o da muttaqîlere mahsus/has kılınmalı. Muttaqîler, taqvâ ile donanmış kişilerdir.  Ötekiler, fitne-fucür, dalevera peşinden koşanlardır; onları

BAŞLANGIÇ ve SON

Başlangıç ve Son’a, Bidâyet ve Nihâyet, Mebde ve Meâd ya da Ûlâ ve Âhira de deniyor. Bismillah.  Bu başlangıç, Oluş’un, Varoluş’un başlangıcı ama bu yazı ilk başlangıca kadar gidemeyecek. Modern fizik, ilk başlangıcı teoride bing-bang = büyük patlama ile açıklar; der ki, nerdeyse sonsuz küçük kütleli/hacimli ama buna karşın sonsuz yoğunluklu “bişey” patladı ve kâinat oluştu. Tabiî bu oluşum için milyarlarca yıl geçti. Canlılık ilk olarak organik bitkilerde, sonra hayvanlarda sonra da insanlarda evrimsel bir sürecin sonunda gerçekleşti... Ben bu yazıyı daha sonraki bir zaman diliminden başlatacağım ama Bismillah kelimesi ile biraz daha geriye gideceğim. Bismillah’da, bir harf-i cer, bir isim, bir de Allah ‘kelimesi’ var. Harf-i cer, ile (vasıtasıyla) anlamında; isim, var olanların = varlıkların kendilerine verilen dilsel ad; Allah, ???. Allah, hem İsim hem Zât. Allah adlı Zât’ın İsmi. Bu İsim olmasa biz O’nu = O Zâtı bilemeyiz. İsimlendirme = isim verme, hem bilme hem de bilgilendirme i

GÜVEN SORUNU

İslâm dünyasının = Müslümanların bir “sorunu” varsa, bu, başta güven sorunudur. Güvenin dindeki karşılığı imandır; “iman sorunu” demeye açıkçası cesaret edemedim. Her Müslüman Allah’a = Allah’ın Varlığına ve Birliğine inanır ama O’na güvenmez!. Güvenmeme, “dinlememe” şeklinde gerçekleşir. O der ki : "Benim istediğim gibi yaşayın, sizi 'orada, özellikle burada' çook rahat bir hayat yaşatacağım." ama biz, O'nun istediği gibi yaşamaz, keyfimize göre = istediğimiz gibi yaşarız; O’nun sözlerini = Kitâb’ını öper başımıza koyarız ama uygulamaz, gereğini yapmayız!. Bu durum sizce bir güven (iman) sorunu değil midir?!

TEMİZLİK

Temizlik kelimesini Arapça, tahâret, nezâfet, nekâvet ve zekât kelimeleri ile karşılar; karşıtları, necâset = necs; recâset = rics ve habâset = hubstur; necs de rics de hubs da “pislik”tir. Tahâret, Fıkıh’ta istibrâ ve istincâdır. İstibrâ, sidikten arınma; istincâ, dışkıdan arınmadır. Oysa istibrâ, berae’den türer, berâet de, suçtan = günahtan temizlenmedir. Kitâb, tahâreti manevî temizlik anlamında da kullanır. “Onlardan sadaka ve zekât al!.” Ki, temizlensinler (2/242, 9/103, 24/28 ve 30, 35/18) der. Nezâfet, beden temizliği yanında ahlâk (huy) temizliğini de ifâde eder. “En-nezâfetü minel îman. = Temizlik imandandır.” (Hadis-i Şerif) Nekâvet, vicdan temizliğidir. Zekât (ve sadaka), malı temizleyerek emeği (o malı kazanan kişiyi) de temizler. Ancak temiz adamlar infâk edebilirler. Necâset, beden pisliği yanında mal/kazanç ve duygu-düşünce pisliğini de ifâde eder. Temiz bir şey/mal, helâl olmayan yollarla, zulümle kazanılırsa necis olur. Bazı mallar, yiyecekler ve ameller ise bizatihî

OKUMA/K

Okuma : Kıraat. Tilâvet. Tertil. Lafzı okumak, gözle okumak, bakmaktır. Lafızdan ma’naya yolculuk yapmak, tilavettir; tertil ise, ma’nanın/anlamın ucunu tutmak, izini takip etmektir.  Kur'ân, karae’den çook okunan (Kitâb) demektir; Kur'ân’nın lafzını çok okuyoruz ama çoğumuz o lafızlardaki anlama ulaşamıyoruz, çünkü onları tilâvet ve tertil etmiyoruz. Kendimiz Kur'ân’ı tertil etmiyoruz, biri bize  tertil ettiğinde de, duymazdan/görmezden geliyoruz = “vetlü aleyhim nebee’llezi âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ...” (7/175.) Fenseleha, duymazdan gelme, görmezden gelme demek. Böyle olunca da şeytana tabiî olan gâvînlerden = azgınlardan oluyoruz. “Feetbeahu’ş şeytanu fekâne minel ğâvîn.” (7/175.) Tilâvet, tecvidi de içine alan, Mesajın özünü/telvesini de alacak şekilde “güzel” okuma; tecvid, cevded/cûd’den iyi ve güzel okuma. Tertil, ritil’den düzenli, ağır-ağır ve anlayarak okumadır = “... ve rattil-il Kur'ân’e tertîlâ.” (73/4.) Bu tür okumayı herkes yapamayabilir, ama bu tü

RABBİM ALLAH

"Rabbim Allah." Bu cümleyi muhtemelen ilk kez çocukluğumuzda duyduk. Bu bize verilen ilk ve son ilmihâl bilgisidir. Rabbim Allah. Dinim İslâm. Kitâb’ım Kur'ân... Son kez de = ölünce de, belki ‘unutmuş veya anlamamıştır’ diye telkinle bu bilgi tekrar verilir. Unutma ile anlamama arasında nasıl bir ilişki, nasıl bir bağ var? Anlamadığımız için mi unuturuz, anladığımız ama gereğini yapmadığımız için mi? Anlamayı sadece zihinsel/teorik/nazarî görür, onun pratikle bağını koparırsak = bildiğimizi/anladığımızı yapmazsak (iman-amel ilişkisi), (çabuk) unuturuz. ‘Rabbim Allah’ diyenler, ne dediklerini biliyorlarsa bile! yine de “unutuyorlar”; (ne dediklerini) bilmeyenler, zaten çok çabuk unutuyor. Neden unutuyoruz? Bildiklerimizin uygulamasını = gereğini (pratiğini) yapmadığımız için. ‘Rabbim Allah’ ne demektir? Bu, ‘patronum/âmirim Abdullah, doktorum Sadullah’ demek gibi bişey midir? Şeklen = sözdizimi (sentaks) açısından evet ama anlam ve bağlam (conteks) açısından hayır. Rab, te

ABDEST

Namaza hazırlıktır abdest. Namaz gibi abdest kelimesi de Farsça. Namazın Arapçası Salât; abdestin Arapçası Vudu’. Vudu’, maddî ve manevî arılık ve temizlik demektir. Abdest, genelde maddî temizliği îmâ eder; çünkü, içinde su = ‘ab’ vardır; ‘dest’ ise eldir; abdest, el yıkama suyu anlamına gelir. Abdest, ‘baştan ayağa’ temizliktir. Vudu’, bu temizliğin manevî alana = iç dünyaya = duygu ve düşüncelere de sirâyet etmesidir.  Baş : Başa ve boyuna meshi; ağız, burun, kulak ve yüzün yıkamasını ve yukarıya = yüceye karşılık gelir ki, burada (başta) duyular, duygular ve düşünceler toplanmıştır; bunlar, semâya teması da gerçekleştirirler. Ayak, aşağıdaki toprağa teması ifâde eder, ki, burası da dünyadır; kişi, dünyaya temasta da, semâya temasta da temiz ve arı-duru olmalıdır. Huzur’da ise “aşağı-yukarı” yoktur; O her yerdedir, her yöndedir. Kıble, bizim birlik ve bütünlüğümüz içindir. Kıble, dış mekânda (zâhirde) anlamlı; iç mekânda (bâtında) ise, kıble her yöndür; Kâbe’nin içinde kıble yoktur.

BİR IŞIK GÖRMEK!.

İnsanoğlu ihtiyaçlarını gidermek için çeşitli sıkıntılar (= karanlıklar) içinde bunalır, mücadele eder-durur. Niyeti = kalbi temiz ise, ona eninde-sonunda bir ışık = bir çıkış yolu görünür. Hz. Mûsâ (a.s.) (da), böyle zorlu bir yolculuk esnasında bunalmış ve Tûr’a geldiğinde bir ışık (ateş) görmüştü de ehline = ailesine : Durun (siz burada bekleyin)!, Ben size bir “kor” getireyim.” (de ‘ısının’)! demişti. Niyeti = kalbi temiz olmayanlar (= karamsar olanlar), bu ışığı göremezler. Kişi O ışığı görünce, “ayakkabılarını (dahî) çıkarmalı!.” (= üzerinde hiçbir mülkiyet taşımamalı). Allah-u A'lem, Hz. Mûsâ, ışığı ilk gördüğünde niyeti onu sahiplenmekti ama Rabbi Ona, orada, bırakın ateşi (ışığı) almayı/sahiplenmeyi, sahibi olduğu “ayakkabılarını dahî çıkarmasını” istedi. O ayakkabılar, Seninle Benim aramda engel teşkil ediyor; Sen “Kutsal Vâdi Tûvâ’dasın.” (= Rabbinin karışındasın!.) “Seni Ben Kendime seçtim; Sana vahyettiklerimi iyi dinle!. Ben Allah’ım; Ben’den başka ilâh yok; sadece Ba

ÖZ BİLGİ

Öz/et olarak İslâm düşünce tarihi  İslâm, orijinal hâli ile hayat olarak Efendimiz döneminde vücut bulmuştur; daha sonra “çevresel” faktörlerden etkilenerek “dallara/kollara” ayrılmıştır. İlk “ayrılık”, köktencilik diyebileceğimiz Haricîlik; ikincisi, nazarî düzeyde vücut bulan Mu’tezilîlik’tir... Çevresel faktörler, siyasî faktörlerle birleşince “ana merkezden” kopuş hızlanmış, ümmet siyaseten parçalanmıştır. Cemel ve Sıffin, bu “parçalanışın” ilk göstergeleridir. Fıkıh, “ortak hukuk” oluşturma; Tasavvuf, “arınma, olup-bitenden uzak kalma”; Kelâm, dini yabancı fikirlere karşı “savunma” çabası olarak şekillenmiş, daha sonra da hepsi ayrı ayrı birer disipline dönüşmüşlerdir. ... İslâm düşüncesi, tüm bu disiplinlerin ortak paydası olarak okunmaz ve Sünnet’le = Efendimizin örnekliği ile buluşturulamazsa eksik kalır. Kanımca, İslâm düşüncesinden İslâm dinine = Kitâb’a/Kur'ân’a = Efendimizin örnek hayatına = Sünnet’e ulaşabilmek için böyle bütünleştirici-birleştirici bir yol-yöntem = us

HAYAT

Bu hayat niçin ve niye var? Bu hayat ebedî olsaydı, ölüm olmasaydı, anlamsız olurdu. Hayat nedir? Görünürde üç şey : Yeme-içme, barınma-bürünme ve evlenme-çoğalma. Hayat herkeste farklı farklı yaşanıyor. Kimi bol bol yiyip-içiyor, kimi yarı aç-yarı tok geziyor. Kimi çadırda-kulübede yaşıyor, kimi villada-sarayda. Kimi evleniyor, kimi evlenemiyor, kimi de dost hayatı yaşıyor... Üstünlük, bu işleri az ya da çok yapmada değil; bunları “en güzel, çok güzel = ahsen” bir şekilde yapmada. “Allah, ölümü ve hayatı, hanginiz daha güzel iş yapacaksınız diye sizi sınamak = denemek için yarattı. O, Azîz ve Ğafûr’dur.” (67/3.) (Âyetin Azîz ve Ğafûr ile bitmesi çook önemli ve çook değerli.) Ekser (çok) de değil, asgar (az) da değil, ahsen : güzelin güzeli, çok güzel, daha güzel = ahsen-ü amelâ.  Güzelin ölçüsü de 28/Kasas, 77’de. Aynı kelime (= ahsen) burada, bu âyette de geçiyor : “Allah’ın sana verdikleri ile ahiret yurdunu elde etmeye çalış; dünyadan nasibini de unutma. Allah’ın sana iyilikte/ihsa

KAFES

"Kafes" Olabildiğince dar alanda yaşamaya mahkum olma. Kafes, genelde “özgür ve uçan kuşlar” için yapılmıştır ama modern insan da kafestedir. Onu kafese iki şey sokar : Ekonomik darlık ki bu dışsal mahkûmiyettir ve fikrî tutsaklık. Ekonomik olarak kafese mahkûm olmak, seyahat edememek = ‘uçamamaktır’. Double yollar (otobanlar) ve havalimanları yapıyoruz ama bu yolları ve havalimanlarını parası olan çok az kişi kullanıyor. 15-20 günlük bir yurt dışı seyahati yapayım, içinde yaşadığım kafesimi biraz da olsa kırayım dedim. Uçak biletlerinin, otel fiyatlarının orta halli bir emekli için çok pahalı olduğunu gördüm; çok ince hesap yapmak gerekiyor. Bu fiyatlarla ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu, kafesinden çıkıp “uçamaz”; uçsa da çok uzaklara gidemez. Dışarıdan buraya gelenler için bu ülke çook ucuz; biz dışarı çıkınca her şey pahalı. Yeni ekonomi modeli : Üretim, istihdam, ihracat ve büyümeye dayalı. Korkarım, üretim ve istihdam ucuz işgücü ile; üretilen emtialar da içeri

GÂFİL

Kâfirden daha ehven ama kâfire de çok yakın bir kelimedir gâfil. Bize, “gâfillerden olmayın = ve lâ tekün minel gâfilîn.” tavsiyesinde bulunulur. (7/205). Gaflet : 1. Dinî anlamıyla Hakk’tan habersizlik. 2. Çevremizde olup-bitenlerden habersizlik. Genelde ikinci durumdaki gaflet, birinci durumdaki gaflete yol açar; ilk gâfletten “kurtulan”, zaten ikinciden de kurtulmuştur. Hakk’ın farkına vardığı hâlde, “yok böyle bişey”! diyene kâfir; her iki durumun farkına varamayana da gâfil denir; iki durumdaki gâflet, birbirini tetikler. Bazen ikinci durumdaki farkındalık ama olaylardaki bütünlüğü görememe, birinci duruma (Hakk’a) ulaşmak için bir perde işlevi de görebilir, görür. Çoğu bilim adamı = uzman, çoğu şeyin farkındadır ama bütünlükten uzak oldukları için Hakk’a ulaşma noktasında gâfildirler. Gaflet, varlıktaki anlamı = hikmeti yakalayamamadır. Kişide gaflet perdesi yırtılırsa, Hakk “apâşikar” görünür/görülür ve zikredilir.  Yukarıda ‘biparçasını’ verdiğim âyetin tamamı ve son âyet i

TEVEKLÜL MESELESİ

Zor bir konu demiştim; zorluk nerde deniyor... Siz çook temiz, çook saf bir niyetle (hiçbir hesap gözetmeden) bir işe başlarsınız; bu niyetinizi Rabbiniz (zaten) bilir, siz de O’nun bildiğini bilirsiniz, Rabbinize güvenirsiniz; Rabbiniz, sizin “o işinizde, her işinizde” (siz O’nu Vekil “tayin”! etmeseniz de) size vekil olur, sizin adınıza o işi (her işi) tamamlar!. Zorluk, bu “aşamaya” gelmekte.

ULÛHİYET & UBÛDİYET

Ubûdiyet & Ulûhiyet  Ubûdiyet, abdın/kulun kulluğu; Ulûhiyet, İlâhın ilâhlığı. Ubûdiyet olmasaydı, Ulûhiyet olmazdı; tersi de geçerli, Ulûhiyet olmasaydı, Ubûdiyet olmazdı. Bu, çook genel bir yargı; bu yargıyı özelleştirelim. Benim ubûdiyetim (kulluğum) yoksa, ilâhım da yoktur; ilâhım yoksa, ubûdiyetim de yoktur ya da ilâhım kendimdir = ilâhehu hevâ = özgürümdür!; bunun ne kadar saçma bişey olduğunu zerre kadar aklı olan herkes anlar. İlâh  İlâh, Türkçe’de Tanrı/Tengri anlamında. Tanrı, Çince’den Türkçe’ye geçmiş bir kelime. Çince, tianri, titan. Titan, olağanüstü güç; kimyada ise, simgesi Ti, atam numarası 22, çook sert, çook güçlü ve parlak beyaz renkli bir element. Türkçe’de Tanrı/Tengri, gökteki yüce/ulu güç. İslâm, bu gücü yere de indirir, hayatın içine katar. İslâm dışı dinler, O’nu uzağa/hayatın dışına atarak etkisizleştirirler. Her dinin ulûhiyet anlayışı farklıdır.  Her hangi bir ilâha ubûdiyeti = kulluğu olmayanın, ilâhının yokluğu ya da ilâhının kendi olduğu açıktır. Bu

TEVEKKÜL

Zor bir konu. Kelimenin aslı vekil, VKL. Tevekkül, birini kendine vekil kılma. Müvekkil, vekil kılan; vekil, vekil kılınan. Vekil kılmada yetki de verilir. Rabbimiz bizi yaratınca bize yetki vermiş ve bizi yeryüzüne ‘halife’ kılmıştır. Hukukta, avukatımıza; siyasette milletvekilimize vekâlet (oy) verirken yetki veririz. Pekiî!... Biz Allah’a tevekkül ederken, “yetki” verirken!... İşin zor noktası burası. Kişi, bazı işleri kendi yapar; bazı işleri yapamaz, birilerini vekil kılarak ve onlara yetki vererek yaptırır. ... Bizler Allah’a tevekkül ederken, sadece yapamadığımız işlerde mi O’na yetki verir = O’nu Vekil kılarız?!. Tevekkülü böyle anlayanlar da vardır ama asıl tevekkül, her işimizde O’nu Vekil kılmamızdır; bu çook zor bişeydir; kişi kendini hem yok sayar hem de var. ‘Var sayması’ yetki vermesi ile; “yok sayması’ her işi O’na havale etmesiyledir!. ... Tevekkülü doğru anlayanlar, kendilerini Rablerine “bağlayanlardır ve Rab ‘yoksa’! hiçbişey yok” diyenlerdir.”! “Lâ Havle ve lâ Quvv

ZAMİR

Zamir/ler Türkçe’de zamirlerin sırası ile Arapça’da zamirlerin sırası farklı. Türkçe’de : Ben. Sen. O. Biz. Siz ve Onlar. Arapça’da : (Erkek) O. (O ikisi). Onlar. (Kadın) O. (O ikisi). Onlar. (Erkek) Sen. (Siz ikiniz). Siz. (Kadın) Sen. (Siz ikiniz). Siz. Ben ve Biz. Türkçe (ve Hint-Avrupa Dil ailesi), “Ben merkezli” bir dil; Arapça’nın merkezinde ise “O” var. Türkçe’de Ben olmadan, Sen, O, Biz ve Onlar olmaz. Türkçe’de ‘Ben gibi’ bir insana Sen deriz. ‘Ben gibi’ bir insan “uzaklaşır-kaybolursa”, O olur, O adını alır. ‘Ben gibi’ insanlar bir araya gelirse/k Biz olur/uz. Biz’den kendimi (Ben’imi/Ben’i) çıkarırsam, geri kalanlara Onlar derim. Arapça, ‘O’ ile başlar. O, Hüve’dir. O ikisi, erkekte ve dişide aynı, Hümâ’dır; Onlar’daki farklılık, birleştirilince ‘kim’ anlamındaki -- erkek hüm’deki mim; kadın hünne’deki nun, (men/من) -- ism-i mevsuludur. Ben’i merkeze almakla O’yu/O’nu merkeze almak, düşüncede = dünya görüşünde de farklılığa yol açar. Ben’den O’ya/O’na  gitmek kolay olmaz ama

KİTÂB, KUR'ÂN ve MUSHAF

Kitâb, KTB (كتب)’den yazılı “belge, yazıt”. Kur'ân, bu belgenin okunması; Mushaf, bu belgenin sahife hâline getirilmesi. Herkes ve her şey Kitâb’dır; Kitâb’ın illâ harf ile yazılması şart değildir; harfler kelimeleri; kelimeler cümleleri; cümleler ma’naları oluşturur; ma’nasız bişey yoktur. Kâinat, “yazılı” bir Kitâb’dır. Kur'ân, bu “yazılı Kitâb’ın” okunmasıdır.  Kur'ân-ı Kerim, Arap harfleri ile yazılmış ilâhî Kitâb’tır. Mushaf, bu Kitâb’ın Arap harfleri ile sahifelere yazılmış ve iki kapak hâline getirilmiş şeklidir.  Kitâb henüz “tamamlanmadan” okunan Kur'ân, Mushaf değil, Kâinat Kitâb’ı (biz, siz...) ve “o zaman kadar” inen Kur'ân’dır; “zélikel Kitâb’u lâ raybe fîh...” denilen, Allah-u A'lem, budur.  “Tamamlanan Kitâb’ın (= bugün size dininizi tamamladım), Mushaf hâline getirilmesi, Efendimizin vefatından sonradır. İlk üç Halifenin en önemli işi Kur'ân’ın Kitâblaştırılması = Mushaf hâline getirilmesi olmuştur. Bu Kitâb’larda = Mushaf’larda okuyuş farklı

LÂ ...

İslâm’a girişin, Müslüman oluşun “anahtar cümlesi” ‘Lâ ilâhe illâ Allah’tır. Bu cümleyi ‘Lâ fâile illâ Allah’ şeklinde okuyanlar, anlayanlar ve yorumlayanlar da vardır. İlk cümle, İlâh, sadece Allah’tır derken; ikinci cümle, fâil/özne sadece Allah’tır der. Fail/Özne sadece Allah’sa = İlâh/Allah, mutlak Fâilse, bizim ve şeytanın özneliği/fâilliği = sorumluluğu ne anlama gelir; biz ve şeytan/lar neden var/ız? Bizdeki samimiyetin test edilmesi için. Bizde, İlâh’ın/Allah’ın Varlığı, Birliği ve Rablığı kayıtlı/kodlu, (ama) bizler O’nu unutup “başka birini” (!) Rab ve İlâh olarak kabul edip-etmeyeceğimizin görülmesi için şeytan var edilmiştir!. Şeytanı, şeytanları dinlemezsek, Rabbimizi dinlemiş oluruz; Rabbimizi dinlersek, şeytanı, şeytanları, şeytanların bizi yönetmesi ve yönlendirmesini (onların rabliğini) reddetmiş oluruz. Bizde/içimizde şeytan (= şeytanî nefsimiz) olmasaydı insan olmaz, melek olurduk. İnsan olma, doğru/akıllı tercihte bulunmadır. Doğru tercihte bulunan insan, “beşer” dü

KIRK YIL SONRA...

Altmışlı yaşlarına merdiven dayamış ve İHL’de beraber okumuş 10-15 arkadaş 40 yıl sonra bir araya gelir ve hasret giderirler. Her biri “bişey” olmuştur, kimi ticarete, kimi siyasete atılmış, kimi prof. olmuş vs., biçoğu da emekli olmuştur. İçlerinden biri ötekine, “sen içimizde en akıllı, en çalışkan adamdın; isteseydin çook yüksek mevkilere gelir, bu memlekete, bu dine hizmet ederdin.” der.  Evet, ben isteseydim “iyi yerlere” gelirdim, fırsat da vardı ama “bişey” olmadan önce “Müslüman” olmayı seçtim. Zaten Müslüman değil miydi(n/k)?. Müslümandık ama kendi isteğimiz ve kendi çabamızla, bilerek Müslüman olmamıştık; ben kendi çabamla ve bilerek Müslüman olmayı denedim; ‘oldum mu olamadım mı ondan da emin değilim’. ... Ne yaptın Müslüman olmak için? İslâm dini ile birlikte diğer dinleri (kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasi vb.) araştırdım; onları İslâm’la mukayese ettim; dinlerin arkasındaki düşünce sistemlerini (felsefeleri) merak ettim; yapıma = fıtratıma en uygun olan dinin İ

NASIL MÜSLÜMAN OLDUK?

Anası-atası gayr-i Müslim olan ve Müslüman bir topluma doğmayan birilerinin Müslüman olma hikâyeleri bize câzip gelmiş ve o hikâyeleri  birilerine anlatmışızdır ama kendimizin Müslüman oluşu üzerine neredeyse hiç düşünmemişizdir. Soru, ben nasıl Müslüman oldum şeklinde de sorulabilir. Bu soruyu ben kendime, 40-45 yaşlarımda sordum. 45 yaşıma kadar başka dinleri = ideolojileri araştırdım ve 45 yaşımda Müslüman olmaya karar verdim. Daha önce Müslüman değil miydim? Adım Müslümandı, Müslüman bir kültürün çocuğuydum ama bu Müslümanlığı/mı ne doğru dürüst anlamış ne de sorgulamıştım. İslâm’a = Müslümanlığa girişin şartı Kelime-i Şehâdet’i “ezbere” söyleyegelmiştim.  Kendi adıma benim Müslüman oluşum, zor bir sürecin sonunda gerçekleşti; yine de gerçek bir Müslüman beni yakından tanısa/görse Müslümanlığımdan şüphe edebilir. Hâlâ düşüncem = inancım Müslüman; pratik hayatım = yaşantım büyük ölçüde gayr-i Müslim. Böyle olunca da hiçbir insan bana bakarak, beni dinleyerek Müslüman olmuyor ama çoğ