ZOR YAZI

Neden?

Konusu Tanrı da ondan. 

Bu yazı, daha çok Tanrı’ya inananlar için değil, inanmakta zorlananlar için; belki inananlara da belli bi faydası olur.

İnanma, genelde ‘anlamadan’! olur; anlayarak inanan çook azdır.

‘İnanmak için anlamak’ gerekmeyebilir ama ‘anlamak için inanmak’ gereklidir. Bunu açacağım.

İnanmak = iman = inanç, insanın içindeki “özel bir duygudur”!; duygu, dedim, çünkü duyguların aklî temellendirilmeleri “kişiye özeldir” ve bu duygu, temiz fıtratta = vicdanda = kalptedir; üstü örtülmemişse kolay açığa çıkar. Fıtrat, vicdan ve kalbi aynı cümlede (hemen hemen aynı anlamda) kullandım; çünkü üçü de çook derindedir ve hayatîdir.

Kalpsiz, vicdansız ve fıtratı bozuk olanlar, ‘ot gibi’ yaşarlar.

‘Anlamak için inanmak gerekir’ sözümde, anlaşılacak olanın (anlamaya konu olanın) varlığı (= anlaşılacak olanın varlığına inanma) en azından ihtimal dahilinde olsa bile kabul edilmezse, bu akla saçma gelir ve akıl ona zaman ayırmaz. Akıl, hem ortada anlaşılacak bişey yok, hem de olmayan bişeyi anlamak istiyorsun, der. Arama, aranan şeyin varlığını bir ön kabul olarak var kabul etmedir. (‘Tanrı yok’ diyenler, buradan destek alırlar. Bu yazı, elden geldiğince inanmayanlar için = Tanrı yok!, diyenler için Tanrı’nın varlığını aklî açıdan ele alacak; onun için zor bir yazı olacak.)

İnanmak için anlamanın, inancı güçlendiren bir başka yüzü, yönü daha var. Daha önce, inanmak için anlamaya ihtiyaç yok, dedik ama çoğu inanan (= Mü’min), inandıktan sonra da anlamak istiyor; anlayanın imanının daha kavi/qavî olduğunu söylüyor. 

Şimdi Tanrı’yı anlamaya (buna din, ma’rifetullah diyor) geçebiliriz. 

Anlama, bilmenin konusu ve ileri aşaması. Anlama, akılla yapılır, aklın fonksiyonudur. Tanıma (Arapça karşılığı arife) ise, kalple, vicdanla, temiz fıtratla yapılır ve bilmeyi aşar.

Anlamada, anlaşılan (= anlamaya konu olan = nesne) dışardadır, dışsaldır; tanımada, tanınan, içeride, vicdanda, kalptedir.

Anlayan, âlimdir; tanıyan, ârif.

Tanrı bilinemez (anlaşılamaz) ama “tanınır”!. “men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû.” Buradaki arefe, bilme değil, tanıma!. Hââ!, tanıma da “tam”! olmaz; olsa, “yol” biter, “ışık” (= hayatın ışığı) söner.

(Belki (?!) ‘ölünce = yok olunca’! “tam tanıma” gerçekleşecek ama o zaman da tanıyan kimse kalmayacak!. “... küllü şey’in hélikün illâ Veche...”) (28/88.)

“ve mâ kaderullahe haqqa kadriH...” = Onlar, O’nun Kadrini tam = hakkıyla takdir edemezler. (39/67.)

...

Haâ!, Tanrı’yı tanımayı ilim kolaylaştırır, çünkü dışarıda da Tanrı’nın âyetleri = işaretleri, yarattıkları (eserleri) vardır.

...

Kendimi ve kâinatı ben ve benim gibiler yapmadı = yaratmadı; ama ben ve kâinat varız. Var olanı, Var Olan Biri var etmiştir ama O’nun Varlığı benim (bizim) ve kâinatın varlığına benzemez. “... leyse kemisliHî şey'ün; ve Hüve’s Semî-ül Basîr.”  O’nun benzeri hiçbir şey yoktur; O, işitir ve görür. (42/11.)

O’nun işitmesi ve görmesi, bizim işitmemiz ve görmemiz gibi midir?

Hem evet hem hayır.

‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur’ ibaresi/ifadesi hayır’a; ‘O, işitir ve görür’ ibaresi/ifadesi de evet’e işaret eder.

Şöyle :

Biz, Tanrı’yı “aşağıdan yukarıya = bizden O’na doğru” anlarız = tanırız; Tanrı da bize Kendini, “yukarıdan aşağıya doğru” tanıtır; bunun başka bir yolu da yoktur.

Biz, Tanrı’yı İsim ve Sıfatlarıyla tanırız. O’nun İsim ve Sıfatları hem teşbihe hem tenzihe bakar. O’nun Sıfatları : Nefsî/Zâtî, Selbî, Subûtî’dir. Selbî Sıfatlar, O, O değildir; Zâtî Sıfatlar, O, O’dur; demektir. O, görür (işitir, bilir,...) ama O’nun görmesi (işitmesi, bilmesi, ...) bizim görmemiz (işitmemiz, bilmemiz, ...) gibi değildir. 

Değildirler, negatif teolojiye (via negativa); O’durlar, pozitif teolojiye karşılık gelir. İkisinin de kendine göre “açmazları = zorlukları” vardır. Bu “açmazları = zorlukları” “orta yolcu teoloji” (kıyasa izin veren analojik teoloji) çözmeye = çözümlemeye çalışır. = O, ona benzer ama o değildir, der. Biz Müslümanların Tanrı anlayışı buna yakındır. Kelâm (İslâm) tarihi, zaman zaman iki uca savrulmuştur. Burada Eş’ariliğin, Ma’turidîliğin ve Mu’tezilenin Tanrı anlayışlarına girmeyeceğim.

...

Şunu aklımızdan çıkarmayalım, inandığımız Tanrı’yı “bişeye” benzetince hemen “Sübhanallah” dememiz gerekiyor. Sübhanallah, (Ya Rabbî) Sen (bundan, her şeyden, her türlü tasavvurdan, anlayıştan, vs.) münezzehsin, yücesin, demek. Sübhanallah. Sübhane Rabbi’yel A’lâ. 

...

Dışardaki âyetler = işaretler (= âlem; âlem, ilme konu olan demek), akılla; içeri, kalple = vicdanla = bozulmamış fıtratla ve irfanla; Rab (Tanrı), her ikisi ile aranır. Aklın yetmediği, yetersiz kaldığı yerde kalp; kalbin tereddüt ettiği yerde “selîm akıl” devreye girer ve devreyi tamamlar. Akılsız kalp, zaman zaman tereddüde düşer ama kalpsiz akıl, hep = her zaman tereddüttedir.

İmanda îkan, tereddüdün ortadan kalkması, vicdanın O’na tam inanmasıdır. Vicdan, VCD (arama) fiilinin artık aramaması, arananın bulunmasıdır; irfan da aynı kalıptandır (fi’lân).

İlim, arayış; irfan, buluştur ama bu buluş, O’nu buluş değil, O’na giden yolu buluştur.

“ihdinâ’s sırât-al müsteqîm.” (1/6.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET