VARSAYIM

Eski tabirle farz-ı muhal. ‘Olmaz ama oldu’ diyelim durumu. Haa!, bu arada olmaz da demeyelim, ola da bilir, belki de olacak. Ne zaman? Kıyamette; hem de çoook büyük dehşette.

...

Güneş, “ben çook yoruldum, milyarlarca yıldır bu işi yapıyorum, biraz dinlenmek istiyorum.” dese,

Dünya, “döne döne başım döndü, biraz durmak istiyorum.” dese,

Toprak, “ben, benim üzerimde yaşayanlara her türlü meyve-sebze, ekin-ekmek veriyorken, herkes beni çiğniyor/üzerimde tepiniyor, ben artık bu işten vazgeçiyorum.” dese, 

Hava, “herkese bedava hizmet ediyorum ama beni de zehirliyorlar, artık gücüm kalmadı.” dese, 

Su, “ben akışkan/sıvı olmaktan bıktım, artık katı ya da buhar olmak istiyorum.” dese, 

Gözlerimiz bize, “televizyona, telefona, tablete baka baka beni çok yordun, artık ben görmek istemiyorum.” dese, 

Ayaklarımız, “bittim-tükendim, hep benim üstüme basıyorsun, yeter artık!.” dese,

Kalbimiz, “ben duruyorum.” dese, ...

Her şey kendi bağımsızlığını ilân etse!, düzen (din) diye bişey kalır mı?

Edemez. Her şeyin bir Rabbi var ve O Rablerine boğun eğmek = O’nu tesbih etmek zorundalar. O’dur onlara o gücü veren ve yöneten. O, yerde de gökte de yegâne ilâhtır. Sadece insan, O’nu hakkı ile dinlememekte, tesbih edememekte; insanların çoğu da O’nun ilâhlığını “tanımakta zorlanmakta, O’na gereğince saygı duymamaktadır.”  “ve mâ kadarullahe hakka kadrih; vel ardu cemîan kabdatuhu yevmel kıyameti, ves’semâvâti mædviytatun bi yemînih. = Onlar Allah’ı hakkıyla takdir etmediler. Yeryüzü, kıyamet günü tamamıyla O’nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ eliyle dürülmüş olacaktır. O, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir.” (39/Zümer, 67.)

Evrene ve insana (kosmosa) bir düzen = din/yasa koyan, her şeyin bu düzene = dine göre işlemesini sağlayan yegâne ilâh, Allah’tır; Allah, insanî hayata = insanların dünyasına, ki bu kosmosta zerre bile değildir, özel bir din = düzen (İslâm) koymuş, bu düzenin kozmik düzenle entegresini sağlamıştır. İnsan, bu düzene (İslâm) uyarsa kosmosla uyumlu/barışık yaşar; uymazsa, bu düzeni bozar, kaosa sebep olur ama aslâ kozmik düzeni bozmaya gücü yetmez; ona O (Allah) kıyamet günü müdahale edecektir. İnsan, kendi vücudundaki düzeni bozunca onu düzeltmek için varını-yoğunu vermektedir. 

Kâinattaki her şeye boyun eğdiren Allah’ı “bilen”! bi insan, yüksek bir saygı = huşû ile O’nu tesbih mi eder = üzerine düşen görevi mi yapar, yoksa bu görevi “hafife alarak”! bana “boncuk çekme görevi” verildi mi der?!.

Tesbih çekmeyi, görev yapma (= görev bilincini kazanma) hazırlığı/antrenman olarak düşündüğümüzde, tesbih çekenlerin de genelde ihtiyarlar/iş yapamaz durumda olanlar olduğunu gördüğümüzde, bu düşüncemiz suya/boşa düşüyor. Bu işte bir yanlışlık var. Bence o yanlışlık, geçmişte/gençlikte yapılmış, şimdi/ihtiyarlıkta “telâfi edilmeye” çalışılan bir yanlışlık!. İhtitarlık çağına tam gelmediğim için ihtitarlar adına konuşamıyorum; belki de onlar tesbihi “derin bir pişmanlık ve ââh” olarak çekiyorlar, inşaallah affa da mazhar oluyorlar.

Normalde tesbih, insanoğlunun kainattaki dine = düzene = doğallığa/fıtrata = ahenkli koroya gönüllü katılımıdır. Buna din dilinde inâb, münîb, evvâb da denir. Kitâb bize bu durumu Hz. Davud (a.s.) üzerinden sunar. O, dağlarla, kuşlarla bu evrensel zikre/tesbihe (koroya) katılan ve gönülden Rabbe yönelen “Biri” olarak sunulur. (Bknz. 34/Sebe, 10.)

Rabbimizin bize ve kainata (kosmosa) koyduğu düzeni = dini yaşatmak/sürdürmek, devam ettirmek ya da bozmamak için yaptığımız her iş ve işlem O’nu tesbihtir; Allah-u A'lem, bugün tesbih diye yapılan/çekilen, “o evrensel koroya/ekibe” bizzat dahil olmadan tek başına, uzlet halinde yapılan “o boncuklu ritüeli” Efendimiz de bilmiyordu!. Onun Rabbini tesbih etmesi için boncuğa ihtiyacı yoktu. Boncuğun tarihi, boyna takılan takının tarihi ile yaşıttır ve takı kutsal kabul edildiği için boyna asılır. Biz, tesbihte “bir kutsallık” görsek onu boyna asardık, “ele düşürmezdik.” Kabadayılar, tesbihi başka amaçlar (oyun, can sıkıntısını gidermek vb.) için de kullanıyor. Geçmişte de tesbih, bu amaçlar (amacı olmayanlara amaç vermek) için kullanılmış. 33’lük, 33×3’lük, 500 ve 1000’lik tesbihler = boncuklar “zikir = görev sayısını”! gösterir, ne kadar çook boncuk çekersek o kadar çook görevimiz olur, “rütbemiz” artar.

Tesbihi icat eden bu Hintliler çook uyanık/kurnaz adamlar. Gösterişten = gösteriş dindarlığından uzak duralım diye tesbihi/boncuğu icat etmişler ama sonunda gösteriş budalası olup-çıkmışlar.

İnsan, kendi kendine, kendine bir görev verirse/icat etmeye kalkarsa, iş bu noktalara kadar varır, “din = tesbih, bir kutsal oyuncağa = vakit geçirme aracına döner”!.

Bu sözlerimin bazılarının canını acıttığının farkındayım; umarım bu “acı”, kızgınlığa değil farkındalığa dönüşür.

Bizler, Rabbimizin bize verdiği görevi (kulluk görevini) gücümüzün yettiği oranda yaparak zaten O’nu doğal/fiilî bir şekilde tesbih etmiş oluruz; O kimseye gücünün yetmediği işi/görevi vermez; kişinin gücü artınca tesbihi de artar. Kitâb’ta geçen “tesbih süreleri” (bil guduvvî vel âsâl. Guduv, sabah; âsâl, akşam. Bil aşiyyi vel işrak (ibkâr). Aşiyy, akşam; işrak/ibkâr, sabah.) “her zaman” anlamında olup, her işinizde O’nu aklınızdan/gönlünüzden çıkarmayın demektir. Eğer bu süreler, tesbih = boncuk çekme olarak alınsa ve okunsa, kişi başka hiç bir işi yapmaması gerekir; böyle bişey absürttür. 

Tesbih, İlâhî buyruğa uygun yaşama bilinci kazanma, her işte Rabbin Rızasını gözetme/arama hâlinin doğal adıdır; bu anlamda var olan = yaratılan her şey Rabbini tesbih etmektedir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET