Kayıtlar

Eylül, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

TAKDİR

Kader de aynı kelime.  Takdirin iki anlamı var : Ölçme/biçme, belirleme ve değer verme. İlk anlam, her şeyi belli bir ölçüde, surette/biçimde ve güçte/kapasitede yaratma; ikinci anlam, şeylerin belirlenen kapasiteye uygun iş yapması/davranması. İnsan dışındaki her varlık ne için, ne ölçüde, ne güçte yaratılmışsa o şekilde davranır; taş, taş gibi; demir, demir gibi; ağaç, ağaç gibi; güneş, güneş gibi... insan ise, hem insan hem hayvan gibi; çünkü onun yapısına iyilik ve kötülük takdir edilmiş ama ondan insan gibi davranması istenmiştir; o, isterse hayvan gibi de davranabilir. Bu anlamda insanın kaderi kendi elindedir ama bu, çoook sınırlıdır; onu aşan alanlarda ilahî takdir hep geçerlidir. Şöyle : Onun (insanın) doğumu, yaşamı (tüm organlarının çalışması) ölümü, boyu vs.; evrenin işleyişi/düzeni ilahî takdirdir, kader (O’nun Emri) tarafından ölçülüp-belirlenmiştir. Âlemlerin Rabbi küçük-büyük her şeyi yaratırken ölçüp-biçmiş, şekil vermiş ve onları kademe kademe sınırlamıştır; uzayı bil

TOST

Bugünün az-çok duyarlı insanı kendini çeşitli ideolojiler arasına sıkışmış hissediyor; Müslümanlarda da durum aynı; Müslümanlar bugün ne batılı gibi yaşayabiliyor ne de doğulu gibi. Ayrıca batılılar da, doğulular da “özgürlük ilâ sorumluluk” arasına sıkışmış durumdalar. Bunun tezahürü, giyim kuşamdan, ticaret hayatına ve davranış şekillerine kadar her alanda gözüküyor. Bu sıkışmışlıktan çıkış mümkün mü? Mümkün ama nasıl? Yaşanılan hayatın temel dinamiklerini, olan/yaşanan ile olması/yaşanması gerekeni iyi bilmekle mümkün; nasıl da bunun içinde.  Olan (fiilî durum), ideal (olması gereken) olmadığı için kendimizi tost gibi hissediyoruz. Ne (bildiğimiz ideal) değerlerden vazgeçiyoruz ne de yaşadığımız hayattan. Ne bildiğimiz ideal değerleri sorgulayıp-güncelleyebiliyoruz ne de yaşadığımız hayatın değerlerinden vazgeçebiliyoruz. Yaşadığımız hayatın değerleri bizi mutlu-mesut etmediği gibi bildiğimiz/inandığımız ideal değerlere de çook fazla güvenemiyoruz; ne yardan ne serden vazgeçebiliyor

ÂHİRET

Âhiret inancımızda ciddî problemler var. Her şeyden önce âhireti bu dünyadan ayırıyoruz. Ayırmayalım mı, ayrı değil mi? Elbet ayrı ama herkes âhiretini buradan götürür, buradaki yapıp-etmeleri, âhirette yaşayacağı hayatı belirler; tabiî Rabbin İkrâm’ı “bonustur.”!.  “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Hadis-i Şerif). Burada ne ekmişsek orada onu biçeceğiz, bu kesin; nasıl burada ektiklerimizi Rabbimiz bereketlendiriyorsa orada da bereketlendirecek, 1=100, 1=700 (bire yüz, bire yedi yüz) belki de çoook daha fazlasını verecek, O, Cömert’tir; kötülüğe de misliyle karşılık verecek. Bizdeki âhiret inancı büyük oranda dünyadan kopuk, dünyayı ayrı âhireti ayrı düşünüyoruz, genelde âhiret için çalışmıyoruz, âhireti düşünerek iş yapmıyoruz. Oraya gidince çoğumuz iflas etmiş tüccardan çook daha beter duruma düşecek; üstelik başkalarının günahlarını da yüklenecek!. Oradaki hesapta küçük-büyük ne varsa değerlendirilecek; kimi sevinecek, kimi de keşke hesap/amel defterim bana verilmeseydi, bu yıkımı yaş

POLİTEİZM & MONOTEİZM

Çok tanrıcılığın (politeizmin) toplumsal boyuttaki yansıması, toplumsal parçalanmışlık, toplum bütünlüğünün bozulması, insanların sınıflara (gruplara) ayrılması ve neticede çatışmasıdır. Tek Tanrıcılık (monoteizm), toplumu Tek Tanrı etrafında bütünler, birleştirir; herkes Tek Tanrı’ya itaat eder. Tek Tanrı’nın sözünün dinlendiği yerde çatışma olmaz ama herkes Tek Tanrı’yı kabul etmez!. Kendini tanrı ilân edenden tutun da ‘kabile liderini/führerini’ ve soyut bazı kavramları tanrı edinene kadar biçook tanrı uydurulur. Şeytan, Tek Tanrı’nın emrine muhalif olunan her yerde vardır; şeytanın olduğu yerde de isyan ve çatışma kaçınılmazdır.

KORKU

Korkunun biçook çeşidi olduğunu söyledim, bunların bikısmı iyi, bikısmı kötü. Korku insanı tetikte, uyanık tutar ama neden korkacağımızı bilirsek... Neden, nelerden korkarız? Aç kalmaktan korkarız. Yarın aç kalacağımızdan korktuğumuz için yiyecekleri (parayı) yığarız!. Biriktirmeye yol açan, aç kalma korkusudur; bu korku kontrol edilmezse “Uhud Dağı kadar” altınımız, tonlarca yiyeceğimiz olsa, kimseye vermek istemeyiz. Malımızın-mülkümüzün çalınmasından korkarız; onları kilit altında, çelik kasalarda, beton duvarların arkasında saklarız, güvenlik görevlileri (bodyguardlar) tutarız. Böyle yapınca da (vermeyince de) gelir dağılımını bozarız, bu sefer de toplumsal huzur bozulur, sokağa çıkamaz hâle gelir; sokak çetelerini, eşkıyaları ve terörü çoğaltırız. Görüyorsunuz masum aç kalma korkusu terbiye edilmezse iş nerelere varıyor ama aç kalmamak için biriktirenler, bunları düşünemez, çünkü onların kontrol edilememiş açlık korkusu onların feleğini şaşırtmış, akıllarını başlarından almıştır.

NE KALIYOR, NE GİDİYOR?!.

İnsanlık tarihi boyunca, (kötüleri saymıyorum), ömrünü ilme, siyasete, dünyaya/dünyalığı (para-pul, makam-mevkiye vb.) vakfeden nice “deve dişi gibi”  adamlar geldi-geçti bu dünyadan, geçecek de. Yüzlerce, binlerce Peygamber, filozof-kral ve âlim gördü bu dünya. Ne götürdüler?!. Ne bıraktılar?!. Nereye gittiler?!. ...???... Neyin peşindeyiz?!. Kalıcı olan ne?!. Ölüm sonrasına “hoş bir sedâ” (güzel bir örneklik, iyi bir amel defteri) bırakmak değil mi bu hayat?!. Bu (sonsuz kâinat) kubbe(sin)de kalıcı olan bu değil mi?!. Burada iken unutulanlara bakın, unutulmayanlara bakın!. Unutan, unutuluyor. Unutma, gaflettir; hatırlama ise, zikr (tezekkür). Zikr, Allah’ı anma, O'nu anlatma, fark etme, bilme, uyanıklık olma, teyakkuz hâlinde bulunma (“gözünü açma”). Zikir, sözle söyleme yanında davranışlarla da eyleme. Unutmayan O. O, iyiyi (iyiliği) de kötüyü (kötülüğü) de unutmaz; iyiyi, iyi yerde; kötüyü de, kötü yerde “ebedî kılar.”. İnsanlar unutsa da O unutmaz. Ama!, herkes her şeyi hatırl

YARATILIŞ GAYEMİZ

Bence bizim buradaki görevimiz, (salt) bilme/inanma ve bilince/inanınca bikenara çekilme değil, itaat etme. Elbet bilme/inanma olmadan itaat olmaz; kime, nasıl itaat edileceği bilinmez ama bilince/inanınca kaçma (inzivâya çekilme) da meşru/doğru bulunmaz. Bilme, filozofların/aklın; inanma, mütekellimlerin/akleden kalbin!; kaçma, mutasavvıfların/nefsin; itaat de Müslümanların/teslim olan akıl, kalp ve nefsin = ruhun yaptığıdır. Rabbimiz bizden sadece bilmeyi, inanmayı ve bikenara çekilmeyi değil, Kendisine itaat/kulluk etmeyi, bu itaatle (de) kişinin kendini ve içinde yaşadığı toplumu ahlâken yüceltmeyi istiyor; itaatin hedefi de bireysel ve toplumsal huzurdur.  Bilmenin en üst derecesi Mîrac'tır, Efendimiz oradan buraya (aşağıya) inmiştir; eğer nihâi hedef bilme olsaydı, inmezdi!. Bizler O'nu örnek/rehber alacaksak, O’nun hayatını örnek almalıyız, O, bize miras bıraktığı Kur'ân ve Hayatla/Sünnetle, bize en güzel örnekliği (Üsve-i Hasene) sunuyor; onlarda hem bilme/bilgi hem

ALLAH-U EKBER!.

Bu kısa cümlede iki ‘kelime’ var. Allah ve Ekber. Allah, İsm-i Âzam, Zât İsim. 99 sıfatın hası. İsimlerinin ‘Kendisi’. O’nun ‘En Özel İsmi’. Sıfatları olmasa!, ‘Bilinemez olan İsim’. Sıfatlarının Kendisine işaret ettiği, gönderme yaptığı ‘İsim’. Ekber de bir sıfat, O, İsmi/Allah'ı tanımlıyor!. En Büyük demek!. Bu büyüklük ‘sadece’ geometrik bir büyüklük değil, her anlamda bir büyüklük. İlmin, Kudretin/Gücün, İradenin, Görmenin, Duymanın, Yaratmanın, Yaşatmanın, ... Tüm Esma-ül Hüsnâ'ların/En Güzel İsimlerin büyüklüğü. Allah-u Ekber, O'nun Büyüklüğü, her anlamda Büyüklüğü (Gücü/Kudreti, İlmi, İradesi, vb.) ‘karşısında’ bizim ‘küçüklüğümüzün’ itirafı. Ekber, sadece ‘görsel/duyusal/geometrik’ bir büyüklük olsa idi, bize ‘yer’ kalmazdı, biz ‘yer kaplayamazdık, var olamazdık’. O, yerden/mekândan ve zamandan münezzehtir. Yerde ve zamanda olan bizleriz, ‘bölünerek şekil kazanan birer varlıklarız’, O, ‘bölün(e)mez şekilsiz’ bir ‘büyüklüktür’. Şekil, görüntüdür; O, ‘görün(e)mez’ bir

SIRAT KÖPRÜSÜ

Öte dünyada herkesin üzerinden geçmek zorunda olduğu kıldan ince kılıçtan keskin olduğu söylenen köprü. Bu köprüyü geçebilenlerin cennete, geçemeyenlerin (aşağı düşenlerin) cehenneme gideceği söylenir!. Çok güçlü bir metafor!. Ben bu köprünün burada olduğuna inananlardanım. Nasıl yani? diyeceksiniz... Eğer insan tek başına yaşayabilse idi işler/hayat büyük ölçüde kolay olurdu; insan Tanrı ile de iyi geçinirdi. Tanrı ne zaman kendi düzeyinde ona benzer kardeşlerini yarattı, işler karıştı, kardeşlerin aralarında yarış/rekabet, ‘sen efendi olamazsın, ben olacağım kavgası' başladı!. Her alanda... İnisiyatifi kaybetmeye başlayınca da öteki kardeşi aleyhine Rabbinin adını kullanmaya başladı insan(oğlu); yaptığının zulüm/haksızlık olduğunu bile bile ‘bismillah’ dedi. Hâlâ kavga sürüyor. Bu kavga salt iman/inanç kavgası değil, hiç bir değer, kutsal tanınmadan (küfür/kâfir) ya da tanındığı söylenen değerlerin, kutsalların kullanıldığı (nifak/münafık) bir savaş. Değerlere ‘hassasiyetle uyula

EÛZÜ-BESMELE

Küresel salgına dönüşen virüsün yayılma riski yüksek olduğu için evlerimize sığınıyoruz, zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmıyoruz. Buradaki ‘sığınıyoruz/sığınma’ fiili tam da Arapça’daki Eûzü’ye (İâze ya da İstiâze’ye) karşılık gelir. Modern insan güvenli bir sığınak arıyor. Etraf tehlikelerle dolu. Küresel kimyasal-biyolojik silahlar, terör, hırsızlık, kap-kaç, psikopatik serseriler, çeteler, zehir tâcirleri... Zararlı fikirler. Virüs. Doğal felâketler. Vb. Nereye sığınacağız? Neresi güvenli? Dışarıda (ve içeride) büyük riskler = tehlikeler var. Evlerimiz dahi güvenli değil, en güvenli yer ev, evde kalın, evlere sığının, evlerden çıkmayın deniyor ama diyelim ki evler bizi virüsten korudu; diğer tehlikelerden koruyabilir mi? En güvenli ve tek sığınağımız ev mi? Bugün evler barınak olabilir ama sığınak olamaz.  Bu iki kelime de fiilimsi : Barınma'dan barınak, Sığınma'dan sığınak. Barınma ve sığınma, bir tür gizlenme, ortalıkta görünmeme, kendini göstermemedir, bürünme gibi; bürünme

DUÂ

Duâ, Yaratıcı’dan istenen istek/isteme,  Yaratıcı’yı ‘bişeye/bişey için’ “çağırma/dâvet” etme demek. İnsan, ‘bişeye/bişey için’ sadece Yaratıcı’yı çağırmaz, kulunu da çağırabilir; meselâ bir işinin olması için “yetkili birini” araya koyabilir, hâlini ona arz edebilir, ona yalvarabilir; bu, duâ olmaz; istek olur ama “duâ gibi”! yapılırsa (istenirse), Allah korusun Yaratıcı’ya ortak koşulmuş olur. Kullardan istediklerimizi Yaratıcı’dan ister gibi (huşû ile!, yalvararak) istersek, duâ etmiş olmaz, dilencilik etmiş oluruz; bu da “insan onuruna” yakışmaz!, (sığmaz!). Kişi isteklerini yalnızca Rabbinden ister de gerçekleşmezse, Rabbi o kişiyi o hâl üzre deniyor demektir; ayrıca gidip o şeyi kulundan istemesi “uygun” olmaz!. Kasas, 88. ayeti, ben bu şekilde anlıyorum. Ne diyor o âyet? “Allah'ın yanı sıra (Allah’tan) başka bir ilâhtan istekte bulunma!...” (ve lâ ted'u meallahi ilâhen âhar...) diyor. Ted'u, deave’nin emir kipi; duâ, bu fiilin isim hâli; bu fiil türevleri ile Kitab’t

SINIR

Tarla/arsa sınırından, ülke sınırından değil ahlâk sınırından söz edeceğim. İlki, maddî olanların sınırı, onları bizler belirliyoruz, onlar değişken; ikincisi, manevî olanın sınırı, onu da mı biz belirliyoruz? Kısmen. Bizim belirlediğimiz ahlâkî sınırlar da değişebilir; pekiî, değişmeyen ahlâkî bir sınır yok mu? Olmalı. Olmazsa, dayanacağımız sağlam bir temel kalmaz!. Bu sınır nerede başlar, nerede biter? Bunu uzuun yıllar düşündüm; bu konudaki iki olay zihnimi ve gönlümü uzun zaman meşgul etti. Önce o iki olay. Biri “Musa-Hızır Kıssası”ndan, öteki “İbrâhim’in İsmâil ya da İshâk’ı Kurban etmesi” hadisesinden. İlki Kehf Sûresinde, İkincisi Sâffât Sûresinde. Musa, hakikat peşindedir; iki denizin (Zâhir ve Bâtın'ın) birleştiği yerde kendisine ilim verilmiş bir kul (Hızır) ile buluşur. Hızır’ın rehberliğinde yol alırlar. Hızır bir gemiyi deler, masum bir çocuğu öldürür ve bir duvarı onarır; ayrıntıya girmiyorum; Musa şaşırır, itiraz eder; sonra Hızır olayların (mâkul ve meşrû) gerekçes

KORKU ÇEŞİTLERİ

1-Hazer : Aslı HAZERA (حذر); bitür korku/kaygı demek, daha çok alarm/teyakkuz durumu. Allah dışında bir ilâhı ittihaz edinmek ve Allah'ın gönderdiği dini dışında bir dini benimsemek “korkuya/kaygıya” sebeptir. ‘Hazer-el mevt’ de ölüm korkusu/kaygısı demektir. Bir insanın ölümden ve ölüm sonrasından korkması gayet doğaldır. Hazere'nın bir anlamı da “sürüden kopmak” ve “arkada kalmaktır.” Nisa 71 de “Hüzû hizraküm” denir ki bu, “gerekli tedbirlerinizi alın! Uyanık olun! Alarm hâlinde olun!” demektir. Tedbirsizlik, korku getirir. 2-Hayşet (خشية) :  Hayşet, tedbirde aşırı hassasiyettir. Huşû (خشوع) : Alçakgönüllülük. Tevâzû. İçtenlik. Samîmîyyet. 3-Vecil (Vecel/ وجل) : Vecil (Vecel), yanlış yapma korkusundan kalbin ürpermesi/titremesi/korkmasıdır. “vecilet qulûbuhüm” (Enfal, 2. Hac, 35.) 4-Rehbet (Rehb/ رهب) : Ruhban da aynı kök. “ve iyyâye ferhebûn. Sadece Benden korkun!.” (Bakara, 40. Nahl, 51. Kur'ân’da 12 yerde geçer.) Dağınık olan korkuyu “tek bir noktaya odaklama” demekti

KIYAMET

İnsanın iki halde dili tutulur :  Çook aşırı korkarsa, çook aşırı sevinirse. Dil tutulması, yaşanan o hâlin "tam" manasıyla kavranması, anlaşılması, yaşanması karşısında dile ihtiyacın kalmamasıdır. Şunlar gibi :  Ölümü tam ve kâmil bir şekilde dille anlatamazsınız; onu tatmanız lâzım, tadınca da dile ihtiyacımız kalmaz. Herhalde hayat da bunun gibi olmalı. Onu tam ve kâmil yaşayamadığımızdan, nasıl yaşanacağını birbirimize anlatıp/söyleyip duruyoruz; benim gibi. Hayatı tam ve mükemmel yaşayanlar, dile ihtiyaç duymazlar, dilleri tutulur, onların hayatı bizzat dil olmuştur. Hayat mükemmel yaşanmayınca onu yaşayormuş gibi yapıp dile, dil düzeyine taşırız ve ona buna nasıl yaşamamız gerektiğini söyleriz. Neticede (kıyamette) tam yaşayanın da hiç yaşamayanın da dili tutulacak; ilkinin sevinçten, ikincisinin korkudan.  Kıyamet, öyle dehşetli bir gün! ki, korkudan ve sevinçten bütün diller tutulacak!. O’nu anlatmak mümkün olmayacak; onu şimdi yaşamadığımızdan en mahir dilci bile be

DÜNYA/M/IZ!.

Coğrafya olarak dünya, 2/3’si sularla kaplı, yedi kıtadan oluşan yaşlı bir gezegen ama ben, coğrafyadan değil etnografyadan söz edeceğim. Etnografya, kültür bilimi, budunbilim. Türkçe’de kavim anlamındaki budun kelimesine bilim, Yunanca’da insan ve insanın içinde yaşadığı toplum anlamında ethnos kelimesine graphein (yazı-çizi, grafik) kelimesi ilâve edilmesi ile oluşmuş etnografya; hemen hemen tüm bilimlerin isimleri Yunanca olduğu gibi bu da Yunanca. Bu bilim (Etnografya), kavimlerin, toplumların yazılı (kültürel, ev araç ve gereçleri, giyim-kuşamları vb.), “kalıntı ve değerleri” üzerinden insanı ve toplumu anlamaya çalışan bir bilim; Antropoloji’den farkı, Antropoloji değişik bölgelerde yaşayan insanın/insanların fizik yapısını (iskelet sistemini) incelerken, Etnografya değişik bölgelerde yaşayan insanların yaşayış biçimine (kültürel özelliklerine) odaklanır. Etnografya olarak dünya, nasıl bir dünyadır? Bu kadar çeşitliliğe yol açan nedir? Din, anlayış ve kültür... Dünyayı anlayış, k

FÂHİŞ FİYAT

Normal piyasa şartları dışında, piyasayı kontrol eden spekülatörlerin belirlediği yüksek fiyat. Bir ekonomide üretimde, pazarlamada (pazarda), dağıtımda ve satışta (perakendede) tekel ya da monopol oluşursa, fiyatları onlar belirlemeye başlar; büyük oranda yaşanan budur. Devlet, bu tür şirketleri denetlemelidir ama günümüzde artık ülkeleri devletler değil şirketler yönetmektedir; küresel kapitalizmin geldiği yer burasıdır. Güçlü devlet, fahiş fiyata ve ihtikâra müsaade etmez. İhtikâr (da), yüksek fiyata satmak için fırsat kollamak ve malı/ürünü stoklamaktır. Lüks mallarda fahiş fiyat ve ihtikâr mâkul karşılanabilir! ama temel ihtiyaç maddeleri (ekmek, sebze-meyve, et, barınma ve bürünme -ev ve elbise-) için fahiş fiyat ve ihtikâr zulümdür. Elinde yüklü miktarda parası/sermayesi olan da, sermaye kıtlığında yüksek faizle borç veriyorsa bu da fahiş fiyat ve ihtikâra girer. Paraya ihtiyacı olanların (devlet ya da millet fark etmez) yüksek fiyattan borçlanması, zaten borçlu ve fakir olanlar

ZEKÂT

Zekât, bir servet vergisidir; oranı da toplumun içinde bulunduğu ekonomik duruma göre belirlenir; dün (Efendimiz zamanında ve daha sonra) bu oran 1/40 (kırkta bir) idi; zengin-fakir arasındaki uçurum artarsa bu oran yükselir, azalırsa düşer ama kesinlikle devlet, toplanan vergileri ‘rantabl’ kullanmalıdır.  Normalde millet hayatı ile devlet hayatı ayrı yürümez, milletle devlet çatışmaz; devlet vergi toplasın, millet zekât versin diye bir ayrım bulunmaz; haa!, devletin göremediği/uzanamadığı özel durumlarda millet, gönüllü olarak extra özel bir ‘vergi’ = sadaka verir, bunu kimse engelleyemez ama zekât, kesinlikle zorunlu bir vergidir ve devlet-millet bütünlüğünün de (dayanışmasının) bir göstergesidir. Devlet, milletin kurduğu bir organizasyondur. İnsanlar/millet, ‘sen, benim adıma emniyeti/güvenliği, hukuksal ve toplumsal adaleti, eğitimi, bireylerin ve toplumun sağlığını sağla!.’ diye kurmuştur devleti; bu iş ve işlemleri yapabilsin diye de ona malî destek sağlar, vergi verir. Zekât, z

ZENGİNLİK

İslâm, aslâ servet düşmanı değildir ama servet biriktirmeye/yığmaya düşmandır; ister ki, servet tüm insanlar arasında yayılsın, herkes Allah'ın nimetlerinden faydalansın. İnsanlar ya doğuştan ya da sonradan hasta, sakat olabiliyor; insanlar arasında kadın, çocuk, yaşlılar bulunabiliyor; her insan bir ve aynı özellikte olmuyor, kiminin fizikî kiminin aklî gücü/yeteneği iyi oluyor, kimi az kazanıyor kimi çok... bunlar ve daha bir çok etken yüzünden kazançlar farklılaşıyor; biz buna nasip diyoruz; nasip : kişi, elinden geleni yapar/çalışır ama ne (kadar rızk) elde edeceğini bilmez/bilemeyebilir, çünkü o rızkın oluşmasında çok sayıda kontrol edilemeyecek iç ve dış faktör vardır (iklim, arz-talep/piyasa, doğal âfet/felâket vb.), bu faktörler tam ve kesin bilinemeyeceği (Allah bileceği) için nasibe razı olunur. Bu faktörlerin bazılarına, meselâ arz-talep piyasasına toplum aleyhine müdahale eden spekülatörler haksız kazanç = sömürüden kazanç elde eder, zengin olurlar. İnsanlar arasındaki

ÜÇ GRUP ya da SINIF

Miras taksiminde adâlet esastır, evlât ayrımı yapılmaz, az ya da çok her evlât anne-babanın mirasından payını alır; ana-baba sağken vasiyette bunulur da ben tüm mirasımı şu evladıma bırakıyorum derse Kitab'taki miras taksimi ile ilgili ayet (Nisâ, 11.) hesaba katmalıdır; çünkü ileride hangi evladının daha hayırlı olacağı bilinemez. Ölüm döşeğindeki vasiyette durum biraz farklıdır, orada evlatların ölmek üzre olan ana ya da babasına karşı tavırları netleşmiştir, burada ana ya da baba ‘hayırlı evlâda’ biraz daha fazla pay verebilir. İnsanoğlu ya bizzat çalışarak, emeği ile kazanarak ya da yakınlarından büyük bir mirasa konarak zengin olur. Bu maddî zenginliktir; eğer bu zenginliğin hiç bitmemesi, batmaması, ‘len tebûr’ olması isteniyorsa verilmeli/paylaşılmalıdır; ama ben burada başka bir mirastan söz etmek istiyorum. Başka miras olur mu demeyin; olur. Bu mirası ‘bizzat Allah, seçtiği kullarına verir.!’ Nedir o? Kitâb. İlk akla gelen kullar elbet Peygamberlerdir, bunda şüphe yok.

ÜÇ KELİME

Şâhid, Şehîd ve Şehâdet. Şâhid : Gören, tanık olan, tasdik eden, delil/argüman ortaya koyan. Şehîd  : Bizzat hayatını ortaya koyarak, ölümü göze alarak = ölümle/ölümüne şâhid olan.  Şehâdet : Bu şâhidliğin sözle, eylemle ve hayatla gösterilmesi. ... Dinî anlamıyla kişi neye şâhidlik eder, niçin şehîd olur, bu şehâdetini (eşhedü’sünü) kime yapar? Doğruyu/Hakkı söylediğine şâhidlik eder. Hakk/Hakikat ve Allah için şehîd olur ve şehâdetini Allah’a ve insanlara yapar, gösterir. Sadece insanlara yapsaydı temeli sağlam olmazdı; yalan yere şâhidlik yapmış olabilirdi, şâhidliğinde samîmî olmayabilirdi. Seküler şâhidlikte bu sık rastlanan bir durum olduğu için bu şâhidliklerde “yemin” ettirilir; yemin kutsaldır; seküler paradigma kendi içinde tutarlı olmadığı için dinî paradigmadan destek/güç/yardım alır. ... Fikrî bir mesele tartışılır/müzakere edilirken deliller öne sürülür ama müzakereciler bu delillerin altını çoğu kez dolduramaz ya da daha güçlü argümanlarla öne sürülen deliller çürütülür,

GERİ VE İLERİ BAKMAK

Geriye bakmak, tecrübeden, yaşanmışlıklardan ders almak; ileriye bakmak, alınan derslerden de yararlanarak planlar yapmaktır; doğru bakış bu, ama biz genelde (çoğu zaman) geriye bakıyor, geriye öykünüyor ve özeniyoruz. Geriden kastım, gelenek. İçinde bulunduğumuz karmaşık durum ve projesizlik bizi nostaljik düşünmeye ve davranmaya itiyor.  Gelenek düşmanı değilim; geçmişte yaşananlar yaşandı ve o yaşamlardan bize biçook şey miras kaldı; aslâ redd-i miras peşinde değilim; o mirasa, bugün yaşadığımız hayatta ne/neler ekleriz de geleceği daha yaşanabilir hâle getiririz, bunun peşinde olmalıyız; bu, hem geçmişi iyi bilmekle hem de bugünden yarına vizyon geliştirmekle mümkün. Geçmişin “evrensel ahlâkî değerlerini” bugün yaşadığımız hayata uygulamak ve geleceğe güvenle bakmakla. Geleceğe “kötü bir miras” bırakmak istemiyorsak, bakışımız hem geriye hem ileriye dönük olmak zorunda. Sadece geriye bakmak, geriye gidiş demek olur ki bu, hayatın doğasına/fıtrata (suyun akışına) ters ve mümkün deği

TEMEL ya da DAYANAK

'Bütün düşüncelerini nihayetinde dine dayandırıyorsun; din ayrı, düşünce ayrı deniyor.' Düşünceyi insanî/aklî bir faaliyet; dini de ilahî bir hususiyet ve kemâliyet olarak görmemiz gayet doğal ve normal. İnsan aklı düşünmede/düşüncede zorlandığında, bu kemâliyetten yardım alır; tüm önemli ve etkili düşünürler, batıda da doğuda da bunu yapmışlardır; doğu, zaten büyük ölçüde “ora” ile bağını koparmamıştır ama batı sıkışınca ister istemez oradan yardım almaktan da kaçınmamıştır. Kant, Spinoza, Freud, Wittgenstein; daha uzakta Kepler, Newton, Augustinus, Aquinas, Aristo, Platon, ... hepsi fizik âlemde sıkışınca, metafizik âleme yolculuk yapmışlardır. Neticede batı bilimi de dine dayanır, ona seküler bir kılıf/elbise giydirmeyi pozitivistler başarmıştır ama bugün bu elbise bu bilime çook dar gelmektedir; bunun etkisi toplumsal alandan çok net fark edilmektedir. İnsan aklı neticede “sınırlıdır” ve “Sınırsız, Kendi Kendine Yeten Bir Akla”! dayanmak durumundadır. Vesselâm.

DEMOKRASİ

Demokrasi, akıllı ve bilinçli insanlarla değerlidir; demokrasinin de bir çook tuzağı vardır, onlardan biri de tüketim çılgınlığıdır; bu çılgınlık, kitleleri (ahâliyi) azgın bir sel gibi peşine takmış götürüyor. Büyük halk kitleleri (ahâli), kendi hâlinde (işinde gücünde) görünse de farkında olmadan sürükleniyor. Selden kurtulmaya çalışanlar da bazı (kapalı) 'sığınakların' içine girmeye çalışıyor ya da girmiş durumdalar. İşinde gücünde olanlar, kendi dar dünyalarında kendilerini biyerlere ait ve güvende hissetseler de her geçen gün altlarındaki toprak kaymakta, sele kapılmaları yaklaşmakta!. Sizce bu insanlar kendilerini nasıl güvende hissedebiliyor da bilinçsizce bu demokrasiye bu kadar bağlayabiliyorlar? Düşünmüyorlar, düşüncesizler de ondan. Düşünen adam bağlanmaz mı? Elbette bağlanır ama çook sağlam bişekilde, çoook sağlam bir kulpa (urvet-ül vüska’ya) bağlanır. Urvet-ül Vüska, sünnî dünyada Kitap ve Sünnet’e; şiî dünyada İmamet’e; tasavvuf dünyasında da Velî ya da Şeyh’e ka

NEREDE YANLIŞ YAPIYORUZ?

Zamanımızın (hayatımızın) çoğu geçim derdi için yorulmak ve bu yorgunluğu atmak (dinlenmek) için geçiyor; düşünmeye/sorgulamaya hiiç vaktimiz olmuyor.  Geçim zor, biliyorum ama biraz da bu geçimi gereksiz ihtiyaçları ‘ihtiyaçmış gibi’ görerek bizim zorlaştırdığımızı da iddia ediyorum. Bunu kendi hayatımda denedim. Gelirim iyi iken ihtiyaçlarımı artırmıştım, çeşit çeşit elbise, ayakkabı alıyor, ihtiyaçlarım için çalışıyordum. Bugün, biyazlık bikışlık ayakkabı, elbise ile yetiyorum; gelirim 2/3 oranında azaldı ama yine de yetiyor; eskisine göre zamanım 2/3 oranında arttı, bu zamanı başka şeyler için (sözgelimi okuma ve düşünme için) kullanıyorum... Sistemin bizden istediği, sadece geçim derdi için çalışmak, düşünmemek; çalışırken de sistemin sahiplerine hizmet etmek = tüketmek, sorgulamamak. Sorgulamaya başladığımızda, sistem kendini tehlikede görür/görüyor. Sistem, insanları “sahip olmak” için ömür boyu borçlandırıyor, insanlar da bu borcu ödemek için kıvranıyor; böyle bir adamın düşünm

HAYATIN ANLAMI NEDİR?

Belli biyaştan sonra (hadi 40 diyelim) tüm arayışım, okumalarım bu sorunun cevabını bulmaya yönelik oldu. Din, felsefe, edebiyat, mitoloji (doğudan-batıdan) elime geçen tüm kitaplara bunun için baktım. Romanlarda, kutsal kitaplarda, mitolojilerde (Çin mitolojisine kadar, Asya-Avrupa, Mısır vb.), felsefede ---ki antik Yunanla başladığı söylenir--- Yunan, Stoa, İslâm ve çağdaş Avrupa vs. elimden geldiğince tüm kitaplarda. Herkes aramış, arıyor, “Buldum! Evreka!” diyene rastlamadım!. Eureka diyenlerinki “basit bir buluş”. Tolstoy’un bir çok kitabı yanında küçük hacimli 'Hayatın Anlamı' ve 'İnsan ne ile Yaşar?' adlı iki kitabı da var; orada o, biraz da Hristiyan olduğu için hayatın anlamı için “sevgiyi” adres gösterir. Platon, hayatın anlamı için İdeaların bilgisini işaret eder ve “Tanrısal Bilgeliği” adres gösterirken, talebesi Aristo, Nikomakhos’a Etik’te Eudaimon’u (ondan bir bölüm Eudamos’a Etik diye de yayınlanmıştır.) adres gösterir. “Eu”, iyi, hoş, güzel demek; daimo

RÜŞT ya da AKIL BÂLİĞ OLMA

Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden = Hakk’ı bâtıldan ayırt edebilecek çağa gelme durumu ya da yaşı. Bu yaşa ya da duruma gelen her insan, mükelleftir/sorumludur; bu sorumluluğun içinde “tebliğ” de vardır; tebliğ de ‘beleğa’nın, bâliğ olmanın bir fonksiyonudur. Kim ki, ‘ben artık akıl bâliğ oldum, rüşte erdim, adam oldum.’ diyorsa, tebliğ ile de sorumludur; kuru kuruya akıl bâliğ olma, rüşt, insanı adam etmez. ... “En aklı başında olan”! Efendimiz olduğu için, Rabbimiz O'na : “Belliğ! mâ ünzile ileyke min Rabbik... Rabbinden Sana indirileni tebliğ et, duyur!...’ demiştir. (5/Mâide, 67.) Her akıl bâliğ, rüşte ermiş kişi de O’ndan (Kur'ân ve Sünnet’ten) duyduğunu (öğrendiğini) zor kullanmadan 'rüşte erememiş'! insanlara duyurmakla mükelleftir; çünkü “dinde zorlama yoktur; doğru (rüşd) ile yanlış/sapıklık (ğayy) kesin olarak birbirinden ayrılmıştır. Kim, tağûtu reddeder ve Allah’a inanır/güvenirse, o, kopmaz/sağlam bir kulpa (urvet-ül vüskâ) yapışmıştır. All

LÂ İLÂHE İLLÂ ALLAH

Şimdiye kadar söylenmiş ve söylenecek tüm cümlelerin, bu cümleye dayandığı en yüce, en temel, en asil cümle; hatta tüm varlığın onsuz olmadığı bir cümle bu cümle!. Varlık ve onların ifadesi olan sözler/cümleler, bu cümle olmaksızın anlamsızdır. Bu cümle, tüm olanların ve anlamların kaynağı/dayanağı olan cümledir, çünkü ondaki ilâh, tüm varlığı ve anlamları var eden Allah’tır ve O’ndan başka ilâh da yoktur. “O’ndan başka ilâh olsaydı, varlıktaki (gökte ve yerdeki) düzen bozulur ve anlam kaybolurdu.” (21/Enbiyâ, 22.) Bu söz, bu cümle (Lâ ilâhe illâ Allah), varlığın ortaya çıktığından beri geçerlidir ve varlık devam ettiği sürece de geçerli olacaktır. “Muhammed-ur Rasûlüllah.” da, miladî 610’dan kıyamete kadar geçerli kalacaktır. Bugün bu sözü (“Lâ ilâhe illâ Allah Muhammed-ur Rasûlüllah.” sözünü) kabul etmeyen ve hakkıyla söyleyemeyenler, iç ve dış dünyalarını kargaşa, karmaşa ve anlamsızlıklarla; bu sözü hakkı ile söyleyenler ise, içini-dışını huzur ve itmînân ile doldurmuşlardır; onlar

NOKTA-2

Dilde bir sözün/cümlenin bitişine konur, hayatta bir işin/olayın sona erişinde söylenir (noktayı koydum.); ben burada noktayı biraz farklı bir anlamda (biraz felsefî biraz metafizik biraz ontik anlamda) kullanacağım. Nokta, fiziksel en küçük parçadır, a-tom; kelime, ilk defa filozof Demokritos (M.Ö 460-370) tarafından kullanılmış daha sonra onu 1800lerin başında fizikçi Dalton maddenin en temel/bölünemeyen parçası olarak tanımlanmıştır. Kelime (atom) Yunanca’dır, “tom” bölmek, kesmek; “a” olumsuzluk eki; atom : bölünemeyen, kesilmeyen demektir (sosyal, a-sosyal gibi). Noktayı bölseniz niye nokta olur; dünya da büyük bir noktadır, kâinat/evren de. İçi boş noktaya biz çember diyoruz; içini doldurursak küre/daire. Evrende dünya (dünya küresi), bir nokta bile değildir; dünyada insanın fizikî durumu (insan) ise ‘çoook küçük bir nokta’!. Hayat, binoktadan binoktaya seyir halindeki hareketten oluşur. Seyir halindeki (geçici) her hayatın hem bir başlangıcı hem de bir sonu vardır ama “gerçekte

NOKTA-1

'Noktanın Sonsuzluğu' tanımlamasına ilk kez rahmetli Lütfi Filiz’in 4 ciltlik sohbet tadındaki tasavvuf ağırlıklı kitaplarını okurken rastladım; 'Noktanın İçindeki Hareket' bana ait bir tam(ım)lama. Telefonumdaki Word çizim yapmaya müsaade etmiyor, etseydi, yazacağım düşünceleri bir çizim-modelle gösterecektim; ben yazayım, siz hayalen çizin.  Nokta yazının en küçük birimi. Doğru da noktaların ardışık görünümü; bir doğruda sonsuz sayıda nokta bulunur. Evren de sonsuz büyüklükteki bir noktadır. Noktayı tüm yönlere sonsuz şekilde büyütün; içine birbirine paralel yatay ve dikey doğrular (enlemler ve boylamlar) çizin ama sadece bir tanesini kalın ve belirgin kılın, buna D (dünya) doğrusu deyin. Bu D doğrusunda da sonsuz nokta vardır, o noktalardan birini S (siz) noktası olarak adlandırın ve bu nokta siz olun. Sizden (S noktasından) önce milyarlarca insan bu dünyaya geldi-gitti, sizden sonra da gelip-gidecek. D doğrusunun üstünde ve altında ona paralel sonsuz sayıda doğru ol

HİKMET

Hikmet, illet (sebep, niye) sorusu sorulmadan elde edilemez; illet ve hikmet hep/devamlı beraber yürür ve bu sorunun sorulması da cevabı da "biyerde/binoktada" durur. Sebep-Sonuç, Etki-Tepki, Neden-Amaç, İllet-Gaye gibi terimlerle de ifâde edilen bu husus = oluş zinciri, kurallı ve düzenli bir evrene ve o evren içindekilerin düzenli işleyişine atıf yapar. İllet ve hikmetini sorabileceğimiz en tümel "şey" varlıktır. Varlık niye ve neden var? Başka bir ifâde ile ‘varlık, neden var edilmiş ve ne amaçlamış’?. Bundan daha büyük (tümel) bir soru olur mu? Olmaz. Varlığın sebebini, dolayısıyla da bu sorunun cevabını bu akıl (tüm insanların aklı da bir araya gelse ve buna da kollektif akıl desek) bilemez; çünkü varlığı bu akıllar var etmemiş, onu “Var eden” var etmiştir; O da, sebep olarak bizi işaret ediyor ve diyor ki : “Sizin için var ettim/yarattım. Yaratma sebebim : sizsiniz!.” Amacım da : “Kim iyi, kim kötü, bunu bilmek ve bu Bilgimi sizin kendi iradeniz ile belirlemek

BEN, APTAL MIYIM?

Niye böyle bir cümle kurdum? İki nedeni var : İlki, özeleştiri; ikincisi, insanların bana bakışı, beni değerlendirişi. Özeleştiri, her zaman yapılması gereken bişey, insana sayılamayacak kadar faydası var ama burada bu yazıyı yazmama vesile olan bu değil, ikincisi. Bazı insanlar bana, “işin mi yok, herhalde canın sıkılıyor da bu işlerle (yazılarla) uğraşıyorsun ve insanların zihinlerini bulandırıyorsun.” diyorlar; “kimse okumuyor.”, diyen de var... Evet, işim yok, emekliyim ama çook erken emekli oldum. İşim iyiydi, iyi gelirim vardı, işimde yükselme imkânım da vardı (Prof. olabilirdim) ama bıraktım. Emekli maaşım da fena değil; yan gelip yatabilir, gezip-tozabilirim ama emekli olmadan önce çalıştığımdan çok daha fazla çalışıyorum; üstelik bu çalışmaların maddî hiçbir karşılığını da almıyorum; bi de (şimdi olmasa da ileride!) bu işin riskini de göze alıyorum. Doğru, oradan bakınca, benim bu yaptığım iş, aptallık ama ben sizin baktığınız yerden bakmıyorum. Bu kadar.

ÎLAN/ÎLAM

Bu yazıların aslâ ve kat’â “mutlak doğruyu” söylediğini iddia etmiyorum; anladıklarımı ve “kendimce” doğru bulduklarımı ifâde ediyorum; aksi, inhisarcılık = tekelcilik olur ki, böyle bir niyetim de amacım da aslâ yok. Bu yazıların (kanaatlerin) oldukça uzun ve zahmetli bir sürecin sonunda oluştuğunu, birden ortaya çıkmadığını, arkasında belli birikimin olduğunu, eminim sizler de teslim edersiniz. İşte bu birikim zâyiî olmasın, yeni gelenler onların üzerine bişeyler koysun, doğru bulursa önemsesin, bulmazsa eleştirsin de ‘gerçek hakikat/doğru’ ortaya çıksın için yazılıyor. Bu niyet bilinerek okunur ve yorumlar-eleştiriler buna göre yapılırsa memnum olurum.

İHLÂS

İhlâs, halâs’ın (خلص خلاص) halasa fiilinin İsm-i Tefdıli. Halâs, kurtuluş; ihlâs ise açık yüreklilik, samimiyet, içtenlik; hâlis ise, katışıksız, saf demek. (Hâlis süt = su katılmamış süt. Hâlis (saf) altın gibi.) İhlâs, şirkten ve riyadan uzak duruştur. Şirk, Allah'a eş koşma; riya ise gösteriştir. Şirkin zıttı Tevhîd’dir. Tevhîd, hem ilâh olarak sadece Allah’ı bilme/tanıma, hem de dini (düzen kuran temel ahlâkî ilke ve kuralları) sadece O'na has kılmadır.  İçinde ihlâs (kelimesi) geçmemesine rağmen “Qul : Huve-ll Allah-u Ehad”, İhlâs Süresi diye anılır/bilinir, Ulûhiyyette ihlâsı temsil eder. Neden? Tevhîd’de (Ulûhiyyette) ihlâsı öz ve net bir şekilde ifâde ettiği için. Tevhîd’i bozan (Tevhîd’e zarar veren) hem riyadır hem de şirktir. İhlâs, önce insanın içini, sonra da dışını düzenleyip saflaştırarak kişiyi halis, muhlis Mü’min = Müslim = Müslüman yapar. İçini-dışını şirkin pisliklerinden temizleyene, arındırana Muhlis denir; kişi, bu duruma gelmek için azami gayret gösterme

ZİP

Bu terim, biliyorsunuz bilgisayarda dosya sıkıştırma anlamında kullanılır ama ben bu terimi Kitâb’la aramızdaki ilişki için kullanmayı deneyeceğim. Bilindiği üzere Kitâb 23 yıllık bir zaman diliminde, o gün yaşanan hayatın me'selelerine çözüm sunmak, hayata bir istikâmet vermek için indi. Kitâb, bu 23 yıllık süre içerisinde “oluştu”, O oluşurken hayat da dönüştü. Bu dönüşüm fertler (sahabe) üzerinden gerçekleşti. Bazen ikazlar/uyarılar bazen müjdeler verildi. Bunlara rahatlıkla ‘ilahî müdahale ve tedrîc’ diyebiliriz. Tedrîc, derecele(ndir)me, sözü (uyarı, ikaz ve tavsiyeyi) yerinde ve zamanında yapma ve kişinin ve toplumun gelişimine göre o uyarıların, ikazların bir kısmından vazgeçme, onların yerine başka uyarılar yapma demek. O/Kur'ân canlı, aktif ve etkileşimli bir hayat içerisinde vücud buldu; bu hayatta ilâh, Allah; lider, Hz. Muhammed’di. Bugün bizler aradan 1400 küsür yıl geçtikten sonra bu 23 yıllık süreyi/süreci/hayatı 6236 cümleyle/âyetle, 600 sayfalık bir Kitâb’a “sı

ÖZET YÂSÎN

Yâsin, Kur’ân’ın kalbi; dindarların çoğu zaman ‘anlamadan’ çok sık okuduğu bir sûre. Bu sûreye kuşbakışı baktığımızda ne der? İlk ayet, huruf-u mukattâ; anlamı, Rabbi ile Elçisi arasında özel ama bazı bâtınî yorumlar onun “Ey ye's/üzüntü içinde içinde olan!” diye anlamışlar. Nazil olduğu zaman dilimi zor bir dönem; bu dönemi dikkate aldığımızda bu anlam mâkul. Kur'an’ın henüz hâkim olmadığı (Söz(ün)ün dikkate bile alınmadığı) bir dönem. Israrla bu Kitab Hâkîm, Sen de gönderilmiş Elçisin, doğru yol üzerindesin, Biz, babaları uyarılmamış bir kavmi uyarmak için Seni gönderdik; Sen onların ısrarlı inkârlarına aldırma! Söylemeye (tebliğe) devam et!; Biz her şeyi biliyoruz, diyor ve önceki kavimlerin davranışlarından örnekler veriyor (2. sayfada). 3. sayfada onların helâkinin ne kadar kolay olduğu anlatılıyor (sadece  bir sayha/ses!); onlar da tıpkı 'bunlar' gibi işi ciddîye almamışlardı da derin pişmanlık duymuşlardı... Bakın! Yere, içindekilere, geceye, gündüze, güneşe, aya

RAB

‘ElHamdülillahiRabbilâlemîn’ Kitab kendini bu söz ile/cümle ile açar bize. Bu cümlede dört temel kavram vardır : Hamd, Allah, Rab, Âlem. Ben bu notta, sadece Rab kavramından ne anladığımı sizlerle paylaşacağım. Önce bir ayet : ‘Rabbim Allah, deyip dosdoğru olanlar için korku ve hüzün yoktur...’ (41/30 ve 46/13). Rabb'in ne anlama geldiğini biliyor olduğunuzu farz ederek (kısaca ‘terbiye eden’ demek), Rab kavramının bizden ne istediğine/beklediğine değinmek istiyorum. Kişi yaşarken, hayatını düzenlerken kesinlikle ‘bir rabbi’ vardır ve o rabbin terbiyesine göre hayatını yaşar, ona göre davranır. Bu rab, ya kendi ya kavmi/toplumu ya devleti/eğitim sistemi ve ideolojisidir ya da Gerçek Rabbi... İnsan, somut ya da soyut (put ya da ilâh) bir ‘rabbin’ terbiyesine göre yaşar. Doğru yaşama, Rabbi Allah bilerek yaşamadır. Bu nasıl olur? Önce nasıl olmaz? ‘Olmaz’ anlaşılmadan, ‘Rabbi Allah bilmek’ (en azından bana) zor görünüyor. Şöyle olursa olmaz : Kişi kendini/nefsini rab bilir de kendi e

VAHY

Vahy, Rabbimizin insanlığa en büyük iyiliği/ikrâmıdır. Vahy, kelime anlamıyla ilham, esin, içe doğma; terim anlamıyla da Kur'ân demektir. Rabbimiz arıya, Hz. Meryem’e, Firavunun Hanımı’na (Asiye’ye) da vahyetmiştir ki buradaki vahiyler ilham, esin, içe doğma ve sezme anlamındadır, anlık ve kişiseldir. Kur'ân vahyi ise evrensel ve toplumsaldır. Vahy, Rabbin kişiye ve kişilere (insanlara) yardımı, yol göstermesidir. Ondan nasiplenecek olanlar, Ona ihtiyaç duyanlardır. Adam, ‘benim yolum doğru, ben bir yol arayışında değilim.’ diyorsa, o adamın bu vahiyden nasibi olmaz; ne zaman gittiği yolun yanlış olduğunu anlar, pişman olur ve samimiyet ve ciddiyetle yeni bir yol arayışına girer, işte o zaman onun içini “tuhaf, tarifi imkânsız bir his/duygu” kaplar, o duygu onu “kutsal/mübarek/saf bir arayışa” sevk eder, bu arayış zamanla güçlenir ve kişi Vahy ile = Kur'ân ile tanışır... Bizim Kur'ân = Vahy ile tanışmamız böyle olmadı; biz Onunla “duygusuz, isteksiz ve soğuk” tanıştık.

UMUTSUZLUK VE MUTSUZLUK

Bişey almayı ya da olmayı çok istemek ama (alamamak) olamamak kişiyi umutsuz ve mutsuz kılar. Almak, bişekilde bigün mümkün olabilir ya da biri bize o şeyi alabilir/verebilir ama olmayı kendimizden başka hiç kimse bize veremez. Olmak istediğimiz şeyi olamazsak, umutsuz ve mutsuz oluruz; ama çoğu zaman olunca da! umutsuzluğumuzun ve mutsuzluğumuzun yok olmadığını da tanık oluruz; bunun herkesin kendi hayatında biçook örneği vardır; ‘şu olmuş, bu olmuş’ ama mutlu ve umutlu olamamış birçook insan vardır. Sizi temin ederim; olunca, umutsuz ve mutsuz olmadığımız tek durum, Mü'min, Muvahhid ve Müslüman olmaktır. Mü'min, Muvahhid, Müslüman ol(a)mayanlar, hep umutsuz ve mutsuz olmaya mahkum olacak; umutsuzluktan, mutsuzluktan ölmeyi, kendilerini yok etmeyi, mahvetmeyi isteyecekler ama intihar bile etseler! ölemeyecekler, bu mutsuzluktan kurtulamayacaklar!. İntiharı bu hayattan kurtaran bir ölüm gibi görseler dâhi, karşılaşacakları hayatta intiharın (ölümün), onların bildiği ölüm olmadı

SUÇ/GÜNAH

Kötü alışkanlıkların toplumsal/hukukî olanına suç, dinî olanına günah denir ama din de toplumsal/hukukî bir düzen vâ'zettiği için ben, ikisini dil düzeyinde ayırsam da hayat düzeyinde ayırmam. Suç/günah iki şekilde işlenir : Bilerek ve bilmeyerek. Bilerek işlenen suça daha sonra geleceğim; önce bilmeyerek/bilmeden işlenen suç. Bilmeden işlenen suç adı üstünde cahilliktendir; cehalet bişekilde giderilir, âlimler (hocalar) bunun için vardır. Bilmeden işlenen suçta, herhangi bir kasıt (meydan okuma) yoktur. Amma!, Suçların (günahların) çook büyük çoğunluğu bilerek, âdetâ meydan okuyarak işlenmektedir; özellikle büyük suçlar/günahlar (hırsızlık, adam öldürme, yalan vb.) söz konusu olduğunda hiç kimse ben bunun günah (suç) olduğunu bilmiyordum diyemez. Öyle ise sorun nerede? Sorun, bilmemekte değil inat etmekte, meydan okumakta!. Bilerek toplumsal (hukukî) suç işlemek, topluma ve devlete; dinî suç işlemek, Allah'a meydan okumaktır. Toplum/devlet, inadına suç işleyeni ağır cezalara ç

AŞI

İ slâm’ın evrenselliği ve tarih-üstülüğü, onu hem tarihsel hem çağdaş yapar; onu ilk insandan son insana kadar hayatın tüm zaman dilimlerinde geçerli kılar. Şöyle : İlk insan Âdem'in dini de İslâm'dı, son insan kim olacaksa onun dini de İslâm olacaktır. Âdem'e inen İslâm, Âdem’in hayatına hitap ediyor ve yetiyordu, İbrahim'inki İbrahim'e, Musa'nınki Musa'ya, İsa'nınki İsa'ya, Muhammed'inki Muhammed'e (aleyhimüsselâm), kim olacaksa, son insanınki son insana. İslâm, tüm zamanlardaki tüm insanların Allah'a teslimiyetinin adıdır; onlara hayat veren, hayatlarını düzenleyen kurallar bütünüdür; El-Hayy-el Kayyûm (hep Hayat sahibi olan ve tüm hayatlar üzerinde Kayyum) olan Allah'ın her dönem insan hayatına müdahalesidir. Bu müdahaleler zaman zaman tahrif ve tahrip edildiği için Elçilerle ta’dil ve takviye edilmiş, son Elçi’ye (Hâtem-ül Enbiyâ’ya) gelen Mesaj, kayıt altına alındığı ve yazıya geçirilip mühürlendiği için bozulması imkânsızlaşmı

SÖZ VERMEK

Gündelik hayattaki söz verme ve sözünde durma-durmama olaylarından kısa bir şekilde bahsedeceğim. Bir baba olarak çocuğunuza bi söz verdi iseniz, o sözü mutlaka yerine getirmiş olmalısınız; getirmedi iseniz, iyi bir baba değilsiniz demektir; bunu belki siz bilmezsiniz ama çocuğunuz çok iyi bilir!. İyi babalar, yapamayacağı şeyleri çocuklarına söz vermezler. İyi babalar, aynı zamanda yapabilecekleri şeyleri çocukları için yapmaktan da vazgeçmezler. Söz vermenin “dışsal” hiç bir yaptırımı yokmuş gibi görmeyin!. Söz, karakterin imzasıdır, yürekten çıkar; samimî yürekten doğru-sağlam, samimî sözler; sahtekâr-bozuk (eğri-çürümüş) yürekten de yalan söz çıkar. Doğru-sağlam söz, eğri-çürümüş-bozuk yüreklere derman/şifa olurken; eğri-çürümüş-bozuk söz, kavgaya-kargaşaya, düşmanlığa vesile olur. “Güzel söz, kökü sabit, dalları gökte olan bir ağaç gibidir; her zaman meyve verir; kötü söz, kökü olmayan kopmuş (zamanla da çürümüş) ağaç gibidir. Allah iman edenleri dünya ve ahirette sağlam bir