Kayıtlar

Ekim, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ŞEHÂDET-2

Kelimenin birbirini tamamlayan en az üç anlamı vardır.  • Tanık olma • Şehit olma • Tasdik etme Tanık olma, görerek şahitlik etme; şehit olma, uğruna canını verme; tasdik etme ise, olan/olmuş bişeyin doğruluğunu tasdikleme, onaylamadır. Bizler şehâdet getirirken hangisini yapıyoruz? İkincisini yapmadığımız kesin de, bir mi, üç mü? Bir (tanık olma), görme olmadan olmaz. Biz El-İlâh'ı gördük mü? Hayır. Biliyor muyuz? Hayır. Peki, O'ndan başka bir ilâhın olmadığına (lâ ilâhe illâ Allah) nasıl şahitlik ediyoruz?!. ... Şehadete giden yollar : (Duygulardan yola çıkarak söylersek; aklı da bir tür duygu olarak alırsak) Merak etmeden tahmin etmeye, oradan bilmeye, oradan da tanımaya doğru; (duyularla yola çıkarak söylersek) duymaktan görmeye, görmekten koklamaya, koklamaktan dokunmaya, dokunmaktan tatmaya doğru gider. Bu duyu ve duyguları “düz anlamları ile” ele almadım, biraz metaforik ve biraz da derin (sembolik) anlamları ile kullanmaya gayret ettim. Bişeye, biolaya şahit olmak

HİYERARŞİ

Hiyerarşi “makam düzeni” demek. Varlıkta da makamlar vardır. Varlık, Mutlak Varlığın “Kün/Ol!” emri ile oluşmuş, yaratılmıştır. Mutlak Varlığın (Vâcib-ül Vucûd’un) ilk yarattığının ‘küllî akıl’ olduğu söylenir. O akıl, kademe kademe lâtiften kesîfe kadar diğer varlıkları yine ‘O’nun İzni’ ile “yaratmıştır”, denir. İnsanda varlığın her düzeyi bulunur. Akıl âlemi (mâ’kûlât), duyu ve duygu âlemi (mahsûsât) ve maddiyât (beden). Bu âlemleri yukarıdan aşağıya doğru anlamak, aşağıdan yukarıya doğru anlamaktan daha zordur. Aşağıdan yukarıya görülebilen âlem (şehâdet âlemi), taş, toprak, ot, ağaç (madenler, bitkiler ve hayvanlar) ve onların özel terkibi olan bedendir. Ara kademe âlem, kişiye has duyu ve duygulardır; bunlar, aşağı da iner, yukarı da çıkar; yukarı çıkarlarsa, akılla tanışırlar; aklın da biçook mertebesi vardır, (müstefid, müstefad, faal, münfail, muttasıl, munfasıl, kudsî, a’lâ, evvel vb.). İnsanda akılla beden arasında nefis/nefs vardır; nefs de duyular (mahsûsât) âlemi gibi aşa

KEVSER

108. sûre. Bolluk. Cennette bir nehir. Cana can katan “su” gibi anlamlara gelen bu kelime, başına harf-i tarif (el takısı) gelince Rabbinin Elçisine verdiği “çok özel bir ikram, nimet” anlamı taşır. “İnnâ e’taynâKe el-Kevser.” Biz, Sana Kevser’i verdik. (O halde = fe) Rabbin için Namaz kıl/Salât et ve kurban kes!. = yakınlaş!. “Fe Salli liRabbike venhar. İnne...” Kevser’in ne olduğunu Efendimiz bilir; Kevser O’na verilmiştir, O’ndan, ona karşılık Salât etmesi ve Nahr etmesi istenmiştir. Salât, sadece namaz değil, bu sûre indiğinde henüz namaz farz kılınmamıştı!. Salât’ın, çoğulu Salavât’ın, “destek” anlamı da vardır. “Hüve-llezî yusallî aleyküm ve MelâiketüHû liyuhriceküm min-ez zulumâti ile-n Nûr... Allah ve Melekleri sizi karanlıklardan aydınlığa (Nur’a) çıkarmak için yardım eder...” (33/Ahzab, 43.) âyetinde olduğu gibi, Salât, Rahmet, Lütuf, Şükran, Methiye, Takdir, Bağışlama, Yardım ve Destek anlamına da gelir; sadece namaz anlamı olsa Allah ve Melekleri bizi karanlıktan aydınlığa

BUGÜN 29 EKİM

Cumhuriyet Bayramı. Bayramlar büyük zorlukların ardından yaşanır. Hiç zorluk olmasa ya da her gün bayram olsa, bayram diye bişey olur mu, bayramların anlamı ve tadı kalır mı? Niye bugün bayram? Eminim herkes biliyor, çünkü eğitimin her kademesinde (İlkokuldan Üniversite'ye kadar) okullarda Cumhuriyet Tarihi (Inkılâp Tarihi) okutuluyor. Cumhuriyet bir rejim, bir yönetim biçimidir. Rejim, Fransızca réqime, düzenden. Cumhur, topluluk, çoğunluk, halk; iyet, nisbet ve âidiyet eki; cumhuriyet, çoğunluğun istediği düzen, halkın rejimi. Pekiî azınlık/lar ne olacak? Azınlıklar için muhalefet (söz) hakkı var. Bir ülkede halkın tamamının bir konuda %100 aynı düşünmesi mümkün değil, illâki farklı düşünenler olur/olacak, onların düşünceleri çoğunluğu oluşturana kadar muhalefette kalacak; güçlenince, çoğunluğa ulaşınca yönetime geçecek; işte biz bu rejime demokrasi diyoruz. Bu bakımdan cumhuriyet, demokrasidir; demokrasi, cumhuriyettir. Demos, halk, çoğunluk; kratos, iktidar; demokrasi, halkın i

DERT

Sıkıntı, belâ, hastalık, keder gibi anlamlara gelen bu kelimeyi Arapça biçok kelime ile karşılar. Belâ, İbtilâ, İllet (Hastalık), Nekd, Nûbet, Esef, Keder, Be’sâ, Anet. Dert, iki türlüdür: Maddî ve Ma’nevî. Maddî dertler: İşlerin kesat gitmesi, parasızlık, yoksulluk, borçluluk, geçici rahatsızlık (hastalık), geçim sıkıntısı ve bozuntusu. Ma’nevî dertler: Üzüntü (tasa), bir yakının ölümü, şiddetli geçimsizlik, tedavisi zor bedenî ve ruhî hastalık, anlamsızlık-amaçsızlık, boşluk vs... Sokağı ve etrafınızdaki insanları seyredin, onların neşeli-eğlenceli olduklarına bakmayın; eğer onlarla yakından konuşursanız “dünya kadar dertleri” olduğunu görür-işitirsiniz. Kiminin eşiyle; kiminin çocuğu ile; kiminin işiyle; kiminin de kendisiyle derdi vardır; çoğu da ne yapacağını bilememekten (çaresizlikten) yakınmaktadır... Ölünce, bu tür dertlerin hepsi biter!. Ama çoook daha başka bir dert başlar; eğer o derdin burada çaresine bakılmamışsa, kişi onu burada kendine dert edinmemişse, kişi ölünce o de

İLİM/LER

İlim, aleme’den mastar; aleme, bilmek; âlim, bilen; âlem, bilinen. İlimde, bilen ile bilinen olmazsa olmazdır; bilenin bildiği şeye, ilim diyoruz. İlim ikiye ayrılır: Teorik. Pratik. (Aslında ilimde ayrım olmaz.) İlimlerin en küllîsi Felsefe’dir; felsefe, philo ve sophia kelimelerinin birleşimidir = philosophia; philo, sevgi; sophia, hikmet demektir; philosophia da hikmet sevgisi.  Hikmet de (ilim gibi) teorik hikmet ve pratik hikmet diye ikiye ayrılır. Filozoflar genelde teorik hikmetle; Peygamberler ise hem teorik hem pratik hikmetle ilgilenirler. Teorik hikmet, nazariyattır; pratik hikmet, fiiliyattır. İlimlerin sınıflanması akademik hayata girdiğim ilk günden beri gündemimdedir; ilk lisansım Kütüphanecilik’te (şimdi Bilgi ve Belge Yönetimi) hocayla ilk ilmî müzakerem, bilim ile ilim farkı ve ilimlerin (bilimlerin) neye (hangi kritere) göre sınıflandığı hakkında idi. İlim, soru sormakla başlar. Ne? sorusu mahiyet sorusudur; nasıl? sorusu keyfiyet sorusudur; kaç? sorusu riyaziyat (ma

HERMES

Hermes’in İdris (a.s.) olduğu söylenir. Tîn Sûresi ilk âyetteki Tîn (İncir), O’na; Zeytîn, İsâ (a.s.)’a; Tûr-u Sînîn, Musâ (a.s.)’a; ‘ve hâzel Beled-il Emîn’, Muhammed (a.s.)’a işaret eder. Bu kısa yazıda Hermes’ten bazı hikmetli sözler aktaracağım. Kaynağım, Şehristânî’nin ‘Milel ve Nihal’i. (sayfa, 271-272.) Üç şey iyiliğin en üstünleridir.  1) Gazap/gadap hâlinde doğruluk. 2) Darlıkta cömertlik. 3) Gücü yeterken affetmek. İnsanlar için en faydalı şey, kanaat ve rızadır; en zararlı şey, açgözlülük ve nefrettir. Bütün sevinçler ancak kanaat ve rıza ile hasıl olur; bütün kederler de açgözlülük ve nefretten kaynaklanır. Devamlı kardeşlik ve dostluğu izale etmeyecek iki şey vardır. İlki, kişinin âhiret ile ilgili işinde kendisini sevmesi ve nefsini sahih ilim ve salih amelle terbiye etmesi; ikincisi, hak din konusunda dostunu sevmesidir. O kimse dünyada dostunu cesediyle, âhirette ruhuyla sevendir.  Gazap/gadap kabalığın, hırs açgözlülüğün sultanıdır. Her ikisi de her türlü kötülüğ

DÜZENSİZLİK

Düzensizlik, kaos demektir; kaos kosmosun zıttıdır; kosmos ise evrenin düzenini ifâde eder. Evrende bir düzen ve o düzeni sağlayan bir düzenleyici (Müdebbir) vardır; buna ‘büyük düzen’ denir, bu düzeni tümüyle biz anlayamayız ama hayatımızdaki küçük düzenleri (ve düzensizlikleri) bu düzene kıyaslayarak anlar ve anlatırız. Evimizdeki düzen, evdeki eşyaların ve insanların düzenidir; evi bir düzenleyici (mimar, mühendis ya da usta) bizim için yapmış ve biz, o evin içinde o düzene göre yaşamımızı sürdürüyoruz. Elbet evin içinde (evde) bazı ufak-tefek değişiklikler yapabiliriz ama evin yapısını değiştiremeyiz; sözgelimi mutfağa wc koyamayız ama evdeki eşyaların yerlerini değiştirebiliriz; bunu yaparken sözgelimi yatak odasına buzdolabını koymayız, değil mi?... Bu işin şeklî (görünür) kısmı; bir de asıl evdeki düzenin görünmeyen (!) kısmı var; onu da evde yaşayan insanların tavır ve davranışları belirler. Beş kişilik bir ev/aile yaşamı düşünün. Herkes ayrı telden çalsın; yatma-kalma, gelme-g

KeLEMH-il BASAR

Ke, benzetme edatı; lemh, (Kitâb’ta Nahl, 77 ve Kamer 50’de geçer), ânî bakış; basar, göz; lemh-i basar, göz açıp-kapama süresi, çook küçük bir ân demektir. Bu ifâde (KeLemh-il Basar), Rabbin Vahy indirmesi ve Emr vermesi için kullanılır. Bu emri alanın içine O Emir, ânlık bir sürede doğar; Vahyin bir anlamı da çoook hızlı haber vermedir. Allah, her şeye ve herkese emir verir, O, Âmir’dir ama O'nun Emrine itaat etmeyen âsiler (insan ve şeytanlar) vardır; insan ve şeytanlar dışında her şey ve herkes O’na itaat eder. İnsanların bazısının (çoğunun)! kafası kalın, kulağı sağır, kalbi de katı/katılaşmış olduğu için O Emri almaz, anlamaz ve duymaz; onlar, hayvanlar gibidir, hatta onlardan da daha aşağıdır; hayvanlar, kendilerine verilen hayvanlık emrini duyar ve gereğini yaparlar. Sadece insan, kendisine emredilen insanlık (kulluk) emrini yerine getirme hususunda tereddüt eder!. Gerçekten insan (kul) olanlar, O Emri “bir göz açıp-kapaması gibi” kısa bir sürede anlar ve hiiç tereddüt etme

DİKKAT(!).

Elâ, Arapça’da dikkat edin!, bakın!, hey! gibi anlamlara gelir. Elâ’daki (الا) elif’in Allah’a; lâ’nın O’nun dışındaki diğer varlıklara işaret olduğu da söylenir; Elif, isbat; lâ nefydir denir; ‘lâ ilâhe illâ Allah’daki nefy ve isbat gibi. Ben işin burası ile değil de, Kitâb’ta elâ edatının/ünleminin geçtiği Â'raf 54. âyetteki “... elâ leHü-l Halqu ve leHü-l Emr/u...” ibaresine dikkat çekmek için bu yazıyı yazıyorum; başka âyetlerde ‘ve leHü-l Hamd/ü’ de geçer.  Ne der, bu ifadeler? Dikkat edin (elâ)! Halk/Halq (yaratma) da Emr de Hamd da O’nundur. İslâm Kelâm’ı yaratma mı önce, emir mi önce diye bu ifadeleri epey tartışmış; emr öncedirde karar kılmıştır. “Kün/Ol”! bir emirdir ve bu emirle yaratma başlamıştır ve hâlâ devam etmektedir. Bu emri Veren de, yaratmayı (halqı) sürdüren de O’dur ve Hamd de/Övgü de O’nundur, O’na aittir. “LeHü-l Emru, leHü-l Halqu ve leHü-l Hamd/u veHuve alâ külli şey’in Kadîr.” Emr, halqdan öncedir, emri âmir verir; emr halqa yöneliktir; halqı memur yapar,

HEYKEL

Oluşu/varlığı, ruh ve madde/cisim diye keskin/net bir şekilde ikiye ayıran ve adına seneviyye (ikicilik/ikiciler) denilen mezhebin ruhaniyyeye (ruha; öteki kanat da cismâniyye) yakın olanları, cisimleri (suretleri ve maddeleri) ruhla ilişkilendirirken, onların heykellerinin Mars, Merkür, Venüs gibi gezegenlerde, yukarda/yücede; suretlerinin de burada/aşağıda olduğunu söylerler ve bu heykellere, heyâkil-i ulviyye derler; heyâkil, heykelin çoğulu, ulvîyi biliyorsunuz, yüce/ulu demek. Bu, yukarıdan aşağı (idealden reale, ruhtan/manadan maddeye/bedene) doğru bir düşünüş; bu düşünüşü/düşünce sistemini ters çevirirsek, ya da bu düşünceyi aşağıdan yukarıya (maddeden manaya, bedenden ruha) doğru okursak, bazı insanların heykelini dikmenin, onları yüceltme, göklere çıkartarak ölümsüzleştirme; daha sonra da kutsal ve dokunulmaz kılma; uzuun bir zaman geçince de onları ikona/puta dönüştürerek tapmaya dönüştüğünü söyleyemez miyiz?!. Putların içinde, o putlara tapanları yücelere/yukarlara götüren k

EŞREF ve ESFEL

Bu iki sıfat da insan için kullanılır, ism-i tafdil kalıbındadır; çook şerefli ve çook sefil/rezil demektir. "Ahsen-i Taqvîm ve Esfel-i Sâfilîn." (95/Tîn, 4-5.) Eşref yerine ahsen de kullanılır, o da en güzel, çok güzel demektir, aynı kalıp. İnsan, neden eşref ya da ahsendir veyahut ta esfeldir? Her insanda iyilik de kötülük de bilkuvve (potansiyel) olarak vardır; o, aklı ve iradesi ile onlardan birini bilfiil (görünür) hâle getirir; çoğu zaman da kâh ona kâh buna meyleder, iyilikle kötülük arasında gider-gelir; terazide hangisi fazla gelirse, o kadar insandır, odur. Hiç kötülük işlemeyen insanlar, ki, onlar ismet sıfatlı Peygamberlerdir, onlar, eşref ya da ahsen insanlardır; ancak böyle insanlara melekler secde eder, onlar, meleklerden üstündür!. Düşünün!, bir adamda hiç kötülük (duygusu) yok; bu adamın kötülük işlemesi mümkün müdür? Bu adama iyi bir adam denebilir mi? Anlaşılmadı, biliyorum; şöyle bir örnekle açıklayayım : Bu kötülüğe biz zina diyelim; bi adamın şehvet hiss

YAKLAŞIYOR!...

Yaklaşıyor, yaklaşmakta olan.” (53/Necm, 57.) Nedir o yaklaşan? Kıyamet.  İki kıyamet var : Küçük ve Büyük. Küçük, insanın ölümü. Büyük, kâinatın ölümü. İnsan, doğduğu ân, aslında yaklaşmaya başlar ölüme/kıyamete; kıyamet de insana. Yaklaşma, karşılıklıdır ama insan, yaklaştığını “bilmez, farkına varmaz”!. Yaklaşmayacağını sanır, oyalanır!. Yaklaşınca da eli ayağına dolanır. “Hayır!, siz peşin olanı (dünyayı/burayı) seviyorsunuz; âhireti (öteyi öteye) bırakıyorsunuz. O gün, yüzler vardır pırıl pırıl parlar, Rabbine nâzır (olduğu için)!. Yüzler vardır asık, (simsiyah/kapkara), başına dehşet bir felâketin geldiğini anlar. Hayır!, can boğaza gelip dayandığında, bi “kurtarıcı” sorar (arar)!. Anlar ki, firak (ayrılık) vaktidir. Eli ayağına (bacağı-bacağına) dolaşır...” (75/Kıyame, 20-30.) Bu küçük kıyamettir = Kıyamet-i Suğrâ. İyi biri olarak gitmemişse, onun küçük kıyameti, Büyük Kıyamet’tir. “O, ne sadaka verdi ne de namaz kıldı. (Hakikati) yalanladı ve yüz çevirdi. Çalım sata sata yakınl

NİYE?

Hayat kendisine zor gelen kimse, Allah’a (bir Yaratıcı’ya) da inanıyorsa, ‘beni niye yarattı, yaratmasaydı, hiç sıkıntı çekmez, günah da işlemez, cehennemde de azap görmezdim.’ der. ‘Yaratırken bana mı sordu?!’ diyenler de var. Özellikle gençler bu soruyu kendi kendilerine çok sık soruyor; biraz “cesaretli”! olanları da, onlara dini anlatan insanlara buna benzer sorular soruyorlar. Yaratma, belli özelliklerle donatmadır. Bu özellikler olmadan yaratma olmaz. İnsan için bunların en önemlileri akıl ve iradedir. Akıl, bilmenin; irade de seçmenin gücüdür. Hiç yaratılmamış olmak, yok olmak, hiçbişey bilmemek ve hiçbişey seçememektir. Yok olan biri, hiçbişey yapamaz, soru da soramaz. Bir adam, absürd de olsa soru sorabiliyorsa, vardır; varlığına yerleştirilmiş güçleri doğru kullanamadığı için, varlığını anlamlandıramıyordur. Taşın varlık sebebi, taş olmaktır; suyunki su; ... insanınki de insan. Taş ve su, varlığından şikayet etmezken insan ediyorsa, o insan, insan olamadığı için (ona verilen

HANGİSİ KIYMETLİ?

Ömür azalırken, mal (dünyalık) çoğalıyor!. Hangisi kıymetli?!

BİR HADİS

“Aranızdan öyle bir topluluk çıkacaktır ki, onların namazları yanında namazlarınızı, oruçları yanında oruçlarınızı, amelleri yanında amellerinizi küçümsersiniz. Onlar, Kur'ân okurlar fakat okudukları boğazlarından aşağı geçmez; onlar, okun avı delip çıkışı gibi dinden çıkarlar; ok demirine bakarsın kan izi göremezsin; okun gövdesine bakarsın bir şey göremezsin; okun tüyüne bakarsın orada da bir şey göremezsin; böylece okun gezine (ucuna) kan bulaşıp-bulaşmadığından şüphe edesin.” (Buhârî, Mürteddîn, 16. Edep, 95. Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 142.) Bu hadis, Haricîler için söylenmiştir. Sizce zamanımızın Haricîlerine de, bişey söylemiyor mu?!. Onlar kim, mi diyorsunuz? Yukarıda (Hadiste) vasıfları sayılıyor.

TAFRA TEORİSİ

Tafra, Arapça’da sıçrama demek. Biz, genelde tafrayı afra ile birlikte kullanır, afra-tafra yapma deriz; tafrayı çalım, fiyaka, gösteriş anlamında kullanırız; ben bu anlamı ile değil, sıçrayış anlamıyla kullanacağım. Tafra Teorisi, zaman kavramının felsefî açıklaması için kullanılmıştır; bir ân’dan (diğer) bir ân’a geçiş ve bu geçişin sıçrama şeklinde gerçekleşmesini ifâde eder. Sayı ve Hareket Teorisi de bu Tafra Teorisine atıf yapar. Bu teori, Mu’tezilî âlim, Nazzam’a atfedilir. Yürürken bir adımımızı öbür adımımız takip eder; her adım bir sıçramadır ama biz bu sıçramayı daha çok koşmada fark ederiz. Yürüme ile koşma arasındaki farkı zamanın hızı belirler. Bu hız içimizdedir, bizdedir. Kişi, yürümek isterse hızı, yavaş; koşmak isterse hızı, hızlıdır. Bir noktadan (Ankara’dan) bir noktaya (İstanbul’a) yolculuk da serî sıçrama serîsidir. Birden (1) ikiye (2) sıçrayış (geçiş), birlerin (1/Birin) sıçrayışıdır, birlerin bu sıçrayışta bir araya gelişidir. Birler (1), önceki hâllerini kaybe

İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİ

Tabiî ki çook muhtasar bir tarih anlatacağım. İslâm’ın kendisi elbet bir düşünce değil, ama bizlerin İslâm’ı anlaması bir düşünce; buna, İslâm Düşüncesi diyoruz; bu yazıda bu düşüncenin çook kısa bir tarihini sunacağım. Bu düşünce, Efendimiz hayatta iken yekpâre idi. Efendimiz vefat eder-etmez, önce hilâfet, sonra ilahî takdir konularında, sonra da Yunan aklının etkisi ile biçook konuda farklılaşmıştır. Hilâfet konusu, ilk ayrışmaya sebep olmuş, ümmet, kendi arasında çatışmış, ümmet Şia ve Havaric/Hâricîler diye iki ana gruba ayrılmıştır. Çıkan çatışmalarda (Cemel ve Sıffin) karşılıklı ölümler olmuş, ölen ya da öldürülenler,  büyük günah (mürtekeb-i kebîre) işledi denmiş, onlar da ayrı bir grubu oluşturmuştur. Bu savaşlara bizzat katılmayanlar da iki gruptur: Mü’tezile ve Mürcie. Mü’tezile, aklen; Mürcie fiilen ayrılanları ifâde eder. Mürcie’nin içinden de, büyük ana damarı oluşturan Ehl-i Sünnet çıkmıştır, ki, Ehl-i Sünnet de mono-blok bir yapı değildir, orada da bir çook fırka-mezhep

ŞEHVET ve NEFRET

Şehvet, nefsin (güdülerin) arzusu; nefret, nefsin bişeyden hoşlanmaması ve kaçınması. Şehvette daha çok içgüdü; nefrette ise içgüdü ile karışık irade vardır. İrade, akılla işbirliği yaparsa şehveti, temennîye, mâkul bir isteğe dönüştürebilir ama şehvet, daha çok aklın ve iradenin devrede olmadığı istektir; nefrette ise durum çook daha karışıktır. Nefret, akla dayanırsa hayra; içgüdüye dayanırsa şerre dönüşür; şehvet ise çoğu zaman şerdir, çünkü şehvet aklın kontrolünde olmayan aşırı istektir. Aşırı istekte akıl baştan çıkar, buna Türkçe’de ‘tutku/tutulma, aşk’ denir; nefrette de akıl baştan çıkınca, nefret öfkeye dönüşür; öfke de aklı baştan alır. (Aşırı sevginin/isteğin, dinde sadece Tanrı’ya; aşırı nefretin/öfkenin de sadece şeytana hasredilmesi uygun görülmüştür.) Tanrı ve şeytan dışında insan, neye (kime) ilgi duyacak ya da neden (kimden) nefret edecekse, akıllı hareket etmesi, aklı hep devrede tutması tavsiye edilmiştir. Akıl devreden çıkarsa, insan delirir. Şehvet ve nefret ânlar

DÜNYANIN YÜKÜ

Eskiden biz köydeyken, yüklerimizi eşeklerimize (katırlarımıza) taşıtırdık; eşeği, kamyonu olmayan da, yükünü kendi sırtında taşırdı; şimdi kamyonlara (tırlara, garibanlara) taşıtıyoruz. ... Dünyaya taşıtacağımız yükü niye biz taşıyoruz; dünyanın yükünü niye biz taşıyoruz?!. Dünya, bizim yükümüzü (artık) niye taşımıyor, taşıyamıyor?!. Çook yükümüz var!. Çook şey yükleniyoruz!. Bu kadar yükü taşıyamıyoruz!. Eziliyoruz!. Dünyaya da çook yükleniyoruz!. Yüklerimiz o kadar çok ki, kamyon yetmiyor tıra; tırdan, trene; trenden, kargo ve konteynır (uçak) gemilerine yüklüyoruz. Kara, hava ve deniz (=dünya) artık yüklerimizi taşıyamıyor, yoruldum (kirlendim, tükendim)! diyor. Koca dünyanın yükünü biyerden alıyor, başka biyere taşıyoruz; dünyanın dengesini bozuyoruz!. Denge bozulunca, yeni denge arıyoruz; böyle olunca da aslında bütün yükü biz taşıyoruz. ... Yükümüzü hafifletmemiz lâzım. Yükümüz arttıkça dertlerimiz artıyor... Batıyoruz!. Kişide ne kadar maddî yük (mal) varsa o kadar da manevî de

KAZANÇ

Alın teri akıtarak, emek vererek elde edilen maddî-manevî fayda/yarar ve kârdır kazanç. Buna helâl kazanç deniyor; bunun haram olanı da var; o, başkalarının sırtından kazanılan haksız kazançtır. Kazanç, önce hayatı idame ettirmek (hayatta kalmak) için elde edilir (temel ihtiyaçları temin -yeme-içme, barınma, bürünmek için); sonra hayatı güzelleştirmek (hayata kalite katmak) için; sonra da başka hayatlara katkı vermek için (infak). Kazancın maddî olanı (yeme-içme, barınma, bürünme) ve manevî olanı (ilim, ahlâk ve iman) vardır. Kazancın helâl olanı, makbul; haramı ve biriktirilmesi (tekâsür), merduddur, reddedilmiştir. Kişi, maddî ve manevî (temel) ihtiyaçlarından fazlasını infak etmekle mükelleftir. Maddî infak malla, manevî infak ilim (güzel öğüt/söz) ve hâl (davranışla/salih amel) ile olur. Güler yüz bile infaktır, sadakadır. Maddî infak yapan kişi de manevî infak yapan kişi de emeğinin (alın terinin) karşılığını infak eder; emeksiz (haram) kazanç, infak sayılmaz. İnfak, malı da c

TOPRAK

Toprak anadır, yardır, vatandır, candır. İnsanın bedeni de topraktan, o bedenin yaşayabilmesi (yemesi-içmesi) de topraktan. Allah'ın Elinde özel işlenmiş toprak, insan bedenine dönüşmüş, yine Allah'ın nefesi/nefhası ile insan oluşmuştur. Son bir-iki yüzyıla kadar toprak hep baş tâcı olmuş, son iki yüzyılda ise gözden düşmüştür. Toprağın mülkiyete dönüşmesi, parsel parsel bölünmesi ise çok daha eski. Şehirleşme, -ki sanayileşmenin bir sonucudur- toprağı tarımdan ranta dönüştürmüş; tarımla uğraşan nüfus şehirlere göçmüştür. Şehir yaşamı insanın toprakla bağını koparmış, insanı asfalt ve betona yakın kılmıştır. Şehirde doğup-büyüyen çocuk, yediği ekmeğin neden ve nasıl olduğunu bilmez; ekmeği, sebzeyi ve meyveyi marketten alır, onların toprakla bağını/irtibatını kuramaz. İnsan topraktan kopunca, büyük ölçüde hayattan da kopar, doğru yoldan sapar; doğal dünyadan, canlılar dünyasından uzaklaşır, şehirde insanların oluşturduğu yapay/yapma dünyayla tanışır; kalbi ve kafası (gönlü)

CİBRİL HADİSİ

Cibril’in/Cebrâil’in bir çöl Arab’ı şeklinde gelip, dizini Efendimizin dizine dayayarak, “İslâm nedir, İman nedir, İhsan nedir? diye sorması ve Efendimizin: İslâm: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Benim de O’nun Rasulü olduğuma şehâdet, namaz kılma, zekât verme, oruç tutma (güç yetince) haccetmedir. İman: Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Rasüllerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere inanma. İhsan: Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet etmedir; Ben O’nu görmesem de O Beni görür, cevabını vermesinden sonra (Cibril’in) ‘doğru söyledin.’ deyip; kıyamet ne zaman? sorusunu sorması, (Efendimiz’in): ‘Sorulan, sorandan daha âlim değildir.’ demesi üzerine Cibril'in gitmesi ve Efendimizin ashabına, bu Cibril’di size dininizi öğretmeye geldi.” (demesi.) (Buhari, İman, 37.) Bu hadiste din, üç seviyede ele alınır/anlatılır: İslâm. İman ve İhsan. İmansız İslâm, kuru ve içi boş bir teslimiyettir; bu teslimiyeti, İslâm bir güç/devlet olunca bedevî Araplar ve Mekkeliler (tülekâ) de göstermişti. Bizde de a

ŞEYLERE İMAN!.

Dünyada büyük çoğunluk, sadece mide için yaşamaya mahkum edilmiş. Bunların büyük bir kısmı açgözlülüğünden oluşturulan ‘aura' ve atmosfere uygun yaşamak için kendi kendini köleleştiriyor; bir kısmı gerçekten köleliğe mahkum; çok küçük bir azınlık bu geniş kitlenin omuzlarına basarak yükseliyor. Onlar da hırslarının kölesi. Yukarıdaki kavga aşağıdakinden daha sert; hırs/rekabet düşmanlığa dönüşüyor. Yeryüzünde çok az insan kendine ve başkasına köle olmayı reddetmiş, sadece Allah'a kul olmayı hayat tarzı olarak kabul etmiştir. Bunu başarabilenler ise çook az. Değerli olan bilinçli kulluktur. İnsanlar mikro ölçekte şirk koşsalar da makro ölçekte herkes O’nun kuludur. “...onlardan bazısı kendi nefsine zulmeder, bazısı orta yolu tutar, bir kısmı Allah'ın izni ile iyilikte öne geçer. İşte büyük lütuf budur.” 35/32. Hiç olmazsa orta yolu tutsak!. Nefsimize zulmetmesek! Biz, sadece sözl(d!)e ahirete inanıyoruz. Âhiret, gelecek olan ötedeki hayat demek. Bütün zevk ve tatlarımızı ş

RABBİM ALLAH

Rabbim  Allah, ne demek?  Rab, terbiye edici demek. Rabbe/rabbebe, yetiştirme; rabbun (çoğ. erbâbun), sahip, efendi. ‘Rabbi Allah’ olanın terbiyesi nasıl olur? Kişiyi (Rabbi) Allah yetiştirirse, o kişi nasıl yaşar? Kişi, sahibini Allah görürse, nasıl davranır? Kişinin Efendisi Allah olursa, ne yapar? Rabbimiz bizi “şeklen ve bedenen” yetiştiriyor, yaşatıyor da ruhen/ahlâken terbiye ediyor mu?!. O'nu Efendimiz ve Sahibimiz görüyor muyuz, yâni O’nun istediğini yapıyor, istediği gibi yaşıyor muyuz? Görenler, yapanlar ve yaşayanlar için : “‘Rabb(imiz) Allah'tır.’ deyip, bu sözlerine bağlı kalanlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.”  (46/Ahkâf, 13.) “‘Rabb(imiz) Allah'tır.’ deyip, dosdoğru olanlara gelince, onlara melekler : "Korkmayın ve üzülmeyin. Söz verildiğiniz Cennet'le sevinin!". Biz, dünya hayatında ve ahirette sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın istediği her şey vardır ve istediğiniz her şey emrinizdedir." derler. (41/Fuss

TEODİSE

İslâm, iyilik-kötülük meselesini nasıl çözmüştür? Yaratılış gerçekleşmeden sadece Allah vardı, hiç bişey, hiç kimse yoktu, bu kesin; sonra Rabb-ül Âlemîn kâinatı ve içinde de insanı yarattı. Yaratma için (her şey için) meleklerini “kullandı/kullanıyor”, (insanı denemek için de şeytanı kullanıyor.); insandan önce (tabiî bu önce ve sonra bize göre!) melekleri vardı; bugün adına şeytan dediğimiz de bir melekti; önce insanın yaşayabileceği “ortam” yaratıldı; insana ve meleklerine “irade” verildi ve onlar cennete yerleştirildiler; melekleri iradelerini mutlak olarak O’nun iradesine tâbî kıldılar, O ne derse harfiyyen yerine getirdiler; melekleri içinden iblis ve insan “isyanı tercih etti, söz dinlemedi”; insan, sonra pişmanlık gösterdi, tövbe etti; iblis ise diretti/tövbe etmedi, fikrinde ısrar etti; ikisi de kovuldular (hubût), dünyaya sürüldüler, şeytan dünyada ‘insanın içine giydirildi’!. ... Dünya, kainatın yanında okyanusta bir damla bile değil; dünyanın dışında bi kötülük yok; kötülük

ŞEYTAN-2

Ş eytan, hem her insanın içinde hem her insanın dışındadır. İnsanın içindeki şeytan kendi şeytanı; dışındaki şeytan başkasının şeytanıdır; insanlar örgüt kurabildiği için “örgütlü şeytan” da vardır. İnsan, kendi içindeki şeytanı ile mücadelesini kazanmadan dışarıdaki şeytanlarla mücadelesini kazanamaz. Efendimiz savaştan dönünce ashabına, “küçük savaştan büyük savaşa döndük.” demişti. Bu, kişinin içindeki şeytana (nefse)! işaret ediyordu. Humeyni, Amerika’yı “büyük şeytan” ilân etmişti. Kişi, kendi içindeki şeytanı ile nasıl mücadele eder? Samimî bir Mü'min-Müslüman için şeytanın öyle ciddî/önemli bir gücü yoktur; o, sadece fısıldar. “İman eden ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın hiçbir gücü yoktur. Onun gücü, ancak onu dost edinenlere ve Allah’a ortak koşanlara yeter.” Nahl Sûresi, 16:99-100 Rablerine gerçekten iman edenler, şeytanlarını kovmuşlar, taşlamışlardır (recm/racîm) ama o, yine de iman edenlerin imanda samimiyetini test için sürekli onları yoklar; bu

ŞEYTAN-1

Şeytanın ontik varlığı (ontolojisi) insanoğlunu tarih boyunca hep meşgul edegelmiştir. Kimi onu inkâr etmiş kimi ona tapmış (satanizm) kimi de onu çok önemsememiştir. Şeytan hakkında en kapsamlı bilgiyi 'Kötülüğün Tarihi' kitapları serisi şeklinde Jeffrey Burton Russell vermiştir (Kötülüğün Tarihi serîsi 1-2-3-4. İblis. Şeytan. Lucifer ve Mephistopheles.) ama bu dört kitap, şeytanın ontik/ontolojik yanını değil insanoğlunun şeytan algısını anlatır. Şeytan hakkında en doyurucu bilgiyi Kur'ân-ı Kerîm verir. Kur'ân, şeytanı tarih-öncesi varlığından alarak tarih sahnesine çıkarır; onun tarih-öncesi varlığına iblis; tarihsel varlığına da şeytan der. Tarih-öncesi dediğim dönem, insanın henüz dünyaya gönderilmediği (insanın henüz bir tarih yapmadığı) dönemdir; tarihî dönem de cennetten kovulma, dünyaya inme/düşme ile başlayan dönemdir; bu dönemde şeytan insanın içine gizlenerek, insanda dünyaya gelir, insanda varlık kazanır. Ne demek istiyorum? Şeytanın burada somut (gözle

BESMELE

Herhangi bir iş yaparken, eğlenirken!, yemek yerken, sokakta yürürken, düşünürken vb. “Tanrı'sı yanı başında, onunla” olmayan birine şeytan kolaylıkla musallat olur; onun için her işe ‘Besmele’ ile başlanmalıdır!. Besmele, ‘oşeye, bişeye’ ‘Tanrı'mın yardımı ile, iyi niyetle ve iyi sonuç almak için başlıyorum' demek olup, bir farkındalık/bilinç/şuur hâlinin açığa vurumudur!. “Bismillahirrahmanirrahîm.” Öncesi... “Eûzübillahimineşşeytanirracîm.” Kovulmuş şeytan (kötü)dan Allah'a sığınıyorum. Dikkatinizi çekti mi? Eûzu'de Allah'a sığınıyoruz ama Besmele'de biişe başlarken Allah'ın adıyla başlıyoruz; burada çook derin anlamlar var. Ve... O’nun ismi Allah(dır); ki, (O), Rahman ve Rahîm, Esirger/korur/kollar ve bağışlar/merhametlidir, affeder. Yeter ki ben O'na sığınayım!. Ancak ‘orada’ güvende olurum. “Ora", biyer değil “Biisim, Allah. Eûzu’deki Billah". Bi, harf-i cer. Besmele’deki “bismi-l Allah"da da Bi var ve Be’nin altında bir nokta va

KİTÂB'IN DÜZENİ

Her kitabın belli bir konusu olur ve bu konu yine belli bir düzen içinde izah edilir. Bir kitap ‘tüm konuları’ gündemine alamaz, bir tek kitap hariç : Kur'an. Kur'an'ın geniş kapsamlı yapısı, bir çok konuyu ele alışı ve konuları işleyişi çook ‘enteresan’, çok ‘acâib’!. Bilimsel disiplinler içinde en temel konular felsefede. Felsefe, tüm bilimlerin konularını ‘inter-disipliner’ bir ele-alış içinde ontolojik bir temele oturtmaya çalışır. Varlık, mâhiyet, varoluş, bilgi, değer, gerçeklik, hakikat, oluş, bozuluş vb. konuları teorik ve spekülatif (farazî) bir akıl yürütme ile ele alır... Kur'ân, konularını kendine has bir düzen ve tutarlı bir yapı içerisinde işler ve hayat ile irtibatını kurar. Burada kast ettiğim şekilsel/biçimsel düzen değil, (Kur'an'ın biçimsel/şeklî düzeni, sûrelerin, ayetlerin sıralaması, hareketlenmesi, tahmis ve ta'şir vs.) geçmişte müsteşriklerin=oryantalistlerin gündeme getirmesi ile epey tartışılmış, bu konu İslâm dünyasının, özellik

RİSK

Risk, bir tehlike ve zararla karşılaşma olasılığı demek. Risk almamak için ihtiyatlı davranmak gerek. Nasıl ihtiyatlı olunur? Tüm olasılıkları hesaba katarak. Pekiî, tüm olasılıklar bilinebilir mi? Hayır. Öyle ise riskten kaçınılamaz mı?. Yine hayır. Ne yapmak lâzım? Bilgi ile yaşanan gerçekliğin, hayatın irtibatını kurarak hareket etmek lâzım. Salt bilgi her zaman risk taşır ve zihinsel spekülasyonlara açıktır. Bilgi dediğimiz, modern bişey, ilimden farklı. İlim, ne yaptığını bilmekken, bilginin yapma ile irtibatı yok; (bugün) bilgi, bilgi merkezlerinde (think-tank kuruluşlarında, üniversitelerde, labaratuvarlarda) üretilen bişey. Din, bu tür bir bilgiye sıcak bakmaz. Onun derdi ilimdir. İlmî bilgi, kişide ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini açığa çıkaran bir bilgidir, ona zihinsel spekülasyon yaptıran bişey değil. Bugün din adına dinî bilgi üretenler (de) daha çok dinî spekülasyon yapıyor, bildikleri şeyleri yapmıyorlar; o/mezhep bunu demiş/ti, bu/mezhep bunu demiş/ti; ben böyle

HEPSİ BENİM İÇİN (!)

S anki insanın mayasına iyi ile kötü (fücur ve takva) eşit miktarda konmuş, bir eline akıl bir eline de irade verilmiş de gönderilmiş bu dünyaya. İnsanın fabrika ayarları böyle kurulmuş (sanki)!... İnsan, dünyada yaşarken bir su terazisi gibi sürekli dengede kalmaz, bazen o tarafa bazen bu tarafa meyleder ama bu, maddi ve düz bir zemindeki/coğrafyadaki meyil gibi değil; ma'nen alçalma ve yükselmedir. Kötülük alçalmayı, iyilik yükselmeyi artırır. İnsana, kendi eliyle ‘kendisi olma’ imkânı verilmiştir. Şeytan, Melek ve Â/Adem triosunun yer aldığı kıssa, aslında tek aktörlü bir kıssa; Adem’in kıssası, benim kıssam. Bende melek/iyilik, şeytan/kötülük eşit miktarda(!) var, ben hangisini artırmak istiyorsam o artıyor. Efendim/Rabbim bana bir emir veriyor(!), Ben senin ‘Adam/Âdem tarafına talibim’, Adam/Âdem olursan herşey/herkes sana ‘secde’ eder diyor; bende bulunan hayvan/şeytan tarafım ‘hoop bidakka’ diyor... Biyanım, melekî yanım adam olmamı istiyor; öbür yanım, şeytanî yanım (

SORUMLULUK-2

Kişi bir işi, hiç bir dış baskı hissetmeden kendiliğinden yapıyorsa, o işi yapma sorumluluğunu (içsel sorumluluk olarak) kazanmıştır; o işten bir ‘fayda’ elde etmiyor ama onu yapmaya devam ediyorsa bu sorumluluk dışsallaşmıştır. Tahminen söylüyorum, bir insan, bir konudaki sorumluluğu (söz gelimi tebliği), hem içsel hem dışsal hâle getirmeden iyi iyi, tam, doğru ve güzel yapamaz; Allah da o kimseyi o iş için seçmez. “Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer..” 22/75. Seçilince de Seçilenler işlerini yaparken dışsal bir baskı ile ya da bir fayda gözeterek iş yapmazlar, yaptıkları iş kendilerine ağır gelmez ama o işi “kendiliklerinden”! de yapmazlar; müthiş bir keyif ve sorumluluk duygusu ile ve görev şuuru ile yaparlar! (Allahu A'lem) (Benimkisi sadece tahmin yani zann; zannın çoğunun yalan olduğunu da biliyorum.) ... “İnsan, küçük kâinat; kâinat, büyük insan.” sözünü tam anlayamasam da bana her cazip gelmiştir. İnsan bedeni, trilyonlarca hücre/sinirden oluşur. Bu hücreler

BİŞEY OLMAK

Önce bişey. Şey, tanımsız bişey, eşyanın çoğulu. Şeyi, cansız/ruhsuz, duygusuz şeyler için kullanırız. Her şey olamadığımız için bişey oluruz. Olduğumuz o şey de, kâmil (olmuş bitmiş, kemâle ermiş) bişey değildir; onun daha iyisi hep olunabilir... Bişey olmak için, önce olmak (doğmak, var olmak) gerekir. Kişi, doğmadan, hiçbişeydir; doğduktan sonra bişey olur. (Hâkim, Doktor, Öğretmen, Siyasetçi, Akademisyen, Teknisyen, Fırıncı, Pastacı, Postacı, ...) Bunlar meslektir; meslekler, kişideki ya nitelik ya da yetenektir; sonradan (doğduktan sonra) kazanılır. Bir hâkimi, hâkim yapan nedir? Ondaki hukuk bilgisi ve yargılama becerisi, değil mi?. Hâkim, kanunları bilir, o kanunlara aykırı olan davranışları suç telakkî eder ve o suçun (kanundaki) karşılığını verir; keyfî davranamaz, muhakemesini kanuna göre yapar, kanun değişirse suçun fiilî karşılığı da değişir.  Bir doktoru, doktor yapan da, bedenin (ve ruhun) işleyiş düzenidir; bir doktor, o düzeni ne kadar iyi keşfederse, o kadar iyi bir do