Kayıtlar

Ocak, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ÜÇ AŞAMA

İnsan, kemâl/tekâmül peşinde ise onun hayatı en az üç aşamalı bir süreç izler; kemâl/tekâmül gibi bir derdi yoksa o zaten şeklen insandır. Bu aşamalar : 1. Mevcut durumu sorgusuz-sualsiz kabullenme. 2. Mevcut durumdan şüphe etme, “acaba sorusunu” sorma. Sorgulama, arayış ve akletme dönemi. 3. Yeni mükemmel-ideal bir hayatla tanışma, imana/emniyete erme/erişme dönemi. Bizler açısından ilk (birinci) durum, doğalmış gibi görünüyor. İkinci duruma çok az insan ulaşabiliyor. Üçüncü durum neredeyse mucize gibi!. Efendimiz açısından ilk (birinci) durum hiç yaşanmadı. O, hiç mi hiç şirke bulaşmadı ama ikinci durumu (Allah-u A'lem) 40 yaşına kadar aşama aşama yaşadı. İçinde yaşadığı şirk düzenini sorguladı. Tabiî bu, önce şüphe ile başladı; sonra her bir  olayı kendi içinde sorgulayarak devam etti, onların tek tek kökenlerine indi; daha sonra bütüncül bir sorgulamaya girdi. Yaşanan hayatın temelinde şirkin (putların, put sisteminin) olduğunu gördü ve “bir karar” verdi. Efendimizin bu k

MEKKE SOKAKLARINDA DOLAŞMAK!.

Bugün değil, o gün. 1400 yıl önce, hayâlen.  Bugün dolaşmak, Ravza hariç, herhangi bir şehrin sokaklarında dolaşmaktan farksız. Bugün dolaştığımız sokaklardan Kâbe görülmez, Kâbe’nin varlığı hissedilmez. Kâbe’yi Berlin duvarından, İsrail’deki ayrım/utanç duvarından,  Amerika-Meksika seddinden ya da Çin seddinden çook daha yüksek beton duvarlarla çevirmişler. Ama O yine de Hira’dan görülebiliyor!. Ben, hayâlen 1400 yıl önceki o sokaklarda gezeceğim; sizi de hayâlen gezdireceğim. Bak!, en görkemli yapı Dâr-un Nedve; ondan sonra da Ebu Cehil’in evi; Leheb’inki de ondan aşağı değil. Kâbe, her zamanki gibi mütevâzi. Bak!, Kâbe’nin kuzey-doğusundaki iki tepeden oluşan dağ Ebû Kubeys dağı; onun biraz yüksek olan tepesi Sefâ tepesi; karşısındaki de Merve tepesi (şimdi o tepeler yer altında, bir camekânın içinde); aralarındaki mesafe yaklaşık 400-500 metre. O tepeleri sırtına al, sağa bak!; Hz. Muhamned’in evini görürsün!.  Bak! Bak! İşte geliyor!... Tek başına. Çok düşünceli görünüyor... Ağır

BELİ BÜKEN YÜK!.

Ne ola ki!, bu yük?!. Henüz Vahy gelmemiş, görev verilmemişti!. Sûre (İnşirah) Mekkîdir; Mekkî süreler kısadır (bi kaç âyet) ve bu  sûrenin iniş sırası yaygın kanaate göre 12. sıradadır; henüz çok erkendir. Siyer ve meğazî yazarları Efendimizin hayatını anlatırlarken;  müfessirler de ‘ve vecedeke dâllen fehedâ’ âyetini tefsir ederlerken bu yükü, cahiliye dininin içinden çıkamamak, hidayeti bulamamak, ne yapacağını şaşırmak şeklinde açıklarlar. Şuarâ ve Kasas surelerinde de Hz. Mûsâ (a.s.)’ın vahiy inmeden önceki hâli, kendi dilinden şu iki kelime (dâll ve zulm); (... “ve ene min-ed dâllîn.” ve “innî zalemtü nefsî...” Şuarâ, 20. Kasas, 16.). Efendimizin Vahy öncesi hâli de ‘ve vecedeke dâllen fehedâ’ = “Biz Seni ne yapacağını bilmez bir hâlde (dâllen) bulduk ve hidâyet vererek doğruya yönelttik.” şeklinde ifâde edilir.  İnsan, kendi kendine hidâyet bulamaz; ona Rabbi hidâyet bahşeder; Rabbine yönelirse... Efendimizin cahiliye karanlığı içindeki yönelişi Rabbine idi ve O’na en iyi Hira’d

ORTAM

Efendimiz, zorluklarla dolu bir ortamda yetişmiş = kendini yetiştirmişti = O’nu Rabbi yetiştirmişti. O’na, “her zorluğun yanında (peşinde) bir kolaylık vardır.” (fe inne mæl üsri yüsrâ) demişti. “Elem neşrah leke sadrek? ...” “Senin göğsünü genişletmedik mi? (İçindeki darlığı/sıkıntıyı gidermedik mi?) Senin üzerindeki yükü hafiflemedik mi? O yük Senin belini büküyordu (yürüyemiyordun!). Senin itibarını (şerefini) yücelmedik mi? Kesinlikle zorlukla beraber bikolaylık vardır. (Sabret! Seni o kolay olana ulaştıracağız. Bunda şüphe yok ki tekrar ediyorum.) İnne mæl üsri yüsrâ.  Öyleyse, boşa çıktığını sandığında!, hemen bir ‘işe’ koyul, ‘o işte/esas işinde’ yorul. Rabbine doğrul, yönel!. (Kıbleni kaybetme!. O’ndan iste! O’na yalvar. O’ndan yardım dilen!.)” (94/İnşirah, 1-8.) “Sen, Bizim ‘Gözümüzün’! önündesin!.” Rabbinin hükmünü sabrederek bekle!. Sen gözümüzün önündesin. Her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et!.” وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبّ

TARZ

Tarzı, yetişme/yetiştirme ile beraber kullanacağım. Her insanın bir yetişme/yetiştirilme tarzı vardır; kimi yetiştirilir kimi de “kendi kendine”! yetişir; aslında kendi kendine yetişen de yetiştirilir; kimini anası-babası (öğretmenleri) yetiştirir kimini de Rabbi. Efendimizi yetiştiren bir ana-babası, öğretmeni olmadı; O, yetim büyüdü; O’nu Rabbi yetiştirdi; = O, kendi kendine yetişti, kendini yetiştirdi. Büyüme, yetişme değildir. 40-50 yaşına gelmiş/büyümüş ama yetişmemiş biiir sürü insanın olduğunu biliyoruz. Kendi kendine yetişmeyeni, kendini yetiştirmeyeni, kimse yetiştiremez!. En iyi ana-babaya, en iyi öğretmenlere sahip olsa, en iyi okullarda okusa/okutulsa da... Kişiyi Rabbi yetiştirirse, onu Mûsâ (a.s.) gibi bir nehre de terk ederek bir Firavun’a teslim eder; Muhammed (a.s.) gibi bir “yetim” de ederek bir dedeye (amcaya) teslim eder. Çünkü bizler, bir ağaca verdiğimiz değeri bir insana vermiyoruz; ağaç yetiştiriyoruz ama insan yetiştiremiyoruz!. Tüm “yetişmiş insanlar”, zor şar

HİRA

Hira, dağda bir mağara. Dağlar, yerin/yer kabuğunun en yüksek yerleri. Hıra, yüksek yerin yükseğinde/zirvesinde bir mağara; Hira, büyük kayaların bir araya gelerek oluşturdukları bir “kovuk ya da oyuk”; dağı delen rahat bir mağara değil, dar bir mağara.  Ama kesinlikle bir zirve. Kâbe’yi iyi gören bir zirve. Dağın tam zirvesi de değil; zirveye az biraz daha var. Kâbe’den çok da uzak olmayan bir zirve. Kâbe’siz değeri olmayan bir zirve. İnzivaya çekilinen bir zirve ama Kâbe’siz (=kıblesiz) inzivanın/yalnızlığın olmadığı/yaşanamadığı bir zirve. Uzansan da ayakta dursan da otursan da Kâbe’ye, Beyt’e/Beytullah’a dönülen bir zirve. "Onlar; ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarlarken, Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında düşünürler: "Rabb'imiz! Sen, bunu boşuna yaratmadın, Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından koru.” derler. (3/Al-i İmran, 191.) Kâbe’ye sırtını dönsen hiç bişeyin görülemeyeceği bir zirve. Dede Abdulmutta

MEKKE ŞEHİR DEVLETİ

Hz. İbrâhim (a.s.)’ın oğlu Hz. İsmail (a.s.) zamanında güneyden gelen Yemen’li kavim Cürhümlüler/Cürhîmîler Mekke’nin ilk yerleşik kavmidir, Hz. İsmail onların reisleri Mutad’ın kızı Seyyide ile evlenir. Kâbe’nin idaresi (aynı zamanda şehrin yönetimi de) Hz. İsmail’in elindedir; sonra oğlu Nabit b. İsmail’e geçer. Kureyşliler de Hz. İsmail’in ve Cürhimilerin soyundandırlar. Daha sonra Mekke’ye yine Yemen’li bir kavim olan Huzaalılar gelecek ve zamanla yönetimi ele geçireceklerdir.  Kureyşliler, Kusay b. Kilab zamanına kadar Huzaalılara “hizmet eden bir kavim” olacaklardır. Kureyş’in kökeni, Cürhîmîler soyundan ve Kinâneoğullarındandır; Kinâneoğulları geniş bir kavimdir; Kureyş, onların içinden öne çıkmış bir boydur. Mekke’ye ilk putun Huzaa reisi Amr b. Luhay tarafından Şam’dan getirildiği söylenir; bundan sonra her kabilenin bir putu olmuş, Kâbe bir put merkezine dönüşmüştür. Kureyş, Kusay b. Kilab’ın Huzaa lideri Huleyl’in kızı Hubba ile evlenmesine kadar bedevîdir; Kusay onları hada

ÖNE ÇIKAN İKİ HASLET : DÜRÜSTLÜK ve VEFÂ

Abdulmuttalib, hicretten sonra adı Medine olan Yesrib’de  doğdu. Babası Gazze’de vefat etti, 7-8 yaşlarına kadar annesi ile Yesrib’de yaşadı, sonra amcası Muttalib onu Mekke’ye getirdi; Mekkeliler onu Muttalib’in kölesi zannettiler ve ona Abd-ul Muttalib lakâbını verdiler. Abdulmuttalib’in ikiz kardeşi Ümeyye b. Abd-uş Şemş’tir; onun oğlu Ebû Süfyan’dır; bir kaç göbek yukarıda Haşimîler (Hâşimoğulları/Kureyş), Hâşim b. Ebû Menâf’ta birleşirler. Abdulmuttalib’i amcası yetiştirdi, ölümüne yakın kabilenin idaresini ona devretti; zemzemi yeniden o keşfetti. (Çölde su bulunmaz bir nimettir!.) Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ile o “müzakere” etti. ‘Ben develerin sahibiyim, Kâbe’nin Sahibi O.’ dedi. Bence onda bir haniflik vardı. Suyu da herkese, özellikle Kâbe’ye gelen hacılara bedavaya veriyordu; sikâye kurumunu o icat etti.. gençliğinde kendi kabilesinin baskıları o kadar ağır olmalıydı ki, --o zaman tek oğlu Haris vardı, on oğlum ol(ur)sa (sanki İbrâhim gibi) birini “Sana”! kurban edeceğim d

KUR'ÂN-SÜNNET İLİŞKİSİ

Bu ilişki bir bakıma Kur'ân-Siyer ilişkisi, bir bakıma Kur'ân-Hadis ilişkisidir. Siyer, Efendimizin Hayatı (Biyografisi); Hadis, Sözleri; Sünnet, Söz ve Davranışla Örnekliğidir; Kur'ân, O’nun aldığı İlâhî Vayh’dir, O’na yol gösteren İlahî Rehberdir. Kur'ân, boşluğa inmemiştir; yaşanan bir hayatın (fiilî bir ortamın) içine inmiştir. Bu hayatın da bir “sünneti” vardı; her ne kadar yazılmamış ve bize kadar gelmemiş olsa da, orada yaşayan insanların da bir “siyeri/biyografisi” vardı ama on(lar)a ya da onlardan birine bir İlâhî Rehberlik (yol göstericilik) yapılmamıştı. Onlardan birine değil de, niye O’na (Hz. Muhammed’e)! bu yol göstericilik yapılmış, vahiy inmiş/indirilmişti?!. ‘Allah O’nu seçti (= ıstıfâ/mustafa); sen Allah’ın işine mi karışıyorsun’, demekle mesele hallolmuyor!. Efendimizin Hayatını “geriden, Risâlet öncesinden almamız” gerekiyor ki O, bize “örneklik” oluşturabilsin!. Çünkü şu ân tek tek her birimizin hayatı O’nun Risâlet öncesi yaşadığı hayatından çoook

YÖNLER

Bir önceki yazıda noktanın doğru hâline gelebilmesi için aynı ânda iki yöne hareket edemeyeceğinden söz etmiştim. Aynı ânda (eşzamanlı) her yöne ama aynı zamanda sonsuzca (hiç durmadan) hareket eden bir “Nokta” olamaz mı? Şimdilik bu soruyu erteleyelim ve yönlere devam edelim. İki boyutlu dünyada iki yön (sağ ve sol) olur; üç boyutlu dünyada önce yavaş yol almak için yönleri dörde kuzey, güney, doğru ve batı ayırırız, bir başka deyişle de sağ, sol, alt ve üst olarak biliriz; daha sonra bunların arasına kuzey-batı, kuzey-doğu, güney-batı ve güney-doğuyu ekleyerek yönleri sekize çıkarırız.  Bu yönlere başka yönler ekleyemez miyiz? Sonsuz sayıda ekleyebiliriz; o yönlerin istikametini de sınırlarsak, o zaman sa “sınırlı bir noktaya” ulaşırız. Bu noktayı üç boyutlu hâle getirirsek; yani onun içini doldurur ve ona derinlik verirsek küreye ulaşırız; artık bu kürenin içine “sınırlı sayıda sonsuz” noktaları koyabiliriz. ‘Sınırlı sonsuz’ deyimi sizi şaşırtmasın, bu, = âlem/kâinat demektir. Bu sı

BOYUTLAR

Boyut, yer kaplayan şeylerin kendilerini ve içinde bulundukları mekânı ifâde eder. Tek boyutlu, iki boyutlu, üç boyutlu, dört ve ... boyutlu şeyler olabilir; bizler burada üç boyutlu varlıklarız, üç boyutlu bir dünyada (uzayda) yaşıyoruz; belki de ötede daha aşağı ve daha yukarı boyutlarda yaşayabileceğiz. Tek boyut aslında yoktur ama biz varmış gibi kabul ederek onu nokta (.) olarak gösteriyoruz. Nokta, hareketlenince (canlanınca) sağa-sola hareket etmeye başlıyor. Aynı anda hem sağa hem sola hareket edemeyeceğini düşünerek ona (sonlu) bir yön belirliyoruz; sınırsız da hareket edemeyeceği için, onu bi noktada durduruyoruz, buna “doğru (parçası)” diyoruz. Doğru parçası da (ilk bakışta) tek boyutludur ama ona dikkatli bakış, onda en az iki boyutun olduğunu görür. İki boyut nedir? Uzunluk ve yükseklik. Doğru parçasındaki ‘kalınlık’, yüksekliktir ama biz şimdilik onu görmezden geliyoruz. Doğrunun, tek boyutlu kabul ettiğimiz noktaların hareketinden, (ya yol boyunca bıraktığı izden ya da b

DUYULAR

Duyular, dış dünyamızdaki canlı ve cansızları (kişi ve nesneleri) “tanımamız” için bize verilen araçlar/aletlerdir. Tanıma sözcüğü, burada bilmeden önceki hâli ifâde ediyor. Duyu dışı araçlarımızdan olan aklımız devreye girerse bu tanıma, bilmeye; kalbimiz devreye girerse bu sefer bu iş, tekrar tanımaya döner ama bunun ilk tanımaya göre çook farklı olduğu söylenir. Duyularımız : 1. Dokunma : Arada boşluk bırakmama ama her yanımızla değil küçük bir yanımızla (parmağımız ya da elimizle onun da küçük bir yerine/yanına) dokunma/değme. Üç boyutlu dünyada tanımak istediğimiz şeylerin ya da kişilerin her yerimizle her yerlerine dokunmamız imkânsız.  2. Görme : Tanımak istediğimiz şeyin ya da kişinin kendini değil görüntüsünü gözümüzden içeri almamız. 3. İşitme : Tanımak istediğimiz şeyin ya da kişinin kendini değil sesini kulağımızdan içimize almamız. 4. Koklama : Tanımak istediğimiz şeyin ya da kişinin kendini değil kokusunu burnumuzdan içimize çekmemiz; kokmuyorsa, sözgelimi  yakara

KELİMELERİN DÜNYASI

Bizler kelimeleri sözlüklere hapsetsek de onlar, orada durdukları gibi durmazlar; onları oradan alıp cümle ve metin içinde kullananlar onlara yeni yurt ve anlam/lar verirler. Kelimeler, insanların dünyasının izdüşümüdür, tamamı değil. Her metin (söz) yeni bir inşâdır, kelimeler de o metnin (sözün) malzemeleridir. Metni inşâ eden yazar, kendi kelime haz(i)nesinden istediği kelimelerle yapı(s/t)ını inşâ eder. Böyle bakarsak kelimelerin vatanı, yazarın (düşünce) dünyasıdır. Yazarın düşüncesi güzelse, güzel kelimeleri seçer/alır kullanır; kötüyse kötüleri/ni... Kötü yazar, kötü kelimeleri kullanırken; iyi yazar da iyi kelimeleri kullanır; hatta iyi yazar kötü kelimelere bile iyi anlam yüklemeye gayret eder; kötü bişeyden bahsedeceği zaman, kötü kelimeleri kullanmak zorunda kalırsa, korkar ve o kelimeleri biraz yumuşatır; kötü yazar da, zaten kötü olan kelimelere vurguyu artırır... Kelimeler de insanlar gibidir, onlar da birbirlerine uzak ya da yakın akrabadır; bir adamın düşüncesi de kendi

MANİPÜLASYON

Bu kavramla Yüksek Lisansta tanıştım, Doktorada kılcal damarlarına kadar indim. Manipülasyon, kişiyi farkında olmadan bir amaca/hedefe, yöneltme ve yönlendirmedir; medya bunun için vardır. Trilyonlarca dolarla dönen koskoca medya, manipülasyon olmadan ayakta duramaz; onun arkasında ona destek veren bir sürü sektör var; gıdadan savunma sanayiine, eğitim sektöründen sağlık sektörüne kadar... Reklâmlar, diziler, hatta tartışma programları “belli bir hayat tarzını, yaşam biçimini” izleyicilere manipüle ederler. Manipülasyon açıktan yapılmaz; açıktan yapılana propaganda denir, gizli, rafine ve çook sofistike yapılır, hissettirilmez. Manipülasyon, kişilerin özgür iradelerine yapılan sinsi saldırıdır; onların kararlarını yönlendirmeyi (etkilemeyi) amaçlar. Modern insan, her ân her yerde manipülasyon sağanağı altındadır. Pekiî, bu sağanaktan nasıl korunulabilir de “kendi” olunabilir? Uyanık kalarak. Eleştirel bakarak. Sorgulayarak. Kendi bilincimize sahip çıkarak. Tuzağı/oyunu fark ederek... İ

SU

Hayat kaynağı su. İçilir ve temizlenilir. Tüm meyve-sebze, ağaç, böcek, hayvan ve insan ona muhtaçtır. İnsan varlığının yarıdan fazlası sudur. İnsan gibi su da kirlendi. İnsan kirlenince su kirlendi. Nehirlerden zehir akıyor, denizler katı ya da kimyasal atıklarla batıyor... insanoğlu içme sularına bile ‘bişeyler’ katıyor!. Su umut/tu; su sağlık/tı; su hayat/tı; umutlar yıkıldı; sağlıklar bozuldu; (sular plastik kaplara girdi) hayatlar plastikle kaplandı. Suyun umut olmasını en iyi ben, Hâcer vâlidemiz ile oğlu İsmail Efendimizin hayatından, zemzemden anlayabiliyorum. Kadın başınıza çöl ortasındasınız, yanıyosunuz, yanınıza aldığınız su tükenmiş; üstelik yanınızda küçük bir çocuğunuz da var; yanınıza aldığınız suyun neredeyse tamamını çoğunuza içirmişsiniz; susuzluktan bağrınız yanıyor, en çok da çocuğunuzun susuzluğu bağrınızı yakıyor; ‘bir yudum su’! diye çırpınıyor dağdan dağa (Safa ve Merve) koşuyor-bağırıyorsunuz; susuzluktan sesiniz de çıkmıyor!... Ama su (zemzem) çıkıyor!... Ve

ŞEYTAN BİZİM NEREMİZDE?

Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim. Hem içimizde hem dışımızda, (bizim) arzularımızda; benim arzumda, senin arzunda, bizim arzularımızda. İnsanda bir çook arzu var; bu arzuları gruplarsak kabaca iki gruba ayırabiliriz. Bu gruplamayı açıklamak için yapıyorum, arzuların kendi aralarındaki iletişimi ve etkileşimi çok güçlüdür, onları neredeyse birbirlerinden ayırmak mümkün değildir. Bu iki grubun ilki, bizim öz arzularımız, bizi biz yapan, kişiliğimizi inşâ eden arzulardır;  bir arzu, bu arzuların yapısına uygun değilse bize yabancı/ters gelirse, onu reddederiz; bunlara da ikinci grup arzular, bizimle çatışan arzular diyebiliriz. Diyelim ki ilk arzular, bizi, insanları düşünen, insanlara yardım ettiren, paylaşımcı-fedakâr biri yapıyor ve bize sürekli elimizdekini/malı, aklımızdakini/bilgiyi insanlarla sürekli paylaşmamız yönünde ‘dürtüklüyor’!; ötekiler de tersini söylüyor, bizi bencilliğe sevk ediyor; bibiri biöteki galip geliyor; içimizdeki çatışma, (inanmazsak) ilelebet sürüp gidiyor...

ÜSVE-İ HASENE

En güzel örnek. Efendimizi niteleyen bu tabir, Ahzab, 21. âyette geçer. Efendimiz, yaklaşık 1400 sene önce âhirete göç etti. Hucurat 7. âyet, “Bilin ki Allah’ın Rasulü aranızdadır...” der. Soru şu : Bu âyeti nasıl anlayacağız ve Efendimizi nasıl örnek alacağız? İkisi arasında bir irtibat/ilişki yok mu? Bence var ama nasıl ve ne gibi? Efendimizin bedeni fiilen aramızda/bizimle değil ama Sünnet’i (yaşam/yaşayış biçimi) bize intikal etti. Pekiî 1400 sene önceki Onun yaşamı ile bugünkü bizim yaşamımız aynı mı? Şekil/biçim olarak aynı değil; öyleyse Onun yaşam biçiminden (yaşamından) ne/neyi kast ediyoruz?. Buradaki “biçim”, o biçime şekil (biçim) veren ruh, Onun davranışlarına “şekil/biçim” veren dinî = ahlâkî ilkelerdir. Bu ilkeleri bilirsek ve bu ilkeler ile kendi davranışlarımıza “şekil verirsek”, Onu örnek almış oluruz, öyle değil mi? Pekiî, o ilkeleri bilmeden ve o ilkelere dikkat etmeden Onun davranışlarını “şeklen” örnek alırsak! da Onu örnek alır mıyız?  Alırız ama taklîden. Taklit

