Kayıtlar

Nisan, 2022 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

RAMAZAN NE ÖĞRETTİ BİZE?

İftarı, sahuru, teravihi, açlığı... Bunları bir noktada toplarsak : Fedakârlığı. Vermeyi. Vermeyen, temizlenmez. Ne için çalışıyorsak, kazancımızın ihtiyacımızdan fazlasını vermeliyiz; çalışmayı temizlenmek için yapmalıyız = “vellezîne hüm liz-zekâti fâilûn.” (23/4.) = Onların (Mü’minlerin) fâiliyyeti zekât = temizlenme içindir. (biriktirme ve sadece kendileri için değil). Ramazan, teravihle, Rabbe daha fazla gönül vermeyi = Rable daha fazla vakit geçirmeyi; oruçla, aç kalarak fakir duyurmayı öğretti bize. Öğretti mi gerçekten?!. Kitâb’ta içinde “verme” geçen tüm âyetlerin peşinden temizlenme gelir.  Îtâ (ايتاء), İ’tâ (اعطاء), Yetim (fakir, miskin) doyurma (اطعام), İkram (اكرام), İnfak (انفاق), Karz-ı Hasen (قرض حسن), Hîbe/Bağış (وهب), Sadaka (صدقة) tüm bu kelimeler, Zekât (زكاة) = Temizlenme ve Teberru (تبرئ) = Pislikten berî/uzak olma/Bereât, Aklanma (= Temizlenme) içindir. Allah için karşılıksız vermeyenler, mal (para, bilgi vs.) değil, kir biriktirir. Allah için verenleri, doyuranl

ORUÇ TUTTUK DA NE OLDU?!.

Biz aç kaldık da bibaşkasını (bibaşka açı) mı doyurduk?!. Memlekette gıda kıtlığı vardı da onu mu çözdük?!.  Kilomuz fazlaydı da kilo mu verdik?!.  Hiç aç kalmıyorduk da aç kalmayı mı öğrendik?! Geçen senelerde de aç kalmıştık (oruç tutmuştuk), bu seneki açlığımızla önceki açlıklarımız arasında bi fark oldu/oluştu mu?!. ... Hiç ailece toplu yemek yemiyorduk, toplu/beraber yemek mi yedik?. Hiç gece kalkıp yemek yemiyorduk, gece yemek yemenin nasıl bişey olduğunu mu öğrendik?. ... Bir ay, biz yemek istediğimiz ve istemediğimiz zaman değil Rabbimiz istediği zaman yedik ve yemedik. = yeme-içme konusunda bir ay Rabbimizi dinledik. Ya! 11 ay ve öteki konular?!. Her oruç (tutmak), bizde her gün bıgıdım da olsa kendimize ait arzu ve istekleri tutmaya = engellemeye; buna karşın Rabbin dediklerini/isteklerini tutmaya = yapmaya yol açmadıysa ve sadece bir aylık bir değişikliğe (tatile) yol açtıysa, ‘11 ay yine aynı işte ve aynı şekilde/düzeyde çalışmaya devam edeceksek’, ömrümüz boyunca da hep bö

DEVLET

Devletler, bilinen en büyük organizasyonlardır. Tüm ulus devletleri tek bir devlet yapmak mümkün olsaydı = dünyada tek bir devlet olsaydı, tek bir yönetici (kral) olurdu ve herkes ona tâbî olarak yaşar, savaş filan olmaz/çıkmazdı. Bu durum size biraz ütopik geldi, değil mi? Bana da öyle geldi. Neden? İnsanların kendi aralarında iş ve güç birliği yaparak tek bir devlet kurması mümkün değil; çıkarlar çatışıyor, bitürlü anlaşma sağlanamıyor; bu yüzden biiir sürü devlet ve kral var yeryüzünde.  Ben biraz daha “ütopik”! şeyler söyleyeceğim. Aslında kainatta tek bir Devlet var. Bu Devletin Kral’ı = Melîk’i de Tek ve her yerde O’nun Sözü geçerli. Nasıl yani? Herkes O’nu dinliyor, O’na itaat ediyor mu? Evet. O’nun izni = müsaadesi olmadan bir yaprak dahi kımıldamıyor.  Ya isyankâr insan?!. Bu kadar zulüm?!.. Bunlar O’nun kontrolü kaybettiğinin göstergeleri değil mi?!. Hayır. Tüm dünya yansa, O bundan zerre kadar zarar görmez = etkilenmez. Pekiî!, niye bütün bunlara müsaade ediyor, engellemiyor

FATİHÂ

Fatihâ , açış, açılış demek. Kapalı olan (içinde ne olduğu bilinmeyen) şey açılır. Fatihâ’dan önce hiç bişey bilinmiyordu; O'ndan başka bişey yoktu sadece O = AÇAN vardı; O, varlığı = kainatı açtı = yardı, yarattı (Fâtır  Hâlıq) ve kâinat oldu, oluştu. Açışla, açılışla zaman, mekân ve hareket oluştu; hareket, zamanda ve mekânda oluştu. Hareket eden her şey, “tamamlanmak, mükemmel olmak” için hareket eder. O, “TAM ve MÜKEMMEL” olduğu için hareket etmez; O, “hareket etmeyen hareket ettiricidir”. (Aristo) Fatihâ ile “Kitâb = Kâinat” açıldı, hâlâ da açık. “Kitâb = Kâinat” bizim okumamız ve ‘Mükemmel’e yakınlaşmamız için açıldı ama okuyan = hareket eden ne kadar az!. Çoğumuz yerinde sayıyor = hareket etmiyor = okumuyoruz.  “Bismillahirrahmanirrahim. Kitâb’ı ve Kâinatı Açan Rabbe Hamd olsun. = El-Hamd'u lillâhi Rabb-il âlemîn. O, Rahmân ve Rahîm’dir. Din (Hesap) Gününün Sahibidir. Ya Rabbî! Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım/inâyet dileniriz. Bizi Sırat-ı Müsteqîm’e = İsti

KUR'ÂN BİZE YETER Mİ?!

‘El-İslâm-u Hüve-l Kur'ân’u Vahdeh.’ = İslâm, sadece Kur'ân, mı? Hem evet hem hayır. İslâm, hem Kur'ân hem yaşanan hayat. Kur'ân, boşluğa konuşmaz. Evet diyenlere, Kur'ân’cı = Kur'ân’iyyun ekolü deniyor; hayır diyenler, Kur'ân’ı reddetmemekle birlikte Kur'ân’dan uzak = Kur'ân’a mesafeli duruyor, hayatı “keyfine uyduruyor.”!. Bitürlü dengeyi tutturamıyoruz, salınıyor/savruluyoruz. Kur'ân, düzenleyici ve denetleyici Kitâb’tır; “anayasadır.” Bu “Anayasa’nın” yorumlayıcılara, yasalara ve yönetmeliklere ihtiyacı vardır. Tek başına “Anayasa” ile hayat (devlet) yönetil(e)mez, hayat yaşanmaz; Kur'ân hayatla, hayatı düzenlemek için vardır. “Kur'ân’ın = Anayasa’nın” anlaşılması ve uygulanması, hayatın pratiklerine bağlıdır. Hayatın gerçeklerindeki = yaşanan hayattaki realiteler, -- bugün buna, bugünün sünneti = uygulamaları diyebiliriz --, Kur'ân’ın genel, belirleyici, düzenleyici, denetleyici (ahlâkî) ilkelerine uydurulmak, o ilkelere göre yaş

DİL & DİN

Dil düzelmeden din düzelmez. İnsanı doğru dine götüren, doğru kullanılan dildir. Dilin iki anlamının olduğunu biliyor olmalısınız. 1) Lisan. 2) Gönül. Burada ikisi de kastedilmiştir. Lisan anlamındaki dil, doğru, iyi, güzel kullanılmazsa insanlar küser; küsünce de kırıcı, yıpratıcı, dışlayıcı, suçlayıcı, reddedici, nefret ettirici olur, = nefret dilini konuşur. Bu bozukluğun arkasındaki hâlin, gönül dili bozukluğu olduğu malûm.  “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” Ne demek bu? Özetle, tatlı, güzel, yumuşak konuşursanız, herkes etkilenir; düşmanınız = yılan bile. Bugün kendini iyi dindar bilenlerin = görenlerin kullandığı dile bakınca, insanın içinden dinden kaçmak/uzaklaşmak geliyor. Son yıllarda moda oldu. Artık dindarlar birbirine düşman. Neredeyse dinden söz eden herkes, kendi cemaatinden (hizbinden) bahsediyor, öteki cemaatleri (hizipleri) zemmediyor; onların liderlerine/önderlerine saldırıyor!. Görüş ayrılıkları/farklılıkları gayet normaldir; herkes söz/ünü söyleyebilmelidir v

KÜSKÜNLÜK

Bayram geliyor; küskünler barışmalı deniyor.  Küsmek, niye küstüğünü bilmektir. 1) Kişisel onur/saygınlık incinmiştir. Özür beklenir; özür dilenmedikçe küslük/küskünlük bitmez. 2) Onur/saygınlık ikinci plandadır. Kişi, yaptığı hatayı anlasın = doğru olanı görsün, pişman olsun da bidaha öyle bişey/hata yapmasın (böyle bisöz söylemesin, bu şekilde davranmasın, denir); küslükle böyle bir etkili mesaj verilmek istenir. Birincide kendini büyük görerek affetme; ikincide merhamet etme vardır; gerçek büyüklük, merhamettedir. Rabbimizin “kartvizitinde” de Rahmet ve Merhamet, en öne çıkan, en belirgin vasıf/lar değil midir? (Bismillahirrahmanirrahim.) Küsen, niye küstüğünü bilir de küsülen bilmezse, zaten küsme/küskünlük olmaz. Küsme, konuşmamanın fark edilmesiyle başlar; ondan sonra ise neden araştırılır. Kişi, muhatabına, ‘sana küsmedim ama seninle konuşmuyorum.’ diyemez; küsme; konuşmamadır. Konuşmama, aradaki ilişkinin kırılması, iletişimin/bağın kopmasıdır.  Bu durumu ağaçtan kopan dall

İ'TİKÂF

Mâlâyânîden uzaklaşmak, ibâdetle meşgul olmak. Her ân mesaj bombardımanına maruz kalan modern insanın başarabileceği bişey olmasa gerek i’tikâf; başarabilenlere “aşk olsun.”!. İ’tikâfa girmek, şeytanî mesajlardan kaçıp Rabbin mesajlarını görebilmek içindir. Dışarıda şeytanların mesajları, icatları, icraatları cirit atıyor. Evde televizyonla, cep telefonu ile; sokakta her yerde, reklâm panoları ile; mağaza ve dükkanlarda cazip markaları ile... Gündüzümüz işgal altında.  Elimizde gece var. Gece bunların hiçbiri görünmüyor; herkes (her şey) uykuda. Uyanık kalan sizsiniz; şeytanî her şeyden uzaklaşmak, Rabbinizin işaretlerini = âyetlerini görmek isteyen birisiniz. İ’tikâfa bu niyetle “girilir”; gece teheccüde bu amaçla kalkılır. Evlerimiz ve ibâdethânelerimiz işgal altında değilse, i’tikâf ya evde ya da ibâdethânede yapılır; işgal altında ise “mağarada”. Lise yıllarımda Bursa-Çekirgede yer altında bir inzivâhâne görmüştüm. Şimdi, acaba diyorum, o yıllarda da dışarısı “güvenli” değil miydi

KEYD

Sizler bu kelimeyi Elemtere’nin = Fil Sûresinin 2. âyetinden (elem yec’al keydehüm fî tadlîl) tanıyorsunuz; hile, tuzak demek; bu kelime, elemtere’den başka 34 yerde daha geçer. Düşmanların tuzağından/hilesinden söz edildiği gibi, şeytanın tuzağından/hilesinden de söz edilir ki, şeytan zaten düşmandır. İşin ilginç yanı, Kitâb’ta Allah’ın mekri, keydi/tuzağından da söz edilir; Allah’ın dinine, O’na inananlara keyd/tuzak kuranlara, kurmaya kalkanlara Allah da tuzak, plan kurar. (Mekri, tuzak/keyd diye anlamak da mümkün ama Allah’ın planı/tuzağı hayırlı tuzaktır; O, tuzak kuranların en hayırlısıdır.) (8/30.) Ben bu kısa yazıda mekrullah’tan değil şeytanın = düşmanların keydinden = plan, hile ve tuzaklarından söz edeceğim. Başta şunu hatırlatayım : “inne keyd-eş şeytâni kâne d/zâifâ.” = şeytanın keydi = hilesi/tuzağı, planı zayıftır. (4/76.) Kim/in için zayıftır.? Güçlü insanlar için zayıftır. O planı/oyunu, hileyi/tuzağı fark edebilen, bilebilen insanlar için zayıftır. Bu planı/oyunu, hil

DİN BİNASI

Dini bir binaya benzetirsek, bu binanın ayakta durabilmesi için en az üç direğinin olması şarttır. Din ve üç deyince sakın aklınıza üç uknum gelmesin, aslında din binası tek direktir de biz, tüm ilimleri olduğu gibi dini de anlamak için onları bölüp-parçalıyoruz; çook büyük bütünleri anlayamıyoruz. (İlimlerin sınıflanması konusu ilk üniversiteye (DTCF Bilgi ve Belge Bilim, Eski adı Kütüphanecilik) girdiğimde mesele ettiğim bir konu idi. Niye böyle? diye sorduğumda; hoca, ‘öyle işte’ demişti.) Aslında din tek temel = “Dîn-ül Qayyım” = Tevhîd üzerine oturur da, biz o Tevhîd’i anlamak için onu küçük küçük parçalara böleriz; tabiî sonra da birleştiremediğimiz için dinî anlayışımız “ferraqû dînehüm ve kânû şiyeâ, küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn” = dinlerini parça parça eden, her bir parçayı bir grubun (şianın) sahiplendiği, o parçayı din zannettiği ve onunla övündüğü (öteki grupları da din dışı ilân ettiği) insanlar = dindarlar durumuna düşeriz. ... Bu memlekette dinden sorumlu kurum (Dİ

DUYGU İNCELMESİ

Duygu İncelmesinden kasıt : Huşû, Haşyet, Tazarrû, Tevâzû, Mahviyet. Huzurunda bulunduğunuz Varlığın = Allah’ın karşısındaki mahcûbiyet. O’nun için yaptığınız iyilikleri = ibâdetleri yaparken “gururlanmamak”, o iyilikleri = ibâdetleri hatalı = eksik yaptığınızı bilmek ve mahvolmak. Nasıl? Namaz kılıyorsanız, O’nun Huzurunda = karşısında olduğunuzu bilmek ve “sağa-sola değil sadece secde yerine bakmak”! = “kıyamda iken dahî küçülmek”! = kendini bişey zannetmemek. Bişey veriyorsanız, verirken, “kendi malımdan veriyorum dememek”! = “hakkı ile veremiyorum Ya Rabbi, kabul et, diyebilmek”! = “Senin verdiklerini Senin istediğin gibi, Senin istediğin kadar veremiyorum, demek.”!. Yine de az ya da çok verdirebildiğim için Sana hamd ediyorum, diyebilmek = verdiği ile “övünmemek/böbürlenmemek”! = gizli vermek = “hîyfeten ve dûnel cehri” (7/A’raf, 205.) Her türlü mülkü (kendini bile) O’nun bilmek = O’nun mülküne ortak olmamak = “ve lem yekün leHû şerîkün fil mülki”. (17/İsrâ, 111.) Verdiğiniz kişi

LÂ İLÂHE İLLÂ ALLAH

Lâ : Nefy = İnkâr = Olumsuzluk edatı. Kendinden sonra gelen ismi ve kavramı reddeder. Kendinden sonraki isim/kavram nekira/nekra olmak zorundadır. Nekira/nekra demek ‘belirsiz, bilinmeyen’ demek. Lâ ‘dan sonraki isim/kavram ilâh. Bu ilâh, ‘belirsiz, bilinmeyen/tanınmayan bir ilâh’, her ilâh (sen-ben, para-pul, makam-mevkî, kadın-kız, ateş-yıldız vb.) olabilir ama bunlar, yok/olmayan ilâhlar = ilâh olmayan ilâhlar, çünkü başlarında lâ var. Hemen peşinden gelen illâ bu durumu pekiştiriyor. Lâ, nefy edatı bu şekilde kullanılır da peşinden illâ istisna edatı gelirse bu istisnaya katî/kesin istisna = istisnâ-i munkatî denir. İllâ’dan sonra gelen İsim bu sefer nekira/nekra değil ma’rife gelir. Marife, “belirli, bilinen/tanınan’ demek. Bu bilinirlik de ‘El’ takısı ile yapılır; burada/bu cümlede El-İlah = Allah şeklinde gelmiş, “bilinen = bildiğimiz/tanıdığımız İlâh = bizim İlâh/ımız” anlamında;  bu takının İngilizcedeki karşılığı The; bizde herhangi bi karşılığı yok. Kelime-i Şehâdet ‘getirin

HİCAB

Eskiden biz örtü = başörtüsü (türban) yerine hicab kelimesini kullanırdık. Hicabtaki asâlet, başörtüsünde; başörtüsündeki aasâlet türbanda yok. İnsanlardaki asâlet kaybolunca, kelimelerdeki asâlet de kayboluyor.  Hicab, mahcubiyet de barındıran, insandaki iyiliği de kötülüğü de örten, gizleyen bir kelime. İyiliği niye gizler? Kişi iyiliklerini göstermekten niye hicab duyar? Çünkü hicablı kişi, iyiliği kendine nisbet etmez ve iyiliklerinin kendini “şımartmasına” izin vermez. Kötülüklerini göstermemesi de kötülüğün yaygınlaşmaması içindir. Maalesef yaptığı kötülüklerle gurur duyan ve onları teşhir edenler (ahazethül izzeti bil ism. 2/206.) çoğaldı.  Gösteriş şeytanî bir duygudur; enâniyeti besler. Çağ, gösteri/ş = tiyatro, sinema, medya çağı; görülme, takipçi ile övünme, ünlü olma çağı. İnternet = sanal dünya, bununla ayakta, bundan besleniyor. Adam, ‘her türlü ürününü’ gösteriyor. Dindarlar da bundan uzak duramıyor. Sultanahmet’teki ya da evdeki iftarını, en çok takip ettiği hocasını =

YAKIN/LIK

Yakın/lık, iki şeyin arasındaki mekânsal ve zamansal mesafenin azlığı. İki şey birleşirse = bir olursa bu yakınlaşma = yakınlık, birleşmeye dönüşür. İslâm’daki Tevhîd’de = Vahdet’de bu tür bir birlik = birleşme yoktur; İslâm’daki Tevhîd = Vahdet, İlâh’ın = Allah’ın birliğidir; O İlâh = Allah, yarattıkları şeylerle birliği = birleşmeyi = vahdeti = vahdet-i vücudu kabul etmez ama onların Kendi’ne yakınlaşmasını ister/kabul eder. Birleşmeyi = ittihadı kabul eder ve o birleşmeyi de bir bütün olarak görürsek, bileşenle bi(r)leşilen arasındaki = iki şey arasındaki fark, ortadan kalkar. O’nda birleşen, O’nda yok olur. Bu durumu iki yönlü, hâşâ Allah’ın birleştiği ve Allah’ta birleşen olarak alırsak,  Ya, Allah, birleşmeye ihtiyaç duyan eksik bir varlık olur; bu muhaldir ve şirktir. Ya da, eksik varlıklar tamam olmak için Allah’la birleşmeyi isterler ama Allah eksik (Varlık) olmadığı = = Es-Samed olduğu için bu birleşmeyi kabul etmez ama onların yakınlığını kabul eder. Eski Türkçede yakın olma

BİR ATASÖZÜ

Atasözü şu : “İnsan, yanıla yanıla âlim; yenile yenile pehlivan (ya da galip) olur.” İnsan doğarken bişey bilmeden ve çook güçsüz doğar; zamanla öğrenir ve güçlenir. Modern psikoloji bu durumun bilgi kısmına tabula rasa = temiz ve boş bir zihin der. Güçsüzlük ma’lum da bilgisizlik konusunda görüş ayrılıkları var. Bilgi, insanda saklıdır/kodludur ama insan onu unutmuştur; böyle bakarsak bilme, hatırlamadır/zikirdir. Ne kadar çok şey hatırlarsak, o kadar çok şey/i biliriz ama aynı zamanda şeyler (bu kadar çoook şey) arasında da kayboluruz!. Bildiğimiz (i sandığımız bu) şeyleri tevhîd etmeli = sistemleştirmeli, onları Bir Rabbin Emrine vermeliyiz!. Bunu yapamazsak, “ilim denizinde boğuluruz.”!. Tevhîdi bulursak = İlahî sistemi kurarsak, o sistemin içinde olan bizler, görevimizi = ne yapacağımızı ve nasıl yaşayacağımızı da biliriz. Kendi dünyasında böyle bir “sistem kurmuş” bi adamla tanıştım. Yüksek tahsilli idi; devlette yüksek rütbeler elde etmiş ve tüm rütbeleri terk etmiş ve sanayide

AĞAÇLA HASBİHAL

Bugün parkta fazla yürümedim, oturdum bir ağacın gölgesine o ağaçla hasbihal ettim; o konuştu ben dinledim. Epeyden beri kimseyi bu kadar uzun süre dinlememiştim. (Cansız varlıkları konuşturmaya edebiyatta fabl mı deniyordu; yoksa ben mi delirdim de kendi kendime bir ağaçla konuştuğumu söylüyorum?!.) Bu ağacın gölgesine ilk oturuşum değil; daha önce de gölgesini bana verdi, bedavaya, beş kuruş para almadı. Bu devirde kim kime bedavaya bişey veriyor. Ben ona ne verdim? Hiçbişey. Dikmedim, sulamadım, toprağını çapalamadım, budamadım, çocuklar (= insanlar) onu, meyvesi için taşlarken onlara engel olmadım.... ... - Sana meyve vermek için uğraşıyorum, dedi. - Bana mı?  - Senin gibi insanlara. - Bunun için her yıl çalışıyorum. Kışın soğuğunu, yazın sıcağını çekiyorum, topraktan su ve mineral emiyorum, güneşin ışığını-ısısını alıyorum; kışın ölüyorum = dinleniyorum, baharda/yazda tekrar canlanıyorum. - Bu işi nasıl yapıyorsun? Kaç tane meyve vereceğini nasıl biliyorsun?  - Şu gördüğün tomurcu

GENÇ FİDANLAR : YAHYÂ ve İSÂ

İkisi de aynı çağın Rasülleri/Elçileri ve hemen hemen aynı yaşta, aynı akıbeti yaşamış “fidanlar.”!.. Öldürüldüklerinde daha 30’lu yaşlarındalar. İkisi de zalim Roma imparatoru ve Yahudi kralı Herot (Hirodes) tarafından öldürüldüler.  O gün Yahudiler üç gruptu : Sadukîler. Ferîsiler. Essenîler. Sadukîler, merkezde, Kudüs’teler. Siyasetin, mabedin ve ekonominin yönetimi bunlarda; bunlar “seçkin Yahudiler.” Ferîsiler, orta sınıf, ağırlıklı olarak Filistin bölgesindeler, hizmetkârlıkla hayatın içindeler. Essenîler, münzevîler, inzivâya çekilmiş Yahudiler, bunların bikısmı çaresizlikten zorunlu protestocu = düzen karşıtı. Yahyâ ve İsâ, çözüm sunan, Yahudilere (tüm insanlara) yol gösteren Peygamberler. Ama genç yaşta hayatlarına son verilen Peygamberler. İkisinin de hayatları çook “ilginç”!. Yahyâ, “endişeli” Hz. Zekeriyya’ın oğlu. Endişesi (hıftü mevâlî min verâî), benden sonra ne olacak bu milletin/memleketin hâli; Ya Rabbi bana bir “velî/aht, halef” ver. (19/Meryem, 5.) diyen biri.  Veri

TEDEBBÜR, TEFEKKÜR, TEEMMÜL...

Bunlara kısaca 6-T denilebir. Bunların kısa tanımından sonra, nasıl yapıldığına dair kısa bir deneme yapacağım. Tedebbür, geçmişini = dününü = nereden geldiğini düşünme; Tefekkür, şimdiki hâlini/durumunu = ne olduğunu düşünme; Teemmül, geleceğini = ne olabileceğini, başına nelerin gelebileceğini düşünme. Tezekkür, hatırlama/zikretme; Tefaqquh, fıkhetme/biraz daha derin düşünme; Teakkul/Akletme, geçmişle bugünün ve geleceğin bağını kurma, şeylerin birbiri ile irtibatını bulma... ... Bir akletme/akıl yürütme denemesi : Önerme : 1. Bize her şey verilmiş. Verilmişse, bir veren, bir de alan olur; alan bizsek veren kim? Verilmişse, bizim. Onları kimseye vermek zorunda değiliz. Bu el bizim, bu gözler bizim, bu akıl bizim, bu beden bizim... Bu güneş bizim, bu toprak, bu hava, bu su bizim... Olur mu öyle şey!, hepsi bizim değil bazıları (2. grup) hepimizin. Doğru ama 1. Gruptakilere de sahip olmayanlar var; olup da kaybedenler var. Yaşlılar, hastalar, sakatlar, çocuklar, yetimler... Önerme : 2.

NEYİMİZE GÜVENİYORUZ?!...

Gücümüze mi güveniyoruz?! Hastalanmayacağımızdan ya da sakat kalmayacağımızdan emin miyiz? İşimize, maaşımıza mı? İşsiz kalmayacağımızdan emin miyiz?  Emekli maaşımıza mı? Devlete mi? Devletlerin yıkılmayacağından emin miyiz? Malımıza-mülkümüze mi? Malımızın-mülkümüzün yerin dibine batmayacağından emin miyiz?  Bir ömür çalışıp sağlam sandığımız apartmanlar-gökdelenler (rezidanslar) dikiyoruz; onların bir sarsıntı ile yıkılmayacağından emin miyiz?  “Gökte olanların başımıza taş yağdırmayacağından, yerde olanların bizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin miyiz?.” (67/Mülk, 16-17.) Evlât yetiştiriyoruz, hayırlı olacaklarından emin miyiz?!. İbâdet ediyoruz, kabul olacağından (yarın yüzümüze vurulmayacağından) emin miyiz?!. Suyumuzun yerin dibine çekilmeyeceğinden, susuz kalmayacağımızdan, yağmurun yağacağından emin miyiz?  “Huzur içinde” yaşıyoruz, ciddî bir iç ya da dış savaş çıkmayacağından emin miyiz? Yarına çıkacağımızdan emin miyiz?  Neyimize = kime güveniyoruz?!. “Hayy-ul Qayyûm” Ola

ŞEYTANLA MÜCADELEMİZ

Şeytanla mücadelemiz, “kendimizle” mücadelemizdir. Kendi olmak, iki şekilde anlaşılmalıdır : Rabbin istediği insan = kul olmak ve Rabbin istemediği bir isyankâr = âsî olmak; ikisi de “insandır.”!. Rabbin istediği insan = kul olmak, Rabbin dediklerini yapmak; Rabbin istemediği insan = âsî olmak, Rabbin dediklerini yapmamaktır; ikinci, şeytan yanımızdır; şeytan, Rabbin emrini dinlemeyendir; biz de Rabbin emrini dinlemeyerek “ağaca yaklaşmış, şeytanlaşmış, içimizdeki şeytana uymuştuk.” ama sonra pişman olmuş = tövbe etmiş, bihak daha elde etmiştik; şimdi-burada o hakkı kullanıyoruz. Şeytana uyanlar, şeytanlıklarında ısrar edenlerdir. İnsan, zaman zaman şeytanlık yapsa da şeytanlığında ısrar etmemeli, tövbe etmeli = hatalı olduğunu kabul etmeli ve demeli ki : “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ, ve in lem teğfir lenâ ve terhamnâ lenekûnenne minezzâlimîn.” (7/A’raf, 24.) Bu özrü fî tarihinde (milyonlarca yıl önce) Âdem babamızın ve Eşi Havvâ annemizin söylemiş olmasının bugün bizde bikarşılığının olm

AÇIKLAMA

Şeytanla ilgili yazımda net ifadeler kullanamamış olmalıyım ki tam anlaşılmamış, konunun özü muğlak/kapalı kalmış, o yüzden bu kısa açıklama zarurî oldu. Şeytan bizim kötü yanımız, iyi yanımıza “secde etmeyen” tarafımız. Eğer dün de bugün de secde etseydi, bizler “iyi insanlar” olurduk; kötü yanlarını iyi yanlarına secde ettirenler, iyi insanlar ama maalesef bunların sayısı çook az. Buradaki secde, Rabbe secdedir, çünkü iyi insan, Rabbe secde eden insandır, yoksa Rabbin dışında ‘‘(salt) insana secde’ diye bişeyin olmadığına inanıyorum, öyle olsaydı, insan da bir ilâh olurdu.  Kötü yanlarına secde eden = hayatlarında kötü yanları egemen olan insanlar, şeytan. “Melekler”! ise, insanın iyi yanlarına secde eden insanî melekeler = insanlar. İnsan bu melekelerini geliştirdikçe gücü = kanatları artar. “Hamd, gökleri ve yeri yaratan (fâtır/ortaya çıkaran) ve melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. O yaratmayı dileği gibi artırır. Onun her şeye gücü yeter.” (35/F

NAZAR

Nazar : Bakış. Görüş. Düşünce. Nazariye. Nazariyat.  Nazar-ı itibar : Göz önüne alma. Dikkate alma. Nazar-ı dikkat. Manzara : Görüntü. İntizar : Bekleyiş. Bekleme. Beklenti. Beddua... Nazar, tek başına ve başka kelimelerle birlikte bir çok anlamda kullanılır. Benim bu yazıdaki ele alacağım şeytanın Rabbimizden “süre” isterken kullandığı “nazar”. Ne demişti o mel’un? “Kâle : Enzırnî ilâ yevmi yüb’asûn. = Diriliş gününe kadar bana bak = bana süre tanı = mühlet ver = benim cezamı ertele = beni izle/gözet!.” (7/Â’raf, 14.) Bak gör! çook güvendiğin o Âdem’e (insanlara) ne yapacağım. Onların altlarından gireceğim, üstlerinden çıkacağım. Senin o doğru yolunun üzerine oturacağım. Onların çoğunu şükreder bulmayacaksın. (Bknz. 7/Â’raf, 16-17.) 7/Â’raf, 14’e verdiğim tüm anlamlar, “nazarın” kapsamında/kaplamında. Mealler bu kelimeye sadece süre vermek, süre tanımak anlamını vermişler; yanlış değil ama eksik. İnsana verilen dünya hayatında da = deneme süresinde/ecelde de aynı durum geçerli. Bu da,

PARADİGMA

Bilim dünyasında kullanılan bu kavramı/terimi, kişisel dünya (kişinin dünyası) için de kullanmanın bence hiçbir sakıncası yok. Bizler bu kişisel dünyadaki paradigmayı genelde “anlayış, inanç” diye biliyor ve kullanıyoruz. Bir paradigmaya yeni, ona yabancı bir bilgi girince o paradigma sarsılır; bazı bilgiler de o paradigmayı tamamen değiştirir. Kişinin anlayışında = bilgi ve inanç dünyasında da durum aynıdır. Ben dün, fideist (imancı) idim; bir ara scientist (bilimci) oldum; şimdi ise idealistim ama bu idealistliğim, Eflatun/Platon’un politeist (çok tanrıcı ya da tanrılı) idealistliği değil Aristo’nun realistliği ile barışık monoteist (Tek Tanrı’lı ya Tanrı’cı) bir idealistlik. Demem o ki, bugün de mevcut paradigmamı = anlayışımı sarsan yeni bir bilgiyle karşılaşırsam değişirim, dönüşürüm. Tanrı’mı sınırlamadığım gibi bilgimi = paradigmamı da sınırlamıyorum. Ben buyum.

GÖRME & GÖRÜLME

John Berger’in ‘Görme Biçimleri’ ufuk  açıcı bir kitap.  Kafadaki gözün görmesi, görülenin şekli = sûreti üzerinden olur. Sûreti = şekli olmayanları kafa gözü göremez; onların bikısmının görülmesi için kafadaki bibaşka göze = akla ihtiyaç duyulur.  Akıllı biri, akılsızın görmediği çok şeyi görür/görebilir. Kafa gözü, somutu; akıl gözü soyutu görür. Somutta sûret vardır, soyutta ise sûret yoktur. Soyutlama yeteneği gelişmemiş olanların (ki bunların çoğu materyalisttir), soyutu görmeleri mümkün değildir. Soyutların kendi aralarında da bir hiyerarşinin olması mümkündür; her akıl, her soyutu göremeyebilir. Bazı soyutlar kalp gözü ile görülür. ‘Kalpteki ayna’ ne kadar çok temizse o kadar iyi görür & gösterir; görülmek istenen, o kadar iyi-güzel ve doğru görülür. O kalp (= kalpteki ayna) ne kadar pis/puslu ve kirli ise görülen = görüntü o kadar çok bulanıklaşır. ... İnternetin sanal dünyasında görme & görülme de sanallaştı, neredeyse sahteleşti. Jean Baudrillard buna simulark derdi.

ŞEYTANIN KİŞİLİĞİ

Söze başlamadan kısa bir açıklama. Konu zor bir konu. Bu konuda epey okuma yapmama rağmen kendimi ‘hazır’ hissedip-hissetmemekte tereddüt ettim. Şeytan hakkında mevcut ne kadar kitap varsa okuduğumu söyleyebilirim. Jeffrey Burton Russell’ın “Kötülüğün Tarihi” serisinden çıkan, şeytan, iblis, lucifer, mephistopheles kitapları başta olmak üzere kötülük/şer (teodise problemi) ile ilgili elime geçen tüm metinler ilgimi çekti ve okudum. Neden? “İki Tanrı” (dualite) bana ters geliyordu. Doğu da Batı da (kısmen ‘İslâm’ da = İslâm kültürü) iyiliği bir Tanrı’ya kötülüğü başka bir Tanrı’ya veriyordu. Doğu buna Yin/g & Yang, Ahura-Mazda & Ehrimen diyordu; Batı Tanrı & Şeytan ikilemini savunuyordu. İyilikler, Tanrı’dan, Yang’dan, Ahura-Mazda’dan; kötülükler, şeytandan, yin/g’den, Ehrimen’dendi. Bu ikilik (dualite) problemi çözülmeden = ben kendi içimde bu problemi çözmeden, Tevhid anlaşılamazdı, ben anlayamazdım. Bu konu yıllarımı aldı = konuya yıllarımı verdim; yine de yazının başında

BİLEREK ya da BİLMEYEREK...

Eski dille söylesek teammüden/amden veya hataen/yanlışlıkla; bir de taksirle/kusurla var ki, kusur hatâ cinsinden kabul edilir.  Bilerek ya da bilmeyerek bir sürü iş yapıyoruz. Her halde yaratıldığını bilmeyen hiç kimse yoktur; bence ‘ben bilmiyorum’, diyen aptaldır.  Yaratılmışsak, tüm organlarımız verilmiş!. Verilen bu organlarla bilerek ya da bilmeyerek günah da işliyoruz sevap da. Bu ayaklarla kerhaneye/meyhaneye de gidiyoruz, ibâdethaneye de. Bu ellerle rüşvet de alıyoruz; zekât, sadaka da veriyoruz. Bu gözlerle harama da bakıyoruz, Kur'ân’a da. Bu kalpte Rabbe de yer veriyoruz, O’na ortaklar koşarak onları da seviyoruz. Bu kalple Allah dostlarını da seviyoruz, onlara kin-nefret de besliyoruz. Bu dille zikir, şükür de ediyoruz, küfür de. Bu akılla hikmet de arıyoruz, nıkmet de. (Nıkmet : İntikam, kin, öç.) Bu mideye helâl de giriyor, haram da. ... Bütün bunları bilerek ya da bilmeyerek yapıyoruz. Bilerek yapıyorsak, ya vefakâr ya da isyankârız; bilmeyerek yapıyorsak da yine su

İÇİMİZDEKİ BİZ = MÜCADELEMİZ = SERÜVENİMİZ

Bed/de (بد)= Başlama. Başlangıç.  Büdde (بد)= Kaçış. Bedee (بدأ) = Başlamak. Beddee(بدأ) = Bişeyi öne almak. Bedâ(بدا) ve Büdüv(بدو) = Li harfi ceri ile Görünmek. Belirmek. Bedv(بدو) = Çöl.  Bedevî(بدوى) = Bedevî. Konargöçer. Göçmen. Yörük (Yörüyen Türk) Bedâvet(بداوة) = Bedevîlik. Çöl hayatı. Konargöçerlik. Beter = Farsça Bed-ter’den; Bed, kötü, çirkin, fena; ter, son eki aşırılık bildiren ek. Beter, çok kötü, çok çirkin, çok fena. Bedbaht. Beddua gibi. Bir de başına bes eki alan besbeter var. Bu kelimeleri niye verdim? 7/Â'raf, 20’deki “li yübdiye lehümâ” ve 22’deki “bedet lehümâ”yı daha iyi anlayabilmek = anlatabilmek için. (Anlatınca ben de daha iyi anlıyorum.) Şeytan bize, yasak ağaç üzerinden vesvese verirken niyeti “li yübdiye”dir. Bu cümleyi şöyle de kurabilirim : İçimizdeki biz = şeytan = içimizdeki kuruntu bizi “li yübdiye” üzerinden harekete geçirmektedir. Biz bu vesveseye = kuruntuya mağlup olunca “bedet lehümâ sevâtühümâ= o ikisinin (Âdem ve Eşi/Havva’nın = bizim) ayıb

KEMÂL

Olgunluk = mükemmellik olarak bilinen kemâl, kolay tarife gelmeyen bir kelimedir.  Kemâl sürecinden geçmeyen, kemâli bilemez. Kemâl, hayata ve meselelere ucu açık ve 360°’lik bir bakışla/açıyla bakabilmektir. Bu bakış açısının, 1, 2, 5, 10, 45, 60, 90, 180°’lerden 360’a gelmesi için epey bir zamanın geçmesi, epey bir deneyimin yaşanması gerekir. Buna “açı” dersek, 180°’deki bir adam; 120’deki, 100’deki, 80’deki, 90’daki, 10’daki, 5’deki adamın hayata ve meselelere bakışını çok rahat anlayabilir; 360°’deki de, tüm alt derecede olanların. 360’dan daha geniş bir açıyı ben bilmiyorum. Açı 360 ile sınırlansa da, “çap” sınırlanamaz; çap, sonsuza gider. Açı, iki çapın (!) arasındaki genişlik ya da darlığı verirken; çap, önü/yönü/istikameti gösterir. Açı daraldıkça çapta tekliğe yaklaşılır; çap genişledikçe açı genişler, ikilik (ve çokluk) ortadan artar ama açıda 180’e varınca tek çapa, 360’a varınca ‘hiç çapa’! ulaşılır, ufuk açıksa da = herhangi bir sınırlama yoksa da çap tamamen ortadan kal

EMÂNET

Emânet, Emn, Emniyet, Mü’min, İman, hepsi aynı kök, EMN (امن). Emânet, güvenilir kişilere verilir, çünkü “değerlidir.” Emânetin değerini, o emâneti veren belirler. Dedenize değer veriyorsanız ve dedenizden size bir emânet kalmışsa gözünüz gibi korursunuz, değil mi? Ya! Rabbimiz bize bir Emânet bırakmışsa!. Yok canım bırakmamıştır!. O, Emânetini güvendiği kişilere = Mü’min olanlara bırakır. Mü’minsek! bize de bırakmıştır. Canımız, O’nun emâneti.  Eşimiz, çoluk-çocuğumuz, O’nun emâneti. Ama ben bunlardan değil, “Kutsal Emânetten” bahsediyorum. Nedir o? Kitâb.  Bu Emânet, bize = Mü’minlere (güvenilir insanlara) saklanması = korunması için değil, paylaşılması = duyurulması = insanların Ondan yararlan(dırıl)ması için bize teslim edilmiş. Ben de güvenilir (Mü’min) biriyim, ‘bana da ver’, diyen insanların çoğu bu Emâneti taşıyamamış!. “Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk. Onu yüklenmeye yanaşmadılar. Ondan korktular. Onu insan yüklendi. O, çok zalim ve çok cahildir.” إِنَّا عَرَضْنَا

SERSERİ

Serseri, Farsça ama bizde de sık kullanılan bir kelime. Ser, baş; serî, başım; î, aidiyet ekidir; serserî olan : baş, benim başım demiş olur; biz ona : serserî dersek, yersiz-yurtsuz, edepsiz, terbiyesiz demiş oluruz.  Başı, kendi başına bağlı olana serserî denmiş ama biz bugün ona başıboş anlamında ‘özgür’ diyoruz; gerçek özgür, özügürdür; çünkü özünü Rabbine bağlamıştır. “ve mâ halaqtül cinne vel inse illâ liya’budûn.” (51/Zâriyat, 56.) “Cinleri ve insanları başka bir amaçla değil, sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım.” Tefsir & Te’vil : Onlar birilerine kul olmaya mahkûmlar, çünkü yaratılmışlardır. Kendi kendilerine yetmezler; birilerinden destek ararlar. Bilmezler ki yaratılmış olanların hepsi Yaratıcılarından destek alır. (Arapçada kulluk, ibâdet; destek, salât.) Her şeyi bilemez, her şeye güç yetiremezler; ya kendilerinde bir güç vehmederek nefislerine/hevâlarına uyar, kulluk ederler ya da güçlü olduğunu sandıkları birilerine kulluk ederler. Kime kulluk edeceklerini, kim

NASİP-KISMET

Nasip, payımıza düşen hisse; kısmet, taksimde bize düşen miktar. Neredeyse iki kelime de eş anlamda. Nasip-kısmeti sadece mal/rızk olarak görmemek lâzım. Cinsiyet, boy-pos, ten rengi, milliyet, evlilik, eş, çocuk, ömür/ecel, sağlık-sıhhat, ilim gibi biçook şey nasip-kıymet işi. Nasip-kısmetin kesb (çalışma) ile ilgisi yok mu? Elbet var. Öyleyse nasip-kısmetin ne kadarı kesbe (çabaya) ne kadarı vehbe (ilâhî hîbeye) aittir?. İşte bunu bilemeyiz. Bunu bilen sadece Allah’tır. Kesbi terk edersek eşsiz, işsiz, aşsız, arkadaşsız kalırız; sırf kesbe (kendi çabamıza) güvenirsek de Kârunlaşırız. Kârun ne diyordu? Benim olan tüm bu mülkü ben, ilmim sayesinde kazandım = elde ettim. Kârun o kadar zengindi ki dünyaya düşkün olan herkes Kârun’a imreniyordu ve keşke bizim de bu kadar malımız-mülkümüz olsa, o çok kısmetli biri = zű hazzın diyorlardı!. Çook az kişi = kendilerine ilim verilenler (dikkat, ilim tahsil edenler = okuyanlar değil) ise, Allah’ın vereceği sevab/ödül daha iyi/hayırlıdır diyorlar

MUSÎBET

Musibet : Bize isabet eden, sıkıntı, dert, felâket. Yaşamı boyunca başına sıkıntı, dert, felâket isabet etmeyen adam yoktur; iyinin de kötünün de başına sıkıntı, dert, felâket isabet eder. Niye? İyiyi daha iyi yapmak; kötüyü de sarsıp kendine = yola getirmek için. Musibetle yolda olduğunu sanan kötü, yolunu çek eder; iyi de yolunda ısrar eder. Biz, dışardan bakınca musibeti bir ceza gibi görürüz, “niye bana”? deriz. İçinde bulunduğumuz psikoloji, bu soruya vereceğimiz cevaba yön verir. Bu başıma gelen, • Benim cezam. • Ben deneniyorum.  İlki, geçmişi sorgulatır ve insanı kendine (yola) getirir. İkinci, insandaki kararlılığı, sebatı artırır.  Başa gelen musibeti tesadüf olarak görenler de vardır ama bunların sayısı çok azdır.  Başlarına bir musibet gelince daha da azanlar, çoğunluktur. Musibetle imanını sağlam kılanlar ise azınlıktır. Bunlar, başa gelen her şeyin Rabbin bilgisi ve izni ile geldiğini bilir ve “gelende hikmet” ararlar, aslâ isyana kalkışmazlar. Çoğunluk ise, geleni ad

EÛZÜ-BESMELE

Önce Besmele.  Bismillahirrahmanirrahim.  Bi : İle, ...nla/...yla. İsim : Varlığın/var olanların adı; Burada Allah’ın. Allah : Özel ve Tek İlâh.  Allah, (sadece)! isim olsaydı totoloji olurdu; iki isim, daha doğrusu bir isim (Allah) ve o ismin ismi (bi ismi) bir araya gelirdi; Allah sadece İsm değil, O, İsimden çook daha büyük, Allah-u Ekber. (İsmillahi ekber değil.) Er-Rahmân : İnansın-inanmasın, Kendisine itaat etsin-etmesin, “yarattığı varlıklara güvenerek (El-Mü’min), bir gün inanacakları ve itaat edecekleri ‘umuduyla’!!”, hiç ayrım yapmadan onlara rahmeti ile muamele etmesi, sağlık-sıhhat-âfiyet ve rızık vererek yaşatmasıdır. Er-Rahîm : Kendisini yegâne Rab, İlâh, Melik bilen ve sadece Kendisine kulluk yapanlara “özel rahmet, özel muamele” yapmasıdır ki bu ağırlıklı olarak ötede/öte dünyada gerçekleşecektir; buradaki rahîmiyet, rahmâniyyete dahildir, Mü’mine biraz fazladır.  Bi, O’ndan alınan gücün ve bilincin (= şuurun) yardımıyla; İsm de O’nun adına/adıyla iş yapmadır. ... Arapl

AZGINLIK

Ğavâ ve Tağâ, ikisi de azgınlık; ilki örgütsüz, ikincisi örgütlü. Ğava, azgınlığın başlangıcı, zayıf/güçsüz ve bireysel olanı; tağâ, güçlenmiş, toplumsal-siyasal, örgütlü ve bilinçli hâlde  olanı. Örgütlü azgın güçlere, tağutî güçler denir; ğavâ olmadan tağâ olmaz; ğavâda da bilinç vardır ama bu bilincin istikrarı, sürekliliği olmayabilir. İstikrar ve süreklilik, kararlılığı; kararlılık da örgütlülüğü oluşturur.  Şeytanın ğavâsı kıskançlığından ve kendini beğenmesinden = kendini başkalarından üstün görmesindendi. Bu durum, Rabbine isyanına yol açtı. Rabbi ona “Âdem’e secde et!.” dediğinde, “ben ondan üstünüm = hayırlıyım; beni ateşten, onu topraktan yarattın.” dedi. (7/12. 38/76.) Her iki sûrede de ğavâ geçer ama 7/16. âyette “ağveytenî = beni azdırdın”; 38/82. âyette ise “leüğavviyennehüm = onları ben azdıracağım” şeklinde geçer. Sanki 7/16’da şeytanı azdıran Allah’tır da şeytan bunun ‘hıncını’ Allah’tan çıkaramayacağını bildiği için insandan çıkarmak istemektedir. Pekiî şeytanı gerçe

MEZHEB & TARİKAT

İnsandan bağımsız İslâm = Müslümanlık = Kitab’ta olan Müslümanlık, bir bütündür, bölünmemiştir, bölünmez; o Müslümanlık = Kitâb (Kur'ân), ne zaman bir insanla = Müslümanla buluşur, orada bir yorum (= mezhep/tarikat) oluşur. Farklı yorumlar da cemaatleri oluşturur. Herkesin Kur'ân’ı = Dini anlama biçimi de (yorumu da) aslında bir “tarikat/yol/mezheptir.” Tarihte hiçbir mezhep/tarikat, siyasî parti kurar gibi kurulmadı, zamanla insanlar onları mezhep ya da tarikat hâline getirdi.  Neden? İnsanların kendileri düşünmeyi terk ettiğinden ve dinleri ile hayatları arasındaki bağı kaybettiklerinden. Düşünen insanlara tabiî olmayı yeğlediklerinden. Düşünce (akıl) özürlü olduklarından. Mezhepler ve tarikatlar yaşanan toplumsal ve siyasal hayatın ürünüdür, uzantısıdır; bu yönüyle siyasî partilere benzerler. O günün müctehidi, aynı zamanda Müslüman topluma dinî çözüm sunan müceddid idi. İctihat (kapısı) kapanınca “dünkü çözümler = Kitâb ve Sünnet’ten çıkarılan hükümler, bugüne dar geldi, te