Kayıtlar

Mayıs, 2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ZARURET

Zaruret, zorunlu olanlar; bunlar : 1) Sıradan bir yaşam için zorunlu olanlar. 2) İyi bir yaşam için zorunlu olanlar.  Sıradan bir yaşam için zorunlu olanlar, yeme-içme, barınma ve bürünmedir. İyi bir yaşam için zorunlu olanlar ise, akıl ve adâlettir (= din ya da düzen). Neslin = türün devamı için cinsellik de bir zorunluluktur. İyi yaşam için zorunlu saydığımız akıl ve adâletin, ki buna ben din dedim; kaynağı insanî ve ilâhî olabilir. İnsanî olan dinler (düzenler, sistemler, akıllar), olup-biteni tam anlayamadığı ve dolayısıyla adâleti sağlayamadığında, ilâhî olan dinlere başvurur, onlardan yardım alırlar. Sıradan, normal bir yaşam için zorunlu olan yeme-içme, barınma ve bürünmenin, ne kadarı zorunlu, ne kadarı lüks, şimdi buna bakalım. Diyebilirsiniz ki bu üç zorunlu ihtiyacın “miktarını” kişinin kendisi ve içinde yaşadığı toplum (ve devlet) belirler. Amerika’da yaşayan insanların (toplumun) yeme-içme, barınma ve bürünmesi ile Türkiye’de veya Afrika’nın herhangi bir ülkesinde yaşa

FAKR

Fakr, fakirlik değil; gönüllü yoksulluktur; aslında “en büyük zenginliktir.” Mülkiyet düşmanı olmadığımı, zenginliğe “yamuk” bakmadığımı söyledim. Söylediğim şey = Bizim şeylere sahip olmamız; şeylerin bize sahip olmaması; şeyleri bizim kullanmamız; şeylerin bizi kullanmaması. ‘Herkes, şeyleri kullanıyor; ben, şeyler tarafından kullanılan bi adam görmedim’, diyebilirsiniz. İlk bakışta, derin ve etraflı düşünmezsek, bu söz doğru gibi görünür ama derin ve etraflı düşünürsek, yanıldığımızı anlarız. Şeyleri kullanan, bizâtihî şeyler için çalışmaz; şeylerle bişeyler yapmak için çalışır. Elbette, şeylerle bişeyler yapmak için, önce o şeylere sahip olmak gerekir (burası, meşrû mülkiyettir); ama o şeylere sahip olunca, o şeyleri de onlardan daha iyi bişeyler için kullanabilmek de şarttır; ancak böyle olursa o şeyler, elimizdeki bir araca dönüşürler. Sırf bir araca (arabaya) sahip olmak için çalışılmaz; o araca (o şeye) sahip olunca, onu “iyi işler için” kullanmak için çalışılır. Ayrıca, biz “i

SELFY

Bu kelime, Türkçede özçekim olarak karşılanıyor.  Akıllı telefonun kamerasıyla kişinin kendini çekmesi, fotoğraflaması, o ânını kayıt altına alması. Buradaki self’i (kendine = kendimize) dönüşlü bir fiil olarak alalım. Geçmiş fotoğraflarına bakmak çoğu kimseye nostalji yaşatır. Keşke, çocukluğumuzdan ihtiyarlığımıza ân be ân fotoğraflarımız çekilse ve bunlar bir film olsa da bize izletilse... Nereden nereye geldiğimizi, nelerle vakit geçirdiğimizi bir bilsek!... Ama bileceğiz. “bel el-insanü alâ nefsihî basîra ve lev elgâ meâzìra.” İnsan, kendine (kendi nefsine) basîrdir, (basîret sahibidir); her ne mazeret (özür) üretirse üretsin. (75/14-15) O kendini bilir. Kendini bilmeyenler, kendilerine vakit ayırmazlar. Neye vakit ayırırlar? Kendilerinden başka her şeye. Şeylerle oyalanırlar; şeylerin içinde kaybolurlar. Sürekli böyle yaşayınca da şeyleşirler. Bu duruma, bu konuma gelen insanlar, kendilerini insan sansalar da aslında bişeydirler; onların insanlar arası (toplumsal) ilişkileri, biş

ASHAB-I KEHF

Kıssa bize ne söylüyor? Bu kıssa bize, bir grup gencin dönemin zâlim hükümdarı Dekyânus’un zulmüne boyun eğmeyip bir mağaraya sığınmalarını ve orada “uzun bir süre” (309 yıl) kalmalarını anlatır. “Bizim Rabbimiz (sen değil) göklerin ve yerin Rabbidir; biz O’ndan başkasına ilâh demeyiz = len ned’û min dûniHî ilâhen; aksi hâlde saçma-sapan konuşmuş oluruz. = lekad Gulnâ izen şatatâ!” diyerek, ‘herkesin içinde bulunduğu sistemden (şu bizim kavmimiz Allah’tan başka ilâh edindiler = “héülâî kavmünâ’ttehazů min dûniHî ālihe” diyerek onların yaşadığı yaşayış biçiminden) koparlar ve bir mağaraya’ sığınırlar. (18/14-15 ve devamı olan 25. âyete kadar bakılabilir.) Burada kaldıkları süre 309 yıldır; ortalama bir insan ömrünün neredeyse dört katı. Bu süre nasıl geçmiştir?!. Bence (!) kıssanın belkemiği burasıdır. Bazıları süreye, bazıları sayıya, bazıları köpeklerine takılırlar; nitekim Kitâb’ta bunlara da îmâ vardır; denir ki, bu konuda münakaşaya (tartışmaya) girme, kimseye de bir şey sorma!. (1

RAHATSIZLIK

Bu rahatsızlığı hastalık, hasta olma anlamında kullanmıyorum; huzursuzluk anlamında kullanıyorum. Huzur, konfor değil, aksine konfor arttıkça bu rahatsızlık artıyor. Böyle bakarsak, zenginler en huzursuz (rahatsız) adamlar. Gerçekten öyle mi?!. Sahip oldukça, rahatsızlığımız artıyorsa, öyle. Oysa biz, sahip olduğumuz şeylere rahat edelim diye sahip oluyoruz. Üç odalı bir evimiz (dairemiz) varsa, dört oda; orta halli bir arabamız varsa, biraz daha iyi (lüx) bir araba almak istiyoruz ve bunun sonu bitürlü gelmiyor. Böyle bir hayat bize bitürlü rahat vermiyor. Eşya için çalışıyoruz. Buraya eşya için çalışmaya mı geldik?!. ... Sahip olduğumuz şeyler, bizi “sisteme, sistemin çarklarına” daha çok bağlıyor ve bizi esir alıyor. Sistem de zaten bu şekilde çalışıyor ve bu şekilde hayatta kalıyor.  Farkında değiliz belki ama sisteme çalışıyor, sisteme kul oluyoruz. Bizler bişeylere daha çok sahip oldukça, o sisteme daha çok bağlanıyoruz. Tasavvuf, (kurumsal, örgütlü tasavvufu değil, inzivâyı kast

AKLA NE KADAR GÜVENEBİLİRİZ?!.

Bu soruyu bilime ne kadar güvenebiliriz, diye de sorabiliriz.  Akıl (bilim), deneye (deneyime), gözleme ve tekrara dayanır; pekiî, deneyim ve tekrar, ilelebet aynı sonucu verir mi?!. Meselâ, dün yaşadım (60 yıldır yaşıyorum), bugün de yaşıyorum, yarın da yaşayacak mıyım?!. Yarın da güneş doğacak mı?!. “Doğacak” diyenle; “doğmayacak” diyen, “bugün = şu ân”! eşit. Kim haklı = kim doğru söylüyor, o, yarın belli olacak; bunu “şimdi” test edemeyiz.  Sen kafayı mı yedin!. Güneş, milyarlarca yıldır doğuyor-batıyor; diyebilirsiniz. Haklısınız ama “bir gün”! artık “doğmayacak” diyene de “aptal” diyemezsiniz!. Benim kalbim şimdiye kadar 3.000.000.000’dan (üç milyar) fazla attı. (Nabız dakikada 80 ilâ 100 arası atarsa : 100×60×24×365×60) ama yarın atmayacak, öleceğim; ölenleri görüyorum. Dünya, milyonlarca senedir “aynı” ama yarın “aynı” olmayacak... bir gün kıyâmet kopacak!. Akıl, bunu “bilirse” (= hissederse), insana ne kadar güven verir?!. Bunu ancak “selîm akıl” bilir (= hisseder). “Yarın gün

ZİHNİYET ve HAYSİYET

Zihniyet, zihin yapısı, anlayış; haysiyet, şeref, onur, itibar. Zihniyet değişmeden haysiyet değişmez. Her zihniyet, kendini haysiyetli kabul eder. Kimse kendi haysiyetine toz kondurmak istemez. Pekiî işin içinden nasıl çıkacağız?!. Haysiyetsiz kimse yok mudur?!. Haysiyete izzet/ızzet anlamı verirsek ve ızzeti de El-İlâh’ın = Allah’ın tekeline terk edersek, mesele çözülür. Kitâb, “innel ızzete lillâhi cemîan = ızzet tümüyle Allah’a aittir.” (4/139. 10k/65. 35/10) diyor. O, kime ızzet = haysiyet vermişse, haysiyetli olan odur. Bu da zihniyette ve tiyniyette/tiynette = ahlâkta (söz, hâl ve harekette) = O’na kullukta kendini belli eder. Kendini bilen biri (ben haysiyetliyim, şerefliyim, bilgiliyim, şu soydan geliyorum diye) övünemez; birilerinin kendini övmesine de sevinemez. Benim, bizim damarlarım(ız)da asil kan akıyor diyemez. Rab karşısındaki mahviyet, kullara izzet olarak yeter; o mahviyettir onları kullar karşısında haysiyetli = şerefli yapan. Herkes, ben senden, benim kavmim (soyum

İNSAN PROFİLİMİZ

Türkiye, Osmanlı bâkiyesi bir ülke. Osmanlı, tabanda çok milletli (etnisiteli) bir topluluk, toplum; tavanda ise, Padişah ve devşirme (asker-sivil) bürokratlar vardı. Tabana yerellik (ağalık ve dinî cemaatler = tekke-zaviye, tarikat vb. yapılar) hâkim olduğu için, taban tavandan büyük oranda kopuktu = tavan, tabana pek karışmıyordu. Eğer biisyan (kargaşa) çıkarsa, devşirme askerlerle (yeniçerilerle) anında müdahale ediliyordu.  Batının, özellikle Fransız İhtilâlinin etkisi, batılı ajanlar ve yazarlarla (o zaman onlara muharrir veya aydın deniyordu) ülkedeki gruplara milliyetçilik tohumları ekildi; devlet de ahâliye (halka) ağır vergi (âşar, öşür) salıyordu... sorunlar birikti, birikti, gün geldi, isyanlar arttı, vergiler toplanamadı. Devlet, sivil-asker bürokrata ve memuruna maaşlarını ödeyemedi... Ülke, yabancı güçlerce yedi koldan, cihetten işgal edildi ve Kurtuluş Savaşı başladı. Bu savaşta, Çanakkale hariç, adam akıllı olarak sadece Yunanlılarla savaşıldı.  Yeni devlet = Cumhuriyet

ÖNERİ

Tavsiye. Öneri (tavsiye), ortada bir sorun (mesele) varsa, sunulur yahut verilir. Ortada bir sorun varsa, o sorunun kaynaklarına bakılır ve o kaynaklar, işe yaramazsa imhâ; işe yararsa ihyâ edilir. İlâhî dinler, insanlığın (sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik vb.) sorunlarına çözüm önerileri sunarlarken iki yolu da (yöntemi de) kullanmışlardır. Bir toplum, öyle ya da böyle yaşamaya devam ediyorsa, “hepten kötü”! değildir. Bir toplum, “hepten kötü ise” ve “yıkılıp yeniden inşâ” edilecekse, yine eldeki “malzemelerle” inşa edilecektir; “gökten yeni malzeme” inmeyecektir. Efendimize M. 610’da “ilâhî çözüm önerisi” indiğinde, yaşayan bazı uygulamalar (gelenekler) ihyâ; bazıları imhâ edilmiş; bunlar yapıldıktan sonra da elde kalanlar ikmâl edilmiş = tamamlanmıştır. “Bugün size dininizi tamamladım = kemâle erdirdim = elyevme ekmeltü leküm dînüküm” budur. Bugün de aynı şeyi yapmalıyız. Bu da üç temel esasa dayanmalıdır.  1) Tevhîd (= Tek İlâh = Allah inancı). 2) Nübüvvet (= İlâh’ın = A

SANKİ...

Dün akşam ‘Yasak Ağaç’ başlıklı son yazımı gönderdikten 15-20 dakika sonra telefonuma şöyle bir mesaj düştü. Özetle, “... sanki sana gönder diyen var!...”. Bu mesajın ne demek istediğini düşünürken, sanki kelimesi kafama takıldı. (Takıntılı biriyim, bişeyi anlamadan rahat edemem!). Önce, bir ön açıklama : Bilen biliyor, ben bu tür mesajları yaklaşık 5-6 yıldır gönderiyorum. Kime? Telefonumda numarası kayıtlı olan kişilerden tepki vermeyeceğini tahmin ettiğim kişilerle, beni Whatsapp gruplarına dahil edenlere. Bu grupları ben kurmadım (oluşturmadım), birileri beni oralara dahil etti. Daha önce de kişilerden ve gruplardan buna benzer tepkiler gelmişti, ben de o kişilere ve gruplara artık mesaj (yazı) göndermemiştim; şimdi de öyle olacak ama bu yazı, o mesajı gönderene gidecek. Elbette bana bir gönder diyen yok; aslında ben bu yazıları kime göndereceğimi BİLMİYORUM. Bilsem, tepki verecek insanlara (ve gruplara) gönderir miyim?!. Öyleyse niye gönderiyorum?!. Belki de bilmişlik taslıyorum;

YASAK AĞAÇ MESELESİ

Cennette yasak ağaç ve yasak olur mu, cennette bişey yasaklanır mı?!. Bu soru, kök sorudur, köken sorusudur ve hayatın anlamı ve kötülük (teodise) meselesiyle ilgili, ilişkilidir. Bu kök soru akıldan çıkarsa, hemen hemen hiçbir soru/n net bir şekilde cevaplanamaz. Tüm varlık, Var Eden’ine itaat için var edilmiş, yaratılmıştır. İnsan (ve onun içindeki şeytan) hariç, tüm varlık, bu itaati zorunlu kabul etmiştir. (Cinler, bize uzak, görünmeyen ve cenin hâlindeki varlıklardır; bunlar insanlar da olabilir. Niye böyle söylüyorum? Efendimiz, cinlere ve insanlara (= tüm insanlara) gönderilmiş bir Elçidir. O gün yaşayan ama Ona (Efendimize) uzak olan insanlara, bizlere ve kıyamete kadar dünyaya gelecek tüm insanlara (bizler de o gün görünmüyorduk, cindik!) o gün cin (!) deniyordu. Cin, cinne, cinnet, cenne, cenîn ve cenne/t kelimeleri, şu ân = ‘burada ve şimdi’ olmayan ve görünmeyen tüm varlıkları kapsar; şeytan, cinlerdendir, görünmez. Cinnet, görünmeyen kötü duyguların alevlenmesidir.) İtaati

DÜNYA

Dünya, sonsuz ve mükemmel âlem içinde “küçücük” bir yer. Bir kıyas yapmak istersek, dünyanın tüm çöl ve denizlerindeki kumları toplasak, onlara âlem (evren) desek; dünya, bu devâsâ kum yığınının yanında bir kum tanesi kadar bile değil. Bu kum tanesinin (dünyanın) içinde, dağlar, denizler (sular, okyanuslar), kara (toprak parçası), bitkiler (ağaçlar), hayvanlar ve biz insanlar varız, yaşıyoruz. Biz niye buradayız?!. Bu sorunun cevabını El-İlah’tan başka “hiç kimse”!, dinden başka hiçbir “disiplin” veremez. Çünkü, sadece El-İlah’tır, âlemdeki düzeni (= dini) mükemmel kuran ve işleten. Bu konuda din ne der? Âlem, Tanrı’nın eseridir; Tanrı, âlemi ve âlemdekileri sadece Kendisini Rab ve İlâh bilsinler ve sadece Kendisine kulluk (= ibâdet) etsinler diye yaratmış; bunu da “test etmek” istemiştir. Sonra göklere ve yere (âlemlere) yönelip (istivâ) sormuş : “ister isteyerek, ister istemeyerek gelin!” (tav’an ev kerhen) demiş; onlar da (gökle yer de) : “isteyerek geldik.” demişlerdi. (41/11.) Âde

ZOR YAZI

Neden? Konusu Tanrı da ondan.  Bu yazı, daha çok Tanrı’ya inananlar için değil, inanmakta zorlananlar için; belki inananlara da belli bi faydası olur. İnanma, genelde ‘anlamadan’! olur; anlayarak inanan çook azdır. ‘İnanmak için anlamak’ gerekmeyebilir ama ‘anlamak için inanmak’ gereklidir. Bunu açacağım. İnanmak = iman = inanç, insanın içindeki “özel bir duygudur”!; duygu, dedim, çünkü duyguların aklî temellendirilmeleri “kişiye özeldir” ve bu duygu, temiz fıtratta = vicdanda = kalptedir; üstü örtülmemişse kolay açığa çıkar. Fıtrat, vicdan ve kalbi aynı cümlede (hemen hemen aynı anlamda) kullandım; çünkü üçü de çook derindedir ve hayatîdir. Kalpsiz, vicdansız ve fıtratı bozuk olanlar, ‘ot gibi’ yaşarlar. ‘Anlamak için inanmak gerekir’ sözümde, anlaşılacak olanın (anlamaya konu olanın) varlığı (= anlaşılacak olanın varlığına inanma) en azından ihtimal dahilinde olsa bile kabul edilmezse, bu akla saçma gelir ve akıl ona zaman ayırmaz. Akıl, hem ortada anlaşılacak bişey yok, hem de olmay

ÜST-DİL

Konuştuğumuz dil, bizim düzeyimizde; o dilin gramerini de biz belirliyoruz.  Bizler yaratılmış varlıklarız; konuştuğumuz dili de biz “yaratırız”!. Bizden daha “aşağı”! düzeydeki varlıklar da (hayvanlar ve bitkiler) dillerini kendileri belirlerler. Süleyman (a.s.), kuşların ve karıncalarının dillerini biliyordu. Ayrıca her varlığın doğal (yapay olmayan) bir dili de var. Bir çiçeğin doğal dili, açtığı çiçek, renk ve verdiği kokudur; vs... Bizler, normalde üst-dili de alt-dili de “konuşamaz ve anlayamayız”!. Bizim üstümüzde de “varlıklar” var; melekler (= melekût âlemi) gibi. Kitâb’ın (Kur'ân’ın) melekler âlemindeki (Cebrâil nezdindeki) dili, üst-dildir. Daha da üstte!, İlâhî Dil = Kelâmullah vardır. Bu dil, Elçilere (Cebrail’e ve Peygamberlere) inzâl olunur. Peygamberler de bu dili bizim dilimize, konuştuğumuz dile “transfer” ederler. Bize transfer edilen bu dilde, üst-dilin “kokusu” vardır. Kitâb, bu kokuyu bize mesellerle, metaforlarla, sembolik anlatımla (= müteşâbihlerle) hissett

KISA KISA...

Şeytanlaşma   Şeytan, âniden şeytan olmadı; şeytanlaşma bir süreçtir; o, kötülük işleye işleye, isyan ede ede şeytan oldu. Tövbe olmasa, insan da bir şeytan olur; nitekim olan var. Bir ya da bir kaç kötülük insanı şeytan yapmaz; kötülükte ısrardır kişiyi şeytanlaştıran. Nitekim Âdem de isyan etmiş (emre karşı gelmiş) ama tövbe ettiği = pişman olduğu için Âdem kalmış, şeytanlaşmamıştı. Sürekli iyilik işleyene melek; ara ara kötülük, ara ara iyilik işleyene insan; sürekli kötülük işleyene de şeytan diyoruz. Din : 1. Uyutan, uyuşturan (sakinleştiren!) din. 2. Uyandıran, ayağa kaldıran, mücadele ettiren din. Dindarların % 99’u I. grupta. 100 kişiden 1 kişiyi din uyandırıyor; 99 kişiyi uyutuyor. Dinin iliğini sömürürseniz, ki, o ilik, İlâh’ın Birliği = Lâ ilâhe illâ Allah’dır; geriye kabuk, posa ve avuntu kalır. Rabbe ayrılan zaman! Çoğu Müslüman, bu zamanı namaz (ibâdetler) olarak algılar. Namaz ve tüm ibâdetler, tüm zamanı Rabbe ayırmanın provasıdır. İbâdetler, bize tüm zamanını = ha

UBÛDİYET

Ubûdiyet, kulluk. Abd (عبد)’den. İbâdet (te’abbud), Ma’bud, Ma’bet de aynı kök. Kulluk diye çevrilen ubûdiyet, Rabbe kayıtsız-şartsız bağlılık, güven ve teslimiyettir. Kul kelimesi, Osmanlıda Padişaha olan teslimiyet için de kullanılır; Yeniçerilere kul denir; onların ağası da kulağasıdır. Kul, köledir; (savaşta, güç kullanılarak) esir alınmıştır. Abd ise, gönüllü teslim olmuştur. Kul, herkese inanıp! teslim olabilir ama abd, sadece Rabbi olan Allah’a inanır (= Mü’min) ve teslim olur (= Müslüman). Abd-Rab ilişkisi, güven (emn, emniyet = iman) ilişkisidir. Efendi-kul ilişkisi diyalektiktir, çatışmacıdır. (Marx). Abd, Rabbinden başkasına “kul” olmaz, itaat etmez, tapmaz; kul, herkese itaat edebilir, tapabilir.  De ki : Ey kâfirler!. Sizin kulluk yaptıklarınıza (taptıklarınıza) ben yapmam (tapmam). Siz de benim kulluk yaptığıma (taptığıma) kulluk yapmaz, tapmazsınız. Bu, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. Sizin dininiz size; benim dinim bana. (Bknz. 109/1-6.) Ben, sadece Rabbime “kull

FARK

“ve’atesımû bihablillahi cemîan, velâ teferraqû... = Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, ayrılığa düşmeyin...” (3/103.) Ayrılık diye çevirdiğimiz kelime, fark (= teferraqû). İp de habl; hablin damar anlamı da var. Fark nedir?!. Bişeyi bişeyden ayıran niteliksel ve niceliksel özellikler = sıfatlar. Bunlar, fiziksel mesafe, renk, boy, miktar/fiyat, bilgi, statü vb. olabilir. Pekiî ipte ve ipe sarılmada fark olur mu? Olur. Kimi ipe güçlü sarılır = ipi tam kavrar; kimi de ucundan (kulağından) tutar. İp, Allah’ın indirdiği Kitâb’tır. Kitâb’a sarsılırsak (kucaklarsak değil!), ayrılığa düşmeyiz. İpin, Allah’ın İpi olduğunu nasıl bilebiliriz? İşte bu çoook zor bir soru.  Hiçbir Müslüman Kitâb’a sarılmaktan geri durmuyor, öyleyse Müslümanlar niye farklı farklı düşünüyor ve ayrılığa düşüyor?!. Niye her Müslüman Kitâb’ı farklı anlıyor?!. Bu soruyu şöyle de sorabilirim. Herkes aynı Kitâb’a (aynı Allah’a, aynı Peygambere) inanıyor, aynı kıbleye dönüyor ama niye “kavga”! ediyor.  En temelde, Allah

EMİR ve İTAAT

Emrin arkasında iki şey vardır. Güç ve bilgi; hem güç hem bilgi. Güç var, bilgi yoksa, tehdit vardır. Hırsızın, elinde tabanca (silah) ile kişiye “eller yukarı!” demesi gibi. Böyle bir durumda kişi, canını kurtarmak için emre itaat edebilir. Bilgi var, güç yoksa; kişi, o bilgiye iknâ olursa, emre itaat eder; olmazsa etmez. (= Bilginin gücünü keşfeden zaten kendiliğinden iknâ olur ve ona itaat eder.) Kişide hem bilgi hem de güç varsa, emre itaat etmeyeni (= o bilgiyle iknâ olmayanı) kişi itaate zorlar/zorlayabilir. Tanrı’da hem Bilgi hem Güç var; üstelik, O Bilgi “Mükemmel”, O Güç de “Mutlak”, ama Tanrı kişileri Kendine itaate zorlamıyor.  Neden? Onlara “saygısından!”, iknâ olsunlar istiyor. Pekiî, iknâ olmayanları niye cezalandırıyor?!. Çevreye (insanlara, topluma, hayata, doğaya, adâlete vs.) zarar verdikleri için. Sakın! iknâ olmayan insanların Tanrı’ya zarar verdiğini düşünmeyin; onlar hiçbir şekilde O’na zarar veremezler.

SON...

Son, bitiş ama yeni bir başlangıç. Bişeyin bitişi, sona erişi; yeni bişeyin de başlangıcı. “Lise sondayım’, dediğimizde; lise bitmiş, üniversite başlayacak, demektir. ‘Bu sana son sözüm’, dediğimde; bu, bu konuda sana başka sözüm yok, anlamında olmakla beraber, bu sözden, artık sana hiç söz söylemeyeceğim, anlamı da çıkmaz. ‘O, son nefesini verdi.’ de aynı; o, burada artık nefes alıp-veremeyecek ama başka bi yerde nefes alabilir, demektir. ‘Okumakta olduğum kitabın son sayfası.’ da; okumakta olduğum kitabın bittiğini ama başka bir kitabın ya da işin başlangıcını ifâde eder... Son, eğer bir başlangıç değilse; şimdiye/o âna kadar yapıp-etmelerimiz ve hayat tümüyle anlamsızlaşır. Bu hayatın sonu, yeni bir hayatın başlangıcıdır. O hayatta, bu hayatın hesabı verilir ve o hesabın sonucuna göre sonsuz = sonu olmayan, ebedî, yeni bir hayat başlar. Buradaki hayatın muvakkatlığı = geçiciliği, bizlerin denenmesine matuftur ve bu geçicilik bir gün son bulacak, sona erecektir. Son, âkıbettir; âkıbe

KINA/N/MA

Kına/n/manın Arapçası levm. Tasavvufta nefsin mertebelerinden biri de nefs-i levvâmedir (= kendini kınayan nefs). Yine tasavvufta melâmilik diye bir akım, yol (tarikat) vardır. Kınama ve kınanma, hem bir oto-kontrol hem de kişinin kendi kendini ‘test’ mekanizmasıdır.  Levm kelimesi Kitâb’ta 14 yerde geçer. Kınama = Levm, • Kişinin kendi kendini kınaması; bu kınama, aynı zamanda kişinin kendini “sorgulamasıdır.” (Bknz. 75/2.) • Kişiyi toplumun veya şeytanının kınaması. Kişi, bir suç veya kabahat işlerse, kendini vicdanen kınar. (Bknz. 17/29. 37/142. 51/40. 68/30.) Toplum bozuk olur ve kişi, o toplumun değerlerine aykırı davranırsa, kınanır. (Bknz. 5/54. 23/6. 51/54. 70/30.) Kişi, bir gruba (cemaate, tarikata, siyasî partiye vb.) ait olur ve o grubun düşündüğü gibi düşünmez, yaptığı şeyin başkasını yaparsa, o grup tarafından kınanır ve dışlanır. (Bknz. 13/32.) Kişiye şeytanı bazı vaadler eder ama vaadinde durmaz; sonunda ‘beni kınamayın; ben size sadece vaad ettim, siz de bana kandın

AKLIN KULLANIMI

Aklın kullanılma düzeyleri ve biçimleri vardır. Akıl doğru kullanılırsa, diğer organlar da doğru kullanılır. Oruç, akla, mideyi,  Zekât, malı, Hacc, ömrü = dünya yolculuğunu,  Namaz, akla, tüm azaları ve tüm vakti doğru kullanmayı söyler. Bir akılda namaz, oruç, hacc, zekat olmazsa, tüm organlar ve tüm ömür doğru kullanılmamış = yanlış kullanılmış olur.  Kitâb, aklı soyut (teorik) hâlde kullanmaz; somut (pratik, eylem hâlinde) kullanır ve ona hedef tayin eder. ... Sözgelimi araba da, bıçak da, uçak da (vb. araçlar da) akılla kullanılır; ama arabaya (uçağa) kimlerin bineceği ve o arabanın (uçağın) nereye sürüleceği; bıçakla ne kesileceği, neler yapılacağı önemlidir; buna akıl karar verir.  Elle (ellerimizle) hırsızlık da yapabiliriz, iyilik de... Midemize haram lokma da koyabiliriz, helâl lokma da... Aklımız, kazan!, zengin ol!; Togg al! da diyebilir; “Burak” al! da... ilk akıl, kendine deniz kenarında iyi bir villa/saray yap ya da al!, derken; ikinci akıl, sen sarayı/villayı ötede yap,

AKIL ve KARGA

Ne alâka! demeyin; akılla karga arasında yakın bir ilişki var. Mâide Sûresi 31. âyet, Kâbil’in aklını karganın aklı ile ilişkilendirir.  Kâbil’in aklı yüzeysel akıl, karga aklı; Hâbil’inki ise derin akıl = lüb’dür.  Karga aklını duygular perdeler. Tilki, kargaya sesin çok güzel diyerek (= onu överek, ondaki gururu okşayarak) ağzındaki peynire sahip olmuş, karganın gururu aklını perdelemişti... Kâbil, hırsı yüzünden kardeşi Hâbil’i öldürmüş, cesedini ne yapacağını bilememiş; kargadan akıl almıştı. (Bknz. 5/27-31.) Hâbil’in aklı derin akıl = lübdür. Kitâb bu akıllara Ül-ül Elbâb der. Bu akıllar, duygularının emrine değil, Rablerinin (vicdanlarının!) emrine girerler; olanların, olacak olanların önünü-arkasını hesap ederler; uzun vadeli (âhiretin varlığını düşünerek) hesap yaparlar = hesaplarını uzun vadeye göre ayarlarlar. Nobel ödüllü iktisatçı Daniel Kahneman, buna ‘hızlı ve yavaş düşünme’ der. Duygular,  kişiye genelde ânlık koruma sağlarlar. Bir köpek havlaması sesi, kişide korkuya ve

DUYGU, AKIL ve ADÂLET (= HİKMET)

Duyguyu, merhamete ve şiddete; aklı da hakka/niyete ve haksızlığa “indirgersek”!, Adâletsiz bir akıl (kişi), merhameti kullanarak hak (adâlet)!, Merhametsiz (zulüm ve şiddet sahibi) bir kişi de aklını (!) kullanarak adâlet talep edebilir. ... Bir öğrenci (kişi!) düşünün!... Sınav kağıdı bomboş. Hocaya yalvarıyor. ‘Hocam, bu sınavı geçemezsem, babama (ona-buna) rezil olurum, iş bulamam aç kalırım, yanarım, vs...’ Hoca burada ‘merhamet tuzağına’ düşerek adâleti (aklı) bir kenara atabilir. Eğer öğrenci onu tehdit ediyorsa, ‘merhamet (duygu) tuzağına’ düşer, uzun vadede zararlı; kısa vadede “kârlı”! çıkabilir; adâletli (akıllı) davranırsa, uzun vadede kârlı; kısa vadede “zararlı” çıkar. Ortada bir “risk” vardır; bu “risk”, hocanın aklını ve duygularını “kontrol” etmesine, onları dengede tutmasına ve “hayatı algılamasına” bağlı olarak şekillenir. Eğer hayat, o hoca için buradan ibaretse, o öğrenciyi geçirir; “ötesi” varsa, adâletli (akıllı) davranır. (Not : Aklın iki düzeyi vardır. 1) Yüzey

ZAMAN ve BİZ

Dün, sabah saat 7:00’de kalktım; 9:00’da kahvaltı yaptım; öğlen 13:00’te acıktım. Bugün de aynı saatte kalktım ve aynı saatte kahvaltımı yaptım; öğlen oldu, acıktığımı hissettim, baktım saatim 11:30’u gösteriyor (saatim durmuş) ama midem durmamış!. Zamanı dışsal bişeyle (saatle) ölçersek, yanılırız; onu “hissetmeliyiz!.”  Güneş dursa, ay dursa, dünya dursa (dönmeseler), zaman diye bişey olur mu? Zaman, içerinin ve dışarının hareketidir. Ölüm, içerdeki = bizdeki, içimizdeki zamanın durması ama dışardaki zamanın sürmesidir; kıyamet ise, tüm zamanın sona ermesidir. “Ol! = Kün!” emri starttır. İkinci “Ol! = Kün!” emri stop!. Bu, birinci Sûrâ karşılık gelir. İkinci Sûr, yeni bir starttır...

KURGU ve HAKİKAT

Hakikatten bağımsız her bilgi kurgudur. Kurgu, olgulara (ve olaylara) dayanır. Kurgu, olgulardan (ve olaylardan) elde edilen bilgidir. Allah’tan başka hiç kimse, olguları (ve olayları) olduğu gibi ve olması gerektiği gibi kavrayamaz; ancak kavrayabildiği kadarını bilgi hâline getirir. Bilgi, zihinseldir; olgu, olmuş bitmiş şeydir. Olgunun diğer olgularla (olaylarla) tam ilişkisini zihin tam kuramaz = bilemez. Bu açıdan olgu, dolayısıyla bilgi, hakikat değildir; olsa olsa hakikate bir işarettir.  Böyle bakarsak, hakikati sadece Hakk bilir ve Hakk belirler. Hakikat nedir? Hakk’ın bildirdiğidir.  Hakk’ın bildirdiğinden başka hakikat yoktur. Pekiî, biz bu hakikati nasıl biliriz? Hakk’ın bildirdiğine (= Vahye) inanarak. Vahyi de herkes farklı farklı anlıyor denirse, o zaman da o anlayışlardaki mutabakata bakılır; kimse kimseye hakikat dayatamaz!. Efendimizin vahiy anlayışı (yaşayışı = sünneti) o günün hakikati idi. Biz bugün kendi hakikatimizi (yaşayışımızı) Vahyin Hakikatine uydurmak zorun

KAPI

“... evlerinize kapılarından girin!...” (2/189.) Bir yere girilecekse, kapısından girilecek; bir yerden çıkılacaksa yine kapısından çıkılacak... Kapı, bizimle varacağımız = gireceğimiz o yer arasındaki “eşiktir.”!. ... Bâkî Evimiz O (Beytullah) ise (“innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.”), O’nun Kapısından başka gidecek “yerimiz”! de çalacak “kapımız”! da yok!. O “kapıdan”! giren, eminim ki “Oradan” çıkmayı hiiiç istemeyecek!. Gitmek (= girmek) istediğimiz “yeri ve yolu/nu” bilmiyorsak!; nereye, hangi yoldan gidersek gidelim fark etmez!. Ama, gitmek (= girmek) istediğimiz “yeri”!, BİLEN BİRİNE! (Bir Rehbere) sorarsak ve buna da din dersek, doğru yolu ve doğru yönü (= sırat-ı müsteqîmi, kıbleyi) bulmuş oluruz.

DEĞER Mİ, İMKÂNSIZ MI?!...

Yaptığımız iş = yaşadığımız hayat, elde ettiğimiz kâra = kazanca değer mi; yoksa, zarar mı ediyor, boşuna mı zahmet çekiyoruz?!... Bunun için çook sık hesap yapmalıyız. Hesaplar, kısa, orta ve uzun vadeli yapılır. İnanan için hayatın hesabı kısa vadede zahmete; uzun vadede rahmete (kâra) işaret eder; orta vade, tereddüttür = bu işi yapsam mı yapmasam mı?!... Biz ne kadar akıllı yatırım yaparsak yapalım, ne kadar çook çalışırsak çalışalım, bu yatırım, gayret ve hesapla istediğimiz kârı (cenneti) elde etmemiz bence imkânsız!.. Cennet, bizim isteğimizin ve gayretimizin çook ötesinde bir kâr, büyük bir ikram. Bir de RIDVÂN var; o, çoook daha büyük!. “... ve rıdvânun minelallahi ekber...” (9/72.) Bizim yaptığımız hesap tutmasa da Rabbimiz bizdeki iyi niyete ve gayrete bakarak bize bunları (bu kârları!) nasip eder/edecek inşallah. O, Sözünden = Va’dinden dönmez ve aslâ yalan söylemez!.

TESLİMİYET ve HÂKİMİYET

İnsan, doğum öncesinde tam teslimdir. Aklı, şekli, cinsiyeti vb. hususiyetleri hakkında hiçbir söz hakkı yoktur, her hâlini, özelliğini Yapıcısına = Yaratıcısına borçludur. Yapıcısı = Yaratıcısı onu doğumla anasına (babasına) teslim eder. (Her ana-baba da bir zamanlar bebekti, onlarda ana-babalarına teslim edilmişlerdi.) Bebek, anasına tam teslimdir. Hiçbir ana, çocuğuna ihanet etmez. “Cennet, anaların ayakları altındadır.” (Hadis-i Şerif) Bebeklikten çocukluğa ve gençliğe geçtiğimizde, teslim olmamız, teslimiyetimiz gevşer; ana-babamıza kafa tutmaya başlarız. Ergenlikte, teslimiyetten hakimiyete kayarız. Sen de kimsin? Sen, sensen; ben de benim, deriz. Başkalarına hakim olamasak da, başkalarının bize hâkim olmasını hazmedemeyiz. Ama gücün hâkimiyette olduğuna; bunun da sahip olmaktan geçtiğine inanırız ve bunu “zenginlik” olarak algılarız. Teslim olmaktansa hâkim olmayı yeğleriz. Ama herkes hâkim olsa, teslim olan; herkes teslim olsa, hâkim olan kalmaz. Dolayısıyla çok az insan hâkim;

TAŞ

Taş : Sertleşmiş toprak.  Benim gibi. Dün, ben de topraktım, bugün taş oldum, taş gibi sertleştim. Kalbim taş gibi katılaştı, sertleşti. Artık “ürün = meyve ve sebze”! veremiyorum. Eskiden evler taştan yapılır da biişe yarardım; artık evler de taştan yapılmıyor, bugün biişe yaramıyorum. Dün, Kâbe de taştan yapılmıştı. Ben, bugün temiz bir kalbe, temiz bir taş olamıyorum. Hacer-ül Esved de bir taş; tertemiz Evin köşesinde; herkes ona selam veriyor. Dün, Mûsâ’lar vardı; elindeki âsayı bir taşa vurunca ondan pınarlar fışkırırdı; bugün O Mûsâ’lar da yok!. “Bugün kalplerimiz iyice taşlaştı; kaya gibi, hatta kayadan daha katı. Zira öyle kayalar var ki içinden nehirler fışkırır, yarılır da bağrından su çıkar; Allah’a duyduğu saygıdan = korkudan (haşyetten) yuvarlanır. Allah yaptıklarımızdan habersiz (gâfil) değildir.” (2/74.) Bugün, bütün taşlar cehenneme odun, yakıt.  “Ey inananlar, kendinizi ve ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!...” (66/6.)

NAMAZ ve BEN...

Benim namazla tanışmam 14-15’lü yaşlara rastlar. Onunla aramızda 30-35’e kadar bir samimiyet yoktu; belli vakitlerde (her vakit değil, ara sıra) karşılaşıyor, selamlaşıp geçiyorduk. 35-40’da, onun hakkında biraz araştırma yaptım; az da olsa onu yakından tanıma fırsatım oldu ve aramızda belli bir samimiyet oluştu. 40-45 arasında, “zor anlarımda” ona sığındım ve o bana kucak açtı. 45-55’imde “normal anlarında da” beni dost bil, ben senin Rabbinle arandaki bağım, dedi. Artık, dostum beni hiç bir vakit yalnız bırakmıyor ve günde beş vakit bana nasihat ediyor. Beni dost biliyorsan, Rabbini hiç unutma, aklından çıkarma, İçin-dışın temiz olsun, kimse hakkında kötülük düşünme, kötü niyet besleme, elini-yüzünü, ayağını, gözünü-kulağını, başını = düşünceni temiz tut (= Abdest),  Yönün hep kıble = Kâbe = Allah’ın Evi = Beytullah olsun, Allah’ın Kitâb’ını beş vakit = her vakit oku, Onda O’nun emir ve yasakları var; Fatihâ, bunların özü-özeti; daha geniş bilgi istiyorsan zammı sûre oku, Elemtera ve

DİNİ DOĞRU ANLA(T)MA

Dini doğru anlama, aslında, en temelde Kur'ân’ı doğru anlamadır. Kur'ân, dinin ana Kitabı, aslı, özü, hayat kılmak istediği Söz’üdür. Kur'ân doğru anlaşılırsa, din de doğru anlaşılır. Sünnet, doğru anlaşılan Kur'ân’ın hayat olmuş, pratiğe dönüşmüş hâlidir. Anlama, maalesef dille oluyor. Maalesef diyorum, çünkü anlaşılan şeyi bi başkasına ileten şey dildir; dil de çok katmanlı bişeydir.  • Günlük/Gündelik dil. Buna ahâlinin/halkın dili diyebiliriz. • Edebî dil. Dilde mecazların, metaforların, sembollerin kullanılması. Ahâlinin dilinin biraz incelmesi ama aslâ argolaşmaması. • Akademik dil. Buna bilimsel dil, bilim dili de denir. Kelimelerin etimolojisi (kökü), semantiği (anlamı), bağlamı (siyak-sibağı = sentax ve contexi), cümle içindeki yeri = neden/hangi konudan bahsedildiği, konunun derinliği gibi hususlar bu dilin kapsamına girer. • Hâl dili. Buna gönül dili, kalp dili, vicdanın dili de denebilir. Bu dilin düzeyine ulaşanın anladıkları ve anlattıkları hâline

EYNE-L MEFER?!...

Eyne-l Mefer, (yolculuk) nereye?! demek. İnsan, hayatı boyunca madden ve ma’nen biir sürü yere girer-çıkar, biir sürü yolculuk yapar; ve kendini selâmete çıkaracak bir yol arar. Bulur mu?!. Emin değilim. ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’ demiş Romalılar. Bu, aslında (Batı Roma’nın başkenti Konstantinopolis) İstanbul için söylenmiş bir sözdür. O zamanlar dünyanın merkezi İstanbul imiş; şimdi Greenwich; tüm saatler ve yönler oraya ayarlı. Müslümanın saati ve yönü de Mekke’ye = Bekke’ye = Kâbe’ye!... (Öyle mi?!.) Neden? Orada Beytullah (= Kâbe) vardır da ondan. Sağken, yönümüz = kıblemiz orasıdır; hacc, bu yolcuğunun provasıdır. Ölünce de yönümüz ve varışımız Rabbimizedir. = “ilâ Rabbike yevmeizin-il müstekar.” (75/12.) Kim olursak olalım, hangi yolu yürüyorsak yürüyelim, bundan kaçış yoktur!. “kellâ lâ vezar.”! (75/11.) ... Sağken, nereye gittiğini bilenler ve hazırlıklı gidenler için, ‘karşılama’! çook farklı; bilmeyenler ve eli bomboş gidenler için, çook daha farklı olacaktır. İnsan bu soru

İNSAN FELSEFESİ

Felsefe, insan (insanın aslı) nedir; tabiat (tabiatın aslı) nedir gibi en temel, en kök soruları sorar ama bu sorulara cevap verir mi, verebilir mi? Hayır. Toprak, der; su, der; hava, der; ateş, der; ... demagoji, spekülasyon yapar ama hiçbir zaman kesin bir cevaba ulaşamaz. İnsan nedir, derken de aynı şeyi yapar.  İnsan felsefesi, insana dair kesin bir cevaba ulaşamaz, ulaşamamıştır. Kitâb, insanı ‘tanımlarken!’, “Biz insanı ‘karışık/katışık bir sudan’ (erkek ve kadın üreme hücresinden = menîden) yarattık; o suya (insana) görme ve işitme kabiliyeti verdik.” der. (76/2.) Daha geride insan, topraktır; o toprağa “üflenen ilâhî nefhadır.”!. Görme ve işitme, akletmedir; akletme, seçme, seçim yapmadır. 3. âyet, “Biz ona yolu gösterdik; o ister şükredici olur, ister nankör.” der. Bu, özgürlüktür. Özgürlük, sorumluluk gerektirir. Sorumluluk içermeyen özgürlük, keyfîliktir, başıbozukluktur. Böyle bir durum, hayvanlarda bile görülmez. Hayvanlarda da ‘belli ölçüde bir sorumluluk’ vardır. ‘Ben ki

MÛSÂ (a.s.)

Mûsâ (a.s.), Kur'ân’da en çok sözü edilen Ulu-l Azm Peygamberlerdendir. Ulu-l Azm, çook büyük zorluklara sabreden, dayanan, direnen demektir. Mûsâ (a.s.), 120 yıl yaşamış; hayatı zorluklarla geçmiştir. İlk 40 yıl, çocukluk ve gençlik (Saray, Medyen, evlilik); ikinci 40 yıl, Mısır ve Firavun’la mücadele; üçüncü 40 yıl, zorlu çöl şartları; 80 yıl Peygamberlik. 40 yaşında 40 günlük oruçtan (erbainden) sonra Tûr’da (Tûr-u Sînâ’da) ‘gördüğü bir ateş’ üzerine çağrılması ve Rabbi ile konuşması, Levhalar (Tevrat). ‘Rabbim Bana Kendini göster!.’ demesi, dağın paramparça olması ve Mûsâ’nın bayılması... Âsa, sihirbazlar, Kızıldeniz’in yarılması, taştan 12 pınarın fışkırması, ... İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden kurtarması ve onların Ona ihânet etmesi. Mûsâ-Hızır (Kul) kıssasındaki Mûsâ, bu Mûsâ mı, emin değilim. (Ulu-l Azm (46/35) Peygamberler : Nuh. İbrâhim. Mûsâ. İsâ. Muhammed.) (Aleyhim’üs Selâm)

DELİL

Delîl : İşaret. İz. İpucu. Alâmet. Kanıt. Ne için, neye? Suça ya da suçsuzluğa. Delâlet, o şeyin, o kişinin öyle olduğuna ya da olmadığına; o kelimenin, o ya da bu anlama gelip-gelmediğine dair işaretlere, kanıtlara denir; delâlet bahsi mantığın ve fıkhın (aklın) temel konusudur; kıyas/lar ve hüküm/ler buradan türer. Hüküm, sorunlar/meseleler hakkında bir sonuca varma, sorunları/problemleri çözme; bu çözümü (hükmü), delillere (kıyaslara) dayandırarak akılla yapma; bunu yaparken de önceden verilmiş hükümlere ve tabiata/doğaya bakma (Vahiy, örf, gelenek tecrübe vb.) şeklindedir. Tarihteki ve tabiattaki delillerin çokluğu, akla hüküm vermede yardımcı olurken, aynı zamanda aklın yanlış (= eksik ve hatalı) karar vermesine de yol açabilir!. Çünkü, eksik delil, hatalı karara yol açar; akıl tüm delilleri toplayamayabilir. Bizim farkında olmadığımız ‘bişey’!, bizim kararımızı etkileyebilir. Bişey, her şeyi; her şey, bişeyi etkileyebilir. Ama, belirleyici olan, bizim irademiz/tercihimiz, kararım

NE VAR NE YOK?!

Bu bir hal-hatır sorusu değil, ‘varlık ve yokluk’! sorusu. Dışarda her şey var : İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, taşlar, evler, arabalar... iyi-kötü bir düzen de var; biz bu düzene din diyoruz. Âlemdeki ilâhî düzen de din, adı da İslâm. Düzenler, insanlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, taşlar, evler, arabalar, ... gibi görünmezler ama bilinirler. Bilme, nihayetinde kabul içindir. Kötü/ler bilinir, reddedilir; iyi/ler bilinir, kabul edilir; bu, içte/kişinin içinde gerçekleşir, içseldir; din de kişinin içindedir!. Böyle bakınca, dışarda somut = elle tutulur, gözle görülür bir din göremeyiz. Dışarda gördüğümüz şeylerin varlığının ve düzeninin/işleyişinin, içimizdeki uyumuna ya da uyumsuzluğuna, onlarla yaşadığımız hayatın bizi memnun/tatmin edip-etmemesine içimizdeki din denir, deriz. Huzur da huzursuzluk da içimizdeki dindendir. Dışarda kargaşa ve karmaşa (= adaletsizlik ve zulüm) var ve kişinin içindeki din bu kargaşa ve karmaşayı (= adaletsizlik ve zulmü) seviyor ve onaylıyorsa