ACZİYET

Acziyet için bir önceki yazıda gücü yetmemek, bişey yapmayı becerememek demiştim. Âciz, kelimesini biz iki anlamda kullanırız : 1) Gerçek anlamı ile 2) Kinayeli anlamı ile. Gerçek anlam, gerçekten âcizliktir; kinayeli anlam ise beceriksizliktir. Beceriksizlik, gücü yettiği hâlde yapamamadır; bu, bir yanıyla o şeyi yapmak için ya da bağımlılıktaki gibi yapamamak/bırakamamak, terk edememek için çabalamamak; bir yanıyla da kendine güvenememektir.  Her iki hâl de kişi merkezlidir. Kişi bu iki hâli yaşıyor, işin içinden çıkamıyorsa, bibaşkasından “yardım ister/çağırır.”, ‘bana yardım edebilir misin?’ der. Duâ da bir yardım çağrısıdır. Duâ, Allah’ı çağırmadır. Allah, bu yardım çağrısına nasıl gelir, kulun duâsına nasıl icabet eder? “Kendi” mi gelir, yoksa birilerini mi gönderir? Elbet birilerini gönderir. Onlardaki güç ‘O’nun Gücü’dür. Her şeyde ‘O’nun Gücü vardır ama o şeylerde O yoktur.’!. Bir ağaç O’nun Gücü ile büyür, yeşerir, meyve verir ve kurur; rüzgar O’nun Gücü ile eser; güneş O’nun

BAĞIMLILIK ve ÖZGÜRLÜK

Bağımlılık, kişinin kötü olan bişeyi bildiği ve terk etmek (bırakmak) istediği hâlde terk edememesi, bırakamamasıdır. Sigara, alkol, kumar bunlardan bir kaçıdır. Bağımlılık yapan şeyler sadece bunlar mıdır? Elbette ki hayır. Çok yemek, çok uyumak da bir bağımlılıktır. Kişi, kitap okumanın, namaz kılmanın iyi/faydalı olduğunu bildiği hâlde okumaması, kılmaması da bir tür bağımlılıktır. Bağımlılık, kötüyü yapma(dır); (bu) = iyiyi yap(a)mamadır; iyiyi yapma da kötüyü yapmamadır, yapamama değil; iyiyi yapan adam âciz değildir ama iyiyi yapmadaki ısrara bağımlılık demiyoruz; istikrar, kararlılık diyoruz. Sigaranın, alkolün, kumarın, vb. kötü şeylerin iyi olduğunu bilerek yapan ya da kitap okumanın, namaz kılmanın, vb. şeylerin kötü olduğunu bilerek yapmayan varsa, bu adama da çıplak hakikati reddeden, bilimsel ve dinî gerçekleri inkâr eden, örten  (münkir, kâfir) adam diyoruz. (Kâfiri sözlük anlamı ile kullandım; niyetim kimseyi dinden çıkarmak değil; düşündürmek.) Zaten bu tür adamlar günd

UYKU-SUZLUK

Uyku, yorulan bedenin ve bilincin mecburî dinlenmesidir. Sadece bedenin dinlenmesine istirahat diyoruz; beden dinlenirken bilinç de dinlenirse buna da uyku diyoruz; sadece bilincin dinlendiği, bedenin uykuda kaldığı bir durum bence yok. Uykuda beden dinlenirken, bilincin seyahate çıktığı durumlara da rüya diyoruz. Uykusu gelen herkes, uykuya teslim olur; gelen uykuya, kimse direnemez; ne kadar güçlü/babayiğit olursa olsun. Uyku, Rabbin kulunu teslim alışıdır; o kul, her ne kadar  teslim (Müslüman) olmayı gönüllü gerçekleştirmese de. Bu konuda Zümer, 42. ayete ve tefsirine bakılabilir. Uykuya ihtiyacı olduğu hâlde uyuyamayan insanlar olmaz mı? Olur. Buna uyku-suzluk diyoruz. Kim ya da kimler bu uyku-suzluk hâlini yaşar? • Bedenî bir rahatsızlık (hastalık) yaşayanlar. Böyle bir durumda beden, bilinci de rahat bırakmaz; ‘ben sancı çekerken sen rahat edemezsin.’ der. • Bedenî derdin dışında bir derdi olanlar; bişeye (bimeseleye) kafayı takanlar, bişeyi dert edenler. • Birine bir haks

İÇİMİZDEKİ BİZ

Bu tamlamayı (tâbiri) ilk kez rahmetli Doğan Cüceloğlu’ndan (kitabından) duydum; o, bunu toplumsal dayanışma = ‘bizlik bilinci’ anlamında kullanır; bense, kendimizi tanıma, içimize bakmak için kullanacağım. Psikoloji Bilimi, insanı doğuştan “tabula rasa = boş bembeyaz bir sayfa” gibi temiz görür; din --Hıristiyanlık hariç-- de, özellikle ‘İslâm, insanın tertemiz bir fıtrat üzere yaratıldığını söyler, onu daha sonradan anne-babası, çevresi, okul (örgün ve yaygın eğitim) şekillendirir.’ der. Buradaki şekillendirme, takdir edersiniz ki iç dünyanın şekillendirilmesidir. Herkesin “şekillenmesi” özeldir; bu açıdan herkes özeldir. İş burada bırakılırsa insanı “çevre” oluşturur, insanın kendisinden, özgürlüğünden (kararlarından, tercihlerinden, isteklerinden vs.) söz edilemez. Herkes, ‘ben, ben değilim; beni ben yapan, ben değilim’ diyebilir ve sorumluluğu kendi dışındakilere rahatlıkla atabilir. Herkes böyle düşünürse, sorumluluk bir (futbol) top(u) gibi olur. Bizi biz yapanı, bir yapıya benz

DÜZEN-LİLİK

Düzen her yerde (olmalı). Biyer düzenli, başka bir yer düzensizse, düzen bozulur. Düzeni bozan, düzensiz insanlardır. Düzeni nasıl anlatabilirim, bilmiyorum ama bu konuda geometri bana yardımcı olabilir sanırım. Geometrik şekillerin düzenli olanına kare, dikdörtgen, üçgen, ... denir; düzensiz olanlarına da yamuk. Geometrik şekillerdeki düzeni, açılar ve kenar uzunlukları belirler. Bir beşgenin beş kenarı da aynı uzunlukta ise, o beşgen düzenli bir beşgendir, bu durum beşgenin beş açısını da düzenli ve aynı yapar. Tek tek düzenli olduğunu söylediğimiz geometrik şekiller kendi içinde düzenlidir ama hepsini bir araya getirdiğimizde hepsi düzenli görünmez. Bir üçgene uçlarından bakmakla, kenarlarından bakmak aynı değildir ama daireye nereden (hangi yönden/açıdan) bakarsak bakalım durum değişmez. İnsanlar da böyledir. Herkes kendini düzenli bilir/görür ama toplum içine çıktığında kimi yamuk görünür ya da kiminin yamukluğu görünür. Yamukluklar, toplumsal ilişkilerde (kızgınlıkta, dargınlıkta

SİSTE GÖRMEK

Sis, görüş alanını kısıtlar. Sis, havadaki ısı kaybından (soğumadan) dolayı bulutların alçalması ile oluşur; bu bulutlara stratus bulutları denir. Düşünce (fikir) ve dinî dünyada da hava sisli olabilir, sislidir de; böyle olunca da bir fikir ya da dinî bir mesele (dinin bütünü/tamamı) de net görül(e)meyebilir, görülmüyor. Normalde yükseklik arttıkça hava soğur ama yukarıdaki hava sıcak, aşağıdaki (yerdeki) hava da soğuksa ki buna havanın ters karşılaşması denir, yükseklik arttıkça sıcaklık da artar (aşağıdaki soğuk hava sıcalır) ve sis meydana gelir; hava ısınınca (normale dönünce, ‘güneş’ doğunca) sis ortadan kalkar. Havadaki sis, yer ile havanın ısı konusunda bitür uyumsuzluğundan oluşur; aynen bunun gibi, düşünce (fikir) ve din dünyasındaki sis de, düşünce (fikir) ve din adamların kendi aralarındaki ve de onların muhatapları arasındaki uyumsuzluktan oluşur.  Siste görüş mesafesi kısalır; şeyler (fikirler, düşünceler) net ya da hiç görülemez hâle gelir; bişey gördüğünü zanneden de, y

İHTİŞAM

Zengin ve gösterişli yaşama, tantana, debdebe. Muhteşem : Bişeyin, birinin ihtişamlı, hârika görünmesi. Kelime Arapça’da Ebihe’den “übhe ابهة”dir. Ebihe, dikkat çekmek; übhe, dikkat çekici. İhtişam, Haşeme/حشم’den iftiâl babı; anlamı : Utandırmak. İhtişam (debdebe) peşinde/içinde olanları bilinçaltında utanma değil de herhalde utandırma duygusu (var) olacak ki, bu kadar debdebeli (tantanalı, gösterişli) bir hayat yaşamaktan utanmıyorlar ve kendilerinin mahrum ve müstez’af/zayıf bıraktığı kişilere : (âdetâ) ‘Bakın!, biz cenneti burada yaşıyoruz, yaşamaya başladık bile!.’ diyorlar. Bu ümmeti “bu ihtişam” mahvetti. Ebu Zer-i Ğıfârî’yi Rebeze’ye sürgün etti. Müslümanların Halifelerini Bizans ve Sasânî hükümdarlarının saraylarına zebûn etti. Devletlerin yaptığı muhteşem saraylar, o devletlerin çöküş dönemine aittir. İhtişam (gösteriş) maddî alanda zirveye çıkarsa çöküş başlar ama ma’nevî alanda olursa önü açıktır. Maddî ihtişam, insanlarda kıskançlığı artırır, toplumu sınıfsal kamplara böle

DİN/DARLIK YORAR MI?

Ne biçim bir soru, böyle soru mu olur, der gibisiniz. Dindarlık yorarsa din de yorar; hiç öyle şey olur mu, sen kafayı mı yedin?... Açayım/açıklayayım. Dindar bilinç hassas bilinçtir; taqvâ buradan doğar. Hassasiyet, her ân her şeyde ‘Allah ne der, diyor?’ sorusunu sorarak davranmaktır; bu durum insanı yormaz mı? Hem yorar hem yormaz. Dinin özü, öze sinmemişse yorar; din doğal bir huy/davranış (ahlâk) hâline gelmişse yormaz. Bu nasıl olur? Din ile ahlâkı ayırırsak; din ayrı (aklî) bir kompartıman/alan; ahlâk ayrı (vicdanî) bir kompartıman/alan olursa hayat bütünlüğü bölünür. Okullarda, kitaplarda ‘Din ve Ahlâk Bilgisi’ diyoruz, Diyanet bile! bu ayrımı benimsemiş durumda. Hayatta da bu ayırım yapılırsa dini ahlâka uydurmak ya da ahlâkı dine = hayata uydurmak için sürekli gerginlik yaşanır, yoruluruz; böyle bir din, adamı yorar!. Allah’ın Dini yormaz. O Din, yapay ya da sun’î değil, fıtrîdir,  yaratılışa, yaratılış bütünlüğüne uygundur.  “O halde hanîf olarak yüzünü dine ikâme et/dön! (O

DÜŞÜNCENİN BEDENİ

Düşünme, düşünce eylemini gerçekleştirmedir ama onun görünümü söz (konuşma) ve yazı (yazma) ile ortaya çıkar. İçimizde olup-bitenlerin tamamını bedenimiz nasıl göstermiyorsa, düşüncenin tamamını da söz (konuşma) ve yazı (yazma) göstermez ama az da olsa bir siluet verir. Söz/ses, kulağa hitap ettiği için ton, jest ve mimiklerle; yazı, göze hitap ettiği için kompozisyonla = kelimelerin dizilişi ve cümle yapısı ile düşünceyi ‘gösterir’; ben, daha çok yazıya “düşüncenin bedeni” benzetmesini uygun görüyorum; yazı, hem yazana hem okuyana yazarın düşüncesini harfler üzerinden gösterir; yazar, samimî yazmışsa, yazdığı yazı ile kendi düşüncesini görür, ne düşündüğünü bilir, kendini test eder ve isterse, o yazıyı yayınlayarak başkalarına sunar; bence yazısında kendi samimiyetini görmeyen ve yazısını okuyunca (görünce) düşüncesini beğenmeyen yazar, yazdığı yazıyı yayınlamamalıdır. Böyle bakınca, size bencillik gibi gelebilir ama bence yazı, en çok yazanın işine yarar; yazarın iç dünyasına ayna tu

GÜCÜN GEOMETRİK ŞEKİLLERİ

Bu yazıda sizi tamamen hayal dünyamda gezdireceğim, size kurgusal-kuramsal bir yazı sunacağım.  Bir önceki yazıda güçten söz etmiştim; şimdi hayalimdeki gücün görünümlerini geometrik şekillerle ifâde edeceğim. Biliyorsunuz geometrik şekiller de tamamen kurgu. Gerçek hayatta ne kare var ne üçgen, ne dikdörtgen, ne de küre, çember, daire... bunlar gerçek hayattaki şeylerin şekillerinden soyutlama. Siz doğada çember göremezsiniz ama çember şeklinde bir kasnak; küre şeklinde bir top (ya da dünya) görebilirsiniz... Güç, doğru (âdil) kullanılmazsa, acaip acaip toplumsal ve siyasal “şekiller, yapılar” ortaya çıkar.  Mısır Pramitleri bunlardan biridir. Geometrik şekilleri kağıt üzerine çizdiğimizde iki boyutludurlar; gerçek hayatta iki boyutlu bir şekil yoktur, hepsi üç boyutludur. İki boyutta en ve boy vardır; üçüncü boyuta derinlik de girer. Küre, çemberin üç boyutlusu; Mısır Pramitleri, üçgenin üç boyutlusudur... Üçgen ya da pramiti, yer çekiminden kurtarsak, uzaya taşısak, hangi köşesinin

GÜÇ ve GÖRÜNÜMLERİ

Güç, bir işi veya hareketi yapmayı sağlayan maddî (fizikî) ya da manevî kuvvet; fiziğin konusu ama fizik, maddî kuvvetle ilgilenir, manevî kuvveti de maddî olanda arar; bulur mu?; bulmak için CERN’de maddenin en derinine inmeye çalışıyor. Fizikî güç, kaba güçtür.  İnsanda pozitif ve negatif yönleriyle her türlü güç vardır. Sevgi gücü. Akıl (akletme) gücü. İman gücü... Sevgi gücü, duygunun pozitif yanı; nefret (ökfe, kin) de bu duygunun negatif yanıdır. Akıl gücünün de pozitif ve negatif yanları vardır. Sevgi gücüne de akıl gücüne de “yön veren”, iman gücüdür; bu güç yoksa bütün güçler yönsüzdür. Kişide iman yoksa, fizikî gücü de duygu gücü de akıl gücü de negative döner. Negatif güç, aslında sahte güçtür; kişi o gücü kullanınca eninde sonunda pişman olur. Pozitif gücü kullanan kişi aslâ pişman olmaz; o güç, tüm güçlerle uyumlu çalışır, istikâmeti (yönü) bellidir ve kaynağını “Asıl/Esas Güç”den alır. Herkes, O “Asıl Güç”den aynı miktarda güç al(a)maz. İman, bir güçse, o güç artar da eks

ÖZLEM

Özlemeden özlem (arzulamadan arzu gibi), ama her arzu özlem değildir; en son arzu, aynı zamanda en değerli arzu, özlemdir; Araplar buna iştiyak, büyük arzu derler. Herkese (özellikle idamlık olanlara) ölmeden önce son arzusu sorulur. Ben de ölmeden önce, kendime buna benzer sorular sordum, soruyorum; benim son arzum ne olabilir, ne olmayı isterim/isterdim, ne olamadım da pişmanlık duydum ve o, içimde (büyük bir) arzu olarak kaldı? gibi... Zengin ve yönetici olmayı hiç istemedim ama Rabbim beni yetimken “zengin” etti; ara kademe yönetici de (Daire Bşk.) oldum; hoca olmayı istedim ama “ortam” umduğum gibi çıkmadı, erken yaşta bıraktım. Bundan sonra ne olmayı isterim/istiyorum? diye kendi kendime bu soruyu sorunca, aklıma hep Yasin Sûresin’deki 2. sayfa geliyor. Elbet biçoğunuz bu sayfada yazılı olanları biliyorsunuz ama ben kendi okumamı ve anlamamı sizinle paylaşayım istedim ve bu yazı da buradan doğdu. *** Onlara (bize) o şehir (karye) halkının hikâyesini (darb-ı meselini = vedrıb lehü

HÜSN-KUBH

Hüsn-kubh, iyilik-kötülük diye çevrilir. Hüsn, HSN (Hesene)’den güzellik; kubh, QBH (Kabeha)’dan çirkinliktir; aslında iyilik, hayr; kötülük şerdir. Kelâm’da iyilik-kötülük meselesi hüsn-kubh meselesi olarak; felsefede bu mesele, teodise meselesi olarak ele alınır. Bu mesele, Tanrı, iyidir (mükemmeldir), iyiliği yaratır da, kötülüğü de yaratır mı, yaratıyorsa niye yaratır?, sorusu etrafında şekillenir. Tanrı dışında herkes, her şey noksandır, eksiktir; kötülük bu eksiklikten kaynaklanır. Böyle bakınca, kötülük Tanrı’dan kaynaklanmaz ama bu sefer de Tanrı, yarattıklarını niye eksik yaratmıştır? sorusu akla gelir. Akıl bu soruyu sorar da, bu sorunun cevabının “mükemmellikte” olduğunu bilmez/bilmek istemez, kurnazlık yapar; âdetâ kendi tanrı olmaya kalkar ve Tanrı’yı sorgular. Tanrı dışında her şey (herkes, bişey bile) “mükemmel” olsaydı, her şey (o şey, o kimse) Tanrı olurdu, Tanrı olmanın bir anlamı kalmazdı.  Kimse Tanrı olamaz ama Tanrı, yarattığı noksan varlıkların “mükemmel” olmasın

SÖZ VERMEK

Söz vermek, kişinin söz verdiği (şeyi) yapacağını söylemesi, verdiği sözü yerine getirmesidir. Bişey yapmak için söz veriliyorsa, verilen söz nereye gidiyor? O şey yapılıyorsa, söz yerini buluyor, yapılan o şeyin içine giriyor, eyleme dönüşüyor ve o eylem o sözü vereni “güvenilir = mü’min = emin” yapıyor; söz verilen şey yapılmıyor = verilen söz tutulmuyorsa, söz “ortada olmadığı” için sözü vereni yalancı-sahtekâr addediyoruz (görüyoruz). Sözün insanı ne yaptığına bakın!. Şimdi peş peşe bikaç kritik  soru sorayım ve bu sorular üzerinden fikir yürüteyim/üreteyim. Söz veren, sözü nereden alır da verir? Sözgelimi söz vermek, yetki vermeye benzer mi? Söz vermek kişiye sorumluluk (mükellefiyet) yüklüyorsa, bu mükellefiyetin kaynağı ne, nerede? Her biri zor soru ve ciddî konu biliyorum ama ben bu üç soruyu birbiri ile karıştırarak önünüze “sıcak bir çorba”! koyacağım; içmek zorunda değilsiniz. Herkes her şeyi yapmaya yetkili değil, değil mi? Baytar, bi adamı ameliyat edemez; bideli bi adamı

HARF-İ CER'LER

Arapça’da harfler şemsî ve kamerî diye ikiye ayrılır; harflerin tek başlarına bir anlamı yoktur, en az iki harf bir araya gelerek bir anlam oluşturur, ‘huruf-u mukattâ’lar ayrı ayrı harf kabul edilir; onlara sesi de harekeler verir. Harf-i cerlerin de tek başlarına bir anlamı yoktur; harf-i cerler isimlerle, fiillerle ve zamirlerle kullanılır; onlar fiillerin anlamında değişiklik yaparlarken isim ve zamirlerde “konum” bildirirler. Fî, içinde; alâ, üstünde; an, den/dan, uzakta; ilâ, e/a, ...e doğru; li, için; bi, ile; ilâ ahir... diye anlamlandırılsa da onlar (harf-i cerler) cümlenin bağlamı ve anlamı ile gerçek anlamlarını kazanırlar. Cer, bişeyin bişeyi çekmesi, sürüklemesidir; ismin başına harf-i cer gelirse, o isim mecrur (kesre/esre) olur. Arapça’da ötre/merfu, fâillik alâmeti; mensub/nasb/üstün, mef’ulluk alâmetidir; fâil, özne; mef’ul, nesne/tümleçtir. Cer atölyesi, trenlerin (vagonları çeken lokomotiflerin) tamir edildiği yer için kullanılır. Ben bu yazıda ‘fî’ (içinde) harf-i c

DÂL, DALÂLET

Günde 40 kere okuduğumuz Fâtihâ’ın son âyetindeki son kelime dâl, oradaki hâli çoğul (dâllîn). Dalle (ضل), kaybolmak, yolunu şaşırmak; dulle, yanlış, hata; dâlle, yolunu kaybetmiş, şaşırmış, sapmış, sapık/sapkın. Sapık, şaşırmış/şaşkına göre biraz daha ağır (bir kelime); bu ağırlık, şaşırdığını bilmemekten ve şaşkınlıkta ısrar etmekten kaynaklanıyor olsa gerek. Sapıklığın zıttı hidâyet; sapığın zıttı mühtedî; bu kelimenin kök fiili de Fâtihâ’da geçer, HDY’nin (هدى) çekimli hâli ihdinâ şeklinde; hedyün/hediyyin, rota; hâdî, yol gösteren; El-Hâdî, Allah’ın İsmi. Bir önceki (6.) âyette, ‘ihdina’s sırât-al müstaqîm.’; ‘bizi istikâmeti doğru olan yola hidâyet et’, diyoruz. (Beni değil bizi. Yol tek başına yürünmez ve çekilmez!.) Herkes yol yürür ama herkesin yolu doğru (yol) değildir; ki, 6. âyeti 7. âyete bağlayan ism-i mevsul (الذين), yolu/sırâtı ve yolda olanları niteler. Yolda olanların bikısmı, “Senin nîmet verdiğin; bikısmı da gadap (gazap) ettiğin ve dâlâlette (ضالين) bıraktığın!.” k

ÇALIŞMA

İş, çaba, gayret; Arapçası, sa’y; sa’y, hem çalışma hem koşma. “inne sa’yüküm leşettâ. Muhakkak sa’yiniz (çalışmanız) çeşit çeşittir.” (92/Leyl, 4.) Kimi(m/n)iz kol gücüyle, ki(m/n)iniz beyin gücüyle çalışır/ız. Kimimiz kâğıt toplayarak geçinir, kimimiz de ülke (şirket) yöneterek; arada neredeyse sayısız iş (çalışma şekli) vardır. Çalışma, sadece “geçinme/k” için midir? Geçinmek için çalışmak, meşrûdur ama herkes geçinmek için mi çalışı(yo)r? Bu soruya olumlu cevap vermek zor. Biriktirmek (yığmak, yığdığını sürekli saymak, hesaplamak) için çalışan o kadar çook kişi var ki!. “cemea mâlen ve adddedeh. Malı cem’ eder (biriktirir, yığar) ve saydıkça sayar.” (104/Hümeze, 2.) Bu âyetlerin makabline ve maba’dine (siyak ve sibakına) ve oralardaki tiplemeye lütfen siz bakın ve kendinizle karşılaştırın. Çalışmayı sadece geçinme olarak görmeyenler Hacc’daki sa’ye bakmalıdır. Hacc’daki sa’y, Safâ ile Merve arasında gidip-gelme mi? Hem evet hem hayır.  Rivayet o dur ki, Hæcer vâlidemiz, oğlu İsmâil