KUR'ÂN BİZE YETER Mİ?!

‘El-İslâm-u Hüve-l Kur'ân’u Vahdeh.’ = İslâm, sadece Kur'ân, mı?

Hem evet hem hayır. İslâm, hem Kur'ân hem yaşanan hayat. Kur'ân, boşluğa konuşmaz.

Evet diyenlere, Kur'ân’cı = Kur'ân’iyyun ekolü deniyor; hayır diyenler, Kur'ân’ı reddetmemekle birlikte Kur'ân’dan uzak = Kur'ân’a mesafeli duruyor, hayatı “keyfine uyduruyor.”!.

Bitürlü dengeyi tutturamıyoruz, salınıyor/savruluyoruz.

Kur'ân, düzenleyici ve denetleyici Kitâb’tır; “anayasadır.”

Bu “Anayasa’nın” yorumlayıcılara, yasalara ve yönetmeliklere ihtiyacı vardır.

Tek başına “Anayasa” ile hayat (devlet) yönetil(e)mez, hayat yaşanmaz; Kur'ân hayatla, hayatı düzenlemek için vardır. “Kur'ân’ın = Anayasa’nın” anlaşılması ve uygulanması, hayatın pratiklerine bağlıdır. Hayatın gerçeklerindeki = yaşanan hayattaki realiteler, -- bugün buna, bugünün sünneti = uygulamaları diyebiliriz --, Kur'ân’ın genel, belirleyici, düzenleyici, denetleyici (ahlâkî) ilkelerine uydurulmak, o ilkelere göre yaşanmak zorundadır.

Allah, Kur'ân’ı yücelerden = ‘mele-i âlâ’dan bunun için indirmiştir. Ve O, her dönem, her zaman, kıyamete kadar bu işlevini/özelliğini yerine getirecektir.

Miladî 610’da inmeye başlayan Kur'ân, o gün yaşanan güncel hayata o günün şartlarında dokunmuş; o hayata istikâmet vermiş; bugün de bu yaşanan hayata dokunacak ve istikâmet verecektir ama bugün yaşanan hayatı dünkü hayat yapmayacaktır; bu, zaten mümkün değildir.

Onun istediği, tüm zamanlarda yaşanan hayatları ahlâkî kılmak, hayatları hayatın Sahibinin istediği doğrultuya = yola sokmaktır = sırat-ı müsteqîm. Kur'ân bu yolun işaret levhalarını verir, yönünü belirler. Hedefe giden biiir sürü yol vardır = “... lenehdiyennehüm sübülenâ... = onları “yollarımıza” (yolumuza değil!) iletiriz. (29/Ankebut, 69.); önemli olan, yolun istikâmetidir, kıblesidir. 

Kur'ân, hayatın kıblesidir.

Yolun = hayatın ihtiyaçları zamana ve mekâna göre az ya çok değişir/değişiklik gösterir. Bu ihtiyaçları çoğu zaman teşrî, ihtiyaç sahiplerinin kendileri belirler = düzenler. (Efendimiz belki de hiç kiraz yemedi; biz de mi yemeyelim?) Her ümmetin ayrı şeriatı = teşrîi = yasaları olur/olabilir; önemli olan bu şeriatın = teşrîin = yasaların Kur'ân’a = Anayasa’ya uygunluğudur. 

Kur'ân = Anayasa, hayatın her alanını = teferruatı belirlemez; insana oldukça geniş bir özgürlük alanı = serbest alan bırakır ve o alanlardaki uygulamaların ilahî iradeye uygunluğuna bakar. Örneğin faiz.  Modernist Kur'âncılar ‘faiz, ribâ değildir; ribâ ile faiz farklıdır.’ diyerek kelime oyunu yaparlar, kelimenin anlamını = yasağın maksadını = hikmeti ıskalarlar. Faiz (ribâ) yasağının arkasında haksız/emeksiz kazanç, sömürü vardır.

...

Toplu (cemaatle) tapınma = ibâdet şekillerinde keyfî hareket edilemez; öyle olursa, “toplumsal birlik, bütünlük” bozulur ama bireysel kullukta “çeşitlilik” hoş görülür. Hiçbir birey, ibâdet alanındaki kişisel tercihlerini topluma dayatamaz. Kimi namazda elini bağlar, kimi salar; kimi 20, kimi 40, kimi 100 rekât namaz kılar; Bu anlamda farzlar bağlayıcı = tek-tiptir; sünnetler terkip ve tezhiptir.

Sosyal boyutlu ibâdetlerde “menâsik = şekil şartları”, icmâya tâbidir ama hedef ve öz korunmalıdır. Zekât oranları değişebilir; tavaf, arafat ve ihram gibi usuller dışında bazı hac menâsikinde farklılıklar/değişiklikler yapılabilir. Kur'ân, bunlardaki amacı ve hedefi belirler; şekil şartlarını büyük ölçüde ulemâya (içtihada ve örfe/urfe) bırakır.

Örf/urf (ma’ruf) dinde devamlılığın sağlandığı alandır. Sahih örf/urf (ma’ruf) reddedilirse ve salt ‘Kur'ân bize yeter.’ denirse, bu devamlılık kaybolur; yaşanan tecrübe sıfırlanmış olur ki bu, hafıza sıfırlanmasıdır.

“Bütün kitaplar (= hayatlar), tek bir Kitâb’ın = Kur'ân’ın (doğru) anlaşılması içindir.”

Kur'ân, (aynı zamanda) hangi hayatların doğru-düzgün; hangi hayatların yalan-yanlış yaşandığını belirleyen Kitâb’tır; bu testi ancak ve ancak Kur'ân = Allah yapar.

Bu hayatın modelini = prototipini de Sünnet belirler. Miladi 571 ilâ 632 arasında (o gün) bizzat Efendimiz belirledi ve bize örnek oldu; o örneklik bugün de geçerlidir. Bu örnekliğin şeklen ve ruhen motomot (%100) gerçekleşmesi ideal gibi görünse de, mümkün değildir. O yıllarda elektrik yoktu, araba-uçak yoktu; Efendimiz deveye biniyordu, apartmanda yaşamıyordu, vs... biz de mi deveye binelim, çadırlarda yalayalım? vs...

Hayat, şekil değiştirerek akıyor; Kur'ân, bu şekil değiştiren akışın aktığı mecrayı doğru bir istikâmete yöneltmek için bizleri Kendisine = âlemlerin Rabbine = Sırat-ı Müsteqîm’e = Hidâyete davet ediyor. Kur'ân yaşanan hayatlara “doğrudan”! müdahale etmiyor, o hayatlara ilke koyarak “dolaylı düzen” veriyor.

...

Öyle ya da böyle bir hayat yaşayanlar için Kur'ân ‘yetmez’ ama yaşadıkları hayatı doğru yaşamak isteyenler için ilâhî bir Rehber olarak Kur'ân ‘yeter’ (de artar). Bilelim ki Kur'ân’sız hayat, böyle kişiler için ölümden de beter.

Kur'ân’sız hayat, hayat olsaydı; iner miydi Kur'ân; doğru yolu = hidâyeti bulabilir miydi, bu şaşkın insan?!.

Kur'ân’sız hayat olmaz; Kur'ân’sız hayata, hayat denmez; “yaşanan tecrübeler” olmadan da sadece bize Kur'ân yetmez. Kur'ân bizzatihi yaşanan tecrübelerden (geçmiş ümmetlerin hayatlarından) örnekler verir ve o hayatları ilahî rehberliğe davet eder. Dünkü rehberlik de “Kur'ân’dı” bugünkü de; yarınki de Kur'ân olacak ama hayatlar hep değişecek.

...

Hayat bir yolculuksa, bu yolculuk da bu zamanda araçla/arabayla (ileri doğru) yapılıyorsa; bu araç, sürekli dikiz aynasına bakılarak sürülmez. (Hayat, sürekli geriye = tarihe atıfla yaşanmaz.) Dikiz aynası arkadan gelenleri, sollayıp (sağlayıp) geçenleri kontrol etmek için kullanılır; güvenli yolculuk için çoğu zaman, öne bakılır. (Geçmiş Enbiyâlar ve Evliyâlar, bizi ahlâken sollayıp geçen insanlardır; biz onların hızına yetişemeyiz; onların yola bıraktığı işaretleri takip etmeliyiz.) Onların yola, yoldaki istikâmeti göstermek için bıraktığı “yol levhaları” bellidir. Evliyâlar, Enbiyâların bıraktığı işaretleri takip eder ve o işaretlerin ‘üzerindeki tozu’ siler, arakadan gelenler için onları belirgin kılar. 

Her insanın yolu, yeni bir yoldur = her insan kendi yolunu yürür; o yol önceden, kimse tarafından yürünmüş değildir. O yolu Bilen, o yola, önceden gönderdiği Elçilerle “işaret levhaları” (âyetler) koydurmuştur. Ben onlara (Elçilere ve işaretlere/âyetlere) güvenmiyorum (inanmıyorum be uymuyorum) deme hakkımız elbette var; o zaman, ya kendi kafamıza göre ya da başka birilerinin (tağut ve şeytanların) ‘işaret sistemine’ göre yol alır ve “yanlış yere” (cehenneme) varırız.

Ben, tamamen (%100) bana gönderilen Elçinin yolundan yürüyeceğim diyenler, önce Elçinin zamanında yaşamayı başarabilmeli ve ‘kaldıysa’ Onun “ayak izlerini” takip etmeliler. Bedir’e, Uhud’a, ... gidip savaş etmeliler; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ile dostluk/arkadaşlık etmeliler; iki kızını (Ümmü Gülsüm ve Rukiye) Hz. Osman’a vermeliler...

Onun “ayak izlerinin” yeri tarih, müze, ama Rehberliği ve getirdiği Kitâb hep mucize, her dönemde ve her çağda yepyeni ve taptaze. 

Hayat geriye doğru değil ileriye doğru yaşanır. İlerlerken yönü “Rehber/ler” gösterir. Rehbersiz yol yürüyenler, ya yolda kalır ya da uçuruma (hâviyeye) yuvarlanır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET