MUSÎBET

Musibet : Bize isabet eden, sıkıntı, dert, felâket.

Yaşamı boyunca başına sıkıntı, dert, felâket isabet etmeyen adam yoktur; iyinin de kötünün de başına sıkıntı, dert, felâket isabet eder.

Niye?

İyiyi daha iyi yapmak; kötüyü de sarsıp kendine = yola getirmek için.

Musibetle yolda olduğunu sanan kötü, yolunu çek eder; iyi de yolunda ısrar eder.

Biz, dışardan bakınca musibeti bir ceza gibi görürüz, “niye bana”? deriz. İçinde bulunduğumuz psikoloji, bu soruya vereceğimiz cevaba yön verir. Bu başıma gelen,

Benim cezam.

Ben deneniyorum. 

İlki, geçmişi sorgulatır ve insanı kendine (yola) getirir. İkinci, insandaki kararlılığı, sebatı artırır. 

Başa gelen musibeti tesadüf olarak görenler de vardır ama bunların sayısı çok azdır. 

Başlarına bir musibet gelince daha da azanlar, çoğunluktur.

Musibetle imanını sağlam kılanlar ise azınlıktır. Bunlar, başa gelen her şeyin Rabbin bilgisi ve izni ile geldiğini bilir ve “gelende hikmet” ararlar, aslâ isyana kalkışmazlar. Çoğunluk ise, geleni adaletsiz bulur ve isyan eder.

Bazen, başımıza gelen musibet hazine değerinde olabilir ama biz onu değersiz, kötü bişey olarak görebiliriz. Musibeti kötü görmeyenler, iyiyi-kötüyü bilenlerdir, onlar, daha çok kendi eylemlerinde = kendilerinde kötülük arayanlar ve kötülükten uzak duranlardır; başkalarından gelen kötülük, onlarda iyiliğe dönüşür. 

Nasıl? 

Kendilerinde bir farkındalığa ve sabra; kötülük yapan muhataplarında da bir uyanışa ve pişmanlığa dönüşerek. Buna ancak “ hazz” sahipleri (zű hazz) nail olur. Hazz’ı pay, nasip, şans diye çeviriyorlar; bence gönül huzuru, ma’nevî haz anlamında; âyet onu “azîm” sıfatı ile verir ki bu, dile gelmeyen, ancak sahibinin yaşayabileceği bir durumu ifade eder.

“İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü iyilikle sav. Bir de bakmışsın ki seninle aranda düşmanlık olan kişi, candan bir velin/dostun oluvermiş.”

وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ

“Buna ancak sabredenler ve ‘büyük hazza erenler’ kavuşturulur.”

وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ

“Eğer şeytan, bir dürtüş (nezğ) ile seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. O, her şeyi duyandır, her şeyi bilendir.”

وَإِمَّا يَنزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

(41/Fussilet, 34-36.)

35. âyette mâ, illâ istisna edatıyla kullanılmış; bu durum, bu hâlde olanların çook az olduğuna işaret eder; ayrıca lagıye fiili tekraren gelmiş. Lagıye, hem kavuşmak/buluşmak hem katlanmak demek. Sabr da katlanma, bu ikisini birlikte düşündüğümüzde, derin katlanış = güçlü sabır sahipleri ancak azîm hazz sahipleri (zû hazzın azîm) olur anlamı çıkar, Allah-u A'lem. 

Ama kötülüğü (musibeti) iyilikle savamayan, kötülüğe kötülükle (musibete musibetle) karşılık verenler, bu hazza eremezler.

Musibeti bir zarar olarak görenler, iki tür tavır geliştirirler. 1) Hiddetlenerek ve isyan ederek o musibeti savacaklarını sanırlar ama aslında başlarına daha çok zarar/musibet açarlar. 2) Hz. Eyyûb (a.s.) gibi Rablerinden sabır ve merhamet niyaz ederler. İkinci hâl, kişiyi “zű hazz” duruma yakınlaştırır; birinci hâl, zararı artırır.

Hayat, insanoğlunun istediği gibi yürümez ve insan, başına gelen her şeyi kontrol edemez; etseydi, “tanrı olurdu”!.

İnsanoğlu bilirse, musibetler de bir fırsata (eşsiz bir hazineye) dönüşebilir; bunu ancak “Eşsiz Hazine’nin = Kur'ân’ın” kıymetini bilenler anlayabilir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET