İPUCU

İnsanoğlu aciz bir şekilde dünyaya gelir. En temel ihtiyaçları olan yeme, içme, barınma ve temizlik gibi gereksinimlerini anne babası vasıtası ile belli bir süre karşılanır, daha sonra kendi kendine yeterli hale gelir. Aslında hiç kimse, hiç bir zaman kendi kendine yeterli hale gelemez. Hep bir başkasına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç bebeklik çağında daha belirginken, yetişkinlikte silikleşir. Belli bir olgunluk ve güce erişince unutkanlığı ya da düşüncesizliği onu, kendine yeterli olduğu noktasında ısrarcı yapar. Ne zaman ihtiyarlık baş gösterir, yaş elli ve üstü olunca; film tekrar başa sarar ama o zaman iş işten geçer. Anne babası hayattan göçmüştür; evlatlarının tavır ve davranışları, ona yaptığı yanlış ve vefasızlıkların acısını öyle bir hatırlatır ki; bin pişmanlık fayda vermez; tövbeden başka  yapabileceği bir şey de kalmaz. Tövbeyi tek kurtuluş olarak görür. Geçmişini hesaba çekme, geleceğini yeniden kurgulama noktasında yeni bir başlangıç yapma ancak böyle bir tövbe ile mümkün hale gelir. Böyle bir tövbe nasuh tövbesi hükmündedir; bu tövbe el ayak tutarken; güç-kuvvet yerinde iken yapılırsa çok daha kıymetlidir; pişmanlıkların telafisi de mümkün olabilir; kişi, üzerinde hakkı olanlara hakkını, fırsat ve imkanı varken ödeyebilme şansını yakalayabilir. İş işten geçince ömür, bir yürek yarasına dönüşür; kişi bu yara ile sonraki yaşamını vicdan azabı ve pişmanlık duygusu ile geçirir. Yaratıcıya yalvararak affını ister ama kul hakkı noktasındaki endişesi hep canlı kalır, ne yapsa geçmişte yaptıkları onu üzüntüden kurtaramaz. Ömür boyu böyle bir acıyı yaşamamak için insanın bir an önce borçlu olduğu insanlara karşı duyarlı davranıp üzerine düşen sorumlulukların bilincinde olarak yaşaması; başta ana babası olmak üzere, üzerinde emeği olan tüm insanlara elinden geldiğince iyilik yapması akıllıca bir davranış olacaktır. Vicdan sahibi her insan, bu duyguyu insanî bulurken; vicdanı körelmiş, duyarsızlaşmış kişiler kalplerine bağladıkları kabuk yüzünden bu duyguyu burada/yaşarken duyamamakta; ancak ateşle arındıktan sonra bu insanî duygunun farkına varabilmektedirler (varabileceklerdir); tıpkı saf altın elde etmek için ateşte altındaki diğer elementlerin ayrışması gibi.

İnsan, anne babasına karşı yapması gereken görevlerini hakkı ile yapamadığından olacak, onu telafi etmek için evlatlarının üzerinde titrer. Onlar için büyük fedakarlıklara katlanır; yemez yedirir; içmez içirir; kendi ihtiyaçlarını onların ihtiyaçları karşısında yok sayar; onlar boynu bükük kalmasın diye değeri beş para etmez adamların karşısında boynunu büker vs. tüm bunları yaparken onlardan hiç bir karşılık beklemez; beklediği sadece onların iyiliğidir. Buradaki iyilikten kasıt, saf iyiliktir; onlar iyi insan olunca, ilerde, ben muhtaç duruma düşünce, bana iyilikleri dokunsun diye değil; yani uzun vadeli düşünen tüccar mantığı ile değil; saf vicdan ve saf sorumluluk duygusundan kaynaklanan bilinci ile bunları yapar/yapmalı bir ana-baba. Faydacı mantıkla evlat yetiştiren ana babaların çok olduğunu elbette biliyorum; bu tüccar mantığı, bu dünya düzeni içerisinde anlaşılabilir ama vicdan ve saf iyilik, iyi insanların ulaşabilecekleri hedefi göstermesi bakımından ideal bir noktadır.
Bugün çocuk olanlar, yarın ana baba olacakları için, düne ve geleceğe bakıp hayatlarını ona göre düzenlemelidirler. Akıllı bir varlık olan insanoğlundan beklenen davranış da budur. İnsan, aklı ile dünden ders alıp gelecek planları yapabilen bir varlıktır. İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli özellik de budur. Dünün çocukları bugünün ana babaları olarak, kendi ana babalarının üzerlerindeki haklarını evlat sahibi olunca anladıklarında, hasret ve pişmanlıkla gençlik dönemlerindeki yanlışlıklarının üzüntüsünü evlatları üzerinden telafi etmeyi de düşünerek; ana babalarına yapamadıkları iyiliği evlatlarına yaparak açığı kapatma yoluna başvuruyor olabilirler. Bir tür günah çıkarma yöntemi olarak bu yol/yöntem, vicdanî bir tövbe işlevi görür; bu yol ve yöntem büyük çoğunluk tarafından nesiller boyu sürdürülür. Her ana baba, her evlat, kendi çocukları üzerinden günah çıkartır, geçmişte işlediği günahları affettirmek ister. Halbuki kimse kimsenin günahını yüklenemez; kime karşı günah işlemişsek onunla hesaplaşmak durumunda/zorundayızdır. Benim alacağımı bir başkasına vererek ödeyemezsin; falancaya verdim ona say diyemezsin. Burada bu mümkün değildir; büyük hesaplaşmada bunun faydası olup olmayacağını o günün Hâkim'ine bırakmak durumundayız.
İnsan hayatı boyunca sadece ana babası ile yaşamaz; akraba, eş dost ve diğer insanlarla çeşitli şekillerde ihtiyaçlarını temin için sosyal münasebetler kurar. Her insan bir şekilde birilerine/başkalarına muhtaç yaşar. Patron işçiye; işçi patrona; hoca öğrenciye; öğrenci hocaya; amir memura; memur amire; esnaf müşteriye; müşteri esnafa vb. herkes herkese; her şeye. Havaya, suya, toprağa, güneşe, bilgiye, sevgiye... Herkesin herkes ve her şey üzerinde hakkı vardır. Bu hakkın kullanımı hakkaniyet ölçüsünde gerçekleştirilmelidir. Hakkaniyeti ise Hak belirler. Hakkı kişiler belirlemeye kalkarlar ise, kendilerini ön plana alarak haksızlık edebilirler. O zaman, Hakk'ı/hakkı bilmek ve onu kabul etmek işin başıdır. Hakk'a teslim olmadan hakkı teslim etmek mümkün değildir. Bu da, kendisine hiç bir çıkar gözetmeyen Hakk'ın dediklerini kabul ile mümkündür. Başka hiç bir çıkar yol da gözükmemektedir. Tarih boyu filozofların, siyaset bilimcilerin, tek tek (kral, oligark, başkan) ya da ortak kararla (monarşik, meşrutî, demokratik) uygulamalarının ortaya koyduğu düzenler, hep bir kişi ya da kesimin lehinde; öbür kesimlerin aleyhinde olmuştur; çatışmalar, kavgalar hiç bir şekilde son bulamamıştır. İnsanlar bir şekilde birbirlerinin hakkını yemiş, borçlu şekilde bu dünyadan göçüp-gitmişlerdir. Yönetimler el değiştirince yeni gelenler eskiden kendilerine yapılanları telafi etmek için yeni haksızlıklar yapmayı normal görmüşler, kendilerini aklamak için bu durumu meşruiyyet zemini saymışlardır. Böylece nesiller boyu süren hayat, insandaki saf ve temiz vicdanı köreltmiş, insanı çaresizlik ve karanlıklar içine hapis/tutsak etmiştir.
Çıkış, en yakından başlayarak herkese karşı duyduğumuz sorumluluğun bilincine varmak ve o bilinçle davranmaktır. Uzun ve ince bir yoldur bu yol.
Bir ipucu vermek için akımdan geçenleri sizlerle paylaşmayı görev saydım.
Kişi bin bir emek ve zahmetle evlat yetiştirir; evlat erişkin olunca, baba ya da anneyi tanımaz, saygısızlık eder, yok sayarsa kişinin önünde iki yol vardır : 1) Empati yaparak 'ne yaptım da bunlar başına geldi? 2) Hakkımı helal etmiyorum, sen de inşaallah evlatlarından gör/görürsün tavrı. Birinci yol, en sağlıklı olanı, çerçevesi geniş tutulursa; ikinci yolu bir kısır döngü olarak hep yaşıyoruz ve bu yol, hiç bir çözüm sunmuyor bizlere. Birinci yolu biraz daha bir soruyla açarak sizleri daha derin düşünmeye sevk edebilirsem kendimi daha mutlu hissedeceğim.
Ebeveynin evladına verdikleri kendi mülkü mü? Kendi mülkü olduğu düşünülüyorsa tavrı başka; değilse bambaşka olacaktır. Ben gece gündüz demedim çalıştım kazandım, dişimi tırnağıma taktım bunlar büyüsün, adam olsunlar diye uğraştım, şunların bana yaptığına bak; kadir kıymet bilmez nankörler (!). Ben anama babama böyle davranmamıştım; zamane çocukları kadr kıymet bilmiyor, kıyamet yaklaştı; ölür müsün, öldürür müsün? gibi yakınmaların sonu gelmez, bir türlü işler de düzelmez; ben yanlış düşündüm, yanlış yaptım denilmez; suç zamana atılır, ötelenir, sorumluluk hiç kimse tarafından kabul edilmez. Böyle olunca da çözüm bulunamaz; sorun nesiller boyu devam edip gider.
Kendim dahil, tüm sahip olduklarım bana emanet verilmişti, ben bu emanetleri Veren'in istediği şekilde kullanmadığımdan başıma bu işler geldi. Kendime çeki düzen vermeli, aklımı başıma almalı, emanetlerin sorumluluğunu yerine getirmeliyim. Getirmedim; her şey ters gitti. Tüm bunları bana emanet veren öyle bir düzen kurmuş ki bu düzen O'nun istediği şekilde yürümezse bozulur; bu bozulmadan O değil biz zarar görürüz. Ben bu düzeni bozdum; zararını şimdi görüyorum, ödüyorum. Geçmişte O bana her türlü imkânı (sağlık, akıl, rızk, evlat, sayılamayacak kadar çok nimet) verdi; ben onları keyfimce kullandım; O'nu yok saydım; şimdi de beni yok sayıyorlar; bu durumun tüm sorumlusu benim; ben emanetleri hoyratça kullandım ve bütün bunlar başıma geldi. Ben kendime gelir, ne için burada olduğumu bilir, ona uygun yaşarsam – herkes böyle düşünür ve yaparsa – kimse kimseye haksızlık etmez, yok saymaz, adil ve hakça bir düzende yaşayıp gideriz. Bu bilinci, zamanında herkes evlatlarına verse idi; evlat ebeveyne; ebeveyn evlada; insan insana; devlet millete; millet devlete; kadın erkeğe; erkek kadına zulüm etmez; dünya barış ve esenlik yurdu olurdu... diye düşünmek ve düşündüklerini yapmak gerekiyor. Amma! yapısı gereği dünya imtihan alanı olduğundan haksızlık ve zulüm, tam anlamıyla silinmeyiyor; iyilerle kötüler burada belli olamıyor... her şeye rağmen iyi, sonunun iyi olacağını bildiğinden kötüye sabr gösterirse; kötü, hak tecelli ettikten sonra cezasına rıza olursa, hak yerini bulur.
İnsan, ben bana bu kadar iyilik yapana karşı nankörlük ederken; Merhametli bana Halim davranırken, ben bana yapılan azıcık bir nankörlüğe nasıl tahammülsüz davranırım; bu hakkı kendimde nasıl bulurum diye düşünmeye başlarsa, bundan böyle sabır o kişinin en büyük azığı olacaktır. (Sabır, haksızlığı kabül değil ona direnmek; haksızlığı düzeltme gücü elde edinceye kadar haksızlığa ortak olmamaktır. Hep hakkın yanında olmak, hakkı hak sahibine vermek için güç biriktirmektir.)
Ey talip!, haksızlıklar da seni kendine getirebilir; yeter ki doğru bakmasını bil. Doğru bakınca doğru görür, doğru yolu bulur, kurtulursun. Karamsar olma ve umudunu kaybetme. Umut gibi bir nimeti Veren, onu yanlış yerde (karamsar) kullanmamamızı öğütlerken; biz ne diye geleceğimizi karamsar yaparak kendimizi bu dünyaya hapsedelim?!. İpin ucunu tut, bırakma ve korkma; karamsarlık düğümünü çözeceksin inşaallah. 'Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.'; göreceksin inşaallah.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